Dergâhtan Kerametler 4 - Müslüman Gözü

Yazar : Ahmet H. Çakıcı Tarih : 29 Oca 2008 0 yorum

Tebrizli ustaların elinden çıkmış 10 metreyi aşan yüksekliği ile dünyadaki en görkemli, belki de en muhteşem mihrabın önündeyiz. Başı, celî sülüs kelime-i tevhit ile taçlandırılmış devasa mihrabı çerçeveleyen köşe pahı; turkuaz, fıstık yeşili, sarı, altın simli yaprak süslemeli çiniler ile adeta yukardan aşağıya doğru sessiz bir şelale gibi akıyor. Çerçevenin içindeki helezon sarmaşık süslemenin arasına Fetih Suresi işlenmiş. Ardından gelen Mukarnas (geometrik şekilli) katmanlar, hatayi, rumi süslemeler, şakayıklar, çınar yaprakları mihrabın kavsarasının (imamın önünde durduğu boşluğun) tavanındaki süslemeler ile müthiş bir ahenk içinde.

Bakmakta olduğumuz güzelliği yeterince göremediğimizin üzüntüsü ile geri dönüyoruz. Artık ustalarını kaybetmiş, yapım teknikleri sırlara karışmış yeşil çiniler ve yeşil çinilerin üstünde, zeminine sarmaşık yaprakları gizlenmiş lacivert üzerine beyaz tonla yazılmış Hazreti Peygamberin hadislerinin arasından geçip, namazgâh bölümünden, 1 metre daha alçak kısma, yani mahfillerin önüne iniyoruz.

Hacı İvaz Paşanın mimarlığını yaptığı Bursa Yeşil Camiinin[1] bu bölümünde bizi, aslı çalındığı için 80’li yıllarda göz hekimi bir beyefendi tarafından aslının kopyası olarak yapılan yekpare mermerden oyulmuş, daha önce abdest alma mahalli olarak da kullanılmış muhteşem bir fıskiye karşılıyor. Fıskiyedeki ince işçilik, ustasının mahareti ve sabrı, su içenlerde zorunlu bir saygı hissi uyandırıyor.

Yapının genel görünüşü ve dış mimarisi bir cami izlenimi verse de, ihtiyaç durumlarında devlet erkânının da hizmet ettiği, içinde mescitte bulunan bir hükumet konağı olarak inşa edilmiş. Diğer bir deyişle, imaret olarak yapılmış.

Üstte, her tarafı Meczup Mehmet Efendinin elinden çıkma muhteşem çiniler ile bezenmiş Sultanın lüzumu halinde gece de kalabildiği Hünkâr Mahfili var. Alttaki, doğuya bakan tarafında Anadolu’nun, batıya bakan tarafında Rumeli’nin devlet işlerinin görüldüğü iki mahfil de Hünkâr mahfili gibi tavanları dâhil çini kaplı. Bu iki mahfilin önünde, namazgâhın arka sağ ve solunda kalan mahfiller -daha sonraları kadıların dava kabulü içinde kullanacağı- gezici dervişler için yapılmış, derviş misafirhaneleri. Onlar da caminin her tarafı gibi Nakkaş Ali Efendinin kaleminden çıkan motifler ile gelin gibi süslenmiş. Cami girişinin hemen sağ ve solunda yer alan tabhanelerden (mutfak) yıllarca Sultana, devlet büyüklerine, dervişlere ve fakir halka, fisebilillah (hayrına) yemek dağıtılmış.

Caminin nadir görülebilecek güzellikteki oyma kapısını geçip, daha da muhteşem ve zarif olan, mermer oymacılığının zirvelerinden, dış kapının altında ayakkabılarımızı giymeye çalışıyoruz.

Az ilerde, bir taraftan kapının olağanüstü güzellikteki mukarnaslı yaşmağını inceleyen bir taraftan da fotoğraflayan bir turist grubu var. İçlerinden 70’li yaşlarını aştığını tahmin ettiğim 
biri, gruptan ayrılarak yanımdaki beyefendinin yanına kadar gelip aşina olmadığımız, oldukça şiveli ve kırık bir Türkçe ile “Orhan Camiine nasıl gidebiliriz?” diye soruyor.

Arkadaşım, “Biz de o tarafa gidiyoruz. Dilerseniz size eşlik edelim” diye teklif edince, yaşlı adam adeta sevinerek aramıza katılırken, grup da bizi takibe başlıyor.

Arkadaşım, yaşlı turiste;

-       Türkçeyi çok güzel konuşuyorsunuz. Nereden öğrendiniz?” diye sorunca, Yaşlı beyefendi adeta yıllardır bu soruyu bekliyormuş gibi,

-       Biz buralıyız efendiceğim, Beykozluyuz. 14 yaşımda iken zorla gönderdiniz bizi Yunan’a.”

-       Şimdi nerede yaşıyorsunuz?

-       Selanik’te efendiceğim,

-       Memnun değil misin Yunanistan’dan?

-       Gâvurla yaşamak zor beyaa. Alışamadım bir türlü.

Sonra Yunanistan’a gidiş maceralarını, orada nasıl yerleştiklerini, çektikleri sıkıntıları -Türkçe konuşmaya hasret kalmış biri edasıyla- ardı ardına anlatmaya başlıyor. Birden duruyor ve hesap sorar gibi:

-       “Ne diye gönderdiniz bizi gâvurların yanına yav? Anamızı ağlattılar efendiceğim” diyor.

Şaşırdım. Boynunda Hristiyan Haçı taşıyan bir RUM, Yunanlılara gâvur, diye hitap ediyor, bizi kendinden sayarken Yunanlıları düşman görüyordu. Bununla da yetinmiyor kendi dindaşlarının yanına gönderildi diye bizden hesap soruyordu. Ancak bizim arkadaşın cevabı ondan aşağı kalır gibi değildi:

-       Oradan gelen Müslümanların arasına karışmış gâvurlarda bizim anamızı” deyiveriyor.

Bu noktada sabredemedim. Ne de olsa Trabzonlu biri olarak hem Rum olma iddialarına muhataptım, hem de sabır eşiğim oldukça düşüktü:

-       “Türkiye’deki gâvurlar Yunanistan’daki gâvurların yanına gönderildi. Yunanistan’daki Müslümanlar da Türkiye’ye getirildi. Yunanlılar, nasıl gâvur oluyor da siz, bizden oluyorsunuz?” dedim.

Sesimdeki kavgaya hazır ve meydan okuyucu tona isminin Stefano olduğunu öğrendiğimiz yaşlı Rum aldırmadı ve kolumdan tutup geriyi işaret etti. Yeşil’den Mahfel’e doğru giden, sağlı sollu betonarme binalarla dolu dümdüz caddenin ucundan görünen Yeşil Türbenin derviş külahını göstererek:”

-       Bak Efendiceğim, bunu ve bunun gibi bir sürü eseri biz yaptık. Bunlarda çalışan ustalar kalfalar hep RUM idi. Biz bunları yapabildik çünkü biz Müslüman gözü, nasıl görürdü bilirdik. (Eliyle sağlı sollu binaları işaret ederek) İşte bu binaları da siz yaptınız. Bu binalar Müslüman gözü ile yapılmış binalar mı? Siz “Müslümanız” diyorsunuz ama Müslüman Gözü nasıl bakar, Müslüman Eli nasıl işler bilmiyorsunuz” dedi.[2]

Dondum kaldım. Yaşlı Rum’a ne diyebilirdim ki? Haklıydı. Bu binalar, bu caddeler, bu şehirler şu Yeşil Cami’yi inşa eden Müslümanların Gözü ile kurulmuş olabilir miydi?

Bu olay kısa süre önceki bir başka olayı hatırlattı:

Birkaç sene önce bir depodan, yok edildikleri için elimizde çok nadir kalan, bir tekke tavan göbeği çıkmıştı. Yıllarca rutubetli ortamda kalmanın neticesi olarak ciddi oranda hasar görmüştü. Yetenekli bir usta arayışına girişildi. Göbek, birinin tavsiyesi ile usta bir marangoza emanet edildi.

Gelen iş harikaydı. Usta gerçekten ustalığını konuşturmuştu. Ancak eser, artık o eser değildi. Usta günün zevklerini, beğenilerini eserin içine katmış ve eserin orijinalliğini, kimliğini ve kişiliğini yok etmişti. Onun verdiği hasar 2 senelik bir uğraşı ile ancak giderilebildi.

Olayı takip eden tavan göbeğinin sahibi, “Para, imkân, yetenek, gayret, iyi niyet hepsi var. Ama o iş çıkmıyor. Demek ki, bunlar yeterli değil: Göz lazım. O göz yok, o zevk yok. Müslüman zevkini, Müslüman gözünü kaybetti” diye meseleyi yorumluyor.

Olaylara, eylemlere, maddeye MÜSLÜMAN gözü ile nasıl bakılacağını bilmeyen Müslümanlarız.

Aklımız Müslüman Aklı gibi çalışmıyor. Gözümüz Müslüman gözü gibi görmüyor. Elimiz Müslüman eli gibi işlemiyor.

Para var, imkân var, beceri var, iyi niyet var; lakin olmayan Müslüman Aklımızla, olmayan Müslüman Gözümüzle, olmayan Müslüman Zevkimizle elimizden çıkan eserlere bakıyor ve hayretle soruyoruz: Biz gerçekten Yeşil Camiini yapan insanların torunları mıyız?

 

Derleyen: Ahmet H. Çakıcı

(Anılarını bizimle paylaşan Hacı Abiye ve diğer Ariflere teşekkür ederiz.)

Önceki Yazı: İyiliğin Şerri
 


[1] Araştırmacı Gezgin Charles Texier, Yeşil Caminin, Bursa’nın belki de Osmanlı saltanatının en mükemmel eseri olduğunu ifade eder. 

[2] Konunun akışını bozacağı için olayın devamını dipnota almayı tercih ettik.
 
İlerden gelen ince bir ses ile şaşkınlığımdan sıyrılıyorum. Ayağını yeterince kaldıramadığı için yüksek kaldırımı aşamamış oldukça yaşlı bir teyze yardım istiyor. Teyzeye yakın olan arkadaşım ve Stefano teyzeyi kollarından ve omuzlarından havalandırıp kaldırıma çıkarıyorlar. Teyze Stefano’nun eline hafifçe vurup “Müslümanlar olmasa, yaşlılık hiç çekilir şey değil. Allah sizden razı olsun” deyip yoluna gidiyor.

Üst üste gelen bu iki olay bizi şaşkınlık içinde bıraktı. Ancak Stefano, teyzenin Müslüman olarak onu tercih etmesinden fazlası ile müteessir olup ağlamaya başlayınca arkadaki grup hızla gelip yaşlı Rum’u aramızdan adeta sökerek alıp uzaklaşıyorlar.


Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın

0 yorum:

Yorum Gönder