Selam 8 - İçi Boş Bir Slogan. "Kur’an’â Dönmeli !"

Yazar : Ahmet H. Çakıcı Tarih : 7 Mar 2014 0 yorum
İçi Boş Bir Slogan. "Kur’an’â Dönmeli !" - 8

Bir önceki yazıda; Müslüman toplulukların küçük küçük cahili yapılara dönüşürken, müslümanca bir idrakten, bilinçten uzaklaştıklarını, bulundukları yerde selamı/hayrı inşa etme misyonunu yitirdiklerini, böyle bir sorumluluklarının olduğunu bile hatırlamadıklarını söyleyip şikayet etmiş, sızlanmıştık.

Müslüman topluluklar, yaşadıkları zamanın dışına düşüp, vakti kavrayamadıkları için, boğuşup durdukları meseleleri fark edemez, üzerlerinde düşünemez oldular. Kavgalarını zamanlarından tanımlayamıyor, meselelerini bin senelik problemler üzerinden anlamaya çalışıyorlar. Alim kelimesini bile zamanın sorunlarına deva bulan anlamında değil, eskilerin kelimelerini iyi bilen anlamında kullanıyorlar.


Müslümanların dillerinin kendi zamanları ile uyumsuz (anakronik) olması ve bu dilin ürettiği insan modelinin para, iktidar, keyf/konfor (Batı Modernizmi)  karşısındaki dayanıksızlığı Müslümanlığı köylü, kaba, nobran çevrelerde hapsolmaya mahkum ediyor. Kendi kapalı çevrelerinin ötesine taşınamayan bu dil, bilinçsizce tekrar edilip duruyor. Tüm hizipler farklı kelime ve sloganlarla aynı şeyi konuşuyor, anlatıyor, tebliğ ediyor.

Üniversiteli, sanayi işçisi, Facebook düşkünü geçliğe ya da zenginleşen, güçle tanışan, konfora eren kesimlere hiçbir şey söyleyemeyen bu dilin ürettiği Müslümanlık, mensuplarının zenginleşip güce konfora erişmesi ile görünmez, fark edilemez, hissedilemez oluyor.

Geleneği yitirdik, neyi kaybettiğimizi bilemedik. 

Cumhuriyet rejimine geçişte Müslümanlar medrese, tekke ve zaviyelerle birlikte öğretiyi, talim ve terbiyeyi taşıyan geleneği de terk etmeye zorlandılar. Türkiyeli Müslümanlar, öğretiyi taşıyan kanalların kapatılması ile karşılaştıkları kaosu aşabilmek için 2 ana akım/ model geliştirdiler.
Bunlardan, birincisi medrese ve tekkelerin devamı sayılabilecek cemaatlerin çerçevesinde örgütlenen yapılar. Her ne kadar bazı kelimeler korunmuş olsa da bu yapılar gelenekten şuur olarak kopmuşlar ve koptuklarını fark etmemişlerdir.

Osmanlının son döneminde ardı arkası kesilmeyen savaşların kıyıma uğrattığı yetişmiş Müslümanların boşluğu, bu boşluğunun iyi niyetli ancak kifayetsiz bir zümre tarafından doldurulmuş olması, Cumhuriyet rejimine geçiş sürecinde yaşanan baskı ve şiddetin Müslümanları medeniyet merkezlerinden/şehirlerden kovması/sindirmesi, taşraya mahkum etmesi, bana göre bu kopuşa gösterilebilecek en ciddi nedenlerdir.

Yetişmiş insan azlığı (kaht-ı rical) ve baskının üstüne eklenen harf devrimi, yüzyılların birikimi olan eserlerle, alimlerle, birikim ve tecrübeyle (gelenek) toplumun arasına set çekti. Bu medeniyetle olan bağın çok ciddi hasar görmesine, hatta kopmasına neden oldu.

Kemalist egemen yapı, Müslümanların kurumlarını meşru görmez ve onlara hareket alanı bırakmazken, siyasi konjoktürün ihtiyaç hissettirdiği anlarda onlardan faydalanmayı da ihmal etmedi. Müslüman cemaatler bundan faydalanarak kendilerine nefes alabilecek alanlar açıp, yol almayı denediler. Devlet ile Müslüman cemaatler arasındaki fırsatçılığa dayalı bu ilişki garip, tanımlaması zor, ahlaki sınırları zorlayan ilişkilerin gelişmesine neden oldu. Bu süreçleri aşarak gelen cemaat yapılarının pek çoğu fırsatçı, muhteris şahısların elinde, siyasilerin kitleleri yönlendirmekte kullandıkları araçlara dönüştüler.

Bu araçsallaştırma cemaatleri, yapının takviye ve tahkim edilmesi için liderin ve cemaatin kutsanmasını merkeze alan, toplumun ahlaken ve ilmen terbiye edilmesi misyonunu kısmen veya tamamen ihmal/terk eden yapılara dönüştürdü.

Sonuç olarak, liderin sesini Allah’ın sesi ile özdeşleştiren, cemaatin rızasını/faydasını Allah’ın (kamunun) rızası/hayr kabul eden, cehaleti kutsayan, ilahi emaneti/iradeyi yok sayıp konforuna ve bireyselliğine düşkün, kabalığı, bedeviliği takva olarak yorumlayan bir Müslüman insan modeli gelişti.

Bu halleri ile çağa bir şey söylemek medeniyeti inşa etmek gibi bir derdin çok uzağında olan bu kütlenin İslam ümmeti için ümid olması ihtimal dahilinde değil.

Müslümanların dillerini ve dertlerini topluluklara duyura bilmek için geliştirdikleri diğer yöntem; ağır hasarlı, gelenek merkezli cemaatleri red ederek, son derece kötü tercüme edilmiş Kur’an meallerinin çevresinde halkalar/gruplar kurmak oldu. Bu yöntemin en büyük handikapı bir geleneğe yaslanmayı zül kabul etmesiydi. Önde olanlar yollarını kafalarını karanlıkta duvarlara vurarak bulmaya çalışıyor, gidilen yolun yanlış olduğu, ancak birkaç nesil heder edildikten sonra fark edilebiliyordu.

“Kur’an’a dönmeliyiz.” Sloganından hareket eden bu topluluğun, Kur’an’a dönmekten kastının ne olduğu belli değildi. Kur’an’a nasıl dönüleceği, neyine, neresine dönüleceğinin üzerinde hiç düşünülmemişti. Afili ve sorgulanamaz bir slogan olarak zihinlerde asılı kaldı.

Kur’an’a dönmenin, Allah’ın emirlerinden haberdar olmak olduğunu söyleyenler, kendinizi yüceltmeyin (kibir), yalan söylemeyin, elinizi emeğinizden başkasına uzatmayın gibi Kitabın  temel prensiplerine neden bigane kaldıklarını açıklayamıyorlardı. Kur’an’dan bildikleri “az”la amel etmeyen/edemeyen bir topluluğun, çoğu öğrenmesinden nasıl bir fayda umulduğunun üzerinde de düşünülmemişti.

Bir başka sorun, yıllarca okullarda, gazete ve tv’lerde vaaz edilen pozitivist/seküler(laik)/ konformist hayat algısının toplumu(bizi) etkileyip dönüştürdüğünün farkında olunmamasıydı. Kur’an’ın okunuşu, yorumlanışı da bu seküler eğitimle şekillenmiş kafaların, İslam’ın dilinden, mantığından uzak okumaları/yorumlarıydı.

Peygamberin ve sahabenin elinde bir Kur’an’ın bulunmadığı, İslam tarihi boyunca bildiğimiz anlamda meal çalışmalarının olmadığı, meal okuma çalışmalarının modern zamanların ürettiği ilişki biçiminin, mantığın devamı ve sonucu olduğu hissedilemedi. Seküler/laik/Batılı bir zeminden hareket ettiği fark edilemediği için meal/Kur’an dersleri malumat elde etme derslerine dönüşürken malumatın, edebi, ahlakı (medeniyeti) inşa etmek için bir araç olması gerektiği görmezden gelindi.

Üreten dil seküler olduğundan, üretilen insan modeli de seküler oldu. Müslümanların bilgileri ile donanmış, batı ahlakı ile yaşayan bir model hayat buldu. Batılı komünistlerin komünal hayatı yaşamadan komünist oldukları gibi, İslam’ın boyası (edebi) ile boyanmadan İslamcı iddiaları olan bir nesil/model ortaya çıktı.

Elinde Kur’an meali, dilinde hadisler olan bu zümrenin İslam’ın boyasından/edebinden/ ahlakından/terbiyesinden (peygamberden) mahrum olduğunu fark edememesi bu zümrenin en ciddi sorunu oldu. Edep ve terbiyesi ile toplumdan farklılaşamayan bu topluluk dili ile İslamlaşsa da,  hali ile eleştirdiği zümre ile aynileşen bir topluluk oldu. Eksik olanın ne olduğunu fark edebilseydi, eksiği aramanın peşine düşülebilirdi.

İslam’ın edebinden terbiyesinden mahrum bu kesimin sesinin topluma yabancı/yabani kalması, iddiası ve hedefleri ne kadar büyük olursa olsun bu hareketi kadük kılıyor.

Yukarıda ki kaba tanımları doğru kabul edersek bu süreçlerin sonunda eldeki Müslümanın hayata bir başka değerler sisteminden, bir başka medeniyetten bakan biri olmadığı toplumun İslam’la ilişkisi olmayan yapılarından farklı bir yerde durmadığı sonucuna varılabilir.

Ne yazık ki, geleceğe dair tek ümidimiz olan (sadece bizim değil Batı Medeniyetinin aç gözlü saldırılarının mağduru olmuş tüm toplumların ümidi) , İslam’ın temsilcisi olduğunu iddia eden kişi elinde meali, sırtında cübbesi, uzun sakallı, badem bıyıklı dilinde Allah, lillah, mümin, kafir kelimeleri olan konformist bir kapitalist.

Bir daha başlamamız gerek.
Ama nereden?
                                                                                                                      Ahmet H. Çakıcı

Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın

0 yorum:

Yorum Gönder