- Bendeniz, bizzat şahidim, diyor.
- Neye şahitsiniz.
- Keramete!
Bizimki bıyık altı gülümsemesini gizleyemeyerek istihza ile;
- Anlat da nasıl bişimiş, biz de bilelim, diyor.
- Müsaade et de, anlatayım! Ramazanın sonbahara denk geldiği
günlerdeydi. Oldukça yorulduğumuz, iyice acıktığımız ve susuzluktan dilimizin
kuruduğu bir günün ardından elimizdeki işleri apar topar bırakıp hızlıca –bizim
bir Hüsamettin abimiz var- onun iftar davetine yetişmek için yola çıktık. Yola
çıktık ama vakit biraz geç. Anladık ki, eğer eve bırakırsak ikindi namazı
gidecek. Yol üstündeki bir camiye sapıverdik. Alel acele abdestler alındı.
Beyefendi de abdestini ayaklarını mesh ederek alıp, camiye doğru seğirtti. Uzaktan
göz ucu ile bizi takip eden, caminin yan tarafındaki Kur’an Kursunda talebe
olan ve tuvalet temizlik nöbeti tuttuğunu tahmin ettiğimiz 14-15 yaşlarında bir delikanlı,
bunu görünce arkadan koşup Beyefendiye “Bey Amca sen ne yaptın beyaaaa? Böyle
abdest mi alınır; ayaklarını yıkamadın. Gel sana ben, abdest almayı öğreteyim”
dedi.
Beyefendi tekrar abdesthaneye geri döndü ve delikanlının elini, diğer elinin
üzerine getirip parmaklarının arasını ovalayarak tarife başladığı “abdest
öğretme işine” teslim oldu. Ayaz nedeniyle az önce mesh edilen ayaklar, şimdi çift
kat yün çoraplarından çıkarılıp, buz gibi su ile iyice ovalandı.
Bu esnada, bizim dostlar gayet sakin. Sanki kiminle, neyle konuştuğunu bilmeyen,
cesareti ilminden büyük bir veled, 70’li yaşlara gelmiş Şeyh Efendiye abdest
almayı öğretmeye kalkmıyor da, Beyefendi çocuğa ders veriyormuş gibi sessizce
ve sabırla seyrediyorlar. Bense yerimde duramayıp dolanıyorum: “Yapıştı veled bizim
Şeyhe, yakasını bırakmıyor” diye söyleniyor, “Davetliyiz, beklerler, yetişemeyeceğiz, geç
kalıyoruz” diye sabırsızlanıyorum. Kızdığım, oruçlu olmam yani açlık ya da
susuzluk değil, işin manasızlığı. Kendi kendime homurdana söylene Beyefendiye
çaktırmamaya çalışarak- gözlerimle çocuğu Şeyh Efendinin yakasından düşürmeye
çalışıyorum.
Sonunda abdest alındı. Beyefendi delikanlıya “Zahmet buyurdunuz. Çok teşekkür
ederim. İstifade ettim” diyerek camiye yöneldi. Namaz kılındı. Camiden
çıkıyoruz: Oda ne?” Veled kapıda dikilmiş bizim çıkmamızı bekliyor. Beyefendiye
yanaşıp “Bey Amca sen Allah bilir, gusül abdestini de bilmiyorsundur. Gel sana
onu da öğreteyim” demez mi? Bacak kadar bir veled bizim şeyh Efendiye gusül
anlatacak… Süphanellah, süphanellah diye söyleniyorum. Arkadaşlarda hiç bir
tepki yok.
Ben ne kadar öfkelensem de, vaktin iyice yaklaşmasına rağmen oruçlu
haline aldırmayıp Şeyh Efendi “Lütfedersiniz” diyerek çocuğun peşine takılıyor. Yakamızı ancak Tophane sırtlarından atılan
iftar topunun sesini duymakla kurtarabiliyoruz.
Dedi ve bu konuşmanın ardından arkadaş, uzunca sustu. Bunun üzerine hemşerim:
- Eeee sonra? Dedi.
- Sonra ne olacak davete gittik, dedi, Şeyh Efendinin öğrencisi.
- Keramet, dedi kerameti bekliyoruz. Hani onu anlatacaktın?
- Keramet kişinin HAKKIN hatırını kendi menfaatine tercih edebilmesidir. Sen, tanımadığı
bir çocuğun “hayrına engel olmamak ve heyecanını kırmamak” için çocuğun
kendisine abdest öğretmesine en küçük bir imada bulunmadan ve gayet ciddiyetle
boyun eğebilecek ve bunun için davet edildiği iftar sofrasını yarım saat bekletebilecek
kaç kişi tanıyorsun?
Keyifle güldü bizim hemşeri,
- Hiç, dedi hiç kimseyi tanımıyorum. Harbi harbi kerametmiş.
Keramet HAKK’In hatırını kendi menfaatinden üstte tutabilmektir.
Keramet HAKK’ın hatırını kendi nefsine tercih edebilmektir.
Keramet HAKK’ın hatırını çıkarına, zevkine, keyfine, beklentine, ümidine,
işine, eşine rağmen koruyabilmektir.
Bunu başarana uçup kaçmasa da, ateş üzerinde yürümese de “HAKK dostu” denir, diye
ilave etti, bir dostumuz.
Derleyen: Ahmet H. ÇAKICI
Cemaziyelahir, 1443
0 yorum:
Yorum Gönder