Terry Eagleton’un, Zizek, Touraine, Baumann gibi Avrupalı düşüncenin
vicdanı/namusu olan yazarlardan biri olduğunu düşündüm. Beyefendinin insanlık
adına duyduğu bir ızdırabı olduğu kitabın içinde hissediliyor.
Bu kitap, yazarın önsözünde de söylediği
gibi, Tanrı’nın gözden kaybolmasının, modern toplumlarda neden olduğu krizler
üzerinde düşünüyor. Her ne kadar Tanrı’nın öldürüldüğü düşünülmüş olsa da;
farklı kılıklar ve ideolojiler içinde varlığını sürdürdüğü, aslında Tanrı’nın tabutunda toprağa verilenin,
“insan”lık (insaniyet) olduğunu ve
Ateizmin(Tanrı’sız bir Dünyanın) hiç de sanıldığı gibi kolay kurulabilecek bir dünya
olmadığını anlatmaya çalışıyor.
Kitap’ta, Tanrı’yı öldüren Modern Dünya’nın, Tanrı’nın bıraktığı boşluğu doldurmak için yaptığı girişimler ve bu girişimlerin başarısızlık süreçleri uzun uzun anlatılıyor.
Kitap’ta, Tanrı’yı öldüren Modern Dünya’nın, Tanrı’nın bıraktığı boşluğu doldurmak için yaptığı girişimler ve bu girişimlerin başarısızlık süreçleri uzun uzun anlatılıyor.
Yazar kitabı, meşhur komünist
sloganı atılarak bitiriyor;”Kurtuluş, yoksul ve güçsüzlerle dayanışmadır.”
Ancak bütün kitap
boyunca etrafında dolaşılmasına rağmen, Sovyetler Birliğinde hedefine ulaşan bu
çözümün, "Tanrı Parti" üzerinden Totalitarist bir kaba vahşete evrildiğini ve bunun kitleleri, sofistike vahşetin (vahşet-i müsemma-sanatkarane vahşet*) kaşifi Liberalizme razı olmak zorunda bıraktığını hatırlatıp, “Yoksul kitleleri
bir araya getirebilecek kuvvenin; ne olabileceği?” sorulduğunda, bu soruya hiç
bir cevap verilmeye yanaşılmaması, çözümsüzlüğün itirafı gibi duruyor.
Kitap, yazarın art arta
gelen alıntıları ile ilerliyor. Bu da kitaba odaklanmayı zorlaştırıyor. Tercümenin, yazarın
ironik üslubunu vermekte zorlanması sebebiyle, bazı bölümlerin anlaşılması oldukça zorlaşmış.
Ancak okunmasında fayda
gördüğüm, içi dolu bir kitap. Ümid ederim faydalı olabilirim.
(Not : Kitaba giriş mahiyetinde vermiş olduğumuz özet VİDEO https://www.youtube.com/watch?v=qbxdFflOCCA adresinden izlenebilir.)
(Not : Kitaba giriş mahiyetinde vermiş olduğumuz özet VİDEO https://www.youtube.com/watch?v=qbxdFflOCCA adresinden izlenebilir.)
Aydınlanmanın Sınırları
Toplumlar dinden bütünüyle vazgeçtiklerinde değil, artık onun tarafından uyarılmadıklarında sekülerleşir.
....modern çağ ilerledikçe dinlerde kamu mülkiyetinden, özel mülkiyete geçme eğilimi gösterirler. (Dinler artık kamu alanında, toplumsal yaşam da görünme ya da varlıkları hissedilmez, sadece özel hayatın içinde köşesinde bir yer edinirler. AHÇ)
Voltaire’in, İngilizler hakkındaki gözlemi, “kafir adını, sadece iflas edenlere yakıştırıyor olmalarıydı.
....modern çağ ilerledikçe dinlerde kamu mülkiyetinden, özel mülkiyete geçme eğilimi gösterirler. (Dinler artık kamu alanında, toplumsal yaşam da görünme ya da varlıkları hissedilmez, sadece özel hayatın içinde köşesinde bir yer edinirler. AHÇ)
Voltaire’in, İngilizler hakkındaki gözlemi, “kafir adını, sadece iflas edenlere yakıştırıyor olmalarıydı.
Ahlak polisi artık yatak odanızın kapısını kırmıyorsa; bu kısmen, bireyci bir kültürde cinselliğinizin sizden başka kimseyi ilgilendirmiyor olmasındandır.
Aydınlanma bilim, doğa, akıl, ilerleme ve toplumsal yeniden inşayla hayli meşgul olsa da, en önem verdiği şey, en çok garez ve öfke uyandıran mesele DİN’di. Jonathan Israel’e göre Aydınlanma’nın “iki yüz elli yıl başlıca meşgalesi kilise otoritesine, teolojik dünya görüşüne, toplumsal ve siyasal düzenin ve baskının bir enstrümanı olarak görülen dine karşı amansız savaşıdır.
Jonathan Israel’e göre “Dinsel inanışları ve değerleri sarsarak modern Batı’yı sekülerleşmeye sürükleyen tümüyle öngürülemeyen iman krizinin kaynağı; ne bilim.... ne coğrafi keşifler, hatta ne de kendi başına felsefedir; asıl neden, eski ve yeniyi teolojik kavramlarla bağdaştırmanın olağanüstü güçlüğü ve nihayet 1740 lara gelindiğinde, teoloji, felsefe, siyaset ve bilim arasında yeni bir genel sentez kurmaya dönük tüm girişimlerin açıkça çökmesidir.
Çoğu Fransız Aydınlanması filozofunun hedef tahtasına koyduğu şey, kurumsal anlamdaki bu dindi. Saflarındaki tam anlamıyla ateistlerin azlığı bilinen bir olgudur. O dönemde Malcolm Bull’un tespitiyle “ateizm her yerde lanetlenirken, aynı zamanda varlığı dahi imkansız görülüyordu.”
Modern toplumlar doğaları gereği inançsızdırlar. Önemli olan, gündelik pratiklerde vücut bulan, inanç ya da inançsızlıklardır; başpiskoposların ya da militan seküler bilim adamların konuştukları değil.
Aydınlanma’nın dine karşı saldırısı, özünde teolojik olmaktan ziyade siyasal bir meseledir. Proje, büyük ölçüde, doğa üstünü doğa ile ikame etmek değil, barbar ve cahil bir inancı kovup yerine akılcı ve medeni bir inancı getirmekti. Bu düşünürleri dehşete düşüren şey taht ile mihrabın kutsal olmayan ittifakından duydukları endişe idi.
Henry Fielding, insanın erdemli davrandığında, bunu doğal ve kendiliğinden yaptığını (Tanrı’ya ve kiliseye ihtiyaç olmadığını AHÇ) ne var ki erdemin şiddetli bir arz yetersizliği içinde olduğunu düşünüyordu. İyi olmak doğamızda vardı; fakat çoğumuz doğal değildik.
Voltaire’e göre tarih, vahşilikten gayrı pek az şeydi. Zenginlerin midelerini yoksulların kanıyla şişirmelerinin günlüğüydü.
Samuel Johnson, tarihin ilerlemeden ziyade çürümeyi gösterdiğini ve değişimin tepeden tırnağa büyük bir kötülük olduğunu düşünüyordu.
Tarihin akışını sürükleyen güç her ne ise, akıl olmadığı kesindi. Gibbon’a göre akıl aslında çoğu zaman, -Freud’un kullandığı anlamda, yani utanılası güdülere aldatıcı bir makuliyet sunma anlamında - bir aklileştirmeydi.
Hans Blumenberg’e göre, ilerleme özünde aydınlanmacı bir değer olsa da, Hıristiyan eskatolojisinin bazı işlevlerini devralmaya zorlanarak haddinden fazla şişirildi. Öyle ki, niyet tarihin anlamı sorusunu cevaplamak değil de, onu bu görevi ifa etmeye zorlamaktı.
Carl Becker; “Aydınlanma düşünürü, bunu yapabilecek olmasına rağmen, dinsel dünya görüşüyle tüm köprüleri atmayı, onu bir temiz pataklamayı başaramadı. “Tanrı korkusunu üzerlerinden attılar.” Der Becker, “fakat ilahiliğe dönük saygılı yaklaşımı korudular.”
Bazı Aydınlanma figürlerinin yüzlerini Tanrı’dan Doğa’ya çevirirken, dönüp dolaşıp Doğa’da onları tekrar Tanrı’ya götüren bir aklın işretlerini keşfettikleri doğrudur.
...bazıları kadir-i Mutlak, kendinden menkul, kendi kaderini elinde tutan bir güce tutunur; fakat bu gücün adı artık Tanrı ‘değil AKILdır. Kilisenin ve kutsal kitabın hakimiyetini tanımazlar; fakat Doğa’nın ve Akıl’ın otoritesine dönük naif güveni ele verirler. Cennet’i yerle bir ederler; fakat insanlık için kusursuz bir geleceği (Cennet’i) iple çekerler. Hoşgörü için seslerini yükseltirler, fakat papazın görüşüne tahammül edemezler. Mucizelerle alay ederler, fakat insan ırkının mükemmelliğine inanır ve Tanrı aşkının yerine insanlığa adanmayı geçirirler. Aynı zamanda ilahi lütfu, yurttaşlık erdemiyle ikame ederler. Son kralı son papazın bağırsakları ile asmaktan bahseden tüm o cesur konuşmalarına rağmen “Aydınlanma filozoflarının yazılarında Hıristiyan felsefe” Becker’e göre “tarih alıntılarımızda hayal edile gelenden fazla yer kaplar.
Newton’cular, sarayda kök salmış bir soyluluk kültürü inşa ettiler. Newton’un dediği gibi “Eğer madde yabani ve aptalsa o halde onu harekete geçiren ilahi bir irade olmalıydı. Devletlere hükmeden krallar ve despotlar gibi, tinsel güçlerde doğayı idare ediyorlardı.... Tin ve doğa iki ayrı şey ise, ilki ikincisine hükmetmekte özgür olmalıydı. Mekanik materyalizm ile buyurgan irade birbirinin ideolojik işbirlikçisiydi. (s:37)
Ancak Radikal aydınlanma, 18. Yüzyıl Avrupa’sının belki de en çok hakarete uğramış filozofu Spinoza’nın panteist determinizminden feyz alıyordu. Doğa ve Tin tek bir şeyse, maddi dünyaya hükmeden kadiri mutlak bir irade tahayyül etmeye gerek yoktu.
Hume’a göre: Dini inancın eğitimliler tarafından geliştirilmiş gerekçeleri ile cahiller tarafından geliştirilmiş gerekçeleri arasında bir uçurum vardır. Eğer aklın hakikatleri halkın efsanelerinden korunacaksa ve halkın dindarlığı Aklın yıkıcı hakikatlerinden sakınılacaksa, iki kampın birbirlerine bulaşmadan yan yana yaşamayı öğrenmeleri gerekir. ... Thomas Jefferson’a göre Tanrı inancı yoksa, kitlelerde hiç bir cumhuriyetçi erdem var olamaz. (Ancak kendisi besbellidir ki, bir Tanrı inancına sahip değildir.)
Voltaire’e göre halk yığınları her daim cahil kalacaktır. Devleti yıkmadan onları medenileştirmek imkansızdır. Aslına bakılırsa, bu tür bir lütfa değip değmeyecekleri de belli değildir.
Nietzsche; “Trajedi o ki, din ve metafiziğin doğmalarına inanamayız. Fakat kurtuluş ve avuntunun bu en üstün aracına ihtiyaç duymayı dürdürürüz.” BU yüzden “üstün insanlara” seslenir ve der ki; “aklınızı gizli tutun.” .... kitle için en iyisi onları cahillikleri içinde kendi hallerine bırakmaktı. Bu en azından çatışmaları önlerdi. Bir kesimin Aydınlanmasının yolu belki de diğerlerinin köleleştirilmesiydi..... Varoluşun amaçsız saçmalığı ile ancak “muhteşem hayvan” baş edebilirdi. Hakikat halkı telef ederdi.
Bilginler kendilerini zaman zaman herkesin erişimine açık hakikatleri koruyan öncüler olarak mı, yoksa bu öğretileri sıradan kitlelerden sakınan seçkinler olarak mı göreceklerdi
Bazı aydınlanma düşünürlerinden bahsederken “ateizmi cesaretle tartışıyorlardı” der Carl Becket ve iğneleyici bir üslupla ekler: “fakat kölelerin önünde değil” Malum Voltaire sapkın dinsel görüşlerinin kendi hizmetçileri üzerindeki etsinden çekiniyordu.
Montesquieu “Tanrı’ya inanmıyor, fakat başkalarının inanmasının isabetli olacağını düşünüyordu.”
Gibbon; “Roma Dünyasından hüküm süren farklı tapınma şekillerinin hepsi halk tabakasında eşit oranda doğru, filozoflar arasında eşit şekilde yanlış, yargıçlar arasında ise eşit derecede faydalı olarak kabul ediliyordu. Der
Liberal kapitalist toplumları bir araya getiren şey, dinsel ya da başka türlü bir inanç değildi. MArx’ın işaret ettiği gibi, çalışma zorunluluğu genel de bunun için yeterliydi.
Akılcılık ruhban sınıfının itibarını zedeleyebilirdi; fakat ideolojik olarak onun yerini doldurmaya yetmezdi. Hegel’e göre bir bütün olarak manzara fazla eleştirel ve yıkıcıydı: “inanca karşı tümüyle olumsuz bir yaklaşım benimseyen “renksiz ve boş” bir AKLI damgası taşıyordu. Hayal gücü itibariyle çok zayıf, sembolik boyut itibariyle çok yoksuldu. Dinin verdiği teselli ile daha çok ilgilenen kitleleri kendine bağlayamazdı. Kardinal Newman’nın liberalizm için söylediği gibi; “halk yığınlarına hükmetmek için fazla soğuk bir ilkeydi. Filozofların Tanrısı ile kitlelerin tanrısı birbirlerinden tehlikeli biçimde farklı varlıklardı.
Kimsenin serebral(beyinsel) bir faaliyet için kendisini feda etmesi mümkün değildir. Ancak Aziz Paul’in mektupları kitleleri pekala itaate ve itidale yönlendirebilir. Aynı şeyi Newton fiziği ya da Leibniz teodisisi için söylemeniz mümkün değildir.
Johann Georg Hamann, Galyalı akılcılığa sövüp sayıyordu “Evrenselliği, yanılmazlığı, mağrurluğu, kesinliği izahtan vareste bu akıl ne ola ki? Akıl denen muazzam hurafenin ilahi nitelikler bağışladığı bir doldurulmuş kukla.”
Francis Bacon’un, “Felsefe insanı ateist yapar, fazlası ise dinle uzlaştırır.
Berkeley ve Toland’ın farkında oldukları üzere, ilahi hakikatlerin büyüsünü bozmak, onları yüceltenlerin otoritesini bozmak demekti.
Akıl bir kez bedenin duyusal sınırları ile bağlarını gevşettiğinde, bir çılgın gibi insanlığa saldırıyor ve onu lime lime ediyordu. İnsan bedeninden koparılmış bir akılsallık, Lear benzeri bir delilik türüydü.... Bir insan herhangi bir dürtü ile cinayet işleyebilir ancak muazzam ölçekteki kitlesel katliamlar her zaman fikirlerin(aklın) vasıtası ile ancak işlenebilir.
Tanrı, hakikat ve akıl tanımları gereği altı kazınamaz kavramlar olarak görülür. Nasıl ki Tanrı’nın nereden geldiğini sorgulayamıyorsak, Aklın kökeni hakkında da soru soramayız......Akıl kişisiz kibri ile tanrıdan oldukça farklıdır. Hukuka yaklaşımımızda olduğu gibi bu tür bir otoriteyi saymamız mümkün olsa da sevmemiz zordur. Akıl bize esrik tatmin, bir cemaat duygusu sunmaz ya da yas tutanların gözünden yaş akıtmaz.
Kapitalist sistem, “yoksul düşmüş yapılarını” tahkim etmek için, acilen daha eski kodlama formlarını yeniden keşfetme ihtiyacı duyar.
Pascal. “Akıl sır ermez bir Tanrı, akılcılığın sınırlarının tehditkar bir hatırlatıcısıdır.
Toplum hesapçı ve pragmatik bir muhakeme tarzı ile insanların gerçek eylemlerine müdahale gücünü kaybetmiş bir din algısı arasında sıkışmıştır. Bu ikilemin kaynağı; Aklın olgu ile değeri bir birinden ayırt edememesidir.
Tanrı’ya akılcı bir teşekkül muamelesi yapmak, onu batıl inanışlarından kurtarır; fakat bunun maliyeti, onu tüm duyusal alandan kapı dışarı etmektir.
Yaratılanların kendi kaderlerini tayin gücü, onların Tanrı’yla yakınlaşma yollarından biridir. Ona bağımlılıkları, bir kişisel özgürlük formu kazanır.
Akılcı önermeler, insanları fazilete teşvik etmek için zayıf bir dürtüyken; bir iç duygu olarak inanç entellektüel açıdan itibarsız görünür.
Aydınlanmanın insan öznesi, İbrahim’in Tanrı’sının hitap edebileceği veya ona inanması muhtemel bir yaratık türü değildir. Bilimsel akılcılığın şeyleşmiş düşüncesi, Tanrı’nın varlığı hakkında soru dahi yöneltemez.
İnsanın bağımlılığına bir arıza olarak bakmak, bazı Aydınlanma düşüncelerinin hatalarından biriydi.
Jacobi’ye göre; “Eğer felsefenin tahayyül edebileceği en yüce hal, kendilik adını verdiği bu saf, çıplak, boş şeyse, kendi varlığına lanet okuyabilirdi.”
Edmunt Burke’ye göre “Yasayı sevmek için çaba sarf etmek zorundaydık, fakat onun tarafından baskıya uğramaktan mazohist bir haz da alıyorduk.”
Hume, aklın bir motivasyon kaynağı olamayacağını söyler.
Seamus Deane’nin tabiriyle “Akıl insanının güler yüzlü cinnetlikleri ile Duygu insanının çiğ taşkınlıkları” arasında sıkışma tehlikesi altındadır.
İdealistler:
Modern tarih, diğer şeylerin yanı sıra, Tanrı için bir vali arayışıdır. Akıl, doğa, Geist, kültür, sanat, yüce, ulus, devlet, insanlık, varlık, toplum, öteki, arzu, yaşam gücü ve kişisel ilişkiler... hepsi dönem dönem, yerinden sürülmüş ilahiliğin formları olarak hareket etmiştir.
İçi öğretiden uygun şekilde boşaltılmış bir inanç, seküler düşünce tarzlarıyla kolayca baş göz edilebilir ve böylece ideolojik boşlukları doldurarak, ortodoks dine kıyasla daha ikna edici manevi çözümler sunabilir.
Alain Badiou, Tanrı’nın ölümünü hevesle kucaklar, fakat her ikisi de dini bir çerçeveye sahip olan sonsuzluk ve boşluk düşüncelerinden vazgeçmeyi reddeder. “Tanrı’nın ölümü, kendi sonsuzluğumuzun şiddetle onaylanışını ifade eder.”
Bizim çağımız “ikinci el Tanrı” arayışında çok daha AZ asil ruhlu olmuştur. Spor, dinin çağdaş versiyonudur. Bizde halkın afyonu olan şey; kutsal ikonları, saygı duyulan gelenekleri, sembolik dayanışmacılığı, ayin cemaatleri ve kahramanlar panteonuyla spordur. Ve spor aynı zamanda halkın kültürüdür.
Tanrı, insan özgürlüğü ve özerkliğinin kaynağıdır, bunları bastıran şey değil. İnsanlar kendi kaderlerini tayine, dil ve kültür bağımlılığında olduğu gibi, bu inayet bağımlılığı üzerinden erişirler.
Tanrı kendi evrenine dahil edilemez; tıpkı gözün bir ayna olmaksızın kendi görüş alanında bir nesne olamayışı gibi. Tanrı yaratılan şeylerle aynı kümeye konulamaz.......Özne ve nesneyi birbiri ile toplamak, en az Tanrı ile evrenin toplanınca iki ettiğini düşünmek kadar kategorik bir hatadır.
Yahudi-Hıristiyan teolojide Tanrı bilinemez.-zihnimiz böylesine büyük bir varlığı kavramak için fazla çelimsiz olduğundan değil- Tanrı’nın bir VARlık olmadığından
Sanat ya da felsefeyi, dinsel inancın yerine ikame etmek çok azınlık bir grubun ideali olmuştur.. Tarihte hiç bir sembolik sistem, ona bu bağlamda rakip olmanın yakınından bile geçmemiştir. Nihayetinden kimi romantik yazarların isyan ettiği üzere, idealizmin bir öğreti için fazla beyinsel faaliyet olduğu görülmüştür.
İktidar etkili olabilmek için mutlaka kendini duyulara işlemek zorundadır.
Hegel; “Biz düşünceleri estetik, yani mitolojik kılmadıkça, bunlar halkın ilgisini çekmeyecektir.... Felsefe eğer bi güç haline gelecekse somut ile soyutu, duyu ile aklı uzlaştıran bir ”akıl mitolojisi” doğurmak zorundadır..... halk kitleleri de aslında hakikate ortak olabilirler fakat duygusal, kurgusal ve sembolik bir formda.
Mitin, halk kitleleri ile entelektüelleri tek bir projede birleştirecek yeni bir tür din olarak işlev görmesi gerekir.... Kant gibi amansız bir put kırıcı bile, anlama yetisinin üretken hayal gücüne bağlı olduğunu söylemiştir. Johann George Haman; “insan bilgisi ve mutluluğunun tüm zenginliği simgelere dayanır.” Der
Keats’ “Güzellik Hakikattir, hakikat ise güzel”. Sözleri ile akli ile duygusalın bir tür izdivacını kutsar.
Schelling’in mitolojisi; “aklın mite dönüşmesi gerektiğini değil, zaten en başından beri aklın gizliden gizliye bir mit olduğunu gösterir. Akıl ve mit gerçekten aynı anlatının farklı aşamaları, Doğa’yı bir tür düzene tabi kılmaya yönelik girişimin varyasyonlarıdır.... aydınlanma her adımda daha çok mitolojiye bulaşmaktadır.
Horkkeimer; “Mit ve aklın her ikisinin de Doğa üzerinde hakimiyeti, sınıflandırılamaz olanın yok edilmesini, soyut denklik ilkesini ve maddi dünyanın bir işaret yada bilimsel formül etrafında sınıflandırılmasını içerir.
Mitin kader dediği şeye, bilimsel akılcılık doğa yasalarının gerekliliği der.
Horkheimer ;Aydınlanma hiç bir zaman kaçamadığı mite geri döner . Meta fetişizmi ilkel, büyünün bir türüdür. Bu batıl inançların ve putperestliğin bir akıl çağı sağgörüsüne karşı hayatta kalma yollarından biridir.
Şair ve filozoflara seküler rahip statüsü verilecek ve sanat ya da mitoloji adeta kutsal bir ayinler dizgesine dönüşecekti.
Liberalizm ve faydacılık sembolik birer form olarak pek işe yaramaz. Bireycilik de ayrıştırıcı bir öğretidir ve bu haliyle ortak bir kimlik düşüncesine ev sahipliği yapamaz.
Akılcılaştırılmış toplumsal yaşam ne kadar büyürse, strateji o kadar yaşamsal bir hal alır; fakat aynı sebeple, giderek inandırıcılıktan o kadar uzaklaşır. Tekstilcilerden ikna edici epik bir kahraman çıkmaz...Kapitalizmde ekonomik yaşam, ekonomi dışı değerlere daha az bağımlıdır. İnsan; Tanrı, şeref, vatan ya da şeyhi dövmez demiri. Kendi kendine dönen dünyevi işler çarkıyla (Tanrıya ihtiyaç olmadan AHÇ) dini itibarsızlaştıran sistem, aynı zamanda dinin verebildiği sembolik birliğe en yana yakıla ihtiyaç duyan sistemdir.
Din klasik formuyla hızla zemin kaybederken, onun yerine önerilen vekillerin ve dublörlerin çoğunun güven telkin etmek için fazla ezoterik, akılcı ya da inandırıcılıktan uzak hissetmemek güçtür. Roma’daki Papa’dan yüz çevirenlerin, Onun yerine İnsanlığın büyük rahibi Albert Camus’a akın etmeleri mümkün değildir.
Hume’da tartışmaya girerek; “Eğer felsefe ilahilik hakkında inandırıcı bir açıklama geliştirebilecekse bunu “duyuları ve hayal gücünü etkileyecek bir yöntem geliştirerek” yapabileceğini söyler.
Aydınlanmanın halkın tecrübelerine karşı küçümseyici tavrı, Herder’e göre “sıradan insanları kendi kültür kaynaklarına yabancılaştırdı.” Bu harekete tepki olarak gelişen Aufklerer’lar “kendi iğrenç seçkinciliklerini güçlendirmek uğruna prenslere ve despotlara verdikleri skandal destekle, halkı aydınlatma misyonlarına ihanet etmişlerdi.” Diyerek eleştirirler.
Yahova’nın insan şeklinde putları olmamasının nedeni, bu dinin yegane hakiki imgesinin insanın kendisi olmasındandır.
Nasıl ki ferasetli bir hükümdar yurttaşlarının kendi arzularının emirlerine itaat etmekten başka bir şey yapmıyorlarmış gibi hissetmelerine müsaade ederek yönetirse, Akıl da zapdettiği duygularla danışıklı şekilde hükmetmelidir.
Akıl ve Doğa bir izdivaç ile birbirlerine bağlanmış olabilir. Ancak bu onların eşitsizliğini ortadan kaldırmaz... Akıl ve ahlakın yurttaşlarını erdeme sevk etmek için birbirlerini yatağa atacakları yer burasıdır. Ancak burası aynı zamanda onların asla huzura eremeyecekleri yerdir de. Çünkü ikisinin de asıl yuvaları Ebediyettir . Schiller makalesinde bu konuyu “madde ile küçük düşürücü kan bağımız” diyerek bahseder.
Eğer siyasi birliğimiz için estetik yargı gibi tutarsız ve istisnai bir melekeye bel bağlayacaksak, durumumuz gerçekten vahim demektir.
Fransız devrimciler için makuliyet, barikatları kaldırmak yerine güçlendirmek anlamına gelmiştir.
Herş eyi söylemeden tek bir şey söyleyemeyen kültür dilsiz kalacak kadar dilbaz olma tehlikesi taşır.
Kültür Tanrı’nın seküler adıdır.
Schiller “Güzellik” der ısrarla, “hiç bir özel sonuç üretmez, ne idrak ne de arzu için. Hiç bir özel amacı gerçekleştirmez, ne entellektüel ne de ahlaki; hiç bir hakikati keşfetmez, hiç bir görevi ifa etmemize yardımcı olmaz. Kısacası iş idraki aydınlanmaya gelince, güzellik insana erdem için bir temel verebilmek için elverişsizdir.”.... Ne var ki menfaatçilik öylesine yaygın ve inatçıdır ki ancak böyle yansız bir meleke ona karşı durabilir..
Schiller; “En incelikli gelişmiş toplumun tam bağrının ortasında, egoizm kendi sistemini kurmuştur.” “Sonuç, bulaşıcı hastalık gibi yayılan çatışmalar, toplumsal parçalanma, makinenin zaferi, felç edici bir iş bölümü ve gelişmemiş insan yetileridir. Mevcut haliyle toplum, kültürün bir enkazıdır.
Kültür ile dinin benzerliği daha ziyade kültürün egemen güçleri meşrulaştırmaya yararken, aynı zamanda onlara karşı bir direnç kaynağı olmasında da yatar... Marks’ın dini hem halkların afyonu, hem rahibin kötücül burjuva vicdana serptiği kutsal su olarak gördüğü bilinir.
Hıristiyanlığın üstün özelliği, biri eğitimliler(teoloji) diğeri sıradan insanlar için (ibadet) olmak üzere iki versiyon sunmasıdır. BU iki kanat zaman zaman çekişse de dini kurumlar içinde birbirlerine nihayetinde bağlanır.
Milliyetçiliğin sembol isimlerinin pek çoğu, toprak reformundan ziyade (halkın gerçek dertlerinden ziyade AHÇ) milletin ruhu ile uğraşmışlardır.... tüm Şeytani varyantlarına ve romantik sanrılarına rağmen milliyetçilik, modern çağın, açık ara en başarılı devrimci akımı olduğunu göstermiştir. Ateşli bir ülkücülük ile gündelik hayatı birleştirebilmesi onu bizzat dinin alternatifi yapmıştır. (Tanrı’nın Ölümü ve Kültür s:122)
Dil, Aklın ilk ve son organı ve ölçütüdür. (Hamann)
Birey, ancak ortak varoluş içine dalarak gelişebilir.... Millet Tanrı’nın eseridir..... Aslında çok az siyasi akım milliyetçilikten daha enternasyonalisttir... milli birliğe eşitlik ve bireysel haklar vasıtası ile ulaşılması gerekir. (Fichte)
İdealizm, Hıristiyanlığın Ortodoks versiyonu yerine seküler bir versiyonu geçirmekte başarısız olmuştur. ... İdealizm insan doğasında onarılmak için bekleyen bir sürü şey olduğunu fark etmek için fazla toydur.
Romantikler
Romantizm ruhu itibari ile genel olarak idealizmin neşesini ve canlılığını paylaşsa da ondan daha karanlık ve kederlidir. Felsefenin dikkatinden kaç şey, tüm sonsuzluğu ile arzudur. Arzu eğer sonsuzsa, o halde aynı zamanda ebediyyen tatminsizdir; her daim yitik olan bir Cennet arayışı ile bir steril nesneden diğerine mekik dokur ve sonunda sadece yine kendisinde huzur bulur. O bitimsiz bir oluş süreciyle yetinmek zorundadır.
Kierkegaard ve Schleiermacher de “birey hiç bir sisteme indirgenemez. Bireysel ve evrensel olan arasında nihai uzlaşı olmaz.... Varoluş düşünceye (akla) indirgenemez. Her halukarda, gerçeklikle öncelikli ilişkimiz düşünceyle değil duyguyla kurulur.
Hamann, “nesnelere soyut bir bakış; onların gerçekliğine ilişkin, teorileştirilemez bir kanaate dayanır. Dolayısı ile inanç, bilginin temelidir. Bilinç eylemleri, arka planda akla indirgenemez bir inanç zemini varsayar. İnanç akılcı bir temele bu şekilde hizmet eder; zira tek başına akla dayalı bir temel kendi kendini imha edecektir.
Tanımlamak azletmektir.
Çıkar gözetmemek, başkalarının çıkarlarını kendininkine yeğ tutmaktır. Tarafgirliğe değil, egoizme düşmandır.
Nasıl ki Hıristiyanlıkta en çekincesiz haliyle kendimiz olmak Tanrı’nın inayetine bağlılıkla mümkünse, bir şeyi biricik haliyle kendi kılan, daha büyük bir bütünlüğe dahil olma şeklidir.... Erkekler ve kadınlar yeryüzüne boyun eğdirebilir ve kendi koşullarını kibir günahına düşmeden dönüştürebilir, çünkü onlara bunu yapma gücünü veren şey, onların ötesindeki bir mevkiden gelmektedir. Özne, kendine ait değildir.
Novalis; doğa ebedi mülkün düşmanıdır, der
Romantizmin çelişkileri, tutarsızlık belirtilerinden çok daha fazladır. Eğer hareket kendine karşı bölündüyse bunun nedeni, hem orta sınıf toplumunun bir ürünü, hem de ona karşı bir tepki olmasıdır.
Akıldan ziyade duyguyu savunmak, tüccarın ve katibin soğukkanlı akılcılığına meydan okumak anlamına gelir. Fakat bu aynı zamanda geleneksel ve içgüdüsel olana bir hakikat arayışından daha fazla değer vermek ve toplumsal düzen arayışını akılcı bir eleştiriden muaf tutmak anlamına da gelir.
Duygu ayaklanmanın hizmetine koşulabileceği gibi, kolaylıkla gericiliğe de el uzatabilir. Duyguların yuvası ailedir ve aile genellikle yıkıcı bir güç değildir.
Canlı bir Kainat fikri, akılcıların eylemsiz maddesine meydan okur ve Doğa’ya karşı kullanılan galiz araçsal tavra karşı çıkar. ...Doğa ölü madde olmayabilir; fakat tam olarak bir özne de değildir.
Varlık nedeni kendisi olan bir sanat, değişim değerine karşı dokunaklı bir saldırıdır, üstelik dünyayı nasıl kurtaracağını anlamak kolay değildir. Radikal romantiklere göre sanat, uğruna yaşadığımız değerleri temsil eder, ancak uğruna yaşadığımız şey sanat değildir.
Romantizm, modern çağa kalıcı bir damga vurmuştur. Sanattan cinselliğe, ekolojiden öznelliğe, modernliğin kültürel bilinçaltının önemli bir bölümünü teşkil eder... Ancak hareketin kaderi, egemen güçlerin ayağını kaydırmaktan ziyade onlara katkı koymak olmuştur.
Romantizm...koltuğuna oturmaya niyetlendiği dinin kaderini paylaştı.On dokuzuncu yüzyıl inançsızlığı ile ilerledikçe, romantizm de kiliseler gibi savunmaya geçti.... Vaktiyle kamusal alanda silah kullanan romantizm özel alana çekilip hapsoldu. Romantizmde dünyayı hiçe sayma güdüsüyle onu dönüştürme arzusu arasında bir gerilim baştan beri vardı. Aynı dinde olduğu gibi.
Kültür Krizi
Modernliğin sahici bir ateizme ulaşmasının bunca zaman alması dikkat çekicidir..... Tanrı’ya inanmamak, sanıldığından zahmetli bir iştir. Tanrı tam sahneden uğurlandı derken şu ya da bu kılıkta tekrar sahne almaya çok meyillidir.... Robins’e göre seküler kavramlar “öylesine çok dinsel bagaj içerirler ki, ...
Aydınlanma dini kapı dışarı etmeyi başaramadıysa, bunun bir nedeni de bunun kendi siyasi amaçları ile uyuşmamasıydı.
Dinin kapladığı alanı doldurmaya en yakın aday kültür idiyse, bunun nedeni temel değerleri, aşkın hakikatleri, hakim gelenekleri, törenleri, duyusal sembolizmi, ruhi içe dönüklüğü, ahlaki gelişimi, ortak kimliği ve toplumsal bir misyonu içeriyor olmasıdır. (s:160)
T.S. Eliot; “dinin seçkinler için teoloji, kitleler için mitoloji anlamına gelirken, bu ikisi arasında nasıl olup da hiç çatışma çıkmadığını sorgular.
Eğer aydınlanma dinsel inancı defetmeyi, idealistler ve romantikler ise onu sekülerleştirmeyi başaramadıysa, kültür mefhumunun da ona vekalet etmek için fazla yüklü ve ele avuca sığmaz olduğu görüldü. Kurtuluşun tek başına estetik kültürle olamayacağı görüldü. BU fazlasıyla azınlığa hitap eden bir görevdi.
Kültür mefhumuna değerler, dil, sembol, kan bağı, miras, kimlik ve cemaat gibi siyasi bagajlar yüklediği anda, kültür çözümün bir parçası olmaktan çıkar ve sorunun parçası oluverir.. Artık kendini tek taraflı çıkarların ortak alternatifi olarak sunamaz ve hoş görüsüz bir militanlığa doğru kayar.
Kültür mefhumunun modern çağda pek çok kaynağı vardır. Milliyetçilik, yerelcilik, kitlesel göçler, emperyalist antropoloji, antikapitalist eleştiri, dinsel inancın gerileyişi, kimlik siyaseti vs
Arnold; “mesele, toplumun üst tabakalarını kültür insanlarıyla donatmak değil, kültürü toplumsal huzursuzluklara karşı siper etmektir.
Arnold’da kültür “ebediyyen süren hareket ve hiç bir şeye razı gelmemek; tüm soruların birbiri ardına serilişi ve hiç birinin yanıtlanmayışı; her şeyin sonsuz olanaklılığı; her şeyin oluş içinde oluşu, hiç bir şeyin olmayışı anlamına gelir.
Arnold’ın kanaatine göre oyunbaz bir yansızlık , kültür insanı olmanın bir emaresidir.; fakat bu aynı zamanda bir tür siyasettir, zira “kültür, Jakobenizmin alameti farikası olan iki şeyinezeli düşmanıdır; azgınlık ve soyut bir sisteme bağımlılık. Kültür siyasetin tiz sesini dengelilik çağrısı ile yumuşatır; zihni taraflı ya da kaba her şeye karşı sükunetle korur..... Onlar kendi görüşlerinin kölesi değillerdir. (s:167)
Kısaca kültür, her şeyin yerli yerinde olduğu kanaatiyle zihni berrak, mağrur bir kaderciliktir.
Kültürel değerler ancak yayılarak korunabilirler. Ancak kitleler arasında bu değerleri yaymak, onları yok etmek anlamına da gelir. Kültürel değerleri değişime uğramadan yeni toplumsal kesimlere yaymak zordur.
Arnold “Kültür bilir ki, “der, “Azınlığın hoşluğu ve ışığı, kaba saba kitleler bu hoşluk ve ışıktan etkilenene kadar eksik kalmak zorundadır. Aslında kültür “tüm sınıfları yok etmek arayışındadır ve bu bağlamda eşitliğin asıl havarileri bu kültür adamlarıdır. Ancak Arnold’un gerçekte yok etmekte olduğu şey sınıflar değil, sınıf mücadelesidir.
Kültürün bir siyasal direniş zerresiyle karşılaştığında ne kadar katı bir hal aldığını görmek şaşırtıcıdır......kılı kırk yaran muğlaklıklarına rağmen insanlara “herhangi bir hakka değil, sadece ödevlere” sahip olduklarını bildirme gücünü kendinde bulur.
Daha güçlü bir devlet çağrısı, serbest zihin oyunlarının bir sınırı olduğunu itiraf etmektir. Siyasi düzenin kendisini sorgulatacak denli açık uçlu olunmamalıdır.... Ruhun liberalizmi, siyasal ya da ekonomik liberalizme karşı bir tehdit arz etmemelidir. Zihin ancak belli koşullar altında serbestçe oynayabilir ve bu koşulların zarar görmemesi için hoşgörüsüz önlemlere ihtiyaç duyulabilir. Tek cümleyle ifade etmek gerekirse, hoş görünün kökeninde şiddet ve önyargı yatar.
O halde kültür hem sorun, hem çözümdür. Hem anarşinin çaresidir, ama hem uç noktaya taşındığında bizzat kendisi anarşi üretir.
Voltaire veya Arnold gibi soyluların İsa’nın ilahiliği hakkında şüphe duymasından zarar gelmez; fakat sıra sendika militanlarına geldiğinde durum değişir. “Her zaman insanların din hakkındaki yanılsamalarına saldırmak gerekmez” diye uyarır Arnold, “çünkü adı üstünde bunlar yanılsamadır.... Eğer işçileri özel mülkiyet talebinden alıkoyacaksa azıcık yanılsamadan zarar gelmez. Fakat Aydınlanma’dan sonra değişen şeyi din hakkındaki şüphelerin artık kitlelere yayılmış olması ve hiç bir zaman sosyalizmden çok uzağa düşmemeleridir.
Arnold’a göre ihtiyac dini yeni bir kalıba dökmektir.
Aydınlanma’nın teizmi ya da bilinmezciliğinden romantiklerin mitolojikleştirme ve Viktoryenlerin mitolojiden arındırma girişimlerine kadar, sıradan insanların inanç sahibi olması gerektiği kaygısı baskındı.
O halde kültür dinin, din ise siyasetin hizmetindedir.
Kültürün ödevi, dini bir ideolojik otorite haline getirebilmek için ahlaki özünü dogmatik kabuğundan soymaktır.. Dinin inandırıcılıktan uzak içeriğini temkinli bir şekilde boşaltırken; gizemli halesini, dokunaklı retoriğini ve ahlaki tonunu korumak gerekir. Dogma, Arnold’a göre “çoğu insanın istidadının olmadığı” akıl yürütme melekesini içerir. Halktan dinsel meseleler hakkında ideolojik tartışmalara girmesi beklenemez, fakat halk bir hürmet ve itaat dürtüsü hisseder ki, asıl önemlisi budur.
İsa’nın “kavgacı olmayan, tatlı dilli ve içe dönük çalışma üslubu”, kültürü simgeleyen “ılımlılığı ve yumuşak başlı makuliyeti” örnekler. Belirtmek gerekir ki; bu sözler, dünyaya barış değil, kılıç getirmek için geldiğini ilan eden, aileleri parçalamak ve yeryüzünü ateşe salmaktan bahseden, dolandırıcılar ve fahişeler eşliğinde döneminin dinsel otoritelerine kafa tutan, tüccarları ve sarrafları tapınaktan kovan, aşırı dindar Ferisilere dünyanın en korkunç lanetlerini okuyan ve yoldaşlarını -eğer sözüne sadık kalırlarsa- devlet tarafından öldürüleceklerinin haberini veren bir Yahudi Peygamberi için söylenmektedir.
Arnold kendisi hiç Tanrıya inanmasa da diğer gam (?) bir ruhla başkalarının inanması gerektiğini savunur
Tüm insanlar doğuştan özgür ve eşittir ilkesinin “Tanrı korkusu, bilgeliğin başlangıcıdır.” öğretisi kadar hürmet görmesi pek muhtemel değildir. Der Tanrıya inanmasa, ona zerre miktarı hürmet duymasa da Arnold.
Quentin Skinner, Din, der. Makyavelden aktararak “sıradan insanlara, onları tüm diğer nimetlere karşı cemaatin yarısını yeğlemeye sevk edecek şekilde ilham vermek ve gerektiğinde korkutmak için pek ala kullanılabilir.
Arnold eseri konusunda “Bu eser, Colenso’nun aklındaki fabrika işçilerini ahlaken yükseltemezdi- yani ruhlarını terbiye edemez, ahlaki duyarlılıklarını geliştiremez, dinsel inançlarını güçlendiremezdi.
Thomas Hardy; “Sanatın gayesi, sizleri neşelendirmektir.” Derken Onun ahlaki terbiye veremeyeceğini de söyler
Mesele dinsel duyguları yok etmek değil, yeniden inşa etmektir. Kendimize tapınmak gibi gayet tatminkar bir şey variken, görünmez bir Tanrıya tapınmak zaman kaybıdır.
Friedrcih Schlegel “insan olmak, kendini yetiştirmek ve Tanrıya dönüşmek” hepsi aynı anlama gelir.
İnsanı ilahlaştırmak, insan kendinden makul düzeyde memnun ise daha kolaydır. İnsanlık dini, Avrupa Brujuvasisinin kabullenilebilir düzeyde kendisini beğenmişlik takınması için haklı nedenler varmış gibi göründüğü kaygısız yıllarına aittir.
Tanrı’nın egemenliği çok müşfik olmasa da despot bir egemenlik de değildir; dünyanın sonuçta kendisi gibi olmasına izin veren bir güçtür.
Müdahaleci bir devlet, hala büyük ölçüde özel mülkiyet elinde olan ekonomiye hükmedecekti. En tartışmalı kurumlardan bankalar, Ortaçağ lonca ve birliklerinin işlevini üstlenecekti. Kitleler, Hıristiyanlıktan faydalanan ama ötesine göz diken yeni bir kardeşlik dinine bağlanacaktı. Sanatçılar toplumsal yapılanmaya hizmet edecekti.
Durkheim din ve bilimin birbiri ile uyumlu olduğu kanaatinde değildir. İkincinin ilkinden doğduğunu, yani aklın köklerinin dinsel inanışta yattığını düşünür. Aydınlanmanın batıl inanca karşı savaşını, akılcı oğlun dindar ceddini inkar etmeye çalıştığı bir ödipal kompleks olarak görür. Akılcı çocuğun kendi kendine doğduğunu iddia ederek itibarsız soyunu boğmaya kalkmasıdır söz konusu olan ( Tanrı’nın Ölümü ve Kültür:192)
Akıl ya da teorinin belli bir zümre ile sınırlı kalması gerekmez ve mit ya da ideoloji asla kitlelerin tekelinde değildir..... Aklın kökleri insan bedenindedir.
Tanrı’nın Ölümü
Bir çok Aydınlanma düşünürü için din bir yanılgıdır- zaman zaman çok işe yarayan bir yanılgı. Romantizm için Dinde mistik kabuğu soyulduğunda ortaya çıkacak muazzam hakikatler vardır. Marx, Nietzsche ve Freud için din, dikkatle yorumlanması gereken bir sendromdur....ancak Niezsche kendisini ilk gerçek ateist olarak tanımlar. Akıl, sanat, kültür, Geist, imgelem, millet, insanlık, devlet, halk, toplum, ahlak ya da bir başka sahte vekil Tanrı’nın yerini aldıkça, Yüce Varlık ölmüş sayılmaz.
... Tanrı’yı öldürmüş olmaktan paniğe kapılmış, ortaya çıkan boşluğu elinin altındaki en yakın şeyle, yani kendi ile kapamaya çalışan insan.
...insan bizzat kendisi yeryüzünden yok olursa ancak Tanrı’yı toprağa verebilir.....(çünkü) insanlık, ancak İnsan’ın öte tarafında bir yerlerden doğabilir.
Nesnelerin kalbine bakabilmemizin ve egonun buyurgan hevesleri ile nefsin zalim baskısından kurtulup nefes alabilmemiz için tek yol, kader ortaklarımızla katıksız, paylaşımcı bir empati biçimini alacak estetik tefekkürdür. Tanrı’nın ölümünün ardından bizi ancak arzunun ölümü kurtarır. Sanatın ödevi, arzuyu terbiye etmekten çok yok etmektir. (Tanrı’nın inancı olmayınca, nefsin insan üzerindeki, tahakkümü işkenceye dönüşüyor. AHÇ – Hakka kul olmayanı Hak kendine kul olmaya mahkum ve mecbur eder. Yeşil Efendi)
Nietzsche, Tanrı’dan ancak manadan vazgeçerek kurtulabileceğimizi düşünür. Kadiri Mutlak, trajedi karşısında ayakta kalabilir, ama saçmalık karşısında ayakta kalamaz..... verili manaları feshetmek derinlik düşüncesini yok etmeye varır; bu ise, derinlik düşüncesinde barınan Tanrı gibi varlıkların kökünü kazımak anlamına gelir.
İnsanı bitirmeden Tanrı’nın defnedilebileceği fantezisinden vaz geçmenin vakti gelmiştir. (Nietzsche)
Tanrı’nın bağlı olduğu en önemli solunum cihazı ahlaktır. Feuerbach “Tanrı’nın var oluşunun bir vehim olmasından, iyilik ve adalet ve bilgeliğin de vehim olduğu sonucu çıkmamalı.” Belki böyledir; fakat Nietzsche’ye göre buradan, ilahi otoriteden vazgeçip ahlak işlerini eskisi gibi yürütmeye devam edebileceğimiz sonucu çıkmaz. Hakikat, erdem, kimlik ve özerklik mefhumlarımız, bir biçim ve ahenge sahip bir şey olarak tarih duyumuz...... hepsinin derin teolojik kaynakları vardır. Bunların Tanrı’dan koparıldığında zarar görmeden ayakta kalabileceğini düşünmek boşunadır. (Tanrı ile birlikte hepsini toprağa vermek zorunda kalırız diyor AHÇ)
Tanrı aslında ölmüştür ve onu öldürenler bizleriz. Fakat asıl suçumuz Tanrı katlinden ziyade; riyakarlıktır. Tüm ödipal ayaklanmaların en görkemlisi ile Yaratıcı’yı öldüren bizler cesedi saklamış, tüm hatıralarını gizlemiş, cinayet mahalline çeki düzen vermiş, bunu utangaç –sahte din formları ile hasıraltı etmişizdir. Bir başka tabirle, seküler toplumlar Tanrı’yı başlarından savmışsa da böyle değilmiş gibi yapmayı ahlaken ve siyaseten uygun-hatta zorunlu bulmuşlardır. Aslında Tanrı’ya inanmaz, ancak inandığını düşünmek onun için bir gerekliliktir....... Göstermelik iddialarına değil de davranışlarında cisimleşen inançlarına bakılırsa, Tanrıya bir iman beslemedikleri anlaşılır, fakat sanki bu durum daha dikkatlerini çekmemiştir.
İnsan, huzursuz bir hayalet gibi, öldüğünü bilmediği için yaşamayı sürdürebilir. DSinin durumu budur. Ya da, Zizek’in tabiriyle, “Tanrı’nın öldüğünü biz biliyoruz, peki kendisi?”
Nietzsche’e göre bu sahte din formları Tanrı’yı öldürdüğümüzü gizlemenin yollarından başka bir şey değildir ve cesetle birlikte süpürülüp atılmaları gerekir. Cesur yüreklerin bu tür afyonları yoktur.
İnsanlık için bir cenaze töreni düzenlemeden Tanrı için de düzenlenemez. Tanrı’nın ölümü, insanın ölümünün müjdesidir.
İsa, Tanrı’ya vekalet eden insan değildir. O Tanrı’nın insanın zayıflığı ve manasızlığında vücut bulduğunu gösterir bir işarettir.
İnsanın Tanrı’yı kapı dışarı etmesi, ancak kendini yarattığı ve böylece bağımlılığını ve olumsallığını fesh ettiği takdirde mümkündür; fakat kendini yaratmak, ilahiliği başka bir formda tekrar etmektir. Bu, dini feshetmeye kalkışırken onun karşısında diz çökmektir.
Nietzsche’nin bakışında İnsan her şeyin etrafında döndüğü ilke – ve dolayısıyla bir tür vekil ilah formu – değilse de, aslında bu tür bir ilke mevcuttur: Güç istenci.
Kültür ve Protestanlık, geçimsiz bir çifttir.
Nietzsche Tanrı’nın ölümünün yanı sıra kültürün de ölümünü muştular. Kendilik bir vehim/kurmaca, nesneler sadece güç istencinin birer yan ürünü, uzlaşı alçak, dünya şekilsiz ve nüfuz edilemez, uygarlık tarihi gülünç derecede tuhaf tesadüflerin tekerrürü, ahlak sadistçe bir öz şiddet, gerçeklik bir kısım yorumlar dizgesi, hakikat can veren bir yanılsama ise kültür nasıl var olabilir?
Nietzsche; ahlak’ın Soy kütüğünde “Tüm “iyi şey”lerin kökeninde ne de çok kan ve vahşet yatar. Der Ona göre tüm değerli düşünceleri doğuran şey, soy kütük dediği zahmet ve mücadeledir.
Ahlak; şiddet ve öz-baskıdan doğar.
Gelecek, ancak geçmişin yıkımına kasti bir kayıtsızlıkla başlayabilir.
Nietzsche, soyluluk ya da ebedilik taslayan pek çok şeyin sevimsiz kaynağını işaret eder. Ey yüce düşüncelerin kaynağı ifşa eder. En yüce düşüncelerin kaynağı ihtiyaç, kaygı, kıskançlık, garez, rekabet ve benzerliklerinde yatar. Ayrıca, insanlık tarihini bir zooloji türü olarak gören ve bayağı ve fizyolojik indirgemecilikten keyif alan Schopenhauren’den bir tür “kaba” materyalizm devralır. Schopenhauer’in söylemi, başka şeylerin yanı sıra, bir yutak ve gırtlak, kramplar, katılmalar, epilepsi, humma ve kuduzluk söylemidir.
Rousseau’ya göre sanat ve bilim büyük ölçüde ahlaki yozlaşmanın birer aktörü olagelmiştir. Kibir, konfor, miskinlik ve yozluk olmaksızın uygarlık da olamaz.
Kültür ideoloji ve külfet ile o kadar dip dibedir ki, mutlak olarak onaylanamaz. Kültürün iktidarın zıt kutbu olduğu iddiaları ya hilekar ya naiftir.
John Stuart Mill antik dünyadaki siyasi ve entelektüel kültürün, onu yaratan köleliği meşrulaştırdığı konusunda Nietzsche ile hemfikirdir.
BU tür siyasi infazlar sadece acının kendi başına mantıklı nedeni olmadığından değil, bunlar çoğu zaman son derece kaçınılmaz oldukları için trajiktir.
Theodor Adorno ise trajediye şüpheyle bakar; ona manasızlığa çok fazla mana yüklemek ve dolayısıyla ondaki dehşeti dindirmek gibi görünür.
Ne kadar uygarlaşırsak, tatmine o kadar tövbe etmek gerekecektir. Ve bunu ne kadar görev duygusuyla yaparsak, kötücül süper ego kibirli dehşetini üzerimize salmak için o kadar güçlenir.
Dolayısıyla tatmine ulaşmak suçlu hissetmektir – bizi cezalandıran güçten aldığımız hazzın derinleştirdiği bir suçluluk hissi. Ne kadar hayran olunası bir ülkü sahibi olursak, içimizde öldürücü bir öz-nefret kültürünü o kadar besleriz.
Her halukarda, uygarlaşma sürecinde tuhaf bir şekilde kendini fesheden bir şeyler vardır. Ölüm dürtüsü yaratma itkisine sızarak pusuya yatarsa, uygarlığı yaratan şey aynı zamanda ona zarar verme tehlikesi de taşır. Düzen tutkumuzun ta kendisinde anarşik bir şeyler vardır.
Kültür çileden çıkarcasına dengesiz bir olaydır. Bir toplum, azınlığın tatmininin çoğunluğun baskılanmasına dayanmasını aşamazsa, der Freud “kalıcı bir var oluş beklentisine ne sahip ne de layık olur.
Modernizm ve Sonrası
Din güçten düşmeye başladıkça, çeşitli işlevleri onun varisi olmaya can atanlar arasında kıymetli bir miras gibi bölüştürülür. Bilimsel akılcılık onun öğretisel kesinliğini devralırken, radikal siyaset yeryüzünün çehresini dönüştürme misyonunu miras alır. Estetik anlamda kültür, onun tinsel derinliğinin bir kısmını himaye eder. Aslında çoğu estetik düşünce (yaratıcılık, ilham, birlik, özerklik, sembol, ..) gerçekten de teolojinin farklı fragmanlarının yerini almıştır. İmgelediği şeyleri icra eden işaretler; estetikte şiir, teoloji,de ayin olarak bilinir.
Freud’un kendisi de toplumun “tembel ve ahmak” kitlelerce kuşatışmış bir kaç cesur, önyargısız ruhtan oluştuğunu düşünecek kadar Kültürkritikerdir.
Tragedyanın dünyası karanlık ve muammalıdır; insan aklının sınırlarının apaçık ortaya seren bir bilinmezliktir. Akıl, onu kuşatan demonik güçlerin aksine, melekelerin en çelimsizi olarak dımdızlak kalıverir.
İnsan’ın özgür bir özne olarak kendi kaderini belirleyebileceği düşüncesi kadar toy bir inanç olamaz. Bu tür bir düşünce, kaderin amansız gücüne, beşeri alınyazısının akıl sır ermez karmaşıklığına karşı ayakta kalamaz.
Hem özgürlük hem sorumluluk, “kusursuz bir kayıtsızlıkla, aynı anda hem muzaffer hem mağlup bir halde tecelli eder. Bir insanın kaderini onun tercihi kılmak, gönüllü ve kaçınılmaz arasındaki ayrımı bozguna uğratmaktır. O halde umut vardır, ama mutluluktan gözleri parlayan bir iyimserlik yoktur.
Tanrı tam olarak ölmemiş fakat insanlığa sırtını dönmüştür. İnsanlık kendi dayanılmaz varlığını artık ancak onun kaygı verici yokluğunda hissedebiliyor.
Demokrasi cephesinde kazandıklarını, eleştiri cephesinde terk etti. Gündelik alışkanlılara dönük asilzade kibriyle Kültürkritik, muhafazakarlığın seçkinci bir damarıydı; sanatı ve ticareti karıştırması itibari ile postmodernizmin ise popülist damarı.
Modernizm azimkar bir hakikat arayışı ile karanlıkla yüzleşmeye hazırdır. Postmodernizm ise böyle bir ihtiyaç hissetmez. Hakikatin birliğin totalliğin, nesnelliğin, evrensel ilkelerin, mutlak değerlerin, sabit kimliklerin ve kaya gibi temellerin var olduğu dönemleri hatırlayamayacak kadar gençtir; dolayısı ile onların yokluklarından huzursuz olmaz. Onun için birlik hayali hiç olmadığından parçalanma da yoktur; mutlak hakikat olmadığından yanlış bir bilinç te yoktur; yerinden oynayacak bir şey olmadığından, temelleri de sarsılmaz. Hakikat, kimlik, temeller bizden saklanıyor, gizleniyor falan değildir, hiç var olmamışlardır.
Artık bir Tanrı yoksa, bunun bir nedeni de kendini yerleştirebileceği, barınabileceği bir mahrem iç mekanın da kalmamasıdır.
... sonsuz bir tekrar olarak zamansallık bir Cehennem portresidir.
... insanlık kavramından bir bütün olarak şüphe eden postmodernizm, Tanrı gibi insanı da benimsemez ve dolayısı ile hümanizmin dine benzer tesellilerini de reddeder. Tam bu noktada Kadir-i Mutlak Tanrı’nın tam yanı başına insanı da gömebilirsek rahat edebilir. Uyarısı ancak ciddiye alınır.
İnsan artık bir fail ya da yaratıcı olarak görünmediğinden, Yüce Varlık zannedilme tehlikesi ile karşı karşıya değildir. Nihayet olgunluğa erişmiştir- kendi kimliğinden (insanlığından-AHÇ) feragat edebilme karşılığında.
Erkek ve kadın üretici, emekçi, imalatçı ya da kendisinin yaratıcısı olarak görüldüğü müddetçe, Tanrının ömrü asla tükenmez. Her üretim eyleminin ardından bir yaratıcı imgesi beliriverir ve her üretim eylemi –sanat- Tanrı’nın eylemine rakip olur.
Söz konusu olan, hiç bir kurtuluşun olmamasından ziyade kurtarılacak hiç bir şeyin olmamasıdır.
Dini gider yazarken, büyük bir metafizik yanılsamanın yanı sıra başka bi,r dizi önemli mesele ile de ilişiğini keser. Dine tövbe ediyorsa, bunu onu hayli ürperten/büyüleyen bir derinlikten feragat ederek yapar. Bir çok başka değeri de ardında bırakır..
Nasıl ki mizah duygusundan yoksun birinin kendini rahat hissedebildiği yegane komedi türü kaba mizahsa, böylesine aklı karışık toplumların kendilerini rahat hissedebilecekleri yegane inanç formu aklı karışık bir gizem duygusudur. Yani Wall Street’in bir sonu olabileceğini havsalası almayanlar, Kabala’ya inanmak için biçilmiş kaftandır
Bir açı doyurmak ile ıvır zıvır işlerden kurtulma arayışındaki biri adına vergi iadesi açığını kapamak arasında çok kısa bir mesafe vardır. Maneviyatın anlamı, birinin stilistinin ya da borsacısının gideremediği açlıkları doyurmaktır. Fakat bu bayatlamış öte dünyacılık, gerçekten bir ateizm formu, Tanrı külfeti olmadan kendini ahlaken yükseltmiş hissetme yoludur.
Arnold’ın kültürü başka şeylerin yanı sıra, Tanrının mitolojiden arındırılmış bir versiyonuysa, postmodernizmin kültürün kendisinin gizemden arındırılmış versiyonuna ulaşır.
Hayatta kalan yegane aura, biribirinden kolayca ayrıştırılamayan iki fenomenin, meta ve şöhretin aurasıdır. (etki , cazibe)
Tanrı öldüyse, bir zamanlar O’nun yerine geçmeyi düşleyen İnsan’ın da bir ayağı çukurda demektir. Yok olacak fazla bir şey kalmamıştır.
Postmodern düşüncenin ateist olmasının nedenlerinden biri inanca dönük şüphesidir.- sadece dinsel değil, her türlü inanca.- Tüm tutkulu kanaatlerin daha en baştan dogmatik olduğunu var sayma hatasına düşer: Bönce bir cin inancıyla yola düşer, yolun sonunda Gulag’a varırsınız (Gulag: Sovyet toplama kampları)
Halbuki Kierkegaard buraya en uzak mesafededir. “İnanmak, var olmaktır.”
Postmoderne göre, en büyük dimağlara hükmeden şey iman değil tutkudur (arzu-nefs) Soyut öğretiler hatalı biçimde eşitleyicidir.
Yeats’ ise kanaatlerini büyük ihtimal banka memurları veya dükkan sahipleri üzerinden elde etmiş olmalı ki “Bir insanın inançları, onun organları olmaktan ziyade, keyfine göre işe alıp kovacağı uşaklarıdır.” Kanaatindedir.
Nietzsche’e göre ise, inanma mecburiyeti, sapasağlam bir hakikate uzanmayı istemeden bir müphemlikler dehlizinde kaygı içinde var olmak için fazla ürkek olanlara hastır. Dine dönük arzu, empatik.....”...acaksın!” emriyle bizi ahlaki ve bilinçsel güvensizlikten kurtaran bir otoriteye duyulan istektir.
Ne tüm kesinlikler dogmatiktir, ne de tüm müphemlikler meleklerden yana. Yazar çizer takımının bunu kavraması, avukatlara nazaran daha az muhtemeldir. (s:248)
Kapitalizm, özellikle sanayi – sonrası cisimlenişinde, tabiatı itibari ile inançsız bir toplum düzenidir. Gereğinden fazla inanç, onun işleyişi için ne gerekli ne de arzu edilebilirdir.
Yurttaşlar işe gidip geldiği, vergisini ödediği ve polis memurlarına saldırmaktan çekindiği müddetçe dilediklerine inanabilirler. İdeolojinin insan bilincine nüfuz etmesi artık gerekli değildir.
Liberal devlet, geleneksel olarak, tek bir temel inancı yüceltir. Tüm bireylerin dilediklerine inanma hakkı vardır; yeter ki, başka bireylerin aynısını yapabilmek hakkını tehlikeye atmasın veya bu öğretinin kendisine bir tehdit arz etmesin.
Gelişmiş kapitalizm, büyük ölçüde, Nietzsche’nin ihbar ettiği inkar haline hapsolup kalmıştır. Ekonomi tam bir ateist olabilir.; fakat ona bekçilik eden devlet hala tam bir mümin olma derdindedir.
Köktendinciliğin kaynağı nefretten ziyade kaygıdır. Köktendincilik kendini cesur yeni-genç modern dünya tarafından hırpalanmış hisseden ve bazıları bundan kendi azımsanmış varoluşlarına ancak bir süpermarkette bomba patlatarak dikkat çekebileceği sonucunu çıkarmış olan insanların zihniyetidir. Bu mevzu Doğuymuş Batıymış tanımaz. Köktendincilik evrensel bir akidedir. Taraftarlarına Montana tepelerinde de, Şam pazarlarında da rastlanabilir. Bu bağlamda Dünya çok fazla inananlar ile çok az inananlar arasında bölünmüştür. Bazıları her türlü kanaatten yoksunken, diğerleri ihtiraslı bir kesinlikle doludur. Bir tarafta güç ve kar ötesinde çok az şeye sadık olanlar vardır; diğer tarafta ise bu ahlaki hiçliğin kimi sonuçlarından öfkeye kapılıp, küçük çocukların kafalarını havaya uçuracak öğretilerin çığırtkanlığını yapanlar.
Batı kapitalizmi, sadece sekülerizmin değil, aynı zamanda köktendinciliğinde doğumuna yardımcı olmuştur. –Takdire şayan bir diyalektik marifet- Tanrı’yı katletmiş olan Batı Kapitalizmi, şimdi de yağmacı siyasetinden darbe yemiş hissedenler için bir sığınak ve dayanak olarak Tanrı’yı diriltmeye yaltaklık ediyor. Kendini cani bir itikat tarafından dışarıdan kuşatılmış bir halde bulurken, içerden de kapitalizmin öncelikleri nedeniyle kendini kimsesiz ve çaresiz hisseden köktendinci yurttaşlarının paranoya ve öfkesinin hışmına uğruyor.
Kadiri Mutlak’ın tabutunun çivileri, görünüşe göre, hiç de sağlam çakılmamış. Tanrı sadece adresini değiştirmiş; ABD’nin İncil kuşağına, Latin Amerika’nın Evangelik Kiliselerine ve Arap Dünyasının varoşlarına göç etmiş. Ve fan kulübü de sürekli genişliyor.
Din Aydınlanmanın öncelikler listesinde üst sıralarda olduysa , bu özellikle onun siyasi öneminden kaynaklanıyordu.
Yüksek Modernizm ve Kültürkritik, bu akımlar için kültür siyasetten büyük ölçüde koparılmalı ya da en azından onun siyaset karşıtı bir versiyonu olarak görülmeliydi. O, dinsel inancın yanı sıra Kaba-saba bir dünyanın da alternatifiydi. Ancak süreç içinde dinsel inanç varlığını korurken, yüksek kültür giderek savunmaya çekildi.......devrimci milliyetçilik- yerini kültürel siyaset olarak bilinen daha az iddialı bir girişime bıraktı.
Yeni Ateizm asla Dünya Ticaret Merkezinin enkazından doğmadı; fakat bundan yeni bir güç kazandı. Doğudan beliren tehdit karşısında Batı uygarlığının yeni ve militan bir savunmaya ihtiyacı vardı .
Amerikalı Sam Harris, 11 eylül saldırılarından sonra nükleer silah geliştirmekte olan Müslüman devletlere karşı “on milyonlarca masum sivilin” ölümüne yol açacak önleyici bir nükleer saldırıyı göze almaya hazırdı. Hatırlatmış olalım; bu, barbarlığa karşı fikir savaşı veren uygarlığın sesidir. Haris Anlaşılan kendini Liberal olarak görmektedir. Onun daha merkez sağ arkadaşlarının cebinde acaba Müslümanlar için daha başka hangi hoş sürprizler saklıdır. İnsan merak ediyor... Artık Tanrı barbarlığın, inançsızlık ise uygarlığın safındaydı.
D’Alembert’den Dawkins’e akılcılığın kabullenmeye gönülsüz olduğu şey, insan akılsallığının bedensel bir akılsallık olmasıdır. Aquinas’tan kabaca artırırsak, sahip olduğumuz bedenlerin cinsi nedeniyle mevcut şekilde düşünürüz. Akıl ancak kendi ötesine uzanan bir şeyde kök saldığı takdirde hakiki anlamda aklidir.
Siyasala “ilave” bir dinsel arayışında olan bazı kişilere şimdilerde sağda değil, solda rastlanılmaktadır –kısmen, şüphesiz, geç kapitalizmin manevi boşluğuna yanıt olarak, ama aynı zamanda inanç, umut, adalet, cemaat, kurtuluş vb nosyonlarının hem dinsel hem seküler versiyonlarında gerçekten de kimi önemli benzerlikler olduğundan. Bu nedenle Badiou, Agamben Ve Debray’dan Derrida, Habermas ve Zizek gibi önde gelen bir dizi solcu düşünür, kimi sadık müritlerini hüsrana ve şaşkınlığa uğratarak teolojik meselelere yönelmişlerdir.
Dinsel inanç, inançsızlar arasında nadiren böylesine moda olmuştur.
Bugün dine dönük ilginin yeniden canlandığını gözlüyorsak, bunun tek nedeni, kapitalist düzen giderek manen iflas ederken inanma ihtiyacının zaruri hale gelmesi değildir. Bir diğer neden de, Radikal İslam heyulası ile bu iflasın daha da göze batar olması ve dolayısı ile sözde tröre karşı savaş kazanılacaksa – önünün alıması gerektiğindendir.
Makyavel dinsel düşüncelerin –ne kadar içeriksiz olurlarsa olsunlar- kitleleri dehşete düşürmeye ve teskin etmeye yaradığını düşünürdü. Voltaire kendi dinsizliğini hizmetçilere bulaştırmaktan korkardı.
Toland’ın kendisi “akılcı” bir Hıristiyan inancına tutunur, fakat ayak takımının kendi batıl inançlarıyla baş başa kalması gerektiğini düşünürdü. En hızlı şüphecilerden Gibbon, hor gördüğü dinsel öğretilerin toplumsal açıdan faydalı olduğunu savunurdu. Montesquieeu , Hume, Diderot, Jürgen Habermas, Arnold, Auguste Comte, Durkheim, Leo Strauss gibileri dinsel inançlara zerrece itibar etmeseler de bunların toplum için gerekli olduğunu düşünürlerdi.
Maddenin hakikatinden- siyasal toplumun hiç bir mutlak değeri olmadığından – haberdar olan filozoflar eliti, bunu her tür maliyeti göze alarak kitleden saklamaları gerektiğin düşündüler.
Toland’ın kendisi “akılcı” bir Hıristiyan inancına tutunur, fakat ayak takımının kendi batıl inançlarıyla baş başa kalması gerektiğini düşünürdü. En hızlı şüphecilerden Gibbon, hor gördüğü dinsel öğretilerin toplumsal açıdan faydalı olduğunu savunurdu. Montesquieeu , Hume, Diderot, Jürgen Habermas, Arnold, Auguste Comte, Durkheim, Leo Strauss gibileri dinsel inançlara zerrece itibar etmeseler de bunların toplum için gerekli olduğunu düşünürlerdi.
Maddenin hakikatinden- siyasal toplumun hiç bir mutlak değeri olmadığından – haberdar olan filozoflar eliti, bunu her tür maliyeti göze alarak kitleden saklamaları gerektiğin düşündüler.
Bütün bunlarda nahoş bir samimiyetsizlik var.” Kendim inanmıyorum; fakat siyasi çıkarlar nedeni ile senin inanman şart” muhakemenin dürüstlük ve tutarlılığına sahip olması beklenen düşünürlerin, sloganı bu.
Meselenin Tanrı’nın ölümünden ziyade, Yaratıcısını öldüren fakat-hayret verici bir kişisel tutarsızlıkla- onun hala yaşıyor olmasından serzenişte bulunan İnsanın kötücül inancı olduğunu söyleyebilmek için Nietzsche’nin küstah cüretkarlığına sahip olmak gerekir. “Yani mesele İnsanların Tanrı’nın cenaze töreninde kendilerini yeniden yaratma (bu sefer tanrı olmadan-AHÇ ) becerisini kendilerinde görmeyi başaramamış olmalarıdır.
Çözülüşün alameti, yoksul ve güçsüzlerle dayanışmadır. İnanç, kültür ve siyaset arası yeni bir düzenlemenin doğabileceği yer tam da burasıdır.
* Şemseddin Yeşil
Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın
Konu yorumu: Tanrı’nın Ölümü ve Kültür-Özet / Terry Eagleton
Açıklama:
Değerlendirme: 5
Yorum: Ahmet H. Çakıcı
Etiketler:
Kitaplarım,
Tanrı'nın Ölümü ve Kültür,
Terry Eagleton
1 yorum:
iyi bir özet olmuş. Nasıl uğraştınız?
Yorum Gönder