Kitab’a Dair
Bismillahirrahmanirrahiym
Mikel Arrizabalaga |
İngiliz Tarihçi Arnold Toynbee’den bir alıntı ile girmek
istiyorum, “Sahip olduğu imkanlar düşünüldüğünde, ulaşılan hedeflerin büyüklüğü
göz önüne alındığında ve bütün bunların gerçekleşme suresi hesap edildiğinde,
tarihte Muhammed’le karşılaştırılabilecek 2. bir isim yoktur.”[1] Namuslu bir gözle bakıldığında
Hz Muhammed (sav) ve ensarının başarmış olduğunun ne kadar muhteşem bir şey
olduğunu fark etmemek mümkün değildir.
20-30 Yıl gibi, çok kısa bir sürede Çin’den Fransız
Pirenelerine kadar, dünyanın merkezi olan bölgede yayılan İslam, yayıldığı alan
göz önüne alındığında çok az kan döküyor. Anadolu’nun, Afganistan’ın, neredeyse
tüm Afrika’nın, Hindistan’ın, Pakistan’ın, Bengladeş’in, Endonezya’nın, Malezya’nın,
Çin’deki Hui’lerin İslamlaşmasının önünde askeri manevralar, büyük savaşlar,
kıyımlar yok. Üstelik İslam, girdiği her yerde medeniyetini inşa ediyor,
ettiriyor. 1400 sene sonra bile kendi coğrafyasının en etkili ve belirgin hareketi
olabiliyor. Büyük bir yenilgi ve buhran altında olmasına rağmen, Dünya mustazaflarından
iltifat görüyor, ümit olmayı sürdürebiliyor. Burada soralım; medeniyetin
öncüleri ne yaptılar, nasıl düşündüler, neler söylediler de insanlar onların
mesajına akın akın (fevc fevc) koşup, İslamlaştılar?
Müslümanların sahip olduğu dilin[2] şu hali ile
medeniyetlerini zamanlarına taşımaya yetmediğini, üretilen dilin sedasının
sanayi delikanlılarının, facebook girllerin, üniversiteli hengamenin, köylünün,
kentlinin kulaklarına ulaşmadığını fark etmek bilgelik istemiyor. Mevcut dil
anakronik (zaman uyumsuz). Bu dil; medeniyetin öncüleri tarafından üretilmiş,
kendi zamanlarına şifa olmuş, çağımıza taşınırken sahip olduğu
değerleri/anlamları yitirmiş ya da zedelemiş bir dil. Bu nedenle vakte ve
vaktin çocuğu olan topluma, ait olduğu medeniyetin anlam haritalarını/zihnini
taşıyamıyor. Kelimler onların kelimeleri olsa da, aynı şeyi söylemiyor, aynı
yere çağırmıyor. Vaktine kelimeler üreten, vaktinin sorunlarına şifa olan “alim”
kelimesini bile “geçmişin kelimelerini iyi bilen” anlamında kullanıyor.
İslam, Avrupa’da Endülüs’ten çekildi, Balkanlar’da izi,
Afrika’nın birçok yerinde sadece ismi kaldı. Anadolu'dan 400 sene önce İslamlaşan Karadeniz'in üstü, Habeşistan artık bir İslam beldesi
değil. Filipinlerin, Vietnam’ın 100 yıl önce Müslümanların yaşadığı beldeler
olduğunu hatırlayan kalmadı. İkinci sorumuzu burada soralım İslam, ana akım
İslam beldelerinde bile rengini belli etmekte zorlanan Müslümanların kaybettiği nedir ve kaybettiğini nerede aramalıdır?
Muhtevası Boş Bir Slogan: “Kur’an’a Dönmeliyiz!”
Bu soruya, “İslam toplulukları Kur’an’a/ Kitab’a dönmeli, O’nun etrafında yeniden vahdeti sağlamalıdırlar” diye cevap vermek öğretilmiş bir gelenektir. Cevabın, Kur’an’a nasıl dönüleceği, Kur’an’a dönmenin ne demek olduğu konusunda bir fikri ve teklifi yoktur.
Bu kelimeye itiraz edip; “bize bir şey söylemediğini iddia ettiğiniz o kelime, Kur’an’ı Kerim’in sık sık tekrarladığı bir kelimedir” denilebilir. “Hiç şüphe etmeyin, bu kitap sorumluluk/takva sahipleri için hidayet rehberidir.” (Bakara 2, Araf 1-3, Zümer 1-3, Araf 170).
Ancak bu itiraz, medeniyetin öncülerinin mantık haritalarına sahip olduğunu, onların diline hakim olduğunu var sayıyor, bu dilden, mantıktan, ruhtan, medeniyetten koptuğunu unutuyor ve bunu sorgulamıyor.
Mekke Toplumunda Müslüman Var mıdır?
Hz. Resul’e Kâfirun suresinde, Kâfirlere “sizin dininiz size, bizim dinimiz bize” dedirtilirken “gelin ey kâfirler, siz kendi dininizi/yolunuzu yaşayın, biz de kendimizinkini. Bir sulhte anlaşalım” denilir. Bu teklifle, her iki tarafın kendine ait değerleri üzerinden hayatı kurması önerilir. Mevcut dil, senin dinin sana dediğinde, bir başka mantık dünyasının değerlerine itiraz ettiğinin farkında değildir. Halen, Müslüman toplulukların vakti, malı, parayı, ilmi kullanma biçimleri düşman/rakip olarak gördükleri kesimle aynileşmiş, Aziz İslam’ın zamanı, parayı, malı, gücü değerlendirmek için kendi teklifinin var olduğu unutulmuş/ihmal edilmiştir.
Bizi Müslüman kıldığını iddia ettiğimiz emirlerin/ritüellerin neredeyse tamamının Medine’de emredilmiş ya da düzenlenmiş olduğu düşünülürse, bu dilin mantığıyla Mekke’deki çatışmaya anlamanın imkânı yoktur. Mekke toplumunda içki içen, faiz alıp veren, sünnet olmayan, kurban kesmeyen, tesettürü arızalı, namazı orucu düzenlenmemiş, ellerinde Kur’an olmayan Peygamber ve arkadaşlarını, namazını Kâbe’de kılan, oruç tutan, haccı yerine getiren Mekke müşriklerinden ayıran nedir?
Bizim toplumumuzda bu sorunun cevabı, 3 kanal üzerinden verilmeye çalışılır. Bu kanallar dinin/vahyin sembollerini kullanarak, kendi dillerini/mantıklarını geliştirir ve topluma Allah’ın(cc) kendilerinden beklediğini anlatmaya çalışırlar.
Devlet Din Dili: Devletin; cami, İmam Hatip Liseleri ve televizyonlar üzerinden ürettiği ya da üretimine izin verdiği devlet din dili; toplum devlet çatışmasından doğan enerjiyi devlet lehine yönlendirerek, devlete/iktidar sahiplerine yönetilebilir bir hükümet ortamı var etmek ister. Bu dilin; İslam’ın kendine has bir mantığı, bir medeniyeti olduğunun farkında olup bunu vaaz ettiğini söylemek oldukça zordur. Devletin din dilinde, devlet-Allah, devlete uygun-Allah rızası, sağcı-mü’min, suç-günah kavramları birbirinin içine geçmiş, birbirinden ayrılamaz hale gelmiştir. Hedeflenen, devletine milletine faydalı insan yetiştirmektir. Bu devlet, bazen Suud olur bazen Suriye, bazen İran olur bazen de Türkiye.
Cemaat Din Dili: Merkezi, merkezdeki yapıyı menkıbeler üzerinden korumak, yüceltmek, meşrulaştırmak, çevreden merkeze doğru olan güç ve irad akışını düzenlemek, hareketin devamlılığını ve genişlemesini sağlamak üzere konumlanmış bir dildir. Toplumla ilişkisini koruyabilmiş, sesini ayırmamış olan bu dilin mantığında, cem olmak/cemaat, ümmetin bir araya gelmesi değildir. Liderin etrafında toplanmaktır. Cemaat rızası ile Allah’ın rızasını birbirinden ayırabilecek bir zihni gelişmeye müsaade edilmez. Muhatap lidere/merkeze/cemaate çağrılır. Hedeflenen, gassalın elinde meyyit olmuş[3] bir cemaattir.
Din Profesyonelleri Din Dili: Daha çok ilahiyat fakülteleri çerçevesinin ürettiği bu dil; toplumun geneline değmeyen, ona bir şey söyleme derdi olmayan, davadan yoksun, “varın benim farkıma” üzerine kurulu akademik bir dildir. İslam toplumlarının “Alim”inin dilinden ziyade batı toplumlarının “aydın”ının diline daha yakındır. Örtülerinin altından çıkamadıklarından, dilleri topluma yabancılaşmıştır.
Bu diller Allah’ın hizmetinde koşturan değil, Allah’ı hizmete koşturan dillerdir.
Bu dillerin “mustazaflara lütufta bulunup onları yeryüzünde önderler yapmak isteyen peygamberlerin varisleri olup, izlerini takip ettiklerini iddia etmek mümkün değildir.
“Resule /vahye varis olabilecek nitelikte hiç kimsemiz yok” demiyorum. Ancak takdir edersiniz ki; fisebilillah/mürsel konumundaki Allah (cc) dostlarının topluma renk verebilecek durumda olduklarını iddia etmek de mümkün değildir. Anlaşılan o ki, hazreti Resulün çağların içinden gelen sözü tazeliğini korumaya devam ediyor. “İslam garip geldi, garip gidecek. Ne mutlu o gariplere.” [4]
Bu dillerde, Müslüman olabilmenin yolunun, tefsirleri, hadis külliyatını, üstadların eserlerini okumaktan, alim kişilere intisap edip yıllarca süren hizmetlerden geçtiği vaaz edilir. Ancak cilt cilt tefsirleri, Kütüb-i Sitte’yi baştan sona okumak, yeterli eğitimi, vakti ve malı olmayan, geçim derdindeki sıradan insanlar için mümkün değildir. Üstelik bunları yerine getirmek mü’minliğe, kemalata, sırların sırrına ermeye kefil de değildir. “Ne zaman Mü’min olurum?” sorusunun cevabı muğlak ve ulaşılmaz bir vakitken, mü’minlik; ancak “süperinsan”ların “ol”abileceği bir mevkidir. Mü’minlik –kâfirlik arasındaki konum, Allah’la ilişki üzerinden değil, devlet (güç/iktidar), cemaat ya da özel şahısla kurulan ilişkiye göre tanımlanır.
Sadece profesyonellerin ulaşabileceği böyle bir ilmi, avama/topluma teklif edebilmek, anlaşılması zor bir mesajla kıtaları aşıp medeniyet üretebilmek mümkün değildir.
Bu dil, ürettiği Müslüman tipine namaz kıldırıp, oruç tutturup, hacca götürebiliyor ama erdem yükleyemiyor. “Hal”i değiştirmiyor. Para, iktidar, güç karşısında son derece zayıf, ahlaki problemlerini çözememiş, donanımsız bir insan modeli ortaya çıkıyor. İktidar, güç ve konfor(modernizm) karşısında direnç hatlarını geliştiremediğinden, ekonomik seviyesi yükselen kesimlerde İslami kimlikler kişiliksiz ve görünmez oluyor.
Vahyin/Peygamberlerin Derdi Nedir?
Kur’an bu soruyu Hadid suresi 25 ve Araf 157. Ayetlerde cevaplarken peygamberlerin; “Kitap ve mizan üzerinde, zulüm etmeyen, birbirlerinin sırtlarına yük, boyunlarına zincir vurmayan, iyilikte ve kötülüğü engellemede yardımlaşan bir adalet toplumu inşa edebilmek” için gönderilmiş Allah’ın (cc) elçileri olduğu söylenir.
Bu tanımın inşa ettiği toplumun adı “İslam”, slogan kelimesi “selam[5]”, sıfatı “selim”, yurdu selam diyarı “Dar’üs selam” olur.
Türk Dil Kurumunun sözlüğünde; “Selam; esenlik bildirisi, Müslüman; Hz. Muhammed’in dininden olan, İslam; Müslümanların dini, selim; doğru, dürüst kusursuz” denilerek tanımlanıyor.
Dikkat ederseniz selam, selim, Müslüman ve İslam arasında bağ kopmuş, koparılmış.
Selam; Arapça barış, emniyet, huzur, selamet, sağlık, rahatlık, iyi netice, kurtuluş gibi manalara gelirken, Müslüman selam sahibi olana denir. Toplum içinde selam sahibi olmuş (emniyet, huzur, barış, güven) kişidir Müslüman. Mevcut dil ise, Müslüman’ı “Allah’a teslim olan” diye tanımlıyor. Müslümanlık yüceltilerek toplumla olan bağ yerine, Allah’la olan bağ merkeze alınıyor. Kişinin kendini Allah’a teslim olmuş görmesi yeterli olurken, toplumla kurması gereken selam ilişkisi göz ardı ediliyor.
Var olan dille sunulduğunda kişi, selamı vaat etmeden (emniyet, güven, barış, kurtuluş) Hz. Muhammed’in(sav) peygamber olduğunu kabul etmekle Müslüman olabiliyor. Vahyi/Resulleri Müslüman olmak için selam olmak gerekmeyen bir düzlemden algılatıyor. Bu dil Selam diyarını inşa etmeden İslam ülkesi, İslam toplumu olma fırsatı (!) veriyor.
Aynı kopuş emin-mü’min kelimeleri arasında da var. Emniyet sahibi/emin kişi anlamına gelen mü’min kelimesi, sözlükte İnanan, inançlı, imanlı, mutekit anlamına geliyor. Zihin haritalarımızda, emin olmadan mü’min (emin kişi) olmak da mümkün.
Müslümanlık, mü’minlik, takva[6], şahitlik gibi temel kavramlar toplumda görülebilir, tespit edilebilir bir ilişki biçiminden, sadece Allah’ın tespit edebileceği, soyut, görülemeyen, bir sıfata dönüştürülüyor. "Kimdir mü’min, takvalı, Müslüman?" sorusunun cevabı “Allah bilir.” oluyor.
Toplumdan koparılıp Allah’ın yanına gönderilmiş Müslüman, mü’min anlayışı Batı medeniyetinin tüm dünyayı yönlendirmeye çalıştığı seküler zeminle uyumlu dillerin beslenmesinin ve yayılmasının önünü açıyor.
Toplumdan koparılıp Allah’ın yanına gönderilmiş Müslüman, mü’min anlayışı Batı medeniyetinin tüm dünyayı yönlendirmeye çalıştığı seküler zeminle uyumlu dillerin beslenmesinin ve yayılmasının önünü açıyor.
Halbuki kimin emin, kimin güvenilir, kimin sorumluluk sahibi olduğu pekala toplum tarafından şahitlik edilip tespit edilebilir. Şahitlik-meşhutluk ilişkisini de toplumla kurulan ilişki üzerinden tanımlamıyor. Toplum şahit olmuyor, “Allah(cc) şahit” deyip geçiyor. Toshihiko İzutsu’nun Kur’an’da, Allah ve İnsan isimli eserinden alıntılayalım: “ İslam’da; dikeydeki(Allah’la) ilişki, yataydaki(çevreyle/toplumla) ilişkiden belirlenir.”
Aziz İslam’ı algılayışımızın toplumla kurulan görünebilen ilişki/amel çizgisinden, yüceltilmiş anlamlarla/törenlerle muğlak bir algıya yönlendirilmiş olduğunu anlatmaya çalışıyorum. “Aranızda selamı yayın” hadisinden hareketle açıklamaya çalışalım.
Emir, bizim bulunduğumuz algı zemininden; selamlaşın ki, aranızda bir düşmanlık olmadığı hissedilsin şeklinde anlaşılmaktadır. Selamlaşarak, sorumluluğu sadece var olan “an’a” yükleyen bir bilincin seremonisi başlayıp bitiyor.
Mevcut dilin beslediği algı düzeyimiz emrin, “aranızda güveni, emniyeti, huzuru, kardeşliği (selamı) yayın” emri olduğunu fark etmeye müsait değil. Tüm hayatı yönlendirecek, ölümle bitecek bir sorumluluğun anlık hatırlatması/ritüeli olduğunu fark ettirmiyor, hatta gizliyor. Emri, “selamı, barışı, güvenliği, huzuru inşa ediniz/yayınız” şeklinde anlamış olduğumuzu farz etsek bile, “kendi cemaatimiz, grubumuz, hizbimiz içinde safları sıklaştıralım” anlamının ötesinde bir anlama varamıyoruz.
Emri açıklayıp, “Selamı yeryüzünde inşa etmeliyiz” dediğimizde de, Hz. Muhammed’in taraftarlığını yeryüzüne yaymalıyız diye anlıyoruz. Selam ile (barış, esenlik, huzur, emniyet) bağ kuramıyoruz. Hz. Muhammed (sav)’in “alemlere rahmet olarak”(Enbiya 107) indirildiği ayetini “Hz. Muhammed sadece kendi cemaatine, grubuna, sürüsüne rahmet değildir. O herkese rahmettir” şeklinde okumak belki de anlamı yakalamak için iyi bir ipucu olacaktır. Ancak bu tür bir okuyuş özellikle ulus devlet aklıyla biçimlenmiş/zehirlenmiş toplumların kolayca anlayabileceği bir mantık seviyesine hitap etmiyor. Bu nedenle olsa gerek ki, neş’et eden neredeyse tüm Muhammedi/İslami yapıların mantığı devletçi, sağcı, cemaatçi, grupçu, kabileci, hizipçi refleksler üzerinde inşa ediliyor. İslamcı yapıların zihinleri devlet, cemaat, grup, lider/lider rızası ile Allah/Allah rızasını birbirinden ayırabilecek bir olgunluğa erişemiyor.
“Selama/İslam’a gelin” diyen peygamberin “olduğunuz yerde Selamı inşa edin, herkes için emniyet ve huzur diyarını ‘dar’üs selamı’ var edin” demekte olduğunu hissettirmeyen diller, anlamı bozarak, peygambere “bize gel, bizim grubun üyesi ol” dedirtiyor. Grubun, hizbin üyesi olmanın bizi İslam/Müslüman/mü’min kıldığını varsayan bu propagandanın ardında grup veya iktidarın sahiplerinin olduğunun farkına varamıyoruz.
Fussilet suresi 33 ve 34. ayetlerde;”Allah’a davet eden, salih amelde bulunan ve ‘Ben Müslümanlardanım’ diyen kimseden daha güzel sözlü kim vardır?”, “İyilikle kötülük bir değildir. Kötülüğü en güzel şekilde sav. O zaman seninle aranızda düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost gibi olur” deniliyor.
Rayiç dil, anlamı, “Mü’minler Allah’a çağırıp, salih amelde bulunup, Hz. Muhammed’e tabiyim derlerse kurtuluşa ererler. Bir insandan duyulabilecek en güzel söz; ‘Hz. Muhammed’in(sav) ümmetindenim’ kelimesidir. Eğer sen, bu şekilde düşmanına davranırsan, kötülüğü en güzel biçimde karşılamış olursun” şeklinde veriyor. Ancak bu anlayış, “İnsanlar iman ettik demekle salıverileceklerini mi sandılar (Ankebut 2)” ayeti ile mantık uyumu içinde olmadığı gibi, Hz. Muhammed’in ekibinden olduğumu öğrenmelerinin, insanlara nasıl bir iyilik olduğu, nasıl bir uyanışa sebep olacağı da belli değildir.
Bu ayeti “Allah’a çağıran, salih amelde bulunan ve “Ben selamım (Müslüman)! Yahudi, ateist, komünist, Ermeni veya homoseksüeller; size asla yalan söylemeyeceğim. İftira atmayacağım. Sözlerime sadık olacağım. Elimin emeği olmayan hiçbir şeye elimi uzatmayacağım. Namusumdan sizin namusunuzu ayırmayacağım. Sebepsiz yere canınıza kıymayacağım. Hayırlı işlerde ve kötülüğü engellemede sizinle yardımlaşacağım. Yemin ediyorum” diyen birinden daha güzel sözlüsü yoktur. “Unutma iyilik, kötülük gibi değildir. Onları en güzel şekilde karşılayabilirsen belki de onlar sana dost olurlar” diye anlamak gerektiğini düşünüyorum.
İlkinde “şu gruptanım demen/şu hizbe mensup olman seni kutlu kılar” denirken, diğerinde “seni ancak erdemli hareket etmen/selam olman kutlu kılar” diyen bir mantık vardır.
Peygamberler, selam–İslam için toplumlarına kitabı teklif ederler. Bakara 78, Cuma 2, Al-i İmran 164 gibi pek çok ayette ümmilik kavramı ile kitabilik arasında ters yönlü bir ilişkiden bahsedilir. Bu tespit, Rağıp el-İsfehani’nin “ümmi”[7] kelimesine verdiği “konu hakkında bilgisi az olan veya bilgisi olmayan cahil kimse, bir kitapla bağı olmayan (El-Müfredat)” tanımı ile uyumludur.
Türk Dil Kurumunun sözlüğünde; Cahil; “Öğrenim görmemiş, okumamış” diye tanımlanırken, toplumda cahillik-cehalet; bilgisizlik, bilmeme manasında, cahil ise; bilmeyen, ilimden, olgun davranıştan uzak, genç ve tecrübesiz kimse olarak tanımlanır.
İslam tarihinin sembol figürlerinden biri Amr bin Hişam’ın, Allah resulü tarafından verilen lakabı Ebu Cehil’dir (cahillerin/cehaletin babası). Ancak Amr bin Hişam, TDK’nın da, toplumun da tanımına uymaz. Aşiretinin lideri, edebiyattan ve hitabetten anlayan, Yemen ve Şam taraflarını gezmiş görmüş, Mekke’de okuma yazma bildiği rivayet edilen çok az sayıdaki insandan biridir. Bu tanımla cahil diyebileceklerimiz, okuma yazması olmayan, edebiyattan anlamayan, fakirlikle boğuşan, genç ve tecrübesiz Allah Resulünün arkadaşlarıdır.
Ragıp El İsfehani’ye göre cahil “nefsin bilgiden boş olması, konu hakkında fikirleri düşünceleri olmaması”[8] olarak tanımlanmış. Cahiliye ise “bir bilgi, erdem veya fikre sahip olmadan hareket etmektir”[9] denmiş. Yusuf 33, Ahzap 33, Furkan 44, Maide 50, Hud 46, Araf 199 gibi ayetler, İsfehani’nin verdiği anlamın Kur’an’ın, “cahiliye kavramını” kullanma mantığı ile uyumlu olduğuna işaret eder.
Bu ayetler incelenirse “cahiliye” kavramının “kitap ehli” olmanın karşı konumunu ifade etmek için kullanıldığını anlamak da mümkündür. İsfehani’nin tanımına da uygun olarak, cahiliye; “üst bir akıl çerçevesinde geliştirilmiş tecrübe, ahlak ve ilkeler olmadan, içgüdülerin (ihtiyaç/korku/şehvet) yönlendirmesinde hareket etmeye” denir diyebiliriz. Ayetlerde denildiği gibi “hayvanlar gibi[10], hatta daha da seviyesiz” (Furkan 44). Bu ayet Türkçe’ye tercüme edildiğinde, Türkçe mantıktan üreyen anlamları da yüklenip aşağılama ve hakaret ifade eden bir tanıma dönüşüyor. Halbuki, aşağılamak için değil, tanım/tespit için kullanılıyor olabilir.
Müslüman alim İbn-i Miskeveyh (940-1030), insanın gelişim sürecini formüle ederken Afrikalı kabileleri insanlık seviyesinin en alt tabakasına yerleştirir. “Onlar hayvanilikten sonraki aşamadır. Ar, utanma, edep mahallerini gizleme duygusunu geliştirebilmiş değillerdir. Türkler insanlık aşamasının ikinci ayağıdır. Onlarda ar, utanma, edep yerlerinin örtme duygusu gelişmiştir. Ancak helal haram kavramları, kendi emeğini yeme fikri (çiftçilik, zanaatçılık, ticaret) gelişmemiştir. İnsanlığın en yüksek aşaması bunlara sahip olup kitap/hukuk/şeriat çerçevesinde toplanabilenlerdir” der. Dikkat edilirse İbn-i Miskeveyh insani gelişim sürecini erdemler üzerinden tanımlamaktadır.
Yüzyıl adlı eserinde Alain Badoo “En gelişmiş varlık, kendi kendini evcilleştirebilendir. Allah, insanın kendini evcilleştirme serüvenine verdiği isimdir” diyor. Allah’sız (cc) bir zeminden söylenmişlik kokusu sinen bu kelimeyi yeniden formüle edelim. İslam, içgüdülerin beşerinin üstüne erdemler giydirerek hayvanilikten insanlığa geçişin adıdır. Beşerin Adem, Yesrib’in Medine olmasıdır.
Kitap Nedir?
Kur’an, bu hedefin gerçekleşebilmesi amacıyla, Peygamberlere kitap ve hikmetin verildiğini söylüyor. Ancak, kendi zamanlarının dışına düşmüş olan bizlere, “hikmet” kelimesi gibi “kitap” kelimesi de yabancılaşmış bir kelimedir.
Vahyi geleneğin “söz” üzerinden olduğunu unutup, sanki peygamberlerin ellerinde gökten indirilmiş kitaplar, sahif[11]eler varmış, ümmetlerine bu metinleri çoğaltıp veriyormuş, hutbelerinde vaazlarında da oralardan bakıp okuyormuşlar gibi algılıyoruz onu. “Ey Yahya, kitaba sımsıkı sarıl” (Meryem 12) dediğinde; Hz. Yahya’nın elindeki bir kitaba sımsıkı sarılıp, sürekli okuması, gittiği her yere o kitabı götürüp insanlara onunla öğüt vermesi gerektiğini düşünüyoruz. Ancak hem kâğıdın hem yazının bildiğimiz tarihi bunun mümkün olmadığını ve hatta bizim anladığımız anlamda bir kitabın hiçbir peygamberin elinde olmadığına/olamayacağına işaret ediyor.
Kitap Tüm Peygamberlere Verilmiştir.
En’am suresinin 84-89. ayetlerinde, adları tek tek anılarak 18 peygamberin hepsine Kitap, hüküm/hikmet ve peygamberlik verildiğinden bahsediliyor. Tüm peygamberlere verilen ortak bir kitabın/metnin olduğu ve peygamberlerin bu kitabı/metni toplumlarına ulaştırmak ve mukim kılmakla görevlendirildiği işaret ediliyor.
Kitap; Kur’an, Değildir. Kitap İncil, Tevrat veya Levh-i Mahfuz Da Değildir.
Müfessirlerin bir kısmının Kitabın, Kur’an olduğu ve eski peygamberlere de Kur’an’ın bilgisinin verildiğine dair iddialarına Hicr ve Neml surelerinin 1. ayetlerinde geçen “ الٓرۚ تِلۡكَ ءَايَـٰتُ ٱلۡڪِتَـٰبِ وَقُرۡءَانٍ۬ مُّبِين “Elif Lam Ra, Tilke ayat’ül kitabi ve Kur’an’in mübin” “İşte bunlar, Kur’an’ın ve kitabın açık ayetleridir” ifadesi itiraz eder. Görüldüğü gibi bu ayetlerde Kur’an ve Kitap ayrı ayrı ele alınıyor.
Maide suresi 110. ayette ve aynı ile Al-i İmran suresi 48. ayette geçen وَإِذۡ عَلَّمۡتُكَ ٱلۡڪِتَـٰبَ وَٱلۡحِكۡمَةَ وَٱلتَّوۡرَٮٰةَ وَٱلۡإِنجِيلَۖ “…ve iz allemtükel kitabi vel hikmeti vettevrati vel İncil…”, “Biz (Meryem oğlu İsa’ya) Kitabı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğretmiştik” ibaresinden Meryem oğlu İsa’ya(sav) Tevrat ve İncil’in yanında kitap ve hikmetin de verildiğini öğreniyoruz. Bu bilgi Hz. İsa (sav)’ya verilen kitabın İncil olduğu bilgisi ile çelişir.
Elmalılı, Hz. İsa’ya (sav) verilen kitabın, kitabet manasında masdar olduğunu söyleyip bunun yazma yeteneği olduğunu söylüyor. Ancak Elmalılı da, bu tür kelimelerin Kur’an’ın şiirselliğini, edebi gücünü korumak için araya konulmuş kelimeler olduğunu iddia edenler de bunun sistematiğini vermemişlerdir. Ne zaman bu tekniği kullanacağımız, hangi ayetlere uygulayıp hangilerini muaf tutacağımız belli değildir.
Müfessirlerin Kitab’ın, gaybın bilgisi olduğuna dair iddiaları, Kur’an’ın bildirdiği “... gaybın bilgisinin Allah katında olduğu…” (Araf 187) ayeti ile çelişir. Hz. Musa’nın (sav) Tur Dağı’nda iken, kavminin durumunu bilmemesi, Hızır ile yaptığı seyahat esnasındaki şaşkınlığı, Hz. İbrahim ve Hz. Lut’un (sav) ziyaretçilerin halini bilmemeleri, Hz. Zekeriya’nın Hz. Yahya hakkında, Hz. Yakup’un Hz. Yusuf ve Hz. Bünyamin hakkındaki çaresizliklerini anlatan ayetler, peygamberlere verilen kitabın gayb bilgisi olmadığına delil sayılır.
Kimi müfessirler ise kitabı “Levh-i Mahfuz” olarak düşünmüşlerdir. Ancak elimizde olmayan, yerle gök arasında bir yerde olan, kimsenin içeriğini bilemediği, okuyamadığı, göremediği bir kitabın, ümmet üzerinde hiçbir fonksiyonu olamayacağı açıktır. Bu anlamı kabul etmemiz durumunda, Allah’ın insanlara gönderdiği kitap, insanlar tarafından Allah’a geri gönderilmiştir önermesini de kabul etmemiz gerekecektir.
Kur’an, Kitab’ı Açıklamak Misyonu İle İndirilmiştir.
Yunus suresi 37. ayet Kur’an’ın Kitabı açıklamak misyonu ile gönderilmiş olduğunu söyler. (“Hezel Kur’ane en yuftere mindunillah, velakin tasdikellezi beyna yadeyhi ve tafsilel kitabi…” وَمَا كَانَ هَذَا الْقُرْآنُ أَن يُفْتَرَى مِن دُونِ اللّهِ وَلَكِن تَصْدِيقَ الَّذِي بَيْنَ يَدَيْهِ وَتَفْصِيلَ الْكِتَابِ لاَ رَيْبَ فِيهِ مِن رَّبِّ الْعَالَمِينَ “Allah’tan başkası tarafından dokunulmamış olan bu Kur’an, ellerinin arasındaki kitabı tasdik ve tafsil (detaylandırıp onaylar) eder.”)
Al-i İmran suresi 7. ayet “… Sana Kitab’ı indiren O’dur (Allah cc). Ondan bir kısmı muhkemdir ve bunlar kitabın anasıdır/aslıdır…” (ümmül kitab) şeklinde geçen ibare bize kitabın bazı ayetlerinin diğer ayetlerden farklı bir misyon üstlendiğini işaret ediyor.
Kitap, Allah tarafından doğrulanmış sabit ilkeler, prensipler, kanun ve şeriattir. Beyyine suresi 3. فِيهَا كُتُبٌ قَيِّمَةٌ Fîhâ kutubun kayyimeh(kayyimetun) (Beyyine 3) .O kitaplar doğrulanmış/sabitlenmiş hükümlerdir.
Bu görüş, Şura suresinin 13. ayetiyle “Allah dinden Nuh’a buyurduğu şeyi size de kanun /şeriat yaptı. Sana vahyettiğimizi İbrahim’e Musa’ya ve İsa’ya da şeriat/yasa/hukuk kıldı.” ayetiyle de desteklenebilir. (“Nuh’un ilkeleri”ne daha sonra değinilecektir.)
Ragıp El İsfehani Müfredat’ında, Kitap kelimesini açıklarken “çengelli iğne ile tutturulmuş sahifeler, bir araya getirilmiş kelimeler/sahifeler/ayetler” diyor./
Muhammed Hamidullah, Konfüçyus’un hukuk kitabı “Şu-King”in aynı zamanda kitap manasına geldiğini söylerken, kitap kelimesini Allah’ın hükmü/yargısı, hukuk ve kitap kelimelerini aynı anlamda birleştirir.
Bu tanımdan hareketle Kitab[12]ı, bir araya getirilmiş ilkeler, prensipler, üst metin, şeriat ya da hukuk olarak tanımlayabiliriz. Kur’an, Tevrat ve İncil bu temel ilkeleri tafsil eder, tasdik eder, açıklar. Bu ilkelerin başına gelen çarpıtmaları, yoldan çıkarmaları, ters yüz etmeleri örnekler. Kadim tecrübeyi sonraki nesillere aktarır.
Yani Sebe Melikesi’nin kıssası, Yusuf Kıssası, Hızır ile Musa, Zülkarneyn kıssaları, ilkeleri açıklamak, oturmasını sağlamak, örneklendirerek anlatmak, yoldan çıkmalara ve çarpıtmalara karşı uyarmak için anlatılmış, kitabı (ilkeleri) açıklayan Kur’an’dan olup, kitaptan olmayan kelimelerdir. Hz. Yunus’un (sav) ya da Sebe Melikesi’nin kıssasını bilmemek, yaşanmış ya da mitolojik bir vakıa olduklarını iddia etmek imani bir mesele değildir. Kimseyi Müslüman (emniyet, barış sahibi) yapmaz. Ama sözün kıymeti, doğruya şahitlik etme ilkesi gibi kelimler kitaptandır.
Kitab’ın temel prensipler olduğu bilgisinden hareketle Kur’an’da sık sık geçen;
• “kitaba/ayete sımsıkı sarıl/sarılırdı.” (Meryem 14, Araf 170), O kitaptan, temel prensiplerden, kaidelerden asla taviz vermezdi,
• “O kitabın ayetlerini az bir pahaya sattı” (Bakara 41), Kısa dönemli beklentiler, çıkarlar uğruna temel prensipleri terk etti,
• “Kitaba varis kılınanlardan…” (Araf 162), Temel prensipleri korumaya söz verenlerden/görevli olanlardan,
• “… kimileri kitabın bazı ayetlerini inkâr ederler….” (Rad 36), Temel ilkelerin bazılarını red ederler, hayatlarına sokmazlar,
• “Onlardan bir grup var ki, Kitab’dan olmadığı halde Kitab’dan sanasınız diye Kitap’tanmış gibi dillerini eğip bükerler ve, “Bu, Allah katındandır” derler. (Al-i İmran 78), Kendi çıkarlarına uygun kelimeleri, temel prensipler diye takdim ederler,
• “Bunlar kitabın ayetleridir.” (Lokman 2, Hicr 1, Rad 1), Dikkat edin bahsedilen/bahsedilecek konular temel ilkelerdendir.
• “Kitap yüklü eşekler.” (Cuma 5), Onlar yığın yığın kurallar öğrenmiş, yüklenmişlerdir, gibi anlamanın öze daha yakın olacağı kanaatindeyim.
Ehl-i Kitap;
Kitabı, üst değerler, ilkeler olarak tanımladığımızda; “ehl-i kitabı” değerlerini, ilkelerini, prensiplerini, şeriatını, hukukunu üretebilmiş bu ilkeler, şeriat, hukuk etrafında bir araya gelebilmiş topluluk olarak tanımlamak gerekecektir.
Hali hazırdaki dilin/mantığın bakış açısı ile “Ehl-i Kitap” tabirini kendilerine bir peygamber ve peygamberle birlikte vahiy/kitap verilmiş topluluk manasında kullanmayı ve anlamayı tercih ediyoruz. Ancak, bu bakışla Kur’an da, Allah’ın Bakara suresi 62. ayette Sabiileri, Ehl-i Kitap’la birlikte anıp “Onlar için korku yoktur” demesi çok can sıkıcı bir dilemmaya dönüşüyor. Halbuki bizim gibi düşünmeyen öncü Müslümanlar, karşılaştıkları ya da yönetici oldukları Hindu, Sih gibi farklı toplumları Ehl-i Kitap saymışlardır.
Ehl-i Kitap; erdemler, hukuk, şeriat üretip bu ilkeler çerçevesinde toplanabilmesi ile cahili topluluklardan ayrılır. İçgüdülerin (ihtiyaç, şehvet, korku) belirlediği ilişkilerin yerini, toplumun ortak kanaat ve tecrübelerinden neşet eden bir mantığın, hukukun, şeriatın, kitabın alması o toplumun, insanileşme sürecinde önemli bir adımdır. Ancak Ehl-i Kitap nihai hedef olarak değil, murad edilen selam toplumu ile cahiliye toplumu arasındaki ara formdur.
Değerler etrafında toplanıp Kitabileşen (Ehl-i Kitab) toplulukların bir kısmı “selam”laşma becerisini, üst bir mantığa geçebilme yeteneğini de gösterebilmişlerdir. Kitap Ehli’nden bir topluluk vardır ki, gece vaktinde ayakta durup Allah’ın ayetlerini okuyarak secdeye kapanırlar (Al-i İmran suresi, 113).
Ancak çoğunluğu öyle değildir.”Onlardan iman edenler de var. Ama pek çoğu fasık kimselerdir” (Âl-i İmrân , 110).
Ehl-i Kitap konumuna gelmiş, üst değerlerini üretebilmiş topluluklar, azalarına beraber hareket edebilme, ortak bir güç, merkez ve ideal uğrunda kenetlenebilme yeteneğini kazandırırlar. Böyle topluluklar güçlenip medeniyetlerini inşa edebilecek enerjiyi üretebilirler.
Peygamberler/vahiy burada devreye girip Ehl-i Kitab’a ortak değerleri, tüm insanlık için selam olabilecek değerlerden edinin. Edindiğiniz gücü kendi menfaatinize, başkalarının zararına kullanmayın. Kibirlenmeyin. Kendinizi özel, yüce, üstün, kıymetli görüp diğerlerinin boynuna zincir, sırtına yük vurmayın der (Araf, 157).
Bu zaviyeden bakılınca kendi değerlerini üretebilmiş, ancak Resullerin ve vahyin uyarısını dikkate almamış Batı Medeniyetini, Ehl-i Kitap olarak tanımlamak mümkündür. Vahyi dikkate almamış bir medeniyetin, dışarıda kalanlar için nasıl bir zulüm mekanizmasına dönüşebileceğinin şahitleriyiz. Batı Medeniyeti kendi toplumlarında kitabiliği (üst ilkeleri, hukuku, şeriati) inşa edebilmiş ancak kendi toplumlarının dışında kalanlara korkunç zulümler yapmış ve yapmakta olan bir medeniyet olmuştur.
Buraya kadar 3 farklı toplum yapılanması tanımlamış olduk. “Sor o kitap verilenlere ve ümmilere İslam’ı kabul ettiniz mi? (Al-i İmran 20).
1)Cahili; Bir erdem, bilinç, hukuk tanımayan içgüdü merkezli hareket. İnsanların geneli böyledir. Merkezi "Ben"dir. (Burada Küfür kelimesine bir parantez açmak gerekiyor. Kâfir/küfür, şer’i merkez alan harekettir. Haksızlığın farkında olup, tercih etmektir. Hak’ın aynı anda Allah’ın ismi olması bir tesadüfün neticesi değil, Aziz İslam’ın temel dinamiklerinden olmasındandır. Haksız; Allah’sız, Allah’ın/Hakk’ın tarafında olmayıp, Allah’ı/Hakk’ı bilerek karşısına alandır. Haksız, Hakk’ın gizlenmesinden, örtülmesinden, karartılmasından gelir/güç/iktidar elde eden ve bunu meşru görendir, kâfirdir. Mevcut dil küfrü/kâfiri, Hz. Muhammed (sav) topluluğunun karşısında olmak diye tanımlarken grupçu/hizipçi noktadan hareket etmektedir. Küfrün/kâfirin, “Hakk” ile olan bağı da kopmuştur.)
2)Ehl-i Kitap; Kitabını, ilkelerini, hukukunu geliştirebilmiş, bunlar çevresinde birliğini sağlayabilmiş toplum. İyiyi ve adaleti çevresine, cemaate yöneltebilmiş, "ben"in yerini "biz" almış harekettir. Rahmeti "Ben"liği aşmış toplum için isteyebilmektir.
3)İslam; Erdem merkezli, kitabiliğini ve medeniyetini vahiyle terbiye edebilmiş toplum. Sadece ben ve bizin değil alemin hatırını, adaletini, iyiliğini gözetebilmektir. Alemlere rahmet olabilmektir.
Tüm peygamberler gibi Hz. Peygamber de, cahili toplulukları içgüdülerin merkez alındığı bir hayattan, erdemlerin merkez alındığı (hikmet) bir hayata davet ederek, onları selam üzerinde ahidleşmeye çağırıyor. Kur’an’ın birçok ayetinde bu ilkeler üzerinden alınan biata/yemine atıf yapılır.
Ancak hali hazırdaki dil, Müslümanın Resulle/vahiyle bir biat ilişkisi içinde olması gerektiğini gizliyor. Biatleşme/ahidleşme erdemler/ilkeler üzerinde anlaşmaktan geçmiyor, takım değiştirmekten veya yüce bir kişiliğe/cemaate intisab etmekten geçiyor.
Ancak hali hazırdaki dil, Müslümanın Resulle/vahiyle bir biat ilişkisi içinde olması gerektiğini gizliyor. Biatleşme/ahidleşme erdemler/ilkeler üzerinde anlaşmaktan geçmiyor, takım değiştirmekten veya yüce bir kişiliğe/cemaate intisab etmekten geçiyor.
Resuller Toplumlarından Kitap/Temel İlkeler Üzerine Biat İstediler.
Var olan dil, biat’i “boyun eğmek, sorgusuz sualsiz, canları/kanları ile peygamberin emrinde olduklarını beyan etmek” şeklinde sunuyor. Bunun bilinçli bir çarpıtma veya göz ardı etme olduğunu düşünmemek elde değil. Çünkü Hz. Ali (ra) sonrası güç sahibi liderler, peygamberlerin varisleri olduklarını iddia ederek, tüm Müslümanlardan kan, can ve malları ile sorgusuz sualsiz biati (boyun eğmeyi) beklemeyi, peygamberin biat almasından hareketle meşru saydılar ve saymaya devam ediyorlar.[13] Ancak Akabe’de önce erkeklerden sonra kadınlardan alınan ve Kur’an’da Mümtehine suresi 12. ayette anlatılan “Kadınlar biatı”, vakıanın günümüze hakkıyla yansımadığını söylüyor.
Ayette, gelenler sorgusuz sualsiz sana itaat etsinler demiyor. Kendisi üzerinden değil, erdemler üzerinden bir birliktelik için biat istetiyor. Kendisinin de birey olarak yemin edeceği, en az diğerleri kadar sorumluluk altına gireceği bir birliktelik (cem olmak/cemaat) tanımlanıyor. “Uzatın ellerinizi kitabın çevresinde toplanıp yeryüzünün ıslahçıları olalım, İslam’ı (dar’üs selam) inşa edelim” deniyor.
Altı çizilmesi gereken, Kur’an’ın, İnsan -Allah/vahiy ilişkisini tanımlarken formüle ettiği “…semi’nâ ve ata’nâ…” “..işittik ve itaat ettik…” (Bakara 285) ilişkisinin iki ayağının da sorunlu/kırılmış olduğudur. İlk ayak olan işittik ibaresinin muhatabı yoktur. Ortada işitilecek işitilmesi gereken bir kelimenin olması gerektiği gizlenir. İşitilecek şey yücelerde tanımlanarak anlamsız/işlevsiz kılınır. İşitilmesi gerekenin Resul/vahiy üzerinden kitap olduğu, verilen biatin peygamberin kendilerinden istediği ilkeler olduğu göz ardı edilir. İşitilen bir şey olmayınca, boşluk din diye vaaz edilen ritüeller veya menkıbelerle doldurulur. Tuvalet terbiyesi bile iman meselesi gibi sunulup sayfalarca konu edilebilirken, Resulüllah’ın (sav) biatı, yöneten-yönetilen ilişkileri (hilafet-saltanat), paranın (İslam ekonomisi) ve zamanın sarfı gibi konular başlık olarak bile ele alınmaz.
Allah’a inanmak, O’nun varlığına inanmak olarak tanımlanarak, kelam/vahiy ile olan ilişki koparılıp konuşan, görüş bildiren Allah (cc) susturulup, O’na kulak vermeye, onu işitmeye çalışanlar O’nun adına söz alanlara mahkum ediliyor.
Allah’ın sesi işitilmeyince, ikinci ayak “itaat” de gerçekleşmiyor. Kime itaat edilecek sorusunun cevabını yine “O’nun adına söz alanlar” cevaplıyor.
Biat Ne Üstüne Alınır?
Akabede, genç kızlardan ihtiyar kocakarılara kadar herkese, kolayca anlayabilecekleri bir şey teklif ediliyor (Mümtehine 12). Teklif edilen ilkeleri kabul ederlerse, “biatlarını kabul et” denilerek peygambere inisiyatif bırakılmıyor. Biatı kabul eden bizzat Allah (cc) oluyor. Onlar artık sendendir, seninle kardeştir, sözlerini tutarlarsa cennettedirler deniyor.
Yemine katılan herkes, ilkelerden birini bile kabul etmemeleri durumunda, Hz. Muhammed’in takımından olmalarının, O’nun ümmeti olduğunu iddia etmelerinin, Müslüman oldum (barış, emniyet, güven ehliyim) demelerinin mümkün olmadığını biliyor.
Bu emirler;
• Yüce olan Allah’tır, Ondan başka kutsal şahıs, cemaat, grup, parti, mezhep, peygamber, vatan, şirket, nesne yoktur. Kimse, kendini, kutsalını yücelterek, diğerlerini ona tabi olmaya zorlayamaz, zulmedemez, kafasında odun kıramaz. Sorgulanamaz, eleştirilemez, eksiksiz, mükemmel, hüküm sahibi, Hak olan, bilen ve azap edecek olan Allah’tır (la yüs’el amma yef’al..) (Enbiya 23).
• Emeğinizden başkasına elinizi uzatmayın. “Size kendi elinizin emeğinden başkası yoktur”(Necm 39). Hırsızlık yapmayın diye tercüme edilen emri, yeniden formüle etmemiz gerekiyor. Çünkü paratapar (kapitalist) anlayışın tanımladığı hırsızlık, fakirin zenginden almasıdır.[14] Kur’an sadece fakirin zenginden almasını yasaklamaz. Zenginin de fakirden almasını yasaklar.
• Zina etmeyeceksiniz. Namus ve şeref kavramları cahili topluluklarda sadece kadın erkek ilişkileri üzerinden tanımlanır. Horozun namusu tavuklardır. Tavukların yanına gitmediğiniz sürece horozun namusuna halel gelmez. Halbuki Resullere; hırsız, faizci, riyakâr, gösterişçi vs derseniz onların namusunu/şerefini kirletmiş olursunuz. Mevcut dille geçimini haramdan elde ediyor olmak, namusa/şerefe halel getirmiyor. Zekâtı ödenmiş, vergilendirilmiş kazanç temizlenmiş oluyor.
• Öldürmeyeceksiniz. Kadınlar biatında çocuklarınızı öldürmeyeceksiniz şeklinde geçen emir, erkeklerin biatında “öldürmeyeceksiniz” diye geçiyor. (Maide suresinde Habil ile Kabil’in kıssası yeniden okunmaya muhtaçtır.)
• Sözünüzün kıymeti olacak. Yalan söylemeyeceksiniz. İftira atmayacaksınız. Zanda, tahminde bulunup gerçekmiş gibi aktarmayacaksınız. Ahidlerinize, sözlerinize, yeminlerinize, antlaşmalarınıza sahip çıkacaksınız. Kendi aleyhinize olsa bile adalete zarar vermeyeceksiniz.
• İyilikte yardımlaşacaksınız. Yardımlaşmaya gücünüz yetmezse, ya da iyiliğe ikna olmazsanız, engel de olmayacaksınız.
Akabe’nin, 75’lik nineleri bile istenilenleri ve yapmaları gerekeni anlayabildiler.
Bir Tanesi İslam’ın Şartları Arasına Giremiyor.
Mevcut din dili ile ben Müslüman olmak istiyorum diyen hiç kimseye, Akabe’de Allah’ın Resulünden şart koşması için istediği ilkeler hatırlatılmıyor. Bu ilkelerin hiçbiri İslam’ın şartlarının arasında kendine yer bulamıyor. Mevcut dilin İslam’ın şartları olarak andığı maddeleri de Mümtehine suresi anmıyor. İtiraz edilip ilk elde yok gibi görünse de aslında bunlar onların içindedir denilebilir. Bu itiraz doğru olsa bile, kitabın/ilkelerin geriye itildiği, olsa ne güzel olur üzerinden konuşulduğu da gizlenebilecek gibi değildir. Müslüman olacağım diyen birine “bak şu andan itibaren sadece kendi emeğini yiyecek, yalan söylemeyecek, tahminde/zanda bulunmayacak, kendi namusunla başkalarının namusunu ayırmayacaksın. Yemin eder misin?” denildiğini görmedim, duymadım.
Kitab’ın İçeriği / Ayetleri
Mümtehine suresinde 6 ayette/şartta toplanan Kitap diğer surelerde de sık sık tekrarlanır. Bazen bu emirler daha kısa şekilde anılırken, bazen bunlara birkaç emir daha ilave edilir. Sureler bu emirlerden bir ya da bir kaçını açıklar, örneklendirir ve tafsilatlandırır.
En’am suresinin 151-156.[15] ayetlerinde “bizim kitaptan haberimiz yoktu demeyesiniz diye size bunları sayıyoruz” denilerek Kitap konusu işlenir. “Gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını söyleyeyim. Allah’a şirk koşmayın. Ana-babaya hürmet edin. Çocuklarınızı öldürmeyin. Cana kıymak haram edilmiştir, adalet dışında öldürmeyin. Kötülüğe yaklaşmayın. Mahremi araştırmayın. Yetimin malına dokunmayın. Ölçü-tartıyı tam tutun. Adaleti gözetin, yalan söylemeyin” denilir. Ayetin devamında “Allah size bunu emretmiştir, Allah’a verdiğiniz sözü ve O’nun size gösterdiği yolu tutun, başka yollar edinmeyin. Rablerine giden yolu göstermek, onlara rahmet edip açıklamak için Musa’ya verdiğimiz kitap da buydu. Kitap sadece bizden öncekilere verildi bizim haberimiz yoktu demeyesiniz diye, onu size de gönderdik...” denilerek Musa’ya verilen kitapla Hz. Peygambere verilen kitabın aynı olduğuna da dikkat çekilir.
Bakara suresi 83-84’te; hani şunlar üzerine sizden söz almıştık denilip, Kitab’ın ayetleri sayılır. “Allah’tan başkasına ibadet etmeyin. Anaya babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara güzel muamele edin, insanlara tatlı söz söyleyin, namazı hakkıyla eda edin, zekâtı verin. Birbirinizin kanını dökmeyin. Birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayın”. Sonrasında Allah (cc) sözünüzü niye tutmuyorsunuz diyerek kullarından şikayetçi olur.
İsra suresinde 22-39[16] ayetlerinde konu daha geniş ele alınıp “şirk koşmayın, anne babaya hürmet edin, akrabaya/yoksullara/yetimlere sahip çıkın, insanlara güleryüz gösterin/tatlı dille muamele edin, Allah’ın adını yüceltin/namazı kılın, zekâtı verin, birbirinizin kanını dökmeyin ve birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayın” denilerek temel ilkeler peşpeşe sıralanır.
Konu Meraiç suresi 22-35[17], Mü’min’un suresi 1-10[18], Bakara 177[19], Meryem suresi[20], Lokman Suresi ve başka surelerde de işlenir.
Hz. Nuh’a (sav) atfedilen ve Nuh’un 7 kuralı/kanunu olarak bilinen “Allah’a şirk koşma, Allah’ın adını yücelt ve ona küfretme, cinayet işleme, cinsel ahlaksızlık yapma, hırsızlık etme, adil ol ve adaleti koru, canlı bir hayvanın etini kopartıp yeme” ilkeleri de hatırlatmak istiyorum. Burada Şura suresinin 13[21]. ayetin de Nuh’a emredilenin bize de emredildiğinin söylendiğinin de altını çizelim.
Görüleceği gibi Kur’an’da aynı ilkeler değişik konfigürasyonlarla önümüze çıkarılıp bu ilkelere sadık olun diye defalarca hatırlatılıyor. Bazen tek bir madde, bazen 2-3, bazen de daha fazlası beraberce işlenip bunlar üzerinden ahlaklı erdemli bir topluluk (selam/İslam ) ve bir belde (dar’ül İslam) inşa edilmek isteniyor.
Var olan dil, dini törenler üzerinden tanımladığından bunları geri plana itiyor. Kur’an’ın, kitap merkezli anlayışı ise dini, erdemlerin üzerinden bir tanımlamaya zorluyor. Mevcut dille dinin direği namaz iken, Maun suresi, yetimlere el uzatmayan, garipleri sahiplenmeyen salat ehline lanet edip, Ahiret’i inkâr etmekle suçluyor.[22]
Ümmetleri, Peygamberlerine İhanet Ettiler.
Peygamberlerden sonra gelip, kitaba sahip çıkması (varisçiler) gerekenler, öncülerin kurduğu medeniyetin refahı içinde içgüdülülerini terbiye etmeleri gerektiğini, hak ve adaleti ayakta tutma sorumluluğunda olduklarını unuturlar. Öncülerinin erdemli olmasının kendilerini de erdemli kılacağını zannederek, yüce varlıklar olduklarını, Allah’ın sevgilileri, yeryüzünün kıymetlileri olduklarını düşünmeye başlarlar. (Araf 169) Kitabı/temel ilkeleri önemsiz ve ihmal edilebilir bulurlar.
Kitaptan işlerine gelen kısmını alıp, bir kısmını terk ederler. Temel ilkeleri/kitabı ters yüz edip, peygamberler öncesi cahili mantığı yeniden ihya ederler. Peygamberlerin yıktıklarını inşa edip, inşa ettiklerini yıkarlar. Kur’an, Tevrat, İncil ve Zebur bu süreçleri anlatarak bizi uyaran ilahi öğütler, ikazlardır.
“Bunun üzerine o zulme devam edenler sözü değiştirdiler, onu kendilerine söylenildiğinden başka bir şekle soktular. Biz de kötülük yaptıkları için o zalimlere murdar bir azap indirdik.” (Bakara 59)
“Biz Nasranileriz” diyenlerden de kesin sözlerini almıştık ama onlar da kendilerine zikredilen öğütlerin/Kitab’ın önemli bir bölümünü unuttular (Maide 14).
Ben-i İsrail kıssaları bu konuyu anlatmak için indirilmişlerdir. Hz. Musa (as) ve kavmi, Kur’an’da en uzun anlatılan, en çok detaylandırılan örnektir. Bunda kurulmakta olan İslam toplumuna en fazla benzeyen toplumun Ben-i İsrail olması etkilidir. Hz. Musa’nın (as) kavmi peygamberine biat etmiş, peygamberi ile hicret etmiş, O’nun ardında namaz kılmış, cihada çıkmış bir kavimdir. İsrailoğulları denizi geçmeden hemen önce, Allah tarafından onaylanmış bir kavim iken[23] Filistin’e girişte lanetlenmiş bir topluluğa (Yahudi) dönüşmüşlerdir. [24]Lanetlenmiş bir topluluğa dönüşmelerinin serencamı aynı zamanda 10 emrin (kitabın) başına gelenlerin de macerasıdır. Hani, sizden sağlam bir söz almış, Tûr dağını da tepenize dikmiş ve sakınasınız diye, size verdiğimiz Kitab’ı sıkı tutun, onun içindekileri düşünün (gafil olmayın)” demiştik (Bakara 63).
Ne yazık ki Hz. Musa’nın(sav) ümmeti gibi, Hz. Muhammed’in(sav) ümmeti de onca örneklemeye, uyarmaya rağmen, Ben-i İsrail’in kitaba yaptıklarını yaptı ve temel prensipleri ters yüz etti. Şerhsiz gelen emirlere şerh koyarak yönünü değiştirdi. Peygamberlerden sonra gelip, kitaba ve medeniyete sahip çıkması (varisçiler) gerekenler, içgüdülülerini terbiye/kontrol etmeleri gerektiğini, hak ve adeleti ayakta tutma sorumluluğunda olduklarını unuttular. Öncülerinin erdemli olmasının kendilerini de erdemli kılacağını zannederek, ne kadar yüce varlıklar olduklarını, Allah’ın sevgilileri, yeryüzünün kıymetlileri olduklarını [25]düşünmeye başlarlar. Araf 169 [26]
Bu topluluk öncülerin inşa ettiği medeniyet için de şımarıp, kitabı (temel ilkeleri) terk ederler. Kitabı önemsiz ve ihmal edilebilir bulurlar. Onların işlerine gelen kısmını alır bir kısmını terk ederler. Onlar öncülerin yaptıklarını yıkmaya yıktıklarını yapmaya başlarlar.[27]
-“Yüce olan yalnız Allah’tır”ı değiştirip; Bizim liderimiz/ cemaatimiz/ mezhebimiz/ peygamberimiz hariç Allah’tan başka özel/seçilmiş/yüce/büyük/üstün/bilen yoktur. Yaptılar.
- “Öldürmeyeceksin” emrini; Bizden olanı öldürmeyeceksine çevirdiler.
- “Yeryüzünü ıslah edin” emrini; Grubunuzu, cemaatinizi/hizbinizi, evinizi ihya edin.
- “İhtiyaç sahiplerine, yolda kalanlara, yetimlere, akrabaya verin” emrini; Cemaate, gruba, lidere verin.
- “Yalan söylemeyin, hakkı/adaleti ayakta tutun” emrini; Dinin, cemaatin, liderin maslahatını gözetin.
- “Büyüklenmeyin, özel olduğunuzu iddia etmeyin” emrini; Sadece bizden olan kurtuluşa erer. Fırka-i Naciye meselesine döndürdüler.
- “Elinizi emeğinizden başkasına uzatmayın” emrini; Bizden olanın malına elinizi uzatmayına.
- “Namusunuza sahip çıkın, pislikten uzak durun” emrini; Kadınlarınızı erkeklerden uzak tutun. Emrine döndürdüler.
- “Allah (Hak/Selam/İslam) uğrunda cihad edin” emrini: Cihad, cemaate çağırmak (tebliğ(!)) ve cemaate hizmetten ibarettir. Emrine döndürdüler.
- “İyiliği emredip kötülükten nehyedin” emrini; bu emir Mutezile ile birlikte bitmiştir. Dediler.
Sonsöz
Selam olduğunu (Müslüman) söyleyen bizler, selamın ne olduğunu unuttuk. Sözü değiştirdik. Kitabı ve biatı unuttuk. İlkelerimizi, prensiplerimizi terk ettik. Müslüman topluluklar yalan söylemezler, harama el uzatmazlar, kan dökmezler, başkalarının şerefine kendi namus ve şerefleri gibi saygı gösterirler, kimsesizlere sahip çıkarlar, yığmazlar dedirtemiyoruz.
Zillet içinde kaldık. Ellerimiz birbirimizin boğazında, malında, kanında. Sürüler halinde boğazlaşıyoruz. Allah için ehl-i secde boğazlayan cihad/gaza ehliyiz. Sözümüzün ve ahdimizin kıymeti yok. Her tarafta kutsal gruplar, liderler, üstadlar, mezhepler var. Kibrimizden kimsenin sesi kulaklarımıza erişmiyor. İçimizdeki ilim ve akıl sahiplerini susturuyor, onları tehdit ediyoruz.
Birbirimize güvenmiyor, birbirimizden emin olamıyor, birbirimize borç veremiyoruz. Allah’ın, güçlü kulları ile tepemize bombalar yağdırmasının, kapı kapı dolaşıp bizleri toplatmasının ne demek olduğunu anlamıyor, üzerimize alınmıyoruz.
Gözlerimizi gökyüzüne dikmiş bekliyoruz. Acaba oradan bir mucize, bir kurtarıcı (mehdi/lider) gelip, üzerimize çöken bu karabasandan bizi, Allah’ın en hayırlı ümmetini, en sevgili kullarını kurtarır mı diye. Halbuki Kur’an; gözlerini gökyüzüne dikip mucize bekleyen İsrailoğulları’na “Musa’ya bazı ayetler verip Firavun’un sarayına göndermiştik. Ve Musa, O ayetler ile Firavun’un düzenini/sarayını tepesine yıkmıştı. Şimdi siz de kitabınızı hatırlayın ona sımsıkı sarılın” demişti.
İlkeler, erdemler üzerinden yemin edip, bunlar üzerinden bir araya gelip, yardımlaşan bir topluluk olduğumuzda rahmet üzerimize gelecektir. Biz nitelikli, kitap ve hikmet sahibi bir topluluk olduğumuzda üzerimizdeki lanet de kalkacaktır. Çünkü Allah zalim değildir ve Allah’ın katında sözde bir değişme olmaz (Kaf 29).
Bizim ilmimiz buna yetti, doğrusunu Allah bilir.
Ahmet H. Çakıcı
[1] Okumalarım sırasında aldığım bu notun kaynağını not etmemişim
[2] Dil; Kalp, gönül (Fars)
[3] Ölünün, cenaze yıkayıcısının elindeki teslimiyeti gibi bir teslimiyet gerekir anlamında kalıplaşmış söz
[4] Müslim 145, Tirmizi 2764
[5] İbranice selam şalom, Kudüs için kullanılan darüsselam- Jerusalem kelimesi aynı kelimedir.
[6] Takva kelimesi üzerinden, anlamın sadece Allah’ın tespit edebileceği bir mevkiye gönderilmesinin nasıl bir sonuç verdiğini anlatmak için bir örnek vermek istiyorum.
Kıymetli bir koltuğumuzun olduğunu var sayalım ve bu koltuğa kim oturacak sorusuna cevap arayalım.
Cevap; Elbette takvalı olan oturacaktır.
Peki Takvalı olan kimdir?
A) Takva Allah’a karşı sorumluluktur. Allah’a karşı kimin sorumlu olduğunu yalnız Allah bilir. Bunu biz bilemeyiz.
O halde koltuğa kim oturacak? Elbette bunu daha önce takvasını ispat etmiş olan bir önceki koltuk sahibi belirleyecek. Oğlu ya da damadı..
B) Takva, halka karşı sorumluluğunu taşıyabilecek, topluma hesabını verebilecek olan, hesabın endişesini sıkıntısını taşıyan. Toplumun, takvasını (topluma karşı sorumluluk bilincini) görüp tespit edebileceği bilebileceği birisidir. Eğer takva Allah’a karşı korunma, korkma duygusu ise kimin takvalı olduğunu sadece Allah bilir ise; koltuğa kim oturacak sorusunun cevabı da Allah bilire dönüşüyor. Toplum takvalı olanı (sorumluluk sahibini, topluma faydalı olanı, yetkin, layık olanı) tespit edemez, onu sadece Allah bilir ise toplum yöneticisini de tespit ve talep edemez. Peki, kim oturur koltuğa elbette şeyhin, kralın oğlu oturacaktır. Dikkat çekmek için soruyorum. İslam toplumlarının din dilini kullanan kurumlarında/cemaatlerinde yerine aday göstermeyen Hz Muhammed, Hz Ali gibi öncülerin sünneti mi, yoksa Yezid’i yerine oturtan Muaviye’nin sünneti mi yaşatılmaktadır.
[7] Rağıp el-İsfehani’de ümmi kelimesinin anlamını konu hakkında bilgisi az olan kimse anlamına geldiğini cehalet anlamında kullanıldığını yazar. Bu kök “ümmiyyetü” şeklinde kullanılırsa gaflet ve cehalet anlamını ifade eder ki “el-ümmî” kelimesi bu köke nispet edildiği taktirde, “bilgisi az olan kimse” anlamını taşır. ( Râğıb el-İsfehânî, Ebu’l-Kasım Hüseyin b. Muhammed, Müfredâtü Elfâzıl-Kur’an,)
Beyrut, 1997, s.87. Kur'an da Ümmi Kavramının Semantik Analizi Ve Bu Bağlamda Hz. Peygamberin Ümmiliği Meselesi Mehmet SOYSALDI* Songül ŞİMŞEK**
[9] Ragıb el-İsfehâní “cehl”e üç anlam vermektedir: -Birincisi, nefsin bilgiden boş olması, (Konu hakkında bir fikirleri düşünceleri olmaması
-İkincisi, gerçeğin dışında bir şeye inanma,-Üçüncüsü, bir konuda yapılması gerekenin veya hakkın tersini yapmadır (Müfredat, s: 143)
[10] [10] Hayvanlar gibidirler; Bulduğu her şeyi bir köşeye, bankaya veya toprağa gömmenin, farelerin, sincapların, köpeklerin bulduklarını bir kovuğa, bir deliğe veya toprağa gömmeleriyle aynı refleksin sonucudur.
Tüm hayvanların yavrularına kıymet ve değer verdiklerini, ancak anne babasına hürmet etmenin İnsani bir davranış olduğu
Tilkinin hırsızlığının, çiftçiye kötülük yapmak için olmadığını, derdinin sadece karnını doyurmak olduğunu, insanların çoğunun başka insanlara verdiği zararın böyle bilinçsiz davranışlardan kaynaklandığını
ün insandaki yığma, biriktirme, bir bankaya gömme güdüsünün aynı olduğunu, Hayvanlar gibi yavrularına dikkat ve öze
Örneklemek istiyorum.
Ortada bir yiyeceğin var olduğunu tasavvur edelim.
Yeryüzünün tüm varlıkları, aç oldukları takdirde, imkan buldukları anda o yiyecekten karınlarını doyurup, ihtiyaçlarını giderirler. (cahiliye; iç güdüsel/hayvani davranış) İnsanların çoğu böyledir. (Ankebut 63,Nahl,38-75, Rad 1) bilinçsizlik halidir . Tilkinin çiftçi,nin tavuğunu çalması ona zarar vermek için değildir. Bütün derdi sadece ihtiyacını karşılamak istemesidir.
Onlardan çok azı, aç/ ihtiyaç sahibi olmasına rağmen helal mi haram mı? Diye sorar. Benden daha fazla ihtiyaç sahibi, paylaşmam gereken başkaları var veya kendimi adadım, oruçluyum diye erdem merkezli (hikmetli) bir davranışta bulunabilir. (Meleklerin secde ettiği, eşrefi mahlukat-yaratılmışların şereflisi) (Bakara, 34)
Yine onlardan az bir grup karnını doyurduktan sonra, başkası bundan faydalanmasın diye kalanı kirletebilir, saklayabilir ya da yok edebilir. (kafir; belhum adal-hayvandan da aşağı)(Furkan, 44)
[11] Suhufu/sahifeleri, yine modern zamanlardan kağıt ve yazı ile irtibatlandırarak anlıyoruz.
Ebu Zer’e (ra) atfedilen zayıf olduğu düşünülen bir hadiste Hz Adem’e indirilmiş 10 sahifeden bahsedilir. Bunu modern zamanlardan düşünüldüğümüzde ravinin, kağıt ve yazının da Adem’le birlikte aynı anda gökten indirildiğini, Hz Adem ve çevresindekilere, yine ilahi müdahale ile okuma öğretildiğini söylediğini düşünmemiz gerekecek. Ravinin muradının Adem’in elindeki bir kağıt ve o kağıda yazılı bir metin olmadığını, 10 suhufu 10 sözlü emiri, 10 prensipten bahsettiğini düşünmek kendi zamanına daha uygun düştüğünü düşünüyorum
[12] Zebur, her şehrin kapısına ya da meydanına konulan, taş bir levhaya oyulmuş o toplumdaki kanunları veya üzerinde anlaşılan ortak metni yani kitabı duyuran bildiridir.
[13] İslam Düşüncesinde Muhalefet, Hz. Muhammed Devrinden Abbasîlerin İkinci Yüzyılına Kadar AYIŞIĞI KİTAPLARI Dr. Nevin A. Mustafa
İslam Hukukunun Oluşum Süreçlerinde Siyaset Hukuk İlişkisi YEDİVEREN KİTAP Prof. Dr. Ahmet Yaman
[14] Bir yerde yol keser, mesela bir bankacıdan 50 TL’yi bıçakla alırsanız gasp ve hırsızlıktan yargılanır uzun süre hapiste yatarsınız. Aynı bankacı sizin hesabınızdan, kredi kartınızdan ya da telefonunuzdan aynı miktarı alırsa buna hırsızlık diyemezsiniz, suç duyurusunda bulunamazsınız.
[15] 151. De ki: Gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana-babaya iyilik edin, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin -sizin de onların da rızkını biz veririz-; kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın ve Allah'ın yasakladığı cana haksız yere kıymayın! İşte bunlar Allah'ın size emrettikleridir. Umulur ki düşünüp anlarsınız.
152. Rüşd çağına erişinceye kadar, yetimin malına, sadece en iyi tutumla yaklaşın; ölçü ve tartıyı adaletle yapın. Biz herkese ancak gücünün yettiği kadarını yükleriz. Söz söylediğiniz zaman, yakınlarınız dahi olsa adaletli olun, Allah'a verdiğiniz sözü tutun. İşte Allah size, iyice düşünesiniz diye bunları emretti.
153. Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti.
154. Sonra iyilik edenlere nimetimizi tamamlamak, her şeyi açıklamak, hidayete erdirmek ve rahmet etmek maksadıyla Musa'ya da Kitab'ı (Tevrat'ı) verdik. Umulur ki, Rablerinin huzuruna varacaklarına iman ederler.
155. İşte bu (Kur'an), bizim indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Buna uyun ve Allah'tan korkun ki size merhamet edilsin.
156. "Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa (hıristiyanlara ve yahudilere) indirildi, biz ise onların okumasından gerçekten habersizdik" demeyesiniz diye;
[16] İsra suresi 23-39 da sayılan emirler Müslümanlarca on emir olarak bilinen Musa’ya verilen kitaptır. Enam Suresi 20 ayette “Daha önce kitap verdiklerimiz, bunu, kendi çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar; ama (onlar arasından) kendilerine yazık edenler (var ya), işte onlardır inanmayı reddedenler.” Ayetini hatırlamak gerekir. Tora’da Hz Nuh, Hz İbrahim, Hz Lut, Hz Eyyup, Hz Suleyman gibi peygamberler ciddi ahlaki zaafları olan sarhoş, zinakar, faizci ve hatta kendi kızları ile ilişki kuran şahıslar olarak tanıtılır. Tora’daki peygamberlere bakıp Kur’an’da ki peygamberleri tanımak mümkün değildir. Onların tanıyacakları, hala Kur’an’ın ve Tevrat’ın sayfaları arasından seslenmeye devam eden ancak sesi işitilmeyen Musa’ya verilmiş kitabdır. (On Emir)
Bizimde, İncil’de İbrahim’in sözleri 17/8-10 (vahyi) bölümündeki “Ezeli olan, Kadir olan, Kuddüs olan, El mutlak , El Melik olan Allah. Kendi kendine olan çürümeyen, tertemiz, doğurmamış, lekesiz, ölümsüz, kendi başına kusursuz, kendini tasarlamış olan, anası babası olmayan , yaratılmamamış….” Veya Eski ahitteki (II -687)” O efendi Rab olandır. O kadir olan Allah’tır. Kaynağı (origin) olmayan ve meliki olmayan tek O’dur. Her sebepten ve kaynaktan daha büyüktür; gerçekten yalnızca bir olan, yalnızca hakim olan O’dur. Yalnızca en yüce olan da O’dur…” sözlerinde İhlas Suresini tanıdığımız gibi. (Alıntılar, Mehmet Paçacı’nın Kur’an ve Ben Ne Kadar Tarihseliz kitabından alıntılanmıştır.)
[17] 22- Ancak namaz kılanlar hariç;
23- Ki onlar, namazlarında süreklidirler.
24- Ve onların mallarında belirli bir hak vardır:
25- Yoksul ve yoksun olan(lar)için.
26- Onlar, din gününü tasdik etmektedirler.
27- Rablerinin azabına karşı (daimi) bir korku duymaktadırlar.
28- Şüphesiz Rablerinin azabından emin olunamaz.
29- Ve onlar, ırzlarını (ferç) korurlar;
30- Ancak kendi eşleri ya da sağ ellerinin malik olduğu başka; çünkü onlar (bunlardan dolayı) kınanmazlar.
31- Fakat bunun ötesini arayanlar, artık onlar sınırı çiğneyenlerdir.
32- (Bir de) Onlar, kendilerine verilen emanete ve verdikleri ahde (harfiyyen) riayet edenlerdir.
33- Şahidliklerinde dosdoğru davrananlardır.
34- Namazlarını (titizlikle) koruyanlardır.
35- İşte onlar, cennetler içinde ağırlananlardır.
[18] 1.
|
Mü'minler gerçekten felah bulmuştur;
|
2.
|
Onlar namazlarında hûşû içinde olanlardır;
|
3.
|
Onlar, 'tümüyle boş' şeylerden yüz çevirenlerdir;
|
4.
|
Onlar, zekata ilişkin (söz ve görevlerini mutlaka) yerine getirenlerdir;
|
5.
|
Ve onlar ırzlarını koruyanlardır;
|
6.
|
Ancak eşleri ya da sağ ellerinin sahip olduklarına karşı (tutumları) hariç; bu konuda kınanmış değillerdir.
|
7.
|
Fakat kim bundan ötesini ararsa, artık onlar sınırı çiğneyenlerdir.
|
8.
|
(Yine) Onlar, emanetlerine ve ahidlerine riayet edenlerdir.
|
9.
|
Onlar, namazlarını da (titizlikle) koruyanlardır.
|
10.
|
İşte (yeryüzünün hakimiyetine ve ahiretin nimetlerine) varis olacak onlardır.
|
[19] Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve müttaki olanlar da bunlardır. Bakara 177
[20] "Gerçek şu ki ben, benden sonra gelecek akrabalarım(ın isyankâr olmaların)dan korkuyorum. karım ise kısırdır. Bana kendi tarafından; bana ve Yakub hanedanına varis olacak bir çocuk bağışla ve onu hoşnutluğuna ulaşmış bir kimse kıl!"………………………
"Ey Yahya! Kitab'a (Tevrat'a) var gücünle sarıl!" e henüz sabi iken ona (ilim ve) hikmet verdik Ek olarak katımızdan bir şefkat ve dürüstlük... Erdemli birisiydi. Ana babasına karşı iyi davranırdı, asla bir zorba ve isyankâr olmadı. Meryem 12-14 ……………
“Çocuk şöyle dedi: "Ben, Allah'ın kuluyum. O, bana Kitab'ı verdi ve beni peygamber yaptı." 31. "Nerede olursam olayım, O beni mübarek kıldı; yaşadığım sürece bana namazı ve zekâtı emretti." 32. "Beni anneme saygılı kıldı; beni bedbaht bir zorba yapmadı." Meryem 10-32
| |
[22] Din/ Ahiret gününü yalanlayanı gördün mü? İşte o var ya, odur yetimi itip kakan, yoksulu doyurmaya ön ayak olmayan. Veyl olsun/yazıklar olsun o salat/ibadet ettiğini sanan böylelerine ki,bunlar ibadetlerini ciddiye almıyorlar. Küçücük bir yardımı bile esirgedikleri halde, kalkıp birde dindarlık gösterisinde bulunuyorlar. Maun Suresi
[23] “Vaktiyle) hor görülen/güçsüz bırakılan insanları ise kutlu kıldığımız ülkenin doğu ve batı taraflarına mirasçı kıldık. Ve Rabbinizin İsrailoğullarına verdiği söz, onların darlıkta gösterdikleri sabrın karşılığı olarak (işte böylece) gerçekleşmiş oldu;….” Araf 137
[24] İsrailoğullarını denizden geçirdik. Putları önünde bel büküp eğilmekte olan bir topluluğa rastladılar. Musa'ya dediler ki: "Ey Musa, onların ilahları (var; onların ki) gibi, sen de bize bir ilah yap." O: "siz gerçekten cahillik etmekte olan bir kavimsiniz" dedi.(A'RAF/138)
[25] “Yahûdiler ve Nasrânîler, biz Allah'ın oğullarıyız ve sevgilileriyiz dediler…..” Maide 18
[26] Onların ardından yerlerine kitaba mirasçı olan bir takım 'kötü kimseler' geçti. (Bunlar) Şu değersiz olan (dünya)ın geçici-yararını alıyor ve: "Yakında bağışlanacağız" diyorlar. Bunun benzeri bir yarar gelince onu da alıyorlar. Kendilerinden Allah'a karşı hakkı söylemekten başka bir şeyi söylemeyeceklerine ilişkin Kitap sözü alınmamış mıydı? Oysa içinde olanı okudular. (Allah'tan) Korkanlar için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Hâlâ akıl erdirmeyecek misiniz? Araf 169
[27] “Ve ardından ilahi kitabın mirasçısı (oldukları halde) bu değersiz dünyanın geçici tatlarına sarılan (yeni) kuşaklar aldı onların yerini; ve Nasıl olsa sonunda affedileceğiz diyerek karşılarına çıkan bu kabil geçici şeylere sarılan (günahkar) kimseler olup çıktılar. (Oysa), onlardan Allaha yalnızca doğru ve gerçek olanı isnat edeceklerine dair ilahi kitap üzerine söz alınmamış mıydı? Onda (yazılı) olanı tekrar tekrar okumamışlar mıydı? Allaha karşı sorumluluk bilinci duyan herkes için (iki hayattan) en iyisi, en üstünü ahiret hayatı olduğuna göre artık aklınızı kullanmayacak mısınız?” Araf 169
Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın
0 yorum:
Yorum Gönder