Antonio Negri ve Michael Hardt'ın beraberce hazırladığı bu eser Ayrıntı Yayınlarından çıkmış. İlk baskısını 2001 yılında 400 sayfa olarak yapan eser şu an 8.baskıya ulaşmış.
Kitap, Modernist Ulus-Devletlerin
tarihten çekilme süreçlerini ve onların yerini almakta olan; yazarların,
“İmparatorluk” diye isimlendirdiği yeni bir yönetim ve tahakküm biçimini
tanımlama gayreti içinde. "Vakti okuma" derdi olanların atlamamaları gerektiğini
düşündüğüm ve çok faydalandığım bir eser oldu.
Ancak, okuduğum bu tür eserlerin
çoğunda karşılaştığım tercüme sorunu bu eserde de var. Cumhuriyete geçişle,
özellikle Harf Devriminden sonra Türkçe’nin çok fakirleştiğini ve bu dille
felsefik eserlerin tercüme edilmesinin çok zor olduğunu kabul ediyorum. Lakin fakir olan bu dilin içine girmiş, kaynaşmış Arapça ve Farsça kelimelere karşı manasız bir alerji duyarak dili iyice uydurukçaya dönüştürmeyi de anlamıyorum.
Ciddi ciddi, "Anlaşılmasın, toplumun hikmet düzeyi yükselmesin diye bu
eserlere suikast mi yapıyorlar?" diye düşünmeye başladım.
Elimden geldiğince bu eseri özetleyerek huzurunuza getirmeye çalıştım. Ümit ederim faydalı
olabilirim.
Kitap William
Morris’ten bir alıntı ile başlıyor: İnsanlar savaşır ve
kaybeder; uğruna savaştıkları şey yenilmelerine rağmen gerçekleşir, ama ortaya
çıkan düşündüklerinden farklı bir şeydir; başka insanlar başka bir adla onların
davası için savaşmak zorunda kalır.
Emperyalizm gerçekte
Avrupalı-ulus devletlerin egemenliklerini kendi sınırlarının ötesine
taşımasıydı. Nasıl ki, 19. Yüzyıl bir Britanya Yüzyılı idiyse, 20. Yüzyıl da bir
Amerikan yüzyılıdır; daha doğrusu “Modernlik” Avrupa ise, “post-modernlik”
Amerika’dır. Demek ki, karşıtlarının yapabileceği en ağır suçlama, ABD’nin
Avrupalı emperyalistlerin pratiklerinin tekrar ediyor olmasıyken, yandaşları
Avrupa'nın yanlışlarını doğruya çeviren çok etkili ve yüce gönüllü bir dünya
lideri olarak ABD’yi kutluyor. Ama bizim temel varsayımımız yeni bir emperyal
egemenlik biçiminin ortaya çıktığı doğrultusundadır ve bu, bu görüşlerin
ikisiyle de çelişir. ABD bir emperyalist projenin merkezini oluşturmamaktadır
ve aslında günümüzde hiç bir ulus-devlet bunu yapamaz. Emperyalizm miadını
doldurmuştur. Bundan sonra hiç bir ulus modern Avrupalı ulusların bir zamanlar
olduğu gibi dünya lideri olamayacaktır.
İmparatorluk’un en
temel vasfı sınırlarının yokluğudur. İmparatorluk yönetiminin ucu bucağı belli
değildir... İmparatorluk kavramı fetihler sonucu ortaya çıkmış bir tarihsel
rejimi değil, tarihi etkili biçimde askıya alan ve böylece mevcut durumu
ebedilik biçiminde sabitleyen bir düzeni anlatır.
Karşımıza çıkan
imparatorluk muazzam baskı ve yıkım güçleri kuşanmıştır, ama bu gerçeğe bakıp da
eski tahakküm biçimlerinin nostaljisine de kapılmamak gerekir. İmparatorluğa
geçiş ve onun küreselleşme süreçleri, özgürlükçülere yeni imkanlar sunar.
Şimdinin
Politik Kuruluşu
Dünya Düzeni
Kapitalizm ancak
devletle özdeş hale geldiğinde, devlet olduğunda zafer kazanır. (Fernand
Braudel)
Ortalığı kan gölüne
çevirip adına barış diyorlar. (Tacitus)
Avrupa Modernliğinin en
azından Westphalia Barışı’ndan beri bıkıp usanmadan ileri sürdüğü uluslararası
düzen nosyonunun artık krize girdiği (dolayısı ile Birleşmiş Milletler
Örgütü’nün) genel kabul görüyor. (1945’ten beri BM’nin misyonu, Batı'nın savaşlarını
Batı'nın dışında tutmak ve Batı'nın liderliğini kollamak, yeni bir Dünya
liderinin önünü kesmek olduğunu düşünüyorum. AHÇ)
Birçok çağdaş teorisyen
kapitalist üretimin ve dünya piyasasının küreselleşmesinin kökten yeni bir
durum ve önemli bir tarihsel kayma olduğunu kabul etmek istemezler. Örneğin,
dünya-sistemleri perspektifini benimseyen teorisyenlere göre, kapitalizm
başlangıcından itibaren daima bir dünya ekonomisi olarak işlemiştir; bu yüzden
imdi sanki yeni bir şeymiş gibi kapitalizmin küreselleştiği yaygarasını
koparanlar olsa olsa kapitalizmi ve tarihini yanlış anlamışlardır.
Bütün orta çağ boyunca
ayakta kalmış olan Roma-Germen geleneğinde iki hak nosyonu el ele gitmiştir. (
Hem ebedi Hakikat adına, hem de Dünyevi Etik”in (herkes için en iyisi)
gerekliliği adına hareket etme iddiası : AHÇ)..... Bugün ABD’nin “bellum justum” ya da “haklı savaş” kavramına
yeniden ilgi duyması bu kavramın yeniden etkili hale gelmesidir. Antik dönemin
emperyal düzenleriyle bağı olan, zengin ve karmaşık soy kütüğü... kutsal
kitaplara kadar uzanan bu kavram, yakın dönemde, bir savaş bahanesi (kutsal
görev- AHÇ) olarak yeniden ortaya çıktı.
Yani bir yandan savaş
güvenlik eylemi statüsüne indirgenmiş, öte yandan ise savaş yoluyla etik
işlevlerini yerine getirebilen güç kutsallaştırılmıştır.
... “Haklı savaş” bir
savunma ya da direniş etkinliği olarak, Yeryüzü şehrinin (Tanrı’nın hediye
ettiği-AHÇ) dolayısı ile kendi hayatını korumanın bir zorunluluğu değildir. “Haklı
savaş” daha çok bir eylemin kendi kendinde meşrulaştırılmasıdır. Haklı
savaş daha çok kendinde haklılaşan bir eylem haline gelmiştir. (S:34)
Yeni paradigmayı,
egemen-ulus devletlerin gerilemesiyle, uluslar arası piyasaların
düzensizliğiyle, devletler arası uzlaşmaz çatışmanın sona ermesiyle vb gibi
sadece negatif terimlerle tanımlamaya kalkarsak yanılırız. Şayet yeni paradigma
sadece bunlardan ibaret olsaydı, sonuçları da tam anlamıyla anarşik olurdu.
Yeni paradigma hem
sistem hem hiyerarşidir, normların merkezi inşası ve dünya çapına yayılmış
geniş kapsamlı meşruluk üretimidir. ( Önce
hiyerarşiyi kabul ettir, sonra değerleri yenidentanımla. AHÇ)
....İmparatorluk
kendi başına güç temelinde değil, gücü hakkın ve barışın hizmetinde
gösterebilme yeteneğinden meşruluğunu alır.
... O yüzden İmparatorluğun ilk görevi kendi iktidarını destekleyen
konsensüsler alanını genişletmektir.
Emperyal hakkın ilk ve
örtük kaynağını, düzeni yaratmak ve sürdürmek için polislik eylemi ve polislik
kapasitesinden tanımlayabiliriz. Emperyal düzenlemenin meşruluğu polis
kuvvetinin kullanılmasını desteklerken, küresel polis kuvvetinin eylemliliği de
emperyal düzenlemenin gerçek etkisini gösterir. O halde , istisnai durumlara
hükmetme amaçlı tüzel güç ve polis kuvveti kullanma kapasitesi, emperyal
otorite modelini belirleyen ilk iki koordinattır.
Peki burada tüzel bir
terim olan “hak” kavramını kullanabilir miyiz? Sürekli bir istisnai durum ve
polis gücü temelinde, hak ve hukuku salt bir etkililik sorununa indirgeyen bir
dizi tekniğe nasıl “hak” adını verebiliriz?
Müdahale hakkı,
uluslararası düzeni korumak amacıyla imzalanan kurucu antlaşmayla, Birleşmiş
milletlerin eline verilen araçlar takımı arasında göze en çok çarpan Haktır.
İster hak ister
konsensüs yoluyla meşruluk kazanmış ulus üstü özneler, herhangi bir acil durum
ya da üstün etik ilkeler bütünü adına müdahalede bulunuyor. Bu müdahaleler,
sürekli bir acil ve istisnai durum değil, temel adalet değerlerine gönderme
yapılarak haklılaştırılan sürekli bir acil ve istisnai durumlar yaratıyor. Başka
bir deyişle, polislik hakkı evrensel değerler adı altında meşrulaştırılıyor.
Tanık olduğumuz süreç,
yeni bir dünya düzeninin maddi kuruluş süreci, bu düzenin idari
mekanizmalarının güçlendirilmesi ve bütün yer küre üzerinde yeni emir komuta
hiyerarşisinin üretilmekte olduğunu gösteriyor.
Kendimizi giderek daha
çok bu yapının parçası olarak hissetmeye zorlanıyor ve bu çerçevede olan
bitenin sorumluluğunu üstlenmeye çağrılıyoruz.....her insanın ve yurttaşın
dışsal ahlakiliği artık sadece İmparatorluk çerçevesi içinde ölçülebiliyor.
Değerleri kavramaya
yönelik kişisel araçlar artık yoktur... değerlerin yerelliği, onların
ahlakiliğini koruyan sığınaklar, işgalcilere karşı çekilen kişisel sınırlar hep
kayboluyor. Hepimiz “mutlak”mış gibi
sunulan sorular ve radikal alternatiflerle yüzleşmek zorunda bırakılıyoruz.
İmparatorlukta etik, ahlak ve adalet yeni boyutlar kazanıyor . (S:41)
Ahlaki, politik ve
tüzel çürüme aynı zamanda yeniden inşa, çözülmez sorunlara yeni çözümler
fırsatı da demektir.
Biyo-Politik Üretim
“Polis”, yasa
koyucular, ordu ve maliyeyle birlikte, devletin başındaki yönetim birimi gibi
görünür. Doğru, ama aslında polis akla gelen hemen her şeyi kuşatır. Turquet
şöyle der: “Polis insanların koşullarına, onların yaptığı ya da yapabileceği ne
varsa oralara doğru dallanıp budaklanır. Polisin alanı yargı, finans ve orduyu
içine alır.” Polis her şeyi içerir. (Michel Foucault)
Disiplinci iktidar
sonuç olarak düşünce ve pratik sınırlarını ve parametrelerini belirleyerek,
normal ve/veya sapkın davranışları tarif edip yaptırıma tabi kılarak yönetir.
...hayat artık
iktidarın bir nesnesi haline gelir. Bu iktidarın en önemli işlevi; hayatı bütün
yönleri ile kuşatmak, ana görevi de; hayatı yönetmektir.
Disiplin toplumunda
bireyle iktidar arasındaki ilişki statikti: İktidarın disiplinci işgali bireyin
direnişine denk düşüyordu. Ancak iktidar bütünüyle biyo-politik hale
geldiğinde, bütün toplumsal bünye iktidar mekanizması tarafından tasarlanır ve
onun ritüelliği eşliğinde şekillenir... toplumsal yapı ve gelişme süreçlerinin
sinir uçlarına kadar erişen bir iktidar altında yaşayan toplum, tek bir bünye
gibi tepki verir. İktidar böylelikle insanlarının bilincinin ve bedenlerinin
derinliklerine kadar işleyen bir kontrol mekanizması olarak kendini gösterir.
Kontrol toplumu ve
biyo-iktidar kavramlarının her ikisi de İmparatorluk kavramının merkezi
özelliklerini betimler.
Toplumun birey
üzerindeki kontrolü yalnızca bilinç ya da ideoloji yoluyla değil, beden de ve
bedenle de sağlanır. Kapitalist toplum içinde en önemli şey; biyolojik, somatik (bedeni) olan şeydir,
biyo- politikadır.
Ulus üstü büyük mesleki
organizasyonlar Ulus-Devletleri kendi üretip hareketlendirdikleri malların, paraların ve insanların akış
kaydını tutan araçlara dönüştürmek istiyorlar.
Bu yapılar doğrudan yatırım yapıyor, kaynakları bölüştürüyor, çeşitli
sektörleri ve hiyerarşilerini örgütlüyorlar. Finansman, yatırım ve para
hareketlerini yöneten bu karmaşık yapı dünyanın yeni coğrafyasını yani, yeni
biyo-politik yapılanmasını örgütlüyor.
Bu yapı kendini en çok
parasal açıdan belli eder. Bu açıdan bakınca bir “değer”ler tasarlayıcısını,
bir paylaştırma makinesini, bir birikim mekanizmasını, bir dolaşım aracını, bir
iktidarı ve bir dili gösterebiliriz. Paraya bulanmış hayatın dışında kalan
hiçbir şey, hiçbir duruş, hiçbir “çıplak hayat” yoktur; hiçbir şey paradan
kaçamaz. Üretim ve yeniden üretim paradan elbiseler giyinip kuşanmıştır. ...”Biriktir,
biriktir! Musa ve diğer peygamberler de böyle buyurur.”
Büyük endüstriyel ve
finansal güçler yalnızca metaları değil öznellikleri de üretir: İhtiyaçları,
toplumsal ilişkileri, bedenleri ve zihinleri tanımlar/üretir. Biyo-politik
alanda hayat, üretim için çalışmak ve üretim de hayat için çalışmak haline
getirilir.
Toplumsal hayatın
politik sentezi, iletişim alanında sabitlenmiştir. Onlar sadece üretimi yeni
bir düzeyde örgütlemekle ve küresel alana uygun yeni bir yapı dayatmakla
kalmazlar bunun için gerekli meşruiyet alanlarını da üretirler. Örgütler de bu
yolla aynı iktidarlar gibi bir otorite olarak konuşur ve kendilerini
tanımlarlar.
İletişim endüstrileri,
kitleleri sadece kitleleri iktidarın hizmetine sokmaya değil, fiilen onları
kendi hedeflerine tabi kılarak, imgesel ve simgesel olanı biyo-politik doku
içinde birleştirirler. (Biyo-Politik kavramını, “gerçek”in yerine iktidarlar
tarafından “üretilmiş gerçeklik” olarak tanımlayabileceğimi düşünüyorum.
Emperyal kalabalıklara ihtiyacı, gerçeği, hakkı, hayatı kendi ekonomik
hedefleri doğrultusunda tanımlar ve dayatır. Bu “üretilmiş gerçek”lik
“gerçek”in yerine ikame edilir.-AHÇ”
Küreselleşmenin sonuçlarından
biri de, insanın bilgi ve iletişim üzerinden kolonileştirilmesi/sömürgeleştirilmesidir.
Emperyal makine, bu koloninin dışında kalınabilecek bir alan bırakmaz.
Bugün İmparatorluğun
karşı çıktığı düşmanlar askeri olmaktan çok ideolojik bir tehdit oluşturuyor,
ama yine de kaba kuvvetle yürütülen İmparatorluğun iktidarını ve bu iktidarın
etkinliğini, garantiye alan bütün düzenlemeler daha şimdiden teknolojik olarak
son derece ileridir ve politik olarak sağlam desteklere sahiptir.
“İmparatorluğun müdahale
güçleri ilk olarak öldürücü silahlar değil, ahlaki
araçlardır......Kullandıkları dil ve yürüttükleri faaliyetler yoluyla “satın
alamamayı” felaket olarak tanımlarlar. Fakirlik bir lanetlenmişliğe
dönüştürülür.”
STK’ların yoksullarla
baş etme gayretlerinde, düşmanı (fakirliği) herkesin önünde suçlamaya ve
aşağılamaya yönelmeleri doğal bir tepkiye dönüşmüştür. Düşmanla savaşma
görevinin fiili olarak “seküler kanat”a bırakılmış olmasında da şaşılacak bir
yan yoktur. STK’lar yeni ahlak tanımlama sürecinde emperyalizmin cepheye sürmüş
olduğu öncü kuvvetlerdir.
Ahlaki müdahaleler sıklıkla
ortamı askeri müdahaleye hazırlayan ilk eylem olarak hizmet görür. Böylesi
durumlarda askeri, operasyon uluslar arası onay almış bir polis eylemi olarak
sunulur.
Emperyal kuruluşun
arkasındaki etkin taraflar şundan emindir. İmparatorluğun yapısı yeterli düzeye
gelince, mahkemeler adaletin tanımlanmasındaki lider rollerini
üstlenebilecekler. Ama şimdi ellerinde fazla bir güç olmasa
da uluslar arası mahkemelerin faaliyetlerinin kamuoyunda sergilenmesi çok
önemlidir. ( Ulus Devletlerin mahkemeleri tamamen kaldırılarak, Uluslararası örgütlerin mahkemeleri herkesin
başvurabileceği mahkemeler yapılmaya çalışılıyor- AHÇ)
Mahkemeler süreç içinde
sadece yenilmişlere mahkumiyet kararları veren bir organ olmaktan çıkıp, ahlaki
düzen içindeki ilişkileri, polis eylemlerini ve emperyal egemenliği
meşrulaştırıcı mekanizmaları dayatan ve
yaptırıma bağlayan yasal bir organ yada organlar sistemi olma yönünde dönüşmeye
zorlanacaktır.
Emperyal egemenliğin
gücünün fiiliyatta olmaması ve süreksizliği kuvvetinin etkisini azaltmaz; tam
tersine onun günümüz üzerindeki etkinliğini ve son tahlilde dünya sorunlarını
çözmek için kullanabileceği meşru gücü göstererek bizatihi imparatorluk
aygıtına güç katar. (S:63)
İmparatorluk İçinde
Alternatifler
İmparatorluk,
kolonyalizm ve emperyalizmin sona erdirilmesinde bir rol oynamış olabilir. Ama
aynı imparatorluk birçok bakımdan yıktığı rejimlerinkinden çok daha acımasız
bir sömürüye dayanan kendi iktidar ilişkilerini de kurar. Modernliğin sonu,
sömürünün de sonunu getirmedi. ...Muazzam servetleri kontrol eden küçük bir
azınlığın açlık sınırında yaşayan yoksul çokluktan giderek çok daha fazla
kopuşuna şahitlik ediyoruz.
Bunları kabul etmekle
birlikte, önceki iktidar yapılarına yönelik herhangi bir nostaljiyi ortadan
kaldırmak ve eski düzene dönüşe dair her tür politik stratejiyi (mesela
ulus-devleti yeniden canlandırmayı) reddetmek amacıyla, İmparatorluğun
inşasının ileriye doğru atılmış bir adım olduğunu düşünüyoruz.
Bize göre yerelliği
savunan tutum, hem yanlış hem de zararlıdır......yerelliğin üretimine dikkat
edilirse, yerel olarak görülen ayrılıkları var edenin toplumsal makineler
olduğu görülecektir.Yerelliğin farklılıkları gerçekte ne önceden vardır, ne de
doğaldır. Bunlar bir üretimin/bir yönlendirmenin neticeleridir.
Küreselleşmeye direnme
ve yerelliği savunma doğrultusundaki bu sol strateji, aynı zamanda birçok
durumda yerel kimlikler olarak ortaya çıkan şeylerin otonum veya kendinden
gelişen hareketler olmayıp kapitalist emperyal makinenin gelişmesini besleyen
ve ondan beslenen unsurlar oldukları için zararlıdırlar. (Emperyal sürece
direnmenin imkanı yok, uzlaşmanın yollarını arayalım diyor, sanırım. AHÇ)
Yereli savunma
stratejisi İmparatorluk içinde var olan gerçek alternatifleri ve potansiyelleri
karanlığa gömdüğü ve hatta inkar ettiği için zararlıdır.
Modernlik bize
kardeşler arasında ölümcül savaşları, yıkıcı “gelişme”yi zalim bir “uygarlığı”
ve daha önceleri tahayyül bile edilmemiş bir şiddeti miras bırakmıştır.
Modern olumsuzluk
herhangi bir aşkın alemde değil, karşımızdaki sert gerçeklikte yer alıyor:
Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarındaki muharebe alanlarından, Verdun’ûn ölüm
tarlalarından, Nazi Kamplarına ve Hiroşima’yla Nagazaki’de on binlerin bir anda
yok edilişine kadar varan örneklerde, Vientnam ve Kamboçya’daki napalm
bombalarında , Setif ve Saweto’dan Sabra ve Şatilla’ya kadar ki katliamlarda ve
daha nice örnekte....eğer bu modernlik sonuna gelmişse ve eğer emperyalist
tahakküm ile sayısız savaşın ilk akla gelen nedeni konumundaki Modern Ulus-Devlet
dünya sahnesinden siliniyorsa, ne diyelim, uğurlar olsun!
Ertenasyonalizm, aktif
bir kitlesel öznenin iradesiydi ve bu irade; ulus-devletlerin, kapitalist
sömürünün anahtar failleri olduğunu ve çokluğun sürekli onların anlamsız
savaşlarına sürüklendiğini, kısacası ulus devletin çelişkileri giderilemez ve
çözülemez, ancak yıkılabilir bir politik biçim olduğunu kabul ediyordu. S:71
Enternasyonal dayanışma
kısaca ulus-devletin yıkılması ve yeni bir küresel dayanışma kurulması projesiydi......
Bugün bu tür bir proleter enternasyonalizmin zamanının dolduğunu hepimiz açıkça
kabul etmeliyiz.....üstüne üstlük proleterya sadece enternasyonal değil küresel
de olmuştur....bu tuhaf ve ironik durumu William Morris “Uğruna savaştıkları
şey, yenilmelerine rağmen gerçekleşmiştir.” Diye ifade eder.
Bizzat emeğin ve devrimin öznesinin daimi
olarak değiştiğini kabul etmemiz gerekiyor. Proleteryanın bileşimi değişmiştir.
Dolayısı ile proleterya anlayışımız da değişmelidir. Biz kavramsal olarak
proleteryayı; emeği, kapitalist üretim ya da yeniden üretim biçimleri
tarafından doğrudan ya da dolaylı olarak sömürülen ve bu biçimlere tabi kılınan, herkesi kapsayan geniş bir kategori olarak
anlıyoruz.
20. Yüzyılın son
yıllarındaki en radikal ve güçlü mücadeleleri, kıvanç duyduğumuz şu iletişim
çağında her şeyi yapmış ancak birbirleri ile iletişim kuramamışlardır.
Direnişler,
televizyonda (Tiananmen, Los Angeles, Kudüs, Pekin, Nablus, Chipas, Seul vs)
internette ve akla gelen her türlü iletişim aracında son derece
medyatikleştirilmiş olmalarına rağmen, iletişim kuramıyorlar. Burada bir
iletişimsizlik paradoksu ile karşı karşıyayız.
Dünya’nın başka
yerlerindeki mücadeleler, hatta bizim
kendi mücadelemiz anlaşılmaz yabancı bir dille yazılmış gibi. Bu durum, önemli
bir politik göreve işaret ediyor: İletişimi kolaylaştıran yeni bir ortak dilin
kurulması.
İmparatorluğun
kurulması ile iktidarın “dışında bir şey” kalmamıştır, dolayısıyla zayıf
halkalar yoktur. Önemli sayılmak isteyen her mücadele İmparatorluğun kalbine,
onun kuvvetini aldığı yere saldırmalıdır. Ama bu, saldırının sadece,
Wasington’dan ya da Cenevre’den yapılabileceği anlamına gelmiyor: Aksine,
İmparatorluğun inşası ve ekonomik ve kültürel ilişkilerin küreselleşmesi demek,
imparatorluğun merkezine her noktadan saldırılabilir demektir.
Emperyal küreselleşme
süreçleri, eğer doğrudan emperyal gücün en üst düzeylerine temas eden çokluğun
patlamaları tarafından sürekli hem engellenip hem ileri itilmezse bu süreçler
var olamazlar ya da ilerleyemezler.... İmparatorluğun sürekli genişlemesi ve
biyo-politik alanın karmaşıklığına ve derinliğine giderek daha sıkı tutunma
yönündeki daimi baskı, emperyal makineyi bir çatışmayı çözdüğüne inandığı anda
yeni bir çatışmanın içerisine iter.
İmparatorluk açısından
olaylar sıklaştıkça bu olayların kestirilemeyen zamanlamasına müdahale etmek
zorlaşır. Mücadelelerin sergilemekte oldukları en anlamlı özellik, neredeyse eş
zamanlı hale gelen, genelde birikim yaratan ani hızlanmalar, tam anlamıyla
ontolojik bir güç ortaya koyan ve İmparatorluğun en hassas dengelerine beklenmedik
darbeler indiren patlamalardır.
Çokluk toplumsal
dünyamızın gerçek üretici gücü iken, İmparatorluk; yalnızca çokluğun hayat
damarlarını kurutan bir kapandır ya da Marks’ın söyleyebileceği gibi; ancak
canlıların kanını emerek hayatını sürdürebilen, ölü emeğin biriktirilmesinden beslenen
bir vampir rejimidir.
Spinoza “Peygamber
kendi halkını yaratır.” derken ortaya koyduğu materyalist teleoloji (Teleoloji,
yaşamı ve evreni amaçlarla temellendiren ve açıklayan düşünce biçimidir. AHÇ) nosyonunu belki de yeniden keşfetmemiz
gerekiyor. Belki de Spinoza’yla birlikte bu Peygamberlerin arzusunun karşı
konulmaz olduğunu ve çoklukla özdeş hale geldikçe daha da güçlendiğini kabul
etmemiz gerekiyor.
Egemenlik
Yolları
İki Avrupa İki Modernlik
İster kendinizi
“yanılmaz-Hak”olarak tanımlayıp egemenliğin hakkınız olduğunu iddia edin, ister
egemenliğinizi kurup sonra kendinizi “yanılmaz-Hak” ilan edin; her iki yolla da
bir “Mutlak ve Kutsal Güç” var edersiniz. İster hükümetlerin baskısı, ister
filozofların aklıyla olsun; ister halktan biri, ister kral olsun, sonuç
aynıdır. (François Guizot)
Avrupa Modernliği,
egemenlik ilkesinden ayrılamaz haldedir. Kavram, Avrupa-Merkezciliğinin
kuruluşunda temel taşı olmuştur. Modern egemenlik kavramı Avrupa'nın dışarı ile
ilişkileri ve kolonyal proje ve bu projeye karşı gelişen direnişler ekseninde
doğup gelişmiştir. Demek ki; modern egemenlik, hem içeride hem dışarıda
Avrupa’ya tepkinin ve Avrupa tahakkümünün kavramı olarak ortaya çıkmıştır. Bu
ikisi aynı gelişmenin yan yana var olan ve birbirini tamamlayan iki yüzüdür.
Avrupa içerisinde hükmetmek ve Avrupa'nın dünyaya hükmetmesi.
13. Yüzyıldan 16.
Yüzyıla uzanan dönem içindeki bütün bu felsefi gelişmelerde devrimci olan yan,
daha önce sadece göklere atfedilen yaratma gücünün yeryüzüne indirilmesi idi.
İnsanlık, felsefe ve
bilimde olduğu gibi politikada da Ortaçağ din anlayışından almış olduğu şeyi modernliğin
bu erken döneminde yeniden ele geçiriyordu.
Modernliğin başlangıç
hamleleri devrimcidir ve eski düzen bununla alaşağı edilmiştir.
Modernlik birleştirici
bir kavram değildir ve en azından iki farklı tipi vardır. Birinci tip modernlik
radikal bir devrimci süreci anlatır. Bu modernlik geçmişle bağlarını koparır,
dünya ve hayata ilişkin yeni paradigmalar önerir. Bu modernlik, bilgi ve eylemi
bilimsel deney olarak geliştirir, insanlığı ve arzuyu tarihin merkezine
yerleştirerek demokratik bir politikaya yönelimi tanımlar.
İkinci tip modernlik, “kutsal
bir kurulu iktidarı” “arzu temelli bir iktidarın” karşısına yerleştirir. Bu çok
büyük bir kriz sebebidir ve Rönesans bu yüzden savaşla noktalanmıştır. Dinsel,
toplumsal ve birbirine karşı yok edici bir savaşla.
Modernliğin kendisi
krizle tanımlanır; bunlar arzulu, kurucu ve yaratıcı kuvvetlere dayanarak düzen
kurmayı amaçlayan düşünce ile din temelli
iktidarlar arasındaki bitmek bilmez çatışmalardan doğan krizlerdir.
Avrupa modernliğinin iç
çatışması, dış bir çatışma olarak küresel düzeye de yansıdı. Rönesans
düşüncesinin gelişimi hem Avrupalıların Amerika’yı keşfine hem de dünyanın geri
kalanının üzerine tahakküm kurmasının başlangıcını ifade ediyordu.
Descartes’la birlikte
Aydınlanma çağının, daha doğrusu burjuva ideolojisi çağının başladığını
görüyoruz.
Hegel; “Modern
insanlığın özgürlüğü, ancak tahakkümün bir sonucu olabilir; çokluğun arzu
merkezli beklentileri bu yolla kutsal devlet gücüne dönüştürülür.... Artık
çabalayan, arzulayan ya da seven hiç bir şey yoktur; potansiyel olanın içeriği
sonuç tarafından engellenmiş, kontrol edilmiş ve hegemonya altına alınmıştır.
Modernliğin temel
sorunu siyaset felsefesinde kendini gösterir.......kutsal bir politik aygıt.
Thomas Hobbes’un mutlak bir egemen yönetici “Yeryüzünde, Tanrı yönetici”
önermesi buna denk düşer. Bu liderle toplum arasında normal hayatın sürmesi
için kaçınılmaz bir sözleşmedir. Bu sözleşmeye göre; “doğru aklın olmadığı
görüldüğünde, birinin ya da birilerinin aklının boşluğu doldurması gereklidir;
o biri ya da birileri muktedir egemendir.”
Hobbes’da “Egemenlik
hem kutsaliyet hem de temsiliyet olarak tanımlanır....egemen hükümdarın ve
mutlak iktidarın temel özelliği uyruklarına genelde onların rızalarını
almaksızın adalet dağıtmaktır.”
Egemenliğin gerçek
anlamda sadece monarşilerde var olduğu söylenir; çünkü sadece tek bir birim egemen
olabilir. Eğer yönetimde iki, üç ya da daha çok birim olursa egemenlikten söz
edemeyiz, çünkü egemen başkalarının egemenliğine tabi olamaz. Demokratik,
çoğulcu ya da popüler politik biçimler ilan edilebilir edilmesine, ama modern
egemenlik gerçekte sadece tek bir politik figüre, yani bir tekil kutsal
iktidara sahiptir.
Arif Dirlik, Avrupa Merkezcilik,
kendini diğer (Çin merkezcilik gibi) etnik merkezciliklerden ayırmış ve her
şeyden önce sermaye güçleri tarafından desteklendiği için küresel ağırlık kazanmıştı.
Der.
Avrupa modernliği
kapitalizmden ayrılamaz..... Asgariye indirilen ama etkili olan devlet
açısından yapılması gereken şey, tüm toplumsal işlevleri ve emek
faaliyetlerini tek bir değer ölçütüne indirgeyerek özel kişilerin refahıyla
kamu çıkarını denkleştirmektir. Devletin müdahale edip etmemesi tali bir
meseledir.
Modern Avrupa
egemenliği kapitalist egemenliktir; sermayenin gelişmesiyle bağlantılı olarak
bireysellik ve evrensellik arasındaki ilişkiyi üstten belirleyen bir yönetim
biçimidir.
Bütün dışsal politik
iktidarlara karşı bir politik iktidar, bütün öteki devletlere karşı bir devlet
olmasına ek olarak, egemenlik aynı zamanda polis gücüdür de. Bu egemenliğin,
tekillikleri bir bütünlük içerisinde, herkesin iradesini genel irade içinde toplama
mucizesini sürekli ve yaygın olarak gerçekleştirmesi gerekir.
İdari mekanizma gelişip
güç ve yaygınlık kazandıkça, toplumla iktidar, çoklukla egemen devlet
arasındaki ilişki adım adım tersine çevrilir. Öyle ki; artık toplumu iktidar ve
devlet üretir.
Modern egemenliğin
gelişmesi biyo-iktidarın doğuşudur... devlet egemenliği kuvvet ilişkisinin
düzenlenmesi anlamını taşır. Modernlik her şeyden önce karşıt güçlerin bu
geriliminin mührünü taşır.... bu güçlerin kendilerini meşrulaştırma ve karşıt
güçler arasında kendilerine yer açma mücadeleleri ve süreçleri modernliğin
krizini bir yanda sona erdirirken, öte yandan yeniden başlatır.
Weber, Heidegger, Lucas, Horkheimer, Adorno ve
daha niceleri modern egemenliğin tepe noktasına eriştiğini ve düşüşe geçtiğini kabul
ettiler.... Modernlik çökerken yeni bir dönem başlar ve biz burada bir kere
daha modernliğin başlangıcında ve temelinde olan anti tezle karşı karşıya
geliriz. Bir şey değiş midir gerçekten? İç savaş tüm şiddetiyle yeniden
patlamıştır. ... Bu noktada Nietzsche “Her şey farklıdır ama sanki hiç bir şey
değişmemiş gibidir...” der.
Ulus Devlet Egemenliği
Yabancılar, lütfen bizi
Fransızlarla baş başa bırakmayın. (1995 Paris’te bir duvar yazısı)
Vatanımız için
öldüğümüzü düşünüyorduk, ama çabucak banka kasaları için öldüğümüzü fark ettik.
(Anatole France)
16. Yüzyılda, Reform
döneminin ve modernlik güçleri arasındaki şiddetli çatışmaların ortasında
patrimonyal (Babadan oğul geöçen, hanedanlık tipi yönetim-AHÇ) monarşi hala
barışın ve toplumsal hayatın garantisi olarak sunuluyordu. ..”Cujus regio, ejus
religio” ya da, toprağa hakim olan dine de hakim olur. Bu deyişin hiç bir
diplomatik tavrı yoktu; aksine, yeni düzene geçişin idaresini tamamen
patrimonyal hükümdarın eline bırakıyordu. Din dahi hükümdarın mülküydü.
Bu model sonraki
yüzyılda dönüşüme uğradı. Artık kralın ilahi bedeni yerine, ulusun tinsel
kimliği toprak ve nüfusu ideal bir soyutlama olarak koyuyordu. Daha doğrusu,
toprak ve nüfus ulus ruhunun bir uzantısıymış gibi algılanıyordu.
Dolayısıyla, modern
ulus kavramı monarşik devletin patrimonyal bedenini miras almış ve onu başka
bir biçimde yeniden icat etmiştir......en önemlisi patrimonyal ufkun yerini
ulus-devlet ufku aldıkça tebaanın feodal düzeninin yerini yurttaşın disiplin
düzeninin almasıdır. Nüfusun tebaadan yurttaşa geçmesi, edilgen bir rolden
etkin bir role geçişin göstergesiydi.
Ulus-devlet patrimonyal
devletin hem toprak, hem nüfusu bütünleştiren kimliğini tıpatıp yeniden üretir.
Ama ulus ve ulusal devlet modern egemenliğin kırılganlığını kaldıracak yeni
araçlar sunar.... Ulus, egemenlik ve modernlik kavramlarını, onları tanımlayan
çatışma ve krizden kurtarmaya çalışan bir tür ideolojik kestirme yoldur. Ulusal
egemenlik modernliğin çatışmalı köklerini (eğer bunlar tamamen tahrip edilmemişse)
askıya alır ve iktidarlarını devlet otoritesine teslim etmeye yanaşmayan
modernlik içindeki alternatif yolları tıkar. (S:113)
Ulus aynı anda hem
genel iradenin temeliydi, hem de üreticiler ideolojisinin “ihtiyaçlar
cemaati”ydi. Yani ulus, erken kapitalist birikim döneminde az çok liberal ama
her zaman burjuva niteliğe sahip olan kesimdi.
Rosa Luksemburg’a göre:
Ulus diktatörlük demekti ve bu yüzden hiç bir demokratik örgütlenme çabası ile
bağdaşmaz. Ulusal egemenliğin ve ulusal mitolojilerin, topraksal egemenlik
güçlerini canlandırarak ve etkin bir topluluğu seferber ederek bu güçlerin
projesini modernleştirdiğini ve demokratik örgütlenme alanını etkili bir
biçimde ele geçirdiğini fark ediyordu.
Bodin’e göre, politik
egemenlik ve iktidar tanımının kökeninde, bir tarafın öteki taraf üzerindeki
zaferi, bir tarafı egemen, öteki tarafı da tebaa haline getiren bir zafer
yatar. Egemenliği yaratan zor ve şiddettir. Bu iktidarın tamlığı ve
birliği ile mümkündür. Bir egemen hükümdar bu nedenle kaçınılmazdır, çünkü
cumhuriyetin tüm üyelerini şekillendiren, onun iktidarıdır.
Her ideolojik kurguyu
gerçeklikle yüzleşmeye zorlayan bu tarihsel zeminde, modernliğin genetiğinden
kaynaklanan krizleri hiç bir zaman sona ermedi. Sona ermesine de gerek
yoktu....sorunsalın dahice ters yüz edilmesi. Aynı zamanda egemenliğin
mükemmelen gizemlileştirilmesi! Krizin, sürekli ve çözümsüz bir krizin
unsurları artık ilerlemenin etkin unsurları olarak değerlendiriliyordu.
Herder; “Böylelikle
kimlik, artık toplumsal ve tarihsel farklılıklar değil bir kökensel birliğin
ürünü olarak kabul ediliyordu. Ulus, tarihsel gelişmeyi önceleyen eksiksiz
egemenlik figürüdür.
1789 Fransız devrimi
sonrasında Ulus, artık açıkça egemenlik sorununa yönelik burjuva hegemonyası
çözümünü özetleyen kavramdı....bu ulusal ve halkçı egemenlik nosyonunda
devrimci ve özgürlükçü olarak görülen şey, gerçekte vidanın biraz daha
sıkılmasından, modern egemenlik kavramının en başından beri yanından ayırmadığı
boyun eğdirme ve tahakkümün biraz daha yayılmasından başka bir şey değildi.
“Halk” ulusun kökensel
temeli olarak sunulsa da, aslında modern halk kavrayışı ulus-devletin bir
ürünüdür ve ancak onun özgün ideolojik bağlamında varlığını sürdürebilir.
17. yüzyılda Hobbes “Halk
bütün hükümetleri yönetir. Zira monarşilerde bile kumanda halktadır; zira halk
kendi iradesini bir kişinin iradesi aracılığı ile hayata geçirir...ne kadar
paradoksal görünürse görünsün kral halktır. .... Halk, çokluğun çeşitli
iradeleri ve eylemlerinden bağımsız ve sıklıkla onlarla çatışma halinde olan
tek bir irade ve eylem ortaya koyar. Her ulus, çokluğu bir halk haline getirmek
zorundadır. ....Halk kimliği, farklılıkları gizleyen ve/veya saf dışı bırakan
hayali bir düzlemde kuruldu; pratik düzlemde bu, ırksal itaate ve toplumsal
saflaşmaya denk düştü. ” Tespitinde bulunur.
Ulus kavramının işlevi,
hakim gruplar yerine madun gruplar arasında kendine yer bulduğunda tersine
döner. Ulus kavramı hakim kesimin elinde
hareketsizlik ve restorasyon sağlarken, madun kesimlerin elinde değişim ve
devrim için bir silah olur.....Ulus, güçlü dış kuvvetler karşısında sağlam
bir savunma hattı olması anlamında ilericidir. Ne yazık ki, ulus kavramı yönünü
korumakta olduğu içeriye döndürdüğünde kolaylıkla tam tersi bir rol oynar. Madalyonun
yabancı güçlere direnen yanı, ulusal kimlik, birlik ve güvenlik adına iç
farklılıkları ve muhalefeti bastırarak, içeride eşit ama ters yönde bir baskı
uygulayan hakim bir güç olur. Koruma ve ezme fiillerini birbirinden ayırmak pek
mümkün değildir. Bu ulusal koruma stratejisi, tahripkar olmasına rağmen zaman
zaman zorunlu görünen iki tarafı keskin kılıçtır.
Ulus, cemaati hayal
etmenin tek yolu haline gelmiştir.
Nasıl Nazi Almanya’sı
modern egemenliğin ulusal egemenliğe dönüşümünün ve kapitalist biçimle
eklemlenmesinin ideal tipiyse, Stalinist Rusya’da halk çıkarının ve ondan
türeyen acımasız mantığın, kapitalist kurtuluş özlemiyle tutuşan üretici
güçleri kendi maksatları için seferber ederek bir ulusal modernleşme projesine
dönüşümünün hikayesidir.
Ne Avrupa işçi
hareketinin bazı kesimlerinin Avrupa ulus-devletlerinin emperyalist
girişimlerini desteklediği iğrenç ihanetler tarihinden, ne de kitleleri Birinci
Dünya Savaşı’ndaki katliama razı etmede Avrupalı Reformcuların paylaştığı
affedilmez çılgınlıktan bahsetmeye gerek var.
Eğer tamamen kapitalist
sistemin reformuna bağlı kalıyorsa ve her tür devrimci açılıma düşmansa,
modernleşmenin anlamı ne olabilirdi ki? Onlar, ulus kavramının yıkıcı gücünü
gizemleştirerek, kutluyorlardı ulusu.
Komünist Enternasyonel,
Rus ulusal çıkarlarının “beşinci kol”u olan bir meclise dönüşmüştür.
Kolonyal Egemenliğin Diyalektiği
Avrupa keşifler çağı
boyunca o kadar çok kan dökülmüş, o kadar fazla kültür ve hayat yok edilmiştir
ki, yayılma ve yerküreyi kontrol altına alma dönemindeki Batı Avrupa
barbarlığını ve terörünü mahkum etmek çok daha ivedi görev olarak bekliyor.
Amerikan yerlileri,
ancak potansiyel olarak Avrupalı, ya da daha doğrusu potansiyel olarak Hristiyan
oldukları oranda Avrupalılarla eşittir: “İnsanların doğası
aynıdır ve İsa hepsini aynı çağırır.” (Las Casas)
Las Casas gibi Marx’da
Avrupalıların işgal ve sömürüsünün acımasızlığı karşısında dehşete kapılmıştı.
Avrupa’da kapitalizm, işgal edilen ve kolonileştirilen Avrupalı-olmayan
halkların akıttığı ter ve kan sayesinde doğmuştu: “Avrupa’daki ücretli
emekçilerin örtülü köleliği için dayanak noktası olarak, Yeni Dünya’nın mutlak
köleliği gerekliydi.
Marks; “İngiltere,
Hindistan’da biri yıkıcı diğeri de yeniden yapıcı olan ikili misyonu yerine
getirmek zorundadır; yani “eski Asya tipi toplumu yok etmek ve Asya’da Batı’lı
toplumun maddi temellerini atmak. Hindistan ancak bir Batı’lı topluma dönüşerek
ilerleyebilir. Hatta bütün Dünya ancak Avrupa’nın izini takip ederse ileriye
gidebilir.” Der. Marx’ın Avrupa merkezciliği nihayetinde Las Casas’tan çok da
farklı değildir.
Modern dönemin
ütopyacılığının Avrupa’nın dışına çıkmasının sonucu, tarihte eşi görülmedik
boyutta katliamlar yapılması ve Avrupa dışı dünyada Avrupa yönetiminin ırksal,
politik ve ekonomik yapılarının kurulması oldu. Avrupa üstünlüğünün doğuşu
büyük oranda Avrupa’nın doymak bilmez gibi görünen servet açlığını besleyen sermayenin
gelişimi ve yayılması sayesinde gerçekleşti. (s:135)
Sermayenin köleci
sistemler yaratması, bir anlamda kapitalizmin çıraklık dönemi olarak
yorumlanabilir; buna göre kölelik, Avrupa işgalini önceleyen doğal
ekonomilerden gerçek anlamda kapitalizme geçiş aşaması olarak işlev görmüştür.
Aslında Karayiplerde ki plantasyonların 18. Yüzyıldaki boyutları ve
örgütlenmelerinin bazı açılardan Avrupa’da 19. Yüzyılda kurulan büyük
işletmelerin öncüsü olduğu doğrudur.
Kolonilerdeki köle
emeği Avrupa’da kapitalizmi mümkün kılmıştı ve ondan vazgeçmek Avrupa
sermayesinin çıkarına değildi.
Moulier Boutang: “ Emek
piyasasını özgürlük yönünde harekete geçiren şey, anonim, kolektif, sürekli ve
başa çıkılmaz bir ihlal gücüdür. Bu aynı güç liberalizmi özgür emek, mülkiyet
hakkı ve açık sınırlar konusunda bahaneler üretmeye mecbur etmiştir. Bu, aynı
zamanda, burjuva ekonomistlerini emeği hareketsiz kılacak, disiplin altına
alacak ve ardı arkası gelmeyen kaçış unsurlarını bertaraf edecek modeller
kurmaya zorlamıştır. Bunlar binlerce yeni kölelik biçiminin yeniden icat
edilmesine neden olmuştur..Bu özellik modern devletin temellerini kurar.
Avrupa kimliğini kuran ve
ayakta tutan şey en nihayetinde Avrupalı olmayan ötekilerin negatif inşasıdır.
Fanon’un dediği gibi: “Bütün
değerler kolonileştirilmiş ırkla ilişkiye geçer geçmez geri döndürülemeyecek
bir biçimde zehirlenir ve sakatlanır.”
Başkalık verili
değildir, üretilir. Edward Said “Ben, Şark’ın doğanın değişmez bir olgusu
olmadığını, Şark’ın yaratılmış ya da benim deyişimle “Şarklılaştırılmış”
olduğunu varsayıyorum.... Şarkiyatçılık basitçe açımlanması sürecinde kendi
nesnesini de yaratan bir söylemdir.” Der.... O halde Şark, en azından bizim
Şarkiyatçılıktan bildiğimiz haliyle Avrupa’da üretilmiş ve Şark’a ihraç edilmiş
bir söylem yaratımıdır. Bu temsil aynı anda hem bir yaratma hem de bir dışlama
faaliyetidir.
Avrupalı kolonyal
mantıkların ve modellerin Hindistan gerçekliğine dayatılmasıyla elde
edilebilirdi. Hindistan’ın geçmişi böylece Britanya tarihinin bir parçası haline
getirilebilirdi. Daha doğrusu Britanyalı düşünürler ve yöneticiler bir
Hindistan tarihi icat ettiler ve O’nu Hindistan’a ihraç ettiler.
Avrupalı kendilik
gücünü hissetmek ve korumak için, kendini sürekli kılmak için şiddete ve kendi
Ötekisiyle karşılaşmaya ihtiyaç duyar. Kolonyal temsilleri sürekli olarak
destekleyen genelleştirilmiş savaş durumu tesadüfi olmadığı gibi istenmeyen bir
durum da değildir; Şiddet kolonyalizmin zorunlu temelidir.
Kolonileştirilen
insanların arasında rastladığımız ve bazen eski kabilesel ya da dinsel
uzlaşmazlıkların kalıntıları olduğu düşünülen şiddet, gerçekte çoğu kez
kolonyal şiddetten kaynaklanan hurafeler, mitler, danslar ve zihinsel
rahatsızlıklar üzerinden su yüzüne çıkan patolojik yansımalardır.
Anti-kolonyalist ve anti-emperyalist
mücadelelerin Gandi ve Ho Chi Minh’ten Nelson Mandela’ya kadar sayısız
lideri tarafından müjdelenen ulusçuluğun politik ve ekonomik modernleşmeye denk
düştüğü şeklindeki denklem, gerçekte aksi sonuç veren bir tuzaktır. Bu
denklem halk güçlerini seferber eder ve bir toplumsal hareketi ateşler; ama bu
hareket nereye gider ve hangi amaçlara hizmet eder? Çoğu durumda bu;
yürütülmesi başkasına havale edilen bir mücadeleyi içerir; bu mücadele içinde
modernleşme projesi projeden sorumlu yeni bir yönetici sınıfı iktidara getirir.
Eli kolu bağlı devrim böylelikle burjuvaziye hediye edilir... “Devrim,
gerçeklik çamuruna batar ve modernleşme dünya piyasasının hiyerarşileri
içerisinde kaybolup gider.
Özgürlükçü bir ulusal
egemenlik, tam anlamıyla çelişkili olmasa bile belirsiz bir kavramdır. Bu
ulusçuluk, çokluğu yabancı tahakkümünden
kurtarmayı amaçlarken, aynı zamanda şiddeti ülke içini hedef alan
yapıları kurar.... Chatterjee’nin savunduğu gibi , ulusal özgürlük ve ulusal
egemenlik bu küresel kapitalist hiyerarşi içinde sadece güçsüz olmakla kalmaz,
bizzat onun örgütlenmesine ve işlemesine katkıda bulunur.
“Ulusçuluk, metropol
sermayesi ile halk-ulus arasındaki çatışmayı ulusun politik hayatını devlet
bünyesinde massederek çözer. Edilgen devrimin korunağı ulus-devlet şimdi
“ulus” için küresel düzen içerisinde bir yer bulmaya çalışırken, sermayeyle
halk arasındaki çelişkileri daima askıda tutmaya çalışır. Bütün
politika artık ulusu temsil eden devletin ihtiyaçlarına göre şekillenir.
Bunun manrık zinciri
şöyledir: Çokluğu temsil eden halk, halkı temsil eden ulus ve ulusu temsil eden
devlet. Her bir halka modernliğin krizini askıda tutmaya çalışan bir çabadır.
Temsil her bir örnekte soyutlama ve kontrol yönünde atılmış yeni bir adımdır. Hindistan’dan
Cezayir’e ve Küba’dan Vientnam’a , devlet ulusal kurtuluşun zehirli
hediyesidir.
Nedenler bize
kolonyalist imgelemi hatırlatır: sınırlanmamış cinsellik, ahlaki çürüme ve
hijyen yokluğu. Gerçekten de AIDS’ten korunma yolları üzerine hakim söylem
tamamen hijyen yokluğudur. .... Küreselleşme çağı evrensel bulaşma çağıdır.
(S:150)
Geçiş Belirtileri:
İşte bizim halkımızın,
insanlığımızın dışındaki adam. Sürekli açlık çekiyor; andan, uzayıp giden o
işkence anından başka hiç bir şeyi yok.... tek bir şeyi var onun: acıları.
(Franz Kafka)
Şirket sermayesi ve
Dünya piyasası ideolojilerini ele almaya başladığımızda kesinlikle görülecektir
ki, postmodernist ve postkolonyalist teorisyenler iktidar stratejileri
tarafından kuşatılmıştır. İktidar onların saldırdıkları kaleyi çoktan
boşaltmış, onların arkasına geçmiştir ve farklılık adına yürüttükleri savaşta
onlara destek olmaktadır.....Mesele şu ki yeni düşman sadece eski silahlara
karşı dirençli değil, aslında o silahlardan besleniyor.
Melezliği ve sınırları
delen özgür farklılıklar oyununu olumlamak ancak iktidarın sadece bireysellik,
ikili zıtlıklar ve istikrarlı bölünmeler kurduğu sürece özgürlükçüdür. Günümüz
dünyasının iktidarları postmodernist hoşgörü politikasının “özgürleştirici” etkisine
karşı bağışıklık kazanmıştır. Aslında imparatorluk da bu modern egemenlik
biçimiyle ve sınırlar boyunca farklılıklara tahammül oyununu oynamaya can
atıyor. Bütün iyi niyetine rağmen, postmodernist farklılık politikaları
emperyal yönetimin işlevi ve pratikleri karşısında etkisiz olmakla kalmıyor
bilakis onunla örtüşüyor ve ona destek oluyor... Postmodernist teoriler
başlarını arkaya çevirip bütün dikkatlerini korktukları eski iktidar
biçimlerine öylesine vermişler ki, önlerinde durup kollarını açmış yeni
iktidarın kucağına düşmekten kurtulamıyorlar.
Postmodernist ve
postkolonyalist teoriler arasında güçlü bir zihniyet uyumu olduğunu
düşünüyoruz.....Postmodernizm ışık altında bakıldığında tamamen
post-Avrupa-Merkezcilik olarak görünür.
İmparatorluk, modern
emperyalizmlerin zayıf bir yankısı değil, baştan sona yeni bir yönetim
biçimidir.
Köktendinci hareketleri
modern-öncesi dünyanın yeniden canlanması değil, sürmekte olan tarihsel geçişe tepki hareketi
olarak anlamak, hem daha doğru, hem daha yararlıdır. Bu anlamda,
postkolonyalist ve postmodernist teoriler gibi köktenci hareketlerde
İmparatorluğa geçişin bir belirtisidir.
İslamcı köktenci
hareketlerin en sağlam birliği modernliğe ve modernleşmeye kararlı bir biçimde
karşı olma noktasından hareket eder......Demek ki köktenci hareketleri tanımlayan
anti-modern dürtü premodern değil postmodern bir dürtü olarak
değerlendirilebilir. Köktenciliğin postmodernizmini gösteren şey asıl olarak
Avrupa-Amerikan hegemonyasının bir silahı olarak modernliği reddetmesidir.
Büyük oranda
basitleştirerek söyleyebiliriz ki, postmodernist söylemler ağırlıklı olarak
küreselleşme süreçlerindeki kazananlara, köktendinci söylemlerde kaybedenlere
cazip gelmiştir. Başka bir ifadeyle, artan hareketlilik, belirsizlik ve
melezleşme yönündeki mevcut küresel eğilimler bazıları tarafından bir tür
özgürleşme olarak görülürken, bazıları tarafından da acıların artması olarak
yaşanır.
Günümüz dünya piyasası
giderek daha bütünleşirken, ulus devlet sınırlarını da yıkıyor. Bir önceki
dönemde, ulus devletler küresellik üretim ve mübadelenin modern emperyalist
örgütlenmesi içindeki asli faillerdi, ama bu dünya piyasası söz konusu
olduğunda ulus devletler giderek ayak bağına dönüşüyorlar. Robert Reich “hemen
her üretim unsuru –para, teknoloji, fabrikalar ve ekipman- sınırlardan kolayca
geçiyor. Bir ulusal ekonomi fikri giderek anlamını yitiriyor.
Post modernizm küresel
sermayenin işleyiş mantığıdır....Çağdaş piyasa pratikleriyle postmodernizmin
ilkeleri arasında çok belirgin pratikler var.
Pazarlama denen şey
farklılıklar üzerine yükselen bir pratiktir..postmodern pazarlama (düşünce) her
bir metanın ve grubun farklılığını tanır ve buna uygun stratejiler belirler.
Her farklılık bir fırsattır... Postmodern yönetim için de asıl mesele
organizasyonların hareketli, esnek ve farklılıklarla baş etmeye muktedir
olmasıdır. İşte burada postmodern teorisyenler devreye girer ve zemini
kapitalist örgütlerin iç yapılarındaki dönüşüme uygun hale getirirler.
Postmodernliği, dünya
piyasasının günümüzdeki gerçekleşmesine eşlik eden yeni bir sermaye birikimi ve
metalaşma aşaması olarak görüyoruz.
Dünya çapında birçok
kişiye melezlik, hareketlilik ve farklılık; pek de özgürlükçü bir şeymiş gibi
görünmez. Çok sayıda insan toplumsal hareketliliği acıların bir parçası olarak
algılar çünkü bu insanlar topraklarından sökülüp sefalet koşullarına mahkum
edilmişlerdir. Onlarca yıldır modernleşme sürecinin bir parçası olarak dünya
çapında kırsal alanlardan metropol merkezlerine sürülmektedirler. Uluslara
arası emek transferleri, yakın zamanda daha da hızlanmıştır. Ancak bu muazzam
emek göçünün ortaya çıkardığı acılar, açlık ve savaşlarla yerlerinden
yurtlarından zorla sürülen insanların sayıları ve acıları yanında cüce kalır.
Ve gittikleri yer hiç de kurtuluşları değildir. (S:166)
Emperyal dünyada
özgürlük ancak belli haklara ve servetlere sahip küresel hiyerarşide belli bir
mevkie sahip elit bir kesim içindir.
Kendi başına ne
farklılık ne de melezlik ve hareketlilik , ne de hakikat,
saflık veya durağanlık özgürlükçüdür.... Hakikat bizi özgür yapmaz, ama
hakikatin üretimimin kontrolünü ele geçirmek yapacaktır. Hareketlilik ve
melezlik özgürlükçü değildir; ama hareketlilik ve durağanlık, arlık ve
karışıklık üretiminin kontrolünü ele geçirmek de böyledir.
( Yoksul, yeryüzündeki Tanrıdır....yoksul
boyun eğdirilmiş, sömürülen bir figürdür, ama bütün bunlara rağmen bir üretim
figürüdür......Küresel üretimin krallığında, yoksul sadece peygamberlere özgü
kudretiyle değil, ortak servetin üretimindeki vazgeçilmez varlığıyla da ayırt
ediliyor ve her zaman daha fazla sömürülüp yönetimin ücretlerine daha sıkı tabi
kılınıyor. Yoksulluğun kendisi güçtür. Dünya yoksulluğu vardır, ama her şeyden
önce; Dünya’nın imkanı da vardır ve yalnızca yoksul buna muktedirdir.....her
biçimiyle yoksul artık üretken hale gelmiştir. Ve yoksul bu yüzden her zaman
olduğundan daha önemlidir.)
Ağ Biçimindeki İktidar: ABD Egemenliği ve Yeni İmparatorluk:
Politik iktidarı kutsal
bir aleme havale eden ve böylelikle iktidarın kaynaklarını halktan uzaklaştırıp
halka yabancılaştıran modern Avrupa’nın egemenlik kavramlarına karşılık Abd’de
egemenlik kavramını tamamen toplumun içindeki bir iktidara gönderme yapar.
Politika topluma karşı bir şey değildir, tersine toplumu bütünler ve
tamamlar.... demek ki ABD egemenliği çokluğun düzenlenmesinden ibaret değildir,
çokluğun üretken sinerjisi sonucunda doğmuştur.
Machiavelli ,
demokratik temelleri hem sürekli çatışmaya, hem de yeni toprakların ele
geçirilmesine neden olan bu cumhuriyetleri yayılmacı olarak tanımlıyordu....Yayılma
olmazsa, cumhuriyet çürüme döngüsüne girip yok olma tehlikesi
yaşayacaktır...Amerikan deneyiminin antik dönemdeki kuruluş deneyimine
özellikle emperyal Roma’dan esinlenmiş politik teoriye bu kadar benzemesi
çarpıcıdır.
Bu yeni egemenlik
yayıldıkça karşısına çıkan öteki güçleri kendine eklemez ya da tahrip etmez,
tersine onları ağın içine alarak kendini onlara açar.
Açılan şey konsensüsün temelidir ve böylelikle karşı iktidarlar ve kurucu
iktidarın ağı aracılığı ile bütün egemen yapı sürekli yenilenir. Özellikle bu
yayılma eğilimi nedeniyle yeni egemenlik kavramı derinlemesine reformcudur.
Bu emperyal yayılmanın
ne emperyalizmle ne de fetih, talan, soykırım, koloni kurma ve kölelik amaçlı
devlet örgütleriyle bir ilgisi vardır. Böylesi emperyalizmlere karşı,
imparatorluk ağ biçimindeki iktidar modelini genişletir ve
güçlendirir....İmparatorluğun yayılma duraklarının kan ve gözyaşı ile
yıkandığını tüm çıplaklığı ile görürüz.
Emperyal egemenliğin
temel özelliği belki de sınırlarının olmamasıdır.
Barış fikrinin
İmparatorluğun gelişiminin ve yayılmasının temelinde yatan fikir olduğunu
unutmamalıyız. Bu “kutsal barış” fikri,
yalnızca “kutsal egemenin” barışla taban tabana zıt olan savaşla toplumlara
dayatılan bir “kutsal barış”tır.
Kuzey Amerika toprağı,
ancak yerli, Amerikalıların varlıkları bilerek göz ardı edilirse – ya da onlar
otlar, ağaçlar ve hayvanlar gibi doğal çevrenin uzantısı olarak görülürse-
ancak boş bir alan olarak görülebilir. Tıpkı ekilebilir hale getirmek için
toprağın çalılardan ve molozlardan temizlenmesi gerektiği gibi, bu alanda yerli
halktan temizlenmeliydi... Yerli halk, doğanın can sıkıcı bir parçası olarak
görülüyordu ve onların sürülüp atılması veya yok edilmesini gerektiren sürekli
bir savaş hüküm sürüyordu.
Yerli Amerikalılar kurucu eğilimin parçası
olarak sınırların genişletilmesi hareketine dahil edilemezlerdi; tam tersine
onlar, boyutu genişletmek ve yayılmayı mümkün kılmak için bu topraklardan sürülüp
atılmak zorundaydılar. Onların varlığı tanınacak olsaydı, kıta üzerinde ne
gerçek sınır, ne de doldurulacak herhangi bir boşluk kalırdı. Onlar Anayasanın
dışında, O’nun negatif temeli olarak vardılar: Başka bir ifadeyle, onların
sürülmesi ve yok edilmesi Anayasanın işlerlik kazanması için bir zorunluluktu.
Yerli Amerikalılar
dışlanabilirdi çünkü yeni Cumhuriyet onların emeğine bağımlı değildi. Ama siyah
emek gücü yeni ABD’nin asli kaynağı idi: O yüzden Afro-Amerikalıların
Anayasa’ya dahil edilmeleri zorunluluktu, ancak onlar da eşit olarak dahil
edilemezdi.....beş kölenin oyu üç özgürün oyuna eşit oldu.... Siyahi köle,
paradoksal olarak hem Anayasanın istisnası hem de bir temel ilkesiydi.
Yayılmacı kuruluş
mücadelesi ne zaman sınırlara gelip dayansa, Cumhuriyet Avrupa tarzı bir
emperyalizme eğilim duymaya başlıyordu. (S:184)
Hem Theodore Roosevelt
hem de Woodrow Wilson için en önemli ikinci tehdit; güçlü tröstlerin kuruluşu
sonucu Anayasa’da mevcut olan ağ biçimindeki iktidarın çürümesiydi..... Amerikan
ilerlemeciliği dışarıya gönderme yapılmadan gerçekleşemezdi.... Roosevelt’in
ABD’si bu nedenle Filipinler’de emperyalist deneyime yelken açtı. “Roosevelt’in
iddiasına göre “barbarlık koşullarında yaşayan insanlara karşı görevimiz,
onların zincirlerinden kurtulduklarını görmektir.” Filipinler gibi uygarlıktan
nasibini almamış (?) insanların kendi
kendilerini yönetmelerine izin vermek; özgürlük mücadelesinden taviz vermek,
uluslar arası bir suç işlemekti.” O artık “uygarlık” nosyonunu üzerine almıştı.
20. Yüzyıl boyunca,
Özgürlük İmparatorluğu hayalinin çok uzağına düşen ABD’nin hem içeride hem dışarıda
doğrudan ve zalim emperyalist projelerin mimari haline gelmesi giderek
belirginleşti. Dünya polisi ve dünya çapındaki özgürlük mücadelelerinin
bastırılmasındaki ABD figürü 1917 Rus Ekim evrimi yıllarında, belki de daha
önce doğmuştu.
Yankee politikası
anti-emperyalist kisveye bürünmüş güçlü bir emperyalizm geleneğidir.
1960’lı
yıllarda Avrupalı kolonyal güçler ağır yenilgilere uğruyor ve kontrolü kaybediyordu.
Avrupalılar yaşlı boksörler gibi ringi başları önde terk etmeye başlamış ve ABD
yeni şampiyon olarak ringe çıkmıştı.
ABD, flu bir görüntü
ile emperyalizmin tacını başına geçirdiği Soğuk Savaş boyunca, eski emperyalist
güçleri kendi rejimine tabi kıldı. ABD tarafından yürütülen Soğuk Savaş
sosyalist düşmanı yenilgiye uğratmadı. Belki de bu, onun hiç bir zaman
öncelikli hedefi olmadı. Sovyetler kendi iç çelişkilerinin altında ezildi ve
çöktü... Soğuk Savaş’ın en önemli etkisi, eski güçlerin çöküşünü hızlandırıp,
yeni bir emperyal düzen kuruluşunda ABD’nin önünü açarak, O’nun hegemonik
hakları yeniden düzenlemesine imkan vermekti.
ABD Anayasası,
yayılmacı imparatorluk için biçilmiş bir kaftandır. Bu anayasa emperyaldir,
emperyalist değil.... Çağdaş İmparatorluk fikri ABD’nin içerisindeki kuruluş
projesinin küresel ölçekte yayılması ile doğmuştur.
Emperyal Egemenlik
Modernliğin, modern
eleştirisinin gücü burjuva gerçekçiliğinin şantajına boyun eğilmediği yerde
zaten mevcut olana razı eden baskılarını aşıp inşa edici ütopyacılığa vurgu
yapıldığında ortaya çıkar.
İmparatorluk da artık
dışarısı yoktur. ... Modernleşme süreci, dışarının içselleştirilmesi, yani
doğanın (dışarıda olanın –AHÇ) uygarlaştırılmasıdır. Emperyal dünyada, uygar
düzenle doğal düzen arasındaki bu egemenlik diyalektiği sona ermiştir. Frederic
Jameson’un dediği gibi; “Postmodernizm, modernleşme sürecinin tamamlandığı
ve doğanın ilelebet kaybolduğu zaman karşımıza çıkan dünyadır.”
Emperyal toplumda
gösteri her yerdedir, daha farklı bir ifade ile “Yok Yer”dedir. Gösteri hayatla
öyle birleşmiş ve yayılmıştır ki, içeri-dışarıdan, mahremi-kamusaldan,
doğalı-suniden ayırmak imkansız hale gelmiştir.... Askeri alanda da bir
dışarısı yoktur... Egemen güç, dışarısı diye bir yer kalmayacak, daha ziyade
kendine layık gördüğü bütün yer küreyi yutacak biçimde sınırlarını
genişletecektir.
Bugün ABD’li
ideologların tek ve yerleşik bir düşmanı tespit etmeleri giderek
zorlaşmaktadır; buna karşılık her yerde küçük ve ele avuca sığmaz düşmanlar
vardır. Modernlik krizinin sonu minik ve tanımsız krizlerin çoğalmasına, bizim
tercih ettiğimiz deyişle bir hep-krize yol açmaktadır.
(Kuşkusuz dünya
pazarında sermaye ve mal akışının asgariye indiği yoksul bölgeler vardır. Bazı
durumlarda bu yoksulluk (Irak’taki ticaret ambargosu gibi) açıkça politik bir kararla belirlenir. Bazı durumlarda ise (Sahraaltı Afrika gibi)
küresel sermayenin iç mantığından kaynaklanır. Ama her durumda bu bölgeler
dünya pazarı için bir “dışarı” değildir. Daha çok bu bölgeler, küresel ekonomik
hiyerarşinin en alt tabakaları olarak işlev görürler.
Modern egemenlikten
emperyal egemenliğe geçişin bir göstergesi de toplumdaki ırkçılığın biçimdeki
değişimdir... Politikacılar, ırkçılığın hızla azalmakta olduğunu anlatırlar...
Bize göre ırkçılık gerilememiştir, tam tersine çağdaş dünyada hem genişlik hem
de şiddet bakımından hayli ilerleme kaydetmiştir.
Bireylerin
davranışlarının yetilerinin ya da eğilimlerinin, kanlarının ya da gen
yapılarının değil tarihsel bakımdan belirlenmiş farklı kültürlere ait
oluşlarıdır sorun. Böylece farklılıklar sabit ve değişmez olmaktan çıkar ve
toplumsal tarihin sonuçlarına dönüşür. (S:201)
Etienne Balibar bunu
ırksız ırkçılık olarak tanımlar. Kültür, genetiğin ve biyolojinin
yerini alır.....Ancak teoride ırk ya da biyolojinin yerine kültürü koymak
pratikte ırkın korunması teorisine dönüşür. (Sadece özel insanların üye
olabileceği dernekler, sadece çok zenginlerin girdiği oteller, kapılarından
fakirlerin giremediği siteler, iş yerleri vs ırkçılığın yeniden üretilmesine
örnek midir? –AHÇ)
Abd nüfusunun sürekli
azalan bir bölümü çekirdek ailede, sürekli artan orana sahip bir bölümü de
hapishanelerde yaşıyor. Buna rağmen her iki kurum da, yani hem çekirdek aile
hem de hapishane, etkinlik alanlarının giderek belirsizleşmesi anlamında
krizdedir.... Hapishanenin krizi hapisçi mantık ve tekniklerin giderek öteki
toplumsal alanlara yayılması demektir.
Modernleşme sürecinde
en güçlü ülkeler, bağımlı ülkelere kurumsal biçimler ihraç ederken, mevcut post-modernleşme
sürecinde ihraç edilen aslında kurumların genel krizidir.
İmparatorluk ilk
aşamada bir evrensel bütünleştirme makinesi, gördüğü herkesi barışçı bir
tavırla davet eden sonsuz iştahla açılmış bir ağızdır. (yoksullarını, açlarını,
ezilmiş kitlelerini....bana ver.) İmparatorluk ötekileri uzağa itmek için
sınırlarını güçlendirmez, aksine güçlü bir anafor gibi ötekileri barışçı
düzenine çeker. Farklılıkları ve sınırları baskılayıp yok eden ya da bir kenara
koyan İmparatorluk, içindeki öznel niteliklerin hiçbir direnişle karşılaşmadan
yok edildiği bir uzam yaratır.
Her çalışma grubundaki
dilsel, kültürel ve etnik farklılıklar istikrar sağlıyordu, çünkü bunlar işçi
örgütleri ile mücadelede bir silah olarak kullanılıyordu. Potanın kimlikleri
eritmemesi ve her bir etnik grubun farklılıklarını koruyarak ayrı bir gettoda
kalması patronlar tarafından birbirlerine karşı kullanılıyordu..... Üstelik
farklı etnik köken ve kimliklerin yanı sıra, işçiler arasındaki uzlaşmazlıklar
ve çatışmalar karı artırıyor ve denetimi kolaylaştırıyordu.
Bu nedenle emperyal
stratejinin doğru formülü “böl ve fethet” değildir. İmparatorluk genellikle
bölünme yaratmak yerine var olan farklılıkları tanır, onları yüceltir ve bir
hiyerarşi içinde düzenler. İçine al, farklılaştır ve yönet. (Farklılıkları
kışkırtmak, fakirlerin bir araya gelememesi de demek –AHÇ)
Emperyal egemenliği
tanımlayan kavram kriz değildir Hep-Kriz ya da bizim deyişimizle çürüme/bozulma
olabilir. ... Çürüme derken sadece ahlaki çözülmeyi kastetmiyoruz. Biz bu
kavramı daha çok hiç bir ahlaki kaygısı kalmayan genel bir çözülme ya da
mutasyon süreci anlamında kullanıyoruz.
Modern egemenliğin
krizi 1929’da borsanın çöküşüne kriz denmesinde söz konusu olduğu gibi)
dönemsel ya da istisnai değildi, modernliğin kuralıydı. Benzer bir biçimde, bozulma
emperyal egemenlikte bir sapma değil, özü ve yaşam biçimidir.....biz bozulmayı
rastlantısal olmaktan çok zorunlu bir şey olarak görüyoruz. Daha doğrusu
İmparatorluk bütün ilişkilerin rastlantısal olmasını gerektiriyor.
(Bundan böyle hizmet
etmemeye karar verin, bir anda özgür olursunuz. Ben sizden tiranın tepesine
binip onu alaşağı etmenizi beklemiyorum. Sadece onu desteklemeyin yeter; işte o
zaman onun tıpkı temel direkleri yıkılmış büyük Colossus gibi kendi ağırlığı
yüzünden çöküşünü ve parçalara ayrılmasını seyredeceksiniz.
Spinoza’ın dediği gibi, toplumsal bünyenin zorba
kellesini uçurmakla yetinirsek, parçalanmış bir toplumun cesediyle baş başa
kalırız. Yapmamız gereken, reddin çok ötesine geçen bir projeye girişmek, yeni
bir toplumsal beden yaratmaktır. Bizim kaçış çizgilerimiz, bizim çıkışımız
kurucu olmalı ve gerçek bir alternatif yaratmalıdır. Tek başına reddin ötesinde
ya da bu reddin parçası olarak, yeni bir hayat tarzı ve her şeyin ötesinde
yeni bir cemaat kurmamız da gerekiyor.)
Karşı İmparatorluk
İmparatorluğa ve onun dünya piyasasına meydan okumak
ve direnmek amacıyla, ortaya aynı şekilde küresel bir alternatif koymanın
zorunlu olduğuna inanıyoruz. Irksal, bölgesel ya da dinsel terimlerle
tanımlanmış, İmparatorlukla “bağlarını koparmış” sabit sınırlarını İmparatorluğun
gücüne karşı kalkan yapmış, yalıtılmış haldeki tikel cemaate ilişkin herhangi
bir önerme, sonuçta gelip bir tür gettoya kapanmaya mahkumdur. İmparatorluğa
sınırlı ve yerel bir otonomi amaçlayan bir proje ile direnmek mümkün değildir.
Aziz Augustinus’un
kokuşmuş Roma İmparatorluğu’na karşı çıkma projesine öngörüsü bize esin kaynağı
olabilir.... İlahi kent; bir araya gelmiş, işbirliği yapan ve iletişime giren
yabancılardan oluşmuş bir evrensel kenttir...
Hep “dilersem
vazgeçebilirim, almayabilirim, ayrılabilirim” yanılsamasına dayanan kullanım
değeri politikası artık toplum tarafından çözülmüştür. Ama bu sömürünün bittiği
anlamına gelmez. Ne yenileşme ne gelişme, ne de iktidar ilişkilerinin sürekli
yeniden yapılaşması sona ermiştir. Tam tersine üretici güçler yerellikten kopup
evrensel hale geldikçe yalnızca metaları değil, zengin ve güçlü toplumsal
ilişkileri de üretiyor, hem de eskisinden daha fazla.... Öte yandan bu üretici
güçlerin bir merkezi vatanı, yeri yoktur, çünkü bu merkezi güçler artık her
yeri işgal ettiler ve onlar Yok-YER de üretiyor ve satıyorlar. İnsan
yaratıcılığının evrenselliği, özgürlük, arzu ve canlı emeğin sentezi,
post-modern üretim ilişkilerinin bu YOK-Yer inde gerçekleşiyor. İmparatorluk
dünya üretiminin yok yeridir ve emek bu YOK-YER de sömürülür.
Uzun bir siyaset bilimi
geleneği; sorunun, insanların neden isyan ettikleri değil, neden etmedikleri
olduğunu söyler. “İnsanlar neden kölelikleri için sanki kurtuluşlarıymış gibi
canla başla çalışıyor?” Ancak bugün sorun daha karmaşıktır. Bugün siyaset
felsefesinin ilk sorusu direniş ve
isyanın olup olmayacağı değil, isyan edilecek düşmanın nasıl
belirleneceğidir.......Düşmanlarımız olan sömürü, yabancılaşma ve
sınıfsallaştırmanın getirdiği sıkıntıları yaşıyoruz ancak bu sıkıntıların kimin
tarafından üretildiğini keşfedemiyoruz. Ancak yine de direniyor, mücadele
ediyoruz.
Modernlik tarihi
boyunca emeğin hareketi ve göç işçilerin zorla sokulduğu disiplin koşullarını
sekteye uğratmıştır. Ve iktidar bu hareketlilik karşısında her zaman şiddete
başvurmuştur.... Modern dönemin en önemli göç hareketleri bile zamanımızın
muazzam nüfus hareketleri karşısında devede kulaktır. Dünya da bir göç hayaleti
dolaşıyor. (s:220)
Yeni bir göçebe güruh,
yeni bir barbarlar ırkı İmparatorluğu istila etmek ya da boşaltmak için ayağa
kalkacak. Nietzsche 19. Yüzyılda sormuştu “20. Yüzyılın barbarları nerede?”...
Biz yeni ve olumlu bir barbarlık nosyonu sunmak istiyoruz. Deneyim yoksunluğu
barbarı neye zorlar? Yeniden başlamaya, sıfırdan başlamaya...” Yeni barbar “hiç
bir şeyi kalıcı görmez. Bu nedenden dolayı her yerde yol bulur. Başkalarının
duvarlara ve dağlara tosladığı yerlerde o yol bulur. Ama her yerde yol
bulabildiği için her yerde yol temizliği yapmak, önüne geleni ezip geçmek
zorundadır...”
Önümüzde yeni bir görev
vardır: “Yok-Yer’de yeni bir yer inşa etme görevi; insanın, yaşamanın ve
varlığın yeni belirlenimlerini kurma görevidir bu.
Üretimdeki
Geçişler
Emperyalizmin Sınırları
Dünya neredeyse
bütünüyle parsellendi ve geri kalan da bölüştürülmekte, işgal edilmekte ve
kolonileştirilmektedir. Geceleri başımızın üzerinde gördüğümüz şu yıldızları,
asla erişemeyeceğimiz o muazzam dünyaları düşünün. Yapabilseydim o gezegenleri
de alırdım. (Cecil Rhodes)
Marksist düşüncenin
emperyalizm üzerine geliştirdiği eleştirilerden biri, kapitalizm ile yayılma
arasında çok yakın bir ilişkinin olduğu, kapitalizmin kaçınılmaz
yayılmacılığının emperyalizmi getireceğiydi.
Marks, sermayenin
durmak bilmez yayılma ihtiyacını analiz ederken, öncelikle gerçekleşme sürecine
ve üretici ile işçi arasındaki sömürü ilişkisine işaret eder: “Sermaye işçileri
zorunlu emeğin ötesine geçmeye zorlar. Üretilen artık değerden azını (işçilere
düşmesi gereken paydan azını –AHÇ) işçilere vererek ancak artık değer ve sermaye
birikimi sağlanabilir. Artık değerin gerçek değere dönüşmesi için piyasaya
çıkıp satılması gerekir. Ancak işçilere verilen maaşlar, artık değerin altında
olduğu için işçilerin biriken artık değeri tüketmesi mümkün değildir. Dolayısı
ile üretici, artık değerini sermayeye dönüştürebilmek için dışarıya çıkmak
zorundadır.
Marks;“Kapitalistler,
Bütün artık değerlerini tüketmek yerine bu zevkten feragat etmeli, yani
biriktirmelidirler. Kapitalistlerin hazzı reddetmeleri ve artık değeri kendi
tüketmeleri için “harcamak”tan olabildiğince kaçınmalarını talep eden,
sermayenin kendisidir.” Der.....Bir yanda, “kar” olacaksa, işçiler tükettiklerinden daha fazla
üretmelidirler. Diğer yanda, sermaye/birikim olacaksa, üretici ve ona bağlı
olan diğer kesimler artı değerin tümünü tüketmemelidirler.” Der.
Sermaye için tek etkili
çözüm, elindeki artı değeri pazarlayabileceği dış pazarlar bulmak ve metalarını
mübadeleye sokup anları sermayeye dönüştürebileceği kapitalist olmayan pazarlar
keşfetmektir.
Belki de “Asya’nın Burnu”
denecek kadar dar bir alana sıkışmış olan Batı’nın meziyeti dünyaya muhtaç
olması, kendi bahçesinin dışına açılmayı göze almasıydı.... Sermaye var
olduğu andan itibaren bir dünya gücü ya da daha doğrusu “tek dünya gücü” olma
eğilimi gösterir.
Ek sermaye arayışı ise sermayeyi
talan ve hırsızlığı içinde barındıran bir tür emperyalizme yönlendirir.
Rosa Lüksemburg, “Sermaye, bütün dünyayı yağmalar, üretim araçlarını dünyanın
bütün köşelerinden, bütün uygarlıklarından, her toplumundan zorla ve el koyarak
temin eder....Sermaye açısından, zaman içinde tüm dünyayı ele geçirmek ve ek
sermaye için işçi bulmak ve üretim araçlarını teminde özgür olmak zorunluluk
haline gelir.” Yeni emek gücü
ihtiyacı için sermaye sürekli kapitalist olmayan gruplar ve ülkeler arasından
yeni işçiler/proleterler yaratmaya ve devşirmeye mecburdur. Kapitalist
olmayan zümrenin adım adım proleterleştirilmesi gerekir. (Kapitalist olmayan
“köylü” adım adım şehre taşınıp işçiye dönüştürülür AHÇ)
Bu yüzden, sermaye
yalnızca kapitalist olmayan toplumlarla açık mübadeleye girmek ya da onların
servetlerine el koymakla kalmayıp, aynı zamanda onları bizatihi kapitalist
toplumlara dönüştürmeye de mecburdur. Rudolf Hılferding bunu “Ben “sermaye
ihracı” derken, dışarıdan “artı değer” emmeyi kastediyorum” diyerek açıklar.
Burjuvazi bütün
ulusları, acı içinde yok olma pahasına, burjuva üretim tarzına uymaya zorlar;
onları kendisinin uygarlık dediği şeyi içlerine almaya, yani bizzat burjuva
olmaya zorlar. Tek kelime ile burjuvazi dünyayı kendi suretinde yaratır.
Sermayenin susuzluğunu
yeni kanla dindirmesi yani yeni sınırlar araması şarttır.
Kapitalizmin çağdaş
düzenini emperyalist olmayan bir düzen haline getirerek iyileştirmeyi amaçlayan
her politik strateji safça ve boş bir çaba olmanın ötesine gidemez, çünkü
kapitalist yeniden üretimin özü zorunlu olarak emperyalist yayılmayı içerir.
Sermaye başka türlü davranamaz, bu onun cibilliyetinde vardır.
Cecil Rhodes
emperyalizmin işlevini açıkça ortaya koymuştu : “Benimsediğimiz fikir toplumsal
sorunumuzun çözümü için gereklidir. Yani biz kolonyal devlet adamları Birleşik
Krallığın 40 milyon sakinini kanlı bir iç savaştan korumak için, onları
fabrikalara madenlere yerleştirmek,
fabrikaların, madenlerin ürettiklerine yeni pazarlar sağlamak için yeni
topraklar ele geçirmek zorundayız. İmparatorluk bir ekmek davasıdır. İç
savaştan kaçınmak istiyorsak, emperyalist olmak zorundayız.”.... Modern Devlet emperyalizm sayesinde içeride
düzeni ve egemenliği koruyabilmek için sınıf mücadelesi ve iç savaş ihraç eder.
Fernand Braudel;
“kapitalizm, ancak devletle özdeş hale geldiğinde, ancak devlet olduğunda zafer
kazanır.”
(Givanni Arrighi’ye
göre 1980 başlarından itibaren ABD ekonomisine temel özelliği veren finansal
yayılma yönündeki bu geçiş daima güzü hatırlatır: Bir döngünün sonuna geldiğine
işarettir. Bu geçiş özel olarak dünya kapitalist sistemi üzerindeki ABD
hegemonyasının sonunu gösterir, çünkü her uzun döngünün sonu daima (kapitalist
döngünün sonu daima) kapitalist birikimin teknik süreçlerinin merkezinde bir
coğrafi kaymayı işaret eder.
Disiplinci Yönetilebilirlik:
Kapitalist demokrasinin
zorunlu harcamayı örgütlemesi politik bakımdan imkansız görünüyor --- savaş
koşulları hariç. (J.M Keynes-1940)
Sabit yüksek ücret
rejimleri komünist devrimin kapitalistlere saldığı tehdide karşılık, komünizm
hastalığının yayılmasına karşı koyacak bir aşı işlevi görüyordu. Bu dönemde,
Cemiyet-i Akvam’ın kirli örtüleri altında Almanların, Avusturyalıların ve
Türklerin toprakları galipler arasında bölüştürülürken, kolonyal yayılma tüm
hızı ile sürüyordu.
ABD Kapitalizmi
reformlarla(New Deal) bir atılım içine girdi ve bir yüksek ücretler, yüksek
tüketim ve aynı zamanda yüksek çatışma düzeyi rejimine doğru gelişti. Bu
gelişme, modern refah devletini oluşturacak üçlüyü de doğurdu. Emek
örgütlenmesinde Taylorizm, ücret rejiminde Fordizm ve toplumun makro ekonomik
düzenlemesinde Keynesçiliğin sentezi.
Disiplinci toplumda,
tüm üretici ve yan unsurların toplumla birlikte sermaye ve iktidarın kontrolüne
sokulması ve toplumun aşamalı olarak kapitalist kriterlere göre
yapılandırılmasına atıfta bulunarak, disiplinci toplum fabrika toplumudur
diyoruz. Disiplincilik hem üretim hem yönetim biçimidir.
Bu dönem kolonilerin
büyüyen kurtuluş hareketleriyle karşı karşıya gelmelerine ek olarak, bu devletler
aynı zamanda ABD ve Sovyetler Birliği arasında iki kutuplu dünya karşısında
felce uğradılar.... Truman onlara seslenirken “Dünya tarihinin şu anında her
ulus alternatif yaşam tarzlarından birini seçmek zorundadır.” Diyordu.
Kolonilerin
özgürleşmesi sürecinin tamamlanması tahakküm ilişkilerinin dünya çapında yeni
bir hiyerarşiye kavuşturulmasının kapıda olduğunu gösteriyordu; ve anahtarlar
tamamen ABD’nin elindeydi. Kolonilerin ilk döneminin acı ve vahşi tarihi
ardından, komuta merkezinin gücünü daha az askeri araç ve daha çok dolarla
gösterdiği ikinci aşamaya gelindi. Bu, İmparatorluğun kuruluşu yönünde atılmış
dev bir adımdı.
Şirketler, ilk olarak
madun ülkelerde yeni bir üretici kuşak oluşturmak için zorunlu olan teknoloji
transferini gerçekleştirme işine yaradı; ikinci olarak bu ülkelerde emek gücünü
ve yerel potansiyeli harekete geçirdi; ve son olarak da bu şirketler yerkürenin
tamamını kapsayan geniş bir zeminde dolaşıma giren servet akışlarını tek bir
kanala topladı. Bu çoklu akış kanalları öz olarak uluslar arası şirketlerin
hareketlerini ve faaliyetlerini, güvenceye alan ve eş güdüm sağlayan – tabi
eğer direk kontrol etmiyorsa- ABD
yönünde birleşmeye başlamıştı. Bu İmparatorluğun kuruluşunda belirleyici bir
aşamaydı.
Kolonilerin
özgürleşmesi ve para akışının merkezileşmesine paralel bir üçüncü mekanizma
daha devreye sokuldu. Disiplinci üretim ve yönetim biçimlerinin yaygınlaştırılması.
Disiplinin oturtulabilmesi ve toplumun bir özgürlük toplumundan bir üretim
toplumuna dönüştürülebilmesi için bütün dünyada köylüler tarlalarından ve
köylerinden koparılarak sanayinin yanan fırınlarına sürüldüler.
Fordizmi niteleyen
yaygın ücret rejimi ve refah devletini niteleyen geniş toplumsal destek ağı,
madun kapitalist ülkelerde ancak kısmen ve sınırlı bir kesim için
gerçekleşmişti. Bu vaatler modernleşme projesi için yeterli uzlaşmayı sağlamaya
yarayan ideolojik havuç işlevini görüyordu.
Üç mekanizma
–kolonilerin özgürlüğü, üretimin merkezileşmesi ve disiplin toplumuna geçiş-
New Deal’ın (Abd ekonomik yapılanması 1933-1938 yılları arası –AHÇ) gücünü ve
eski emperyalist pratiklerin ne kadar aşama kaydettiğini sergiler.
Kolonilikten kurtulup
modernliğe yakalanan bu yeni ulus devletler, asıl sorunun modernliğe girmek
değil modernlikten çıkmak olduğunun farkına vardılar.
Ücret özgürleşmesi,
işçilerin yığınlar halinde, ister fabrikada, tarlada ister ekonomik alanın
herhangi bir yerinde modern kapitalist üretimin disiplinci rejimine tabi hale
gelmeleri anlamına gelir; dolayısı ile bu insanlar emperyalizmin sürdürdüğü
yarı-kölelikten kurtulmuş olduklarını varsayarlar ama ücretli işçi haline
gelmiş ve yeni emek örgütlenmesi disiplinine tabi olan köylüler bir çok durumda
eskisine göre daha kötü koşullarda yaşar ve kimse onların geleneksel toprağa
bağlı emekçilerden daha özgür olduklarını söyleyemez, ama hepsinin içinde yeni
bir özgürleşme arzusu vardır.
Dünya çapında birçok
işçi özgürleşmeyle en ufak alakası bile olmayan sefil koşullarda zoraki göçe
maruz kalmaktadır. Bu hareketin emek gücünün maliyetini artırmadığı
da doğrudur (İşçiler, savaşlar ve katliamlarla kendi ülkelerinden kendi
imkanları ile sömürgeci devletler gitmeye razı edilirler-AHÇ) aslında
piyasadaki işçi sayısını artırarak işçiler arası rekabet ile çoğu zaman emek
maliyetini düşürür. Ancak bunun sermayeye de bedeli de vardır. Çünkü artan
hareketlilik artan özgürlük ve harcama arzusu da demektir.
Üçüncü Dünya, dünya
piyasasının birleşme sürecinde ortadan kaybolmuyor, Birinci Dünya’nın içine
giriyor, her yerde tekrar tekrar üretilen gecekondular, gettolar şeklinde 1.
Dünya’nın tam göbeğine yerleşiyor. Buna karşılık Birinci Dünya’da borsalar,
bankalar, ulus-Aşırı şirketler ile para ve disiplin ekonomisinin soğuk
gökdelenleri biçiminde Üçüncü Dünya’ya aktarılıyor.
Arzulayan bireylerin
hareketleri gelişmeyi ileriye taşımış ve geriye dönüşün olmadığını ilan
etmiştir. Bu hareketlere karşılık olarak, hem hakim, hem de madun ülkelerde
artık disiplinci koşullar altında tutulması imkansız olan güçler üzerinde
komutayı sağlamak amacıyla yeni bir kontrol biçimi üretilmesi gerekiyordu.
Direniş, Kriz, Dönüşüm
Yeni sol (....) Elvis’in, kıvrak kalçalarından
doğdu. (Jerry Rubin) (S:267)
Vientnam Savaşı,
ABD’nin kuruluş projesinde ve İmparatorluk yönündeki eğiliminden sapmasına
sebep oldu.
Çeşitli mücadeleler tek
bir ortak düşmana karşı birleşti: Uluslar arası disiplinci düzen.
Yüzyıldan fazla süren mücadelelere rağmen (Çin devriminden
Vientnam’a, Küba’dan Latin Amerika’ya, Afrika ve Arap dünyasındaki sayısız
kurtuluş mücadeleleri) emperyalizm dünya çapında bütün üretim biçimlerini
sermayenin denetimine sokmaya çalışmıştı ve bu eğilim bu geçiş döneminde sadece
şiddetleniyordu. Eğilim zorunlu olarak uluslararası proleteryanın potansiyel ve
sanal birliğini sağlıyordu. Bu sanal birlik hiç bir zaman küresel bir politik
birlik haline gelmedi ama yine de önemli etkilere yol açtı.
Bretton Woods sosyalist olmayan bütün madun ülkeler
üzerinde ABD’nin yarı emperyalist bir hakimiyet kurmasını sağlıyordu. ABD
içindeki ekonomik gelişme ve Avrupa ile Japonya’daki istikrar ve reform, madun
ülkelerle ilişkisi sayesinde elde ettiği emperyalist süper-karları biriktirdiği
müddetçe ABD’nin garantisi altındaydı.
Bretton Woods ile ABD
bütün borçlarını fiilen Avrupa’nın üzerine yıkmıştı.
Bu operasyon sadece ABD’nin ekonomik ve politik gücü sayesinde dayatmasıydı ve
böylelikle Avrupalılara hem anlaşmanın başlangıç koşulları, hem de sömürü ve
kapitalist komutanın en üst noktası olarak ABD hegemonyası hatırlatılmış oldu.
Sistemin tamamı
açısından bakıldığında tek tek kapitalistler tutucudur; onların gözü, uzun
dönemde sermaye için zararlı bir yol bile olsa, kısa dönemde bireysel karlarını
azamileştirmekten başka bir şey görmez. Ekonomik krizler bu direnişleri kırar,
kar getirmeyen sektörleri yıkar, üretim örgütlenmelerini ve teknolojiyi yeniler.
Kendi mekanizmalarına
kalsa sermaye asla kar rejimini terk etmez. Başka bir ifadeyle kapitalizm
sistemik dönüşümlere ancak mecbur olduğunda veya mevcut rejim savunulamayacak
hale geldiğinde başvurur.... Proleteryanın gücü sermayeye sınırlar dayatır
ve yalnızca krizi belirlemekle kalmaz, aynı zamanda dönüşümün koşullarını ve
doğasını da tayin eder. Proleterya gerçekte sermayenin gelecekte benimsemek
zorunda kalacağı toplumsal ve üretici çözümleri de bulur.
Özellikle işçilere
bırakılan ve işçilerin elde ettikleri özgürlük alanının çok geniş olduğu hakim
kapitalist ülkelerde disiplinci toplumsal fabrika rejiminin reddi, beraberinde
bütün bir üretici etkinlikler dizgesinin toplumsal değerinin yeniden
değerlendirilmesini gerektiriyordu. Disiplinci rejim artık genç insanların
arzularını ve ihtiyaçlarını kontrol atında tutmayı başaramıyordu. (S:279)
Bir dizi
anti-emperyalist mücadele olmasaydı, sermaye kendi güç düzenlemelerini sürdürmeye
devam edecek, üretim paradigmasını değiştirme ihtiyacını ise hiç
hissetmeyecekti. Gelişmenin doğal sınırları işine geliyordu çünkü maddi-olmayan
emeğin gelişmesi tarafından tehdit ediliyordu; çünkü dünya emek hareketinin
melezleşmesi daha önce hiç yaşanmamış sınıf mücadelelerinin ve yeni krizlerin
önünü açacağını biliyordu.
Bu noktada disiplinci
sistem tamamen işe yaramaz olmuştu ve artık terk edilmeliydi. Sermaye emek gücü
üzerindeki denetimini devam ettirmek istiyorsa kendini yeni duruma uydurmak
zorundaydı. Bu işten en çok zarar görecek olanlar sıkı disiplin uygulamalarını
modern dönemden beri mükemmelleştirmiş olan uzak doğu ülkeleridir. Yeni
dünyayla başa çıkabilecek sermaye yapılanması emek gücünün maddi olmayan,
ortaklık temelli, iletişimsel ve insani duygulara önem veren bileşimine kendini
uyarlayan ve onu yönlendirebilenler olacaktır.
Postmodernleşme ya da Üretimin Enformatikleşmesi
Washington’dan gelen iyi haber: İstisnasız tüm
Kongre üyeleri bir enformasyon süper-ağını destekliyor. Kötü haber: Hiç kimse,
bunun ne anlama geldiğini bilmiyor.
Ortaçağdan beri ekonomik paradigmanın üç ayrı
duraktan geçtiği genel olarak kabul edilir: Birinci paradigma, tarım ve
hammadde çıkarılması ekonomiye hakimdir; ikincide, endüstri ve dayanıklı mallar
üretimi ayrıcalıklı konumu işgal eder; şu anda sürmekte olan üçüncü paradigma
ise, hizmet sağlama ve enformasyonun manipülasyonu ekonomik üretimin en önemli
unsurudur. Bu sürece ekonomik post-modernleşme, daha doğrusu enformatikleşme
süreci diyebiliriz.
Bu tarih kalıbı ülkelerin ekonomik tarihini, her
biri farklı zamanlarda gelişen ve her biri farklı hızlara sahip tek bir gelişme
kalıbını izleyen bir tarih olarak kavrar. Böylelikle ekonomik üretimleri
halihazırdaki hakim ülkeler düzeyinde olmayan ülkeler daha önce hakim ülkelerin
geçtiği yolu izlemeye çalışır ve onların ekonomik politikalarını ve
stratejilerini takip ederlerse sonunda benzer bir konuma ya da aşamaya
geleceklerini varsayarlar. Bununla birlikte, bu gelişmeci görüş gelişmiş
ülkeler denen ülke ekonomilerin konumlarının küresel sistemdeki hakim konumları
tarafından tanımlandığını kavrayamaz. (Gelişmiş ülkeler sanayilerini
zenginleştikten sonra sömürüden elde ettikleri sermaye ile kurdular. Fakirlerin sömürebilecekleri kolonileri
olmadığı gibi kendi sömürülmelerini dahi
durdurabildikleri tartışmalıdır. AHÇ)
Bugün hakim ülkeler bile küresel sisteme bağımlıdır;
dünya piyasasının etkileşimleri sonucunda bütün ekonomiler genel olarak
yayılmaktadırlar. Yalıtılmışlık ya da ayrılık yönündeki her türlü girişim sadece
daha acımasız bir küresel sistem tahakkümü, güçsüzlük ve yoksulluk anlamına
gelecektir. (S:290)
Dünyanın madun ülkeleri ve bölgeleri böylesi
stratejileri hayata geçirmekten aciz olmakla birlikte, post-modernleşme
süreçleri onlara geri dönüşü olmayan süreçler dayatır.... hakim ülkelerde
endüstriyel üretim düşerken, bu üretimin ağırlıklı olarak madun ülkelere:
Örneğin ABD ve Japonya’dan Meksika ve Malezya’ya kayar. (Ancak bu sektörlerin
madun ülkelere kayması, madun ülkelerin gelişmişlikte ön sıralara doğru
ilerlediği yanılgısına neden olur. Bu bir illüzyondur-AHÇ) Bu ülkeler bu
fabrikaları kendi bilgi ve ekonomik ilişki düzeyleri ile yapmazlar. Küresel
ekonomideki bu coğrafi farklılaşmalar, farklı gelişme aşamalarının yan yana
yaşandığının değil, üretimdeki, yeni hiyerarşik yapılanmanın işaretidir.... Madun bölgeler açısından
giderek modernleşmenin ekonomik ilerleme ve rekabetin anahtarı olmadığı ortaya
çıkıyor.
Daha önceki çağda işçiler fabrikanın hem içinde hem
de dışında makine gibi davranmayı öğrendiler. Hatta genelde insan eyleminin
mekanik olduğunu kabul etmeyi öğrendik. Bugün ise insanlar giderek artan bir
şekilde bilgisayarlar gibi düşünürken, bir yandan da iletişim teknolojileri ve
onların etkileşim modeli emek faaliyetleri açısından giderek merkezi hale
geliyor.
Endüstriyel ekonomiden enformasyon ekonomisine
geçişin ilk coğrafi sonucu, üretimin çarpıcı bir biçimde
merkezSİZleşmesidir....büyüklük ve verimlilik arasında artık doğrudan bir
ilişki yoktur; gerçekte, büyük ölçek bir çok durumda ayak bağıdır.....Enformasyon
ekonomisine geçişle, üretim bandının yerini üretimin örgütsel modeli olarak AĞ
almıştır... Enformasyon ağları aynı zamanda üretimi mekansal kısıtlamalardan
kurtarır zira aralarındaki mesafe ne olursa olsun üretici ile müşteriyi doğrudan
ilişkiye sokma eğilimi taşır.
Üretimin enformatikleşmesi, maddi olmayan üretimin artması, yersiz
yurtsuzlaşması ve sermayenin artan hareketi geliştikçe emeğin pazarlık gücü
azaltır. Sermaye mekanını küresel ağın bir başka noktasına taşıyarak ya da taşıma
tehdidinde bulunarak yerel nüfusla uzlaşmaktan kaçınabilir. Bir istikrarı ve
sözleşmesi olan emekçi giderek daha düşük ve güvensiz çalışma koşullarına razı
olmak zorunda kalır. Emeğin pazarlık gücü zayıflayınca, sözleşmesiz çalışma,
yarım gün veya parça çalışma gibi geçmişte kaldığı varsayılan çalışma koşulları
yeniden devreye sokulur.
Roma İmparatorluğunda da üretim ve teknolojinin
geniş bir coğrafyaya yayılması hem tahakküm altına alınan topraklara verilmiş
bir armağan hem de bu topraklar üzerinde denetimi sağlamanın ve sürdürmenin de
bir koşuluydu.
Hollywood, Microsoft, IBM, AT&T gibi yeni bir
toplumsal eşitlik, yeni bir demokrasi vaadiyle boy gösteren yeni iletişim
teknolojileri aslında hem hakim ülkelerde hem
de özellikle dünyanın geri kalan kısmında yeni eşitsizlik ve dışlama
mekanizmaları yaratır.
(Mesela, Kuzey Amerika’nın batısında olduğu gibi,
büyük nehirlerin üzerinde barajlar kurularak ve kurak vadiler sulanarak
yaratılır ve ardından bu yeni servet az sayıdaki tarım işletmesine devredilir. Kapitalizm
kamusal mal ve hizmetlerin zenginin elinde toplanacağı döngüleri harekete
geçirir. Ortak mülkleri tasfiye eder, özelleştirir. (Özelleştirme kamusalın
sermayeye devridir. Topluma değil.-AHÇ)
Enerji ve iletişim hizmetlerinin özelleştirilmesi
yönündeki mevcut neo-liberal eğilim, döngünün bir başka kıvrımıdır. Bu da
muazzam kamu para ve imkanlarıyla tesis edilen enerji ve iletişim ağlarının
sermayeye bağışlanması sürecidir. Piyasa rejimleri ve neo-liberalizm kamusalın
özel mülke dönüştürülmesinden doğar ve bu süreçte kimse parmağını oynatamaz.
(Cemaatler bunun için parçalanır.-AHÇ)
Karma Kuruluş:
Marks, Devleti; “Kapitalistlerin çıkarlarını yöneten bir yönetim kuruludur. Şeklinde niteler. Bunun anlamı şudur; devletin eylemi, zaman zaman bireysel kapitalist çıkarlarla çelişse bile, kolektif kapitalistin, yani bütün olarak sermayenin uzun dönemli çıkarlarına uygun olmak zorunda kalır.
Devlet yoksa, toplumsal sermayenin çıkarlarını
yansıtacak ve gerçekleştirecek aracı da yoktur.
Bu hareketlerin kontrolü artık, geleneksel olarak
egemenliğin teminatı olarak görülen politik kuvvetlerin elinde değil.. hükümet
ve politika uluslar arası komuta merkezleri ile bütünleşmiştir. Kontrol
mekanizmaları bir dizi uluslar arası organ ve işlev aracılığı ile küresel
düzeydeki komuta mekanizmalarına eklemlenmiştir.
Ancak uluslar arası şirketlerin kurumsal komuta
sisteminin üzerine yükselişi anayasaların ve kontrol mekanizmalarının devre
dışı kaldığı anlamına gelmez. Sadece anayasal işlevler başka bir düzeye
taşınmıştır.
Uluslararası şirketler sermayenin, teknolojinin,
malların ve insanların küresel dağılımını sağlayarak geniş iletişim ağları
kurar ve ihtiyaçların temini sağlarlar... Ulus devletler ise küresel hegemonik
güçlere aracılık, uluslar arası şirketlerle pazarlık ve gelirin kendi sınırları
içinde paylaştırılması işlevini görürler. Ulus devletler küresel dolaşım
kanallarının filtreleri ve küresel komuta eklemlenmesinin düzenleyicisidirler.
Başka bir ifadeyle, ulus-devletler küresel güçten gelen ve geri kürsel güce
gidecek olan servet akışını denetleyip taksim ederken kendi sınırların
dahilindeki insanları da disipline ederler.
Medya ne devletlerden ne de sermayeden bağımsızdır.
Dini cemaatler Halk’ı temsil etme pozisyonunu çok daha eski tarihlerden beri
sürdürmektedirler. Ancak dini yapılar bu işlevlerini görürlerken sıklıkla
kendileri de devletleşmeye başlarlar.
Bazı düşünürlere göre; STK’lar devlet iktidarının
dışında ve sıklıkla iktidarla çatışma halinde olduklarından küresel
kapitalizmin neo-liberal düşüncesi ile çelişmezler, ona hizmet ederler. Bu
fikre göre Küresel Sermaye Ulus-devlete yukarıdan saldırırken, STK “paralel bir
strateji” ile “aşağıdan” saldırır... STK’lar bereketli biyo-iktidar toprağında
her yana uzanırlar. Onlar çağdaş iktidar ağlarının kılcal damarlarıdır ya da
küresel iktidar üçgeninin geniş tabanıdırlar. En geniş anlamda STK’ların
eylemleri biyo-iktidar alanında bizatihi hayatın ihtiyaçlarını karşılaması
nedeniyle, İmparatorluğun “politika ötesi” faaliyetleri ile örtüşür.
Demokras i çokluğu örgütler; öyle ki halk rejimin
yönetimi altında bir araya toplanabilir ve rejim Halk’ın ihtiyaçlarını teminle
yükümlü kılınabilir. Demokrasi, disiplini ve yeniden bölüşümü güvenceye alır.
Emperyal monarşi tek başına ayrı bir yerde karargah
kurmuş değildir; post-modern İmparatorluğumuzun Roma’sı yoktur. Monarşik
organizma çok biçimlidir ve uzamsal olarak yayılır. Aslında aristokratik
işlevler monarşik işlevlerle karışma eğilimindedir. (S:320)
Toplumda kamusal kanaati ve kamusal algıyı
biçimlendirmek için daha önceleri de kuşkusuz
sayısız mekanizma çalışmıştır; Ama çağdaş medya bu iş için muazzam
güçler piyasaya sürmüştür....Politikacıların ünlü yıldızlar gibi davranmaları
otuz yıl öncesinde bile yüz kızartıcı bulunurdu. Politik söylem iyi hazırlanmış
bir pazarlama dilidir ve politik katılım denen önünüze konulmuş, seçilmiş,
belirlenmiş olanlardan birini seçmektir.
Gösteriyi yöneten tek bir kontrol noktası yoktur. Ne
var ki, gösteri sanki böyle bir merkez varmış gibi sürer. Dolayısı ile küresel
kontrolü sağlamak için hükümetlerin ve hükümetler üstü güçlerin gizli planlar
yaptığı yolundaki son yıllarda sayıca artan komplo teorileri, hem doğru, hem de
yanlış kabul edilmelidir.
Hobbes; “Korku, toplumsal düzeni bir arada tutan
ve güvenceye alan şeydir ve korku gösteri toplumunun, en önde gelen kontrol mekanizmasıdır.”
Gösteri, arzu ve hazla işlermiş gibi görünse de arzu ve haz döngüleri korku
iletişimi ile birlikte verilir.....Melez postmodern yapıları bir arada tutan korku showları ve politikanın
medya üzerinden manipülasyonudur. Bu emperyal kuruluş mücadelesinin zeminini
kaydırır. Sanki dayanılacak bir yer, direniş için bir güç kalmamıştır; ortada
kalan sadece amansız bir iktidar makinesidir.
Kapitalist Egemenlik ya da Küresel
Kontrol Toplumunun İdaresi
Toplum para
üzerine kurulduğu müddetçe, asla yeterli paramız olmayacak. (Aralık 1995’te
Paris grevinden bir slogan)
Egemenlik toplumsal sınırların katmanlara bölünmesi
yoluyla işlevlik kazanır.... Sermaye yeni topraklara genişlemek ve her zaman
yeni insanları kucaklamak suretiyle geleneksel toplum sınırlarını parçalamak
eğilimindedir. Geleneğin kodlarını çözerek, kitleleri yersiz-yurtsuzlaştırarak
sonra da bu dağılmış yapıları bir kanala akıtarak işler. Geleneksel ilişki biçimleri
ve toplumsal örgütlenmeleri parçalanarak gurbete düşürülen kütleleri sermaye
para bağı ile bir araya getirir. Sermaye bu noktadan sonra kendisini üstte
durup yargılayan sabit ahlaki yasaların yerine, her an değişebilen yeni
yasalara kendini bağımlı kılar: Kar oranı, sömürü oranı, artık değer toplama
yasaları gibi.
Günümüzde sivil toplum (cemaatler, sendikalar, STK
vs) artık sermaye ile egemenlik arasında aracılık/uzlaşmacılık yapabilme
yetisini kaybetmiştir. Sivil toplumu oluşturan teşekküllerin adım adım yok
oluşunu seyrediyoruz... Sivil toplumun çöküşü aynı zamanda disiplinci
toplumdan kontrol toplumuna geçişle eş zamanlı kabul edilebilir. Bugün sivil
toplumu oluşturan şeyle aynı ya da ilişkili olan ve disiplinci toplumu
oluşturan toplumsal kurumlar (Aile, okul, hastane, fabrika vs...) her yerde
krize girmiştir.
Emperyalizm, küresel fetih aşamasında sermayenin
ihtiyaçlarını gidermeye ve çıkarlarını gözetmeye hizmet etmek üzere tasarlanmış
bir sistemdi. Ancak en başından itibaren emperyalizm sermaye ile aynı zamanda
çatışma halindeydi. Emperyalizm , sermaye akışlarını yönlendiren, kodlayan ve
yere bağlayan, bazı akışları engelleyip bazılarını hızlandıran, küresel bir hat
çizme makinesidir.... Rosa Luxenburg haklıydı; “Emperyalizm, eğer aşılmamış
olsaydı, kapitalizmin ölümü olacaktı.”
Emek gücü üzerine katı kurallar uygulamayı sürdüren,
tam esneklik ve hareketliliğe karşı çıkan ülkeler, küresel para mekanizmaları
tarafından cezalandırılır, baskı altına alınır ve nihayet yıkılır. İşsizlik
oranı düşerse, eğer sosyal politikalar veya refah devletinin bazı unsurları
korunmaya devam edilirse de aynısı olur.....Şiddet, yoksulluk ve işsizlik
korkusu bu yapıyı ayakta tutan ana unsurdur.
Medya şirketlerinin sunduğu devasa enformasyonun ana içeriği, korkudur.
Emperyal yönetim toplumsal bütünleşmeye katkıda
bulunmak yerine, bir dağıtma farklılaştırma mekanizması olarak işlev görür.
Yönetsel eylem giderek merkeze oturur ve sadece çözmek zorunda olduğu sorunlara
göre işlev kazanır. (İktidarı ya da sermayeyi tehdit etmeyen hiç bir şey
gerçekten sorun değildir. Toplumu tehdit edip iktidara yönelmeyen sorunlar sadece geçiştirilir.-AHÇ)
Otorite kazanımı doğrudan gerçekleşmez. Yönetim
doğrudan emperyal mantığın hayata geçirilmesi için faaliyete geçmez. Emperyal
mantık bizatihi yönetime gücünü ve otoritesini kazandıran büyük askeri, parasal
ve iletişimsel araçlara can verdiği müddetçe yönetim bunlara tabi olur.
Yönetsel eylem asıl olarak stratejik değildir ve dolayısı ile meşruluğunu
heterojen ve dolaylı araçlardan alır.
Modernist rejimler yönetimi komutayla aynı çizgiye
taşımaya çalışırken, emperyal komuta yönetimden ayrı durur.
Emperyal kontrol küresel ve mutlak nitelikli üç
araçla yürütülür: Bomba, para ve ether . (Ether’i Radyo ya da medya anlamında
kullanıyor-AHÇ)
Etkili showlarla sürekli toplumlara hatırlatılan
İmparatorluğun tepe noktalarına yığılmış termo-nükleer silahlar hayatın her an
yok olabileceğini anlamına gelir.
Para, emperyal hakemdir; ama tıpkı emperyal nükleer tehditte olduğu gibi ne belirli bir yeri ne de kutsal bir statüsü vardır. Nasıl nükleer tehdit yetkiyi polisin eline bırakmaya razı ediyorsa, parasal hakemde sürekli olarak dünya piyasasını oluşturan üretici, değer tespiti ve servetin dağılımı işlerini piyasanın dolayısı ile parayı kontrol edenin eline bırakmaya razı eder.
Çağdaş iletişim sistemleri egemenliğe teslim olmaktan çok, egemenlik iletişim sektörüne tabi olmuş gibidir. İletişimin yersiz-yurtsuzlaştırma kapasitesi eşsizdir. Bu yolla tüm egemen ilişkileri (Cemaatleri, STK’ları –AHÇ) çözer. Eğitim ve kültürde bu yersiz-yurtsuz dolaşım kültürüne teslim olmak zorunda kalır.
Para, emperyal hakemdir; ama tıpkı emperyal nükleer tehditte olduğu gibi ne belirli bir yeri ne de kutsal bir statüsü vardır. Nasıl nükleer tehdit yetkiyi polisin eline bırakmaya razı ediyorsa, parasal hakemde sürekli olarak dünya piyasasını oluşturan üretici, değer tespiti ve servetin dağılımı işlerini piyasanın dolayısı ile parayı kontrol edenin eline bırakmaya razı eder.
Çağdaş iletişim sistemleri egemenliğe teslim olmaktan çok, egemenlik iletişim sektörüne tabi olmuş gibidir. İletişimin yersiz-yurtsuzlaştırma kapasitesi eşsizdir. Bu yolla tüm egemen ilişkileri (Cemaatleri, STK’ları –AHÇ) çözer. Eğitim ve kültürde bu yersiz-yurtsuz dolaşım kültürüne teslim olmak zorunda kalır.
Bu üç kontrol aracı emperyal güç piramidinin
katmanlarına işaret eder. Bomba monarşik güç, para aristokratik güç ve
medya(ether) demokratik güçtür. Her üç gücünde dizginlerini ABD’nin tuttuğu
zehabına kapılınabilir. Ancak bunların ilk ikisinin (bomba ve para) tam
denetimi ABD’nin elinde olsa da iletişim için böyle bir şey söz konusu
değildir. İletişim, kapitalist gelişmeye yön vererek ve aynı zamanda üretici
güçleri dönüştürerek üretim ilişkilerini kuran merkezi unsur haline
gelmiştir.
Virtüel
Güçler
Halk artık yok, ya da henüz yok .....halk kayıp.
(Gilles Deleuze)
İmparatorluğa geçişle birlikte ne politika biliminin
kuralları, ne kutsal iktidar mitleri, ne insan hakları, ne uluslar arası kamu
hukuku normları kalır. İmparatorluk kendi yasalarını dayatır ve hareketli,
akışkan ve yerelleştirilmiş işlemler aracılığı ile bir postmodern hak ve
postmodern hukuk modeline göre barışı sağlar. İmparatorluk bütün iktidar
ilişkilerinin iç içe geçtiği ontolojik dokuyu oluşturur.
Emperyalin ölçülemezliği, her tür önceden oluşmuş
ölçünün dışında olduğu içindir... komuta ve iktidar organları arasındaki ilişki
olumlu beklentiler üzerinden yapılan işbirlikleri ile tanımlanır. Bu olumlu
beklentiler üzerine kurulu yapının bozguna dönüşmemesini, varlık denizlerinde
patlayan krizlerle birleşmemesini sağlayan nükleer silah tekeli, para kontrolü
ve medyanın kolonileştirilmesi gibi gözcü tepeleri vardır.İmparatorluk
sarayından yapılan düzenlemeler bu olumsallığın düzensizlik doğurmamasını
yönetir ancak burada düzeni temin eden yöneticinin koyduğu düzeni sağlayan
ölçülerden çok bomba ile yıkmaya, para ile yargılamaya ve iletişim yoluyla
korkutmaya dayalı yapıdır.
Politika ölçü dışı haline gelmiş olsa bile, değer
gene de kalır.. ancak İmparatorlukta değer ölçünün ötesinde inşa edilir... Ölçü
ötesi, emperyal küreselleşmenin bütün politik dokusunu kuşatan bir virtüellik(zihinde tasarlanmış,
projelendirilmiş, hayal edilmiş-AHÇ) demektir.
İmparatorluğun güçlü, kıymetini kendi üreten ve
kurucu bir emek gücü tarafından baştan sona sürülen ontolojik toprağa , reel
olmak isteyen virtüellik ekilmiş olur. Virtüel olanı reel olana dönüştürecek
varlık kiplerinin anahtarları ölçü ötesi alanda yarar.
İmparatorluk kendi başına olumlu bir gerçeklik
değildir. Yükselişe geçtiği an düşer. Her emperyal dayatma çokluğun direnişinin
geri tepmesidir ve her geri tepme çokluğun karşısına aşılacak yeni bir engel
diker.... Emperyal komuta yaşama ve varlığa dair hiç bir şey üretmez...
Emperyal iktidar çokluğun faaliyetinden geriye kalandır; o varlığını çokluğun daha fazla enerji ve değer
kaynakları yaratma kapasitesinden alan
bir parazittir.
Kurtuluş, yeni ulusların, yeni hiyerarşiler ve farklılıkları
ile kontrol toplumuna girişidir; Özgürleşme, tersine sınırların ve zoraki göç yapılarının yıkılması, uzamın
yeniden ele geçirilmesi; çokluğun, bireylerin ve cemaatin dolaşmasını ve karışımını
belirleme gücü demektir. Kolonyalizm ile ulus devletlerin, emperyalizm
tarafından inşa edilmiş ve soğuk savaş tuzağına düşürülmüş Üçüncü Dünya; Modern
devletin, eski politik disiplin kuralları parçalandığında çöktü.
Genel zeka söylemi, sanki yeni emek gücü sadece kafa
emeğinden ibaretmiş, sanki kol emeği hiç yokmuş ya da hiç bir değeri yokmuş
gibi bütünüyle düşünce alanına hapsolunma riski taşır.
Artık kapitalist yönetimin geçici bir süreç olduğu
ortaya çıkmıştır. Kapitalist modenliğin inşa ettiği arzunun kutsandığı toplum
modeli sona geldiyse, onun yerine ikame edilecek yeni maddi hedefi ne
olacak?.... Bugün kesin olan şudur, bu cevabın dini gelenekten gelen bir cevap
olma ihtimali yoktur. Bu cevap maddi ve patlayıcı bir özden olmak zorundadır.
Bugün tarih yoktur, tarihsellik vardır.
Meydana Gelme ve Bozulma
Bütün dünyanın kanını akıtmadan bir damla Amerikan
kanı akıtamazsınız... (Hermann Melville)
Amerikan iş dünyasından kaçmanın yolu yoktur.
(Louis- Ferdinand Celine)
Tarihe hükmeden Thyche (Talih veya Kader) dir.
Thyche kaçınılmaz olarak İmparatorluğun yarattığı mükemmelliği yıkar... İmparatorluğun
bozulması ve çöküşü, talihin doğal sonucu değil, insanın sınırsız bir zamanı ve
uzamı yönetmesinin imkansızlığından dolayıdır.
Machiavelli’ye göre kesin bir yayılmacı özgürlük
kavramı yoksa İmparatorluk kavramı da yoktur. O halde bozulma ve yıkılma
unsurlarının yattığı yer tam da bu özgürlük diyalektiğidir.... Hıristiyanlık, pagan
toplumunun canlı tuttuğu yurttaş tutkusunu, yurttaşların kuruluş ve özgürlük
süreçlerinin sürekli olarak mükemmelleştirilmesini yıkarak, Roma
İmparatorluğunu da yıkıyordu.
Tocqueville; “Avrupa uygarlığının ve emperyal
pratiklerinin krize girmesinin nedeni Avrupa erdeminin ve kitle demokrasisinin
canlı güçlerinin temposunu yakalamayı başaramamasıdır.
Bir çok Avrupalının algılamaya başladığı
Tanrı’nın ölümü, aslında, onların ancak
modern bir mistisizm çerçevesinde anlayabildikleri şeyin, yani gezegendeki
merkezi rollerinin tükenişine bir işaretti....Toplumsal ve politik arenada
kitlelerin ortaya çıkması, modernliğin kültürel ve üretken modellerinin iflası,
Avrupa emperyalist projelerinin iflası, Avrupa emperyalist projelerinin
tükenişi ve kıtlık, yoksulluk ve sınıf mücadelesi sorunları üzerine
uluslararası çatışmalar, bütün bunlar geri dönüşün olmayan çöküşün işaretiydi.
Nihilizm bu çağa damgasını vurdu, çünkü bu devir umutsuzluk devriydi.
1920’lerde krizin tozu dumanı içinde tarihe karşı
kutsallık, bozulmaya karşı kurtuluş, nihilizme karşı mesihcilik olarak ortaya
çıkan şey her türden kutsallığı reddeden ve ruha radikal bir biçimde yeniden
yön veren yeni bir materyalizmdi.
Wittgenstein; “Şeylerin, nasıl durduğu, Tanrıdır... Din,
bilim ve sanat ancak benim hayatımın biricikliğine dair bilinçten doğar. Bu
bilinç hayatın kendisidir. Benim dışımda hiç bir canlı olmasa etik olabilir
mi?. Evet olabilir. ... O halde kendi başına Dünya ne iyidir, ne de kötüdür...
İyi ve kötü ancak özne aracılığı ile ortaya çıkar. Ve özne dünyanın bir parçası
değil, bir sınırıdır.
Wittgenstein, dünyanın marjinal ve öznel
alışılmışlığı içinde değil de dünyanın mantığı içinde kalan her türlü anlamın
ve her türlü olası diyalektiğin sona erdiğini kabul eder. Bu felsefi deneyimin
trajik güzergahı, modernlik krizini, Avrupa fikrinin çöküşünü ve ortaya
çıkmakta olan İmparatorluğun unsurlarını kavramamıza imkan verir.
Bu yazarlar çölde çığlık atan seslerdi. Bu kuşağın
bir kısmı toplama kamplarında can verdi. Diğerleri Sovyet Modernleşmesine duydukları
kör bir inançla krizi sürdürdü. Bir kısmı Amerika’ya kaçtı.... Onlar gelmekte
olan İmparatorluğun tamamen yersiz yurtsuz olacağını ilk tespit eden yazarlardı.
Çokluk bugün İmparatorluğun içinde nasıl yer alıyorlarsa onlarda aynı şekilde
yer almışlardı: Olumsuzluk, katılımı reddetme ve her şeyi kuşatan kocamn bir
boşluğu fark etme......Çokluk yerin ve sabit zamanın yokluğunu
içselleştirmiştir; o hareketli ve esnektir, ayrıca geleceği sadece her yöne
yayılan bir olabilirlikler toplamı olarak kavrar
Kriz içindeki Avrupa açısından ABD, emperyal çağın yeniden hayat bulması demekti....
Kriz içindeki Amerikalılar yeni İmparatorluğun büyüleyici ezgileriyle mest
olmuşlardı. 20. Yüzyılda Avrupalıların Amerikancılığı ve Anti-Amerikancılığı
içinde Amerikan Devrimi bir referans noktası oldu.... İki Dünya Savaşının
ikisinde de ABD ordularının Avrupa’yı kurtarması politik ve kültürel bir kurtarmayı
da beraberinde getirmişti, Bu bir dizi kültürel ve ideolojik operasyonlar,
Avrupa üzerinde finansal, ekonomik ve askeri yapılar temelinde kurulan Amerikan
hegemonyasının doğal görünmesini sağladı.
Sovyetler birliği ile girişilen rekabet , Abd’nin en
ciddi rakibinde bile Amerikancılığın gücünü gösterir. 20. Yüzyıl boyunca
Sovyetlerdeki gelişmeler belli bir oranda Avrupa’daki gelişmelerin küçük çaplı
taklidinden başka bir şey değildi.
Her şeyden önce oluşmakta olan İmparatorluk bir ABD
İmparatorluğu olmadığı gibi, ABD’de onun merkezi değildir. İmparatorluğun temel
ilkesi, İmparatorluk gücünün tespit edilebilir bir yeri ve merkezinin
olmamasıdır. Emperyal iktidar, hareketli ve eklemli kontrol mekanizmaları
aracılığı ile ağlar içinde dağılmıştır. Bu ABD’nin diğerlerinden farkı yoktur
demek değildir. Kuşkusuz ABD’nin emperyal yapı içinde yeri ayrıcalıklıdır.
Ancak ulus-devletlerin güçleri ve sınırları zayıfladıkça, ulusal topraklar
arasındaki farklar da giderek göreli hale gelmektedir.
Postmodernleşme ve İmparatorluğa geçiş altyapı ve
üstyapı denen alanların birbirlerine yakınlaşması ile ilgilidir.... toplumsal
özneler bu birleştirici makinenin hem üreticisi hem de ürünleridirler.... Ancak
bütünlüğün oluşması sömürüyü ortadan kaldırmaz.....Kriz kapitalist üretimin
post modern totalliği ile ya yana yaşar ve emperyal kontrole uygundur.
İmparatorluk dünyayı tahrip edebilir konumda olduğu
için kendini Dünyanın efendisi olarak görür ve davranır. Ne dehşetli bir
yanılgı! Gerçekte dünyanın efendileri biziz, bizim arzularımız ve emeklerimiz
onu sürekli yeniden yaratır. Biyo-Politik toplumda egemenin kararı hiç
bir zaman çokluğun arzusuna bigane kalamaz.
İmparatorlukta bozulma her yerdedir. Bozulma
tahakkümün köşe/kilit taşıdır. Bozulma İmparatorluğun yüksek mevkilerinde ve
yönetici tabakasında, en rafine ve en kokuşmuş polis kuvvetlerinde, egemen
sınıf lobilerinde, yükselen toplumsal sınıfların mafyalarında, kiliselerde ve tarikatlarda, skandal
yaratanlarda ve yaşayanlardaki devasa finansal ortaklıklarda ve gündelik
ekonomik ilişkilerde mevcuttur. Emperyal iktidar bozulma yoluyla dünyaya bir sis
perdesi yayar ve çokluk üzerindeki komuta mekanizması bu kesif duman içinde
ışık ve hakikat yokluğunda hayata geçirilir.
Bozulma kolaylıkla algılanabilir. Çünkü hemen
kendisini bir şiddet ya da hakaret biçiminde gösterir. Gerçekten bir hakarettir
o. Bozulma aslında gücü değere bağlamanın imkansızlığının işaretidir,
Dolayısı ile bozulmayı kınamak, doğrudan onun varlık eksikliğini sezmektir.
(Ortada değer olmayınca kınanacak bir şey kalmıyor. Güç, üst değer (Tanrı) olmaması
bozulmanın kaynağıdır. Tanrı olmadığında güç, bir kapışma, boğuşma toplumu
üretiyor- AHÇ)
Kapitalizm bütünüyle bir özelleştirme bozulmasını
yaşar. Aziz Augustinius’un dediği gibi, büyük hükümdarlar aslında küçük
hırsızların büyütülmüş yansılamalarıdır.... eğer kapitalizm tanımı gereği bir
bozulma sistemiyse, ölçü bozulduğu ve ilerleme hevesi kırıldığı zaman,
kapitalizmden geriye bozulmadan başka bir şey kalmaz.
Bozulmanın kendisi İmparatorluğun kökü, cevheri ve
bütünlüğüdür. Bozulma, yaşam dünyasına hiç bir uygun ya da yeterli referansta
bulunmayan yalın komuta faaliyetidir. ....İmparatorluk bedenlerin ortak
faaliyet içinde daha çok üretmeleri ve cemaat içinde bedenlerin daha çok zevk
almaların olgusunu tanır ve bundan yararlanır; ama İmparatorluk, onun
tarafından tahrip edilmemek için , bu ortak faaliyet otonomluğunu engellemek ve
kontrol altına almak zorundadır. Bozulma, bedenlerin cemaat yoluyla bu “ölçü
ötesi” gidişini, bedenlerin yeni gücünün, İmparatorluğun bizatihi varoluşu
tehdit eden bu tekil evrenselleşmesini engellemek üzere hareket halindedir.
İmparatorluğa Karşı Çokluk
Büyük kitlelerin, duyuların maddi dinine ihtiyacı
vardır. Yalnız kitleler değil filozofların da ihtiyacı vardır ona. Akıl ve
yüreğin tek Tanrıcılığı, sanat be tahayyül dininin çok Tanrıcılığı.... Yeni bir
mitolojimiz olmalı, ama bu mitoloji fikirlere hizmet etmelidir. Bu bir akıl
mitolojisi olmalıdır. (Hegel, Hölderlin ya da Schelling)
İletişim yok değil, tam tersine, fazla, iletişim
var. Yaratıcılık yok. Mevcut olana direniş yok. (Gilles Deleuze ve Felix
Guattari)
Çokluk dolaşım yoluyla vakti yeniden ele geçirir ve
kendini etkin bir özne olarak kurar. Bu hareketler genellikle şiddetli acılar
pahasına olur; bu hareketler ayrıca, etrafında yeni özgürlüklerin kurulduğu
yeni uzamları ele geçirmedikçe tatmin olmayan bir özgürleşme arzusu ile hareket
eder. Bu hareketler, yollarının geçtiği ve ulaştığı her yerde yeni hayat ve
ortak faaliyet biçimlerini belirler ve her yerde zenginlik yaratır. Bu
zenginlik olmasaydı asalak postmodern kapitalizm proleteryanın kanını nasıl
emeceğini bilemezdi....kitlesel göç üretim için zorunlu hale geldi. Her
yol düşünüldü, haritalandı ve kat edildi. Görünen o ki, bir yol ne kadar yoğun
bir şekilde kullanılmış ve kadar çok acıya yol açmışsa, o kadar üretici hale
gelmektedir.”Yeryüzü şehri” İmparatorluğun üzerine yaydığı sis peresin ve
karışıklıktan ancak bu yollar vasıtasıyla kurtulur.
İmparatorluk, politik meşruluk kazanmalarının önüne
geçmek için, çokluğun uzamsal hareketlerini kısıtlamak ve yalıtmak zorundadır.
Bu açıdan bakıldığında, İmparatorluğun çeşitli ulusçu ve köktenci güçleri idare
edip yönetme gücünü kullanması son derece önemlidir.
Herkes için oturma belgesi ve her şeyden önce
herkesin oturduğu ve yaşandığı ülkede tam yurttaşlık haklarına sahip olması
gerekir. Çokluk göçün olup olmayacağı, olacaksa nereye ve
nasıl olacağına karar vermeye muktedir olmalıdır. Çokluk aynı şekilde yerinden
kıpırdamama bir yerlere göç etmek yerine sürekli olarak bir yerde yaşama
hakkına da sahip olmalıdır.
Herkes için toplumsal ücret ve garantili bir gelir.
Toplumsal ücret her şeyden önce aile ücretlerine karşı çıkar. Aile ücreti,,
cinsel iş bölümünün temel silahıdır.... Aile ücreti ailenin kontrolünü tamamen
erkek ücretlinin ellerine teslim eder. (Ailenin kontrolünün erkekten alındığı
toplumlarda ailenin dağılma sürecine girdiği ve kadının yalnızlaşıp sermayenin
kontrolüne girdiğini, yazar ihmal ediyor yazar. Yani ortada üzerinde
konuşulacak bir aile kalmıyor-AHÇ)
Bozulmanın ve sömürünün tüm unsurlarını bize dayatan
, dilsel ve iletişimsel üretim rejimleridir; bunları sözcüklerle yok etmek
fiili olarak yok etmek kadar acil bir görevdir.
Yeniden sahiplenme hakkı olmalıdır. Yeniden
sahiplenme hakkı her şeyden önce üretim araçlarını yeniden sahiplenme hakkıdır.
Bu daha çok, çokluğun kendini kontrol etme ve otonom şekilde kendini üretme
hakkıdır.
POSSE çokluğun meydana gelme ve olma gücüdür. Posse
gelecekteki örgütlenmenin kromozomlarını üretir....Sömürü yalnızca pratik
açısından olumsuzlanmakla kalmamalı, öncülleriyle birlikte, kökünden iptal
edilmeli, meşruluk kaynakları koparılmalıdır.... Çokluğun üretim tarzı
sermayenin elinden serveti alır ve aynı zamanda ortak faaliyet yoluyla bilimin
ve toplumsal bilginin güçleriyle birleşerek yeni bir servet oluşturur.
Ortaklaşalık mülkiyet hakkını ortadan kaldırır. ... Bugün üretim araçlarının
özel mülkiyeti, ortaklaşa ve maddi olmayan emeğin hegemonya kurduğu çağda,
miadını doldurmuş bir çürümüşlük ve gaddarlıktan başka bir şey değildir.
... biz sadece Posse’nin politik gelişiminin
olgunlaşmasını bekliyoruz. Elimizde bunun için önerebilecek herhangi bir model
yok. Sadece çokluk, pratik deneyleri yoluyla modeller sunacak ve mümkün olanın
ne zaman ve nasıl gerçek haline geleceğini belirleyecektir.
Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın
Konu yorumu: İmparatorluk-Özet, M. Hardt & A. Negri - Özet
Açıklama:
Değerlendirme: 5
Yorum: Ahmet H. Çakıcı
Etiketler:
Emperyal,
Hegel,
Hölderlin,
İmparatorluk,
Kitaplarım,
M. Hardt & A. Negri,
Marks,
ontoloji,
uzam
0 yorum:
Yorum Gönder