Yüksek ve ahşap olan bahçe kapısından içeri adımını atması ile ziyaretçiyi, zarif mezar taşları ile Dergâhın haziresi karşılıyor. Adeta “buranın bekçisi ve asıl sahipleri biziz” diyerek, içeri buyur ediyorlar gelenleri. Dergâhın geçmişteki hizmetkârlarının yani meşayıhının ve aile efradının metfun olduğu hazire, selamlık ile karşı karşıya. Aradaki dar koridoru geçerek Dergâha erişiyorsunuz.
Dergâh, 260 senelik dokunulmamış yapısı ile insanı vakitten adeta koparıp, bir
başka zamana, saygıya ve hürmete davet ediyor. Dergâha girişte hemen sağ
tarafta misafirlerin ağırlandığı oda var. Odaya buyur ediliyoruz. Duvarlar,
değerlerini takdir etmekten aciz olduğumuz hat levhalar ile dolu.
Kapının hemen üstünde bir levha gözüme ilişiyor. “Belli ki,
ev sahibi bu levhayı sık sık hatırlamak, hep hatırında tutmak istemiş” diye
düşünüyorum. Kırık dökük Osmanlıcamla metni çözmeye çalışıyorum. Yok, Osmanlıca
değil, Arapça bu: اتق شر من أحسنت إليه “İtteki şerra men ahsente ileyh” (İyilik ettiğinin şerrinden
sakın).
Önünde dikiliyorum. Bazen Arap
atasözü bazen hadis diye duyduğum bu sözün, nedense burada karşıma çıkmış
olmasından huzursuz oluyorum. Bana sanki “iyilik yapma, yaparsan başına bela
gelir, nankörlükten başka bişi görmezsin” diyen ve insanı, iyiliğe karşı
soğutan bir sözmüş gibi geliyor. O sırada, ev sahibi giriyor odaya ve benim
dikkatle tabloyu seyrettiğimi görünce “İyiliği
kendi namına mı yaptın yoksa HAK namına mı? Eğer kendi namına yaptı isen, canın
sıkılır üzülürsün, zira insan nankördür” diye ihtar buyuruyor Nebiyyi Muhterem
efendimiz. HAK namına yapmışsan canın sıkılmaz. Endişe etme. O yüzden iyilik
yaparken kendini kontrol et, HAK namına olduğundan emin ol ki bela bulmayasın” diye
açıklama yapıyor.
Sohbetin konusu belli olmuştu. Dar odada herkes bir yerlere ilişiyor. Aklımda
kalanları, biraz da Şemseddin Yeşil Efendiden harman ederek, kendi kelimelerimle
ifade etmeye çalışayım:
“Farz edin ki, sizin için Hak vaki oldu ve cesediniz kabre
verilip Ahiret’e intikal eylediniz. Hep orada olan ama Güneşin ışığı nedeniyle
görülemeyen, ancak Güneşin batması ile fark edilen yıldızlar gibi; hayatın
ışığı sönünce meleklerin, hurilerin, zebanilerin artık görülebilir olduğunu, ortaya
çıktıklarını düşünün. Bir taraftan Cennetin mis kokusu gelirken bir taraftan da
Cehennemin korkunç “Daha yok mu?” homurtuları geliyor. O anın dehşeti içinde
insanın en kıymetlisi ne olur? Malı mülkü, dairesi, arabası, çoluğu, çocuğu mu?
Bunların tamamının hiçbir işe yaramadığı o anda belli olmuştur. Geride sadece
Allah için yapılmış ameller kalır. Onlar öyle değerli, öyle değerli olurlar ki,
yeryüzünün tüm hazinelerini verseniz, o an hiç kimse Allah için yaptığı
iyiliklerden bir dirhemini bile kimseye vermez.
Peki, -biz şu anda kıymetini ve önemini yeterince takdir
edemiyor olsak bile- böylesine kıymetli bir mülkün kontrolü, sağlaması
yapılmadan hesaba kaydedilmesi mümkün mü? Yok, olmaz öyle şey! Ya “Allah Rızası”
için demiş ve kendi menfaati için, gösteriş için, mihnet altında bırakmak için,
‘bugün ben sana, yarın sen bana’ için yapmış ve Allah’a izafe etmişsek iyiliği?
-İşin doğrusu, insanların çoğu iyiliği Allah için deyip kendi menfaatleri için
yaparlar.-
O halde, kişi “Allah için”, “Allah rızası için”, “Hayır
için” yaptım diye bir iddiada bulunmuşsa, bu iddiasını ispatlaması gerekir.
Çünkü iddia, ispat ister.
Bu işin ispatı ya da kontrolü o kişiden iyilik yapana bir
sıkıntı, bir musibet döndürülmesidir. İyilik yapılana bir sebep bulunur; bir
bela olur, bir imtihan olur ve iyilik yapanın önüne çıkarılır. Biz görmeyiz ama
“iyilik yapılanın” ardında ellerinde not kâğıdı ile iki melek dikilir. Kişi
“ben sana şunu yaptım bunu yaptım, nankör” falan dedi mi, “Çiz üzerini” der
melek; “İyiliği Allah için yapmış olsaydı, karşılığını Allah’tan isterdi. Bunun
başına kakmaz, bundan bir şey beklemezdi. Madem bundan bekliyor, demek ki, bu
herif, bir malı aynı anda iki kişiye satmaya kalkan üçkâğıtçı sahtekârın
teki. “Allah için” deyip Allah’tan ödül
almaya çalışırken, diğer taraftan da “Ben, sana yaptım” diyerek bu heriften
tahsilat yapmaya kalkıyor.”
Ancak burada bir başka konu daha var: Herkesçe bilinen meşhur hadiste buyurulan
“İnsanın damarlarında, siyah bir taşın üzerindeki, siyah bir karıncadan daha
sessiz gezen gizli şirkin” bir yüzü de burasıdır. Sen, Hak namına bir şey
yaptığını iddia edersin, fakat herkesten gizlediğin ayrı bir maksadın olur.
Hatta bazen, herkesten gizlediğin gibi kendinden bile gizlersin."
- Efendim, iyilik yapılandan gelen beladan nasıl
sakınacağız? Hiç mi iyilik yapamayacağız?
- Yok, öyle değil, elbette yapacağız.
Sakınmanın iki yolu vardır. Birincisi iyilik yaptığını,
iyilik yaptığına haber etmeyeceksin. Dolayısı ile kontrol edilebilecek bişi
olmayacak. Mesela, -hepimizin malumudur, çok anlatılırdı eskilerde- zimem
defteri var. Borç defteri yani. Gidilir, kenar köşede bir bilinmeyen bakkal
bulunur. Zimem defterinden rastgele 3-5 sayfa koparılır. Bakkal sahibine
toplattırılır. Çıkan rakam Allah rızası namına ödenir. Ne borcu ödeyen belli
olur, ne de kimin borcunun ödendiği. Dolayısı ile minnet de ortaya çıkmaz,
iyilik yapılan da. Böylece kötülüğün döneceği bir makam da olmaz.
İkinci yol da iyiliğin altına girmektir. Yine malumunuzdur eskiden Ramazanlarda
camiden milleti toplayıp eve iftar yapmaya getirirlermiş. Yemekten sonra
kapıdan çıkarlarken, “siz geldiniz 10 rızıkla; 1’ini yediniz, 9’unu bize
bıraktınız, çok teşekkür ederiz. Hanemizi bereketlendirdiniz, zenginleştirdiniz”
denir, hatta gidenin cebine harçlık konurmuş. İyiliği yapan ev sahibidir ancak
öyle bir takdim ediyor ki, karşıdaki, kendisinin iyilik yaptığını sanıyor. Bu
da bir yöntemdir.
Yani, ya bildirmeyeceksin ya da öyle bir bildireceksin ki,
sanki o, iyilik yapmış gibi olacak.
Kafamı şöyle bir kaldırıp, gözlerimi duvarlardaki tablolarda dolandırdım.
Daha okunacak bir çok levha var.
Ahmet H. Çakıcı
Cemaziyelahir / 1443
Önceki yazı: Keramet de Neymiş
0 yorum:
Yorum Gönder