Önceki Yazı:Mezhep Savaşları
Sömürge süreçlerini tarihsel olarak veren bir animasyon. |
Sömürgecilik ve Modernizm
5. Yüzyıldan itibaren kuzeyden Kıpçak ve Tatarlar, güneyden
Araplar, doğudan Osmanlı tarafından baskı altına alınan Avrupa'nın denizden
başka çıkışı yoktu. Rönesans, halkın içine girememişti ama Avrupa’ya önemli
hediyeler vermeyi de başarmıştı. Perçin,
bunlardan biriydi. Demirin, perçinle bir araya getirebilmesi, Avrupa'nın buharı
kontrol edebilmesini ve sıkıştığı alandan uzak mesafelere büyük gemiler
gönderebilmesini sağladı. Üstelik artık Avrupa'nın elinde düşmanını uzaktan öldürebileceği top, tüfek de vardı.
Papa Hazretleri, bu toprakları bölüştürme hakkını kendinde görüyordu: Çünkü o toprakların sahipleri olan yerliler; “insan”dan çok, o toprakların ağaçları, otları, hayvanları gibi doğal hayatın uzantılarıydı.[1] Yapılması gereken faydalı olanların kullanılıp, zararlı olanların yok edilmesiydi. Aynı tarladaki haşereler gibi.
Papa
Hazretleri, bu toprakları bölüştürme hakkını kendinde görüyordu: Çünkü o
toprakların sahipleri olan yerliler “insan”dan çok, o toprakların ağaçları,
otları, hayvanları gibi doğal hayatın uzantılarıydı.[8]
Yapılması gereken faydalı olanların kullanılıp, zararlı olanların yok edilmesiydi.
Aynı tarladaki haşereler gibi.
Portekiz, 1578 yılında Afrika'yı daha
kolay yoldan sömürgeleştirmek isteyince; Fas’ın Ksar el-Kebir şehrinde Fas
Sultanlığı ve onun hamisi olan Osmanlı ile hesaplaşmak zorunda kaldı. Savaşa
giren üç kralın da ölmesi nedeniyle “Üç Kral Savaşı” diye anılan Vadi-yüs
Seyl Savaşı muazzam bir çarpışma oldu. Savaşı Osmanlı kazandı ve Portekiz Orduları yok
oldu. Portekiz Kralı Sebastian öldü. Üstelik varisi de yoktu. Portekiz’in yüz
senelik emperyal üstünlüğü bir anda bitti. Ülke İspanyolların işgaline uğradı. (Tarihin
seyrini değiştiren böylesi zaferleri bile öğretmeyen Türk Milli Eğitimi, kimin
tarihini öğretir, ne kadar millidir?)
II. Felipe |
İspanyolların kralı 2. Felipe,
Portekizlileri egemenlikleri altına alıp Hollandalılarla ticareti yasaklayınca,
Hollandalılara da deniz aşırı ülkelerin yolunu göstermiş oldu. Kuzey Amerika'da, New Amsterdam şehrini, Güney Afrika da Cape Town’u inşa edip, Güney Brezilya kıyılarını da işgal ettiler.
Onları Belçikalılar, Afrika’daki
sömürgeleri ile takip ettiler.
Ancak en büyük sömürgeciler sonradan
gelenler oldu. Hollandalılar 17. Yüzyılda denizlerdeki üstünlüklerini İngiliz
ve Fransızlara kaptırdılar.
Fransızlar ile İngilizlerin
arasındaki rekabet Hindistan’dan Afrika’ya hatta Amerika kıtasına kadar hemen
her bölgede sürdü. Özellikle İngilizler, 1700’lerden sonra kurdukları
British Company, British East India Company,Newfoundlan Company, II. Charles Hudson Gulf Company, Somers Iceland Company gibi şirketlerin üzerinden deniz ticaretinin büyük kısmına hakim oldular.
Özgürlükçü Aydınlanmacılar, bu konuyu o dönemde uzun uzun tartışmaya gerek
görmüyorlar. Çünkü bu hareketlerin amacı gönülleri kazanmak değil servet kazanmaktır.[3] . Ve Rönesans hareketlerinin önemli düşünürlerinden Machiavelli (1469-1257) yeni dönemin kutsal sloganını çoktan va'z etmiştir; "Amaca giden her yol mubahtır."
Sömürgeci ülkeler gittikleri yerlerde; beyazların efendi, yerlilerin köle olduğu koloniler kuruyor ve çevredeki ticareti (Buna yağmalama da denebilir.) kontrol altına alıyorlardı. Bu nedenle eski Yunan’ın Milattan önce 700-500'lerde kurduğu ticaret kolonilerine benzetilerek bu harekete kolonizasyon hareketi de denilmiştir.
Sömürgeci ülkeler gittikleri yerlerde; beyazların efendi, yerlilerin köle olduğu koloniler kuruyor ve çevredeki ticareti (Buna yağmalama da denebilir.) kontrol altına alıyorlardı. Bu nedenle eski Yunan’ın Milattan önce 700-500'lerde kurduğu ticaret kolonilerine benzetilerek bu harekete kolonizasyon hareketi de denilmiştir.
Eduardo Galano’nun deyişiyle;
“Sömürgeciler Dünya’nın açlığını yiyor, çıplaklığını giyiyor, fakirliğini servet
ediniyorlardı.” Her şeylerini alıp onlara sadece kendi kültürlerini veriyorlardı.
Jomo Kenyatta |
Saint-Pierre’li Bernardin, benzeri
bir değerlendirmeyi şöyle yapıyordu: “Avrupalıların mutluluğu için şekerin
ve kahvenin gerekli olup olmadığını bilmiyorum. Fakat bu iki ürünün dünyanın
iki kıtasında mutsuzluğa yol açtığını biliyorum. Amerika toprakları, ekin
yetiştirecek araziler elde etmek için toplumlar katledilerek boşaltıldı; şimdi de bu topraklarla uğraşacak köleleri temin etmek için Afrika boşaltıyorlar”. [4]
Avrupa, gücünü ve servetini sanayiden
değil, yağmadan aldı.
Deniz aşırı hareketlenmeler
başladığında Avrupa’da teknoloji; Çin, Hint ve Osmanlı coğrafyasının çok
gerilerindeydi. Mesela Avrupa, Endülüs Tıbbının seviyesine ancak 19. Yüzyılda
ulaşılabilmişti. Ama son 500 yılda Dünya üzerinde yapılan tüm savaşların
neredeyse 5’te 4’ü Avrupa kıtasında olmuştu ve bu, Avrupa’nın savaş
teknolojisini ve tecrübesini çok geliştirmişti. Savaş teknolojisinin üstünlüğü, hem
rakiplerini yok etme hem de tekellerini dünyanın geri kalanına dayatma gücünü de ona verdi.
Mesela İngilizler, İngiliz kumaşları ne kalite
ne de fiyat olarak Hindistan tekstili ile baş edemeyince, milyonlarca dokuma
işçisinin başparmaklarını kestirerek dünya tekstil piyasasının
tekelini ellerine aldılar.
(Ne yazık ki, Karl Marks bile[5] “İngiliz
Emperyalizminin bu başparmak kesme vahşetine[6] alkış
tutmuş "ilerici bir devrim" olarak onaylamış ve 25 Haziran 1853 günkü
New York "Daily Tribune" gazetesindeki yazısında
"uygarlaştırıcı, ilerici ve devrimci" bir uygulama olarak
alkışlamıştır. Konu, “İmparatorluk” kitabında; “Avrupa Merkezcilik”, Avrupalı
düşünce adamlarının sorgulanmamış ön kabulleri ve düşüncelerinin temel hareket noktasıdır.” Şeklinde
eleştirilir. )
Yüzyıllar boyunca sömürgelerden, kolonilerden ve tekellerden devasa
servetler Avrupa’ya aktı. Müthiş zengin bir zümre oluştu. Deniz aşırı ticaretle
uğraşan, sömürgeci, köle taciri bu yeni zenginler genelde toplum içinde tutunamamış, aç gözlü, sahtekar, ahlaksız, haydut, korsan, tefeci ve hırsız bir
zümre idi.
Ancak bu yeni zenginler, üç şeyden mahrumdu. Arazi, iktidar ve itibar.[7]
Akılcılık akımı sermayeye arazi, bireysellik akımı iktidar,
özgürleşme akımı ise itibar verdi.
Krallarınki hariç, neredeyse tüm
araziler dolaylı/dolaysız yoldan Kilisenin kontrolündeydi. Yeni Kapitalistler, toplum Kilisenin ve
asillerin çevresinde toplanmış olduğu için paralarının gücünü iktidara yansıtmakta
zorlanıyorlardı. Üstelik Tanrı’nın öğretileri onlara; günahkarlar, hırsızlar,
yalancılar, katiller, tefeciler olduklarını hatırlatarak onları itibardan da mahrum ediyordu. Toplumun en altındakiler bile, onca servetlerine rağmen düşük
ahlaklarına bakıp onları aşağılayabiliyorlardı. (Roma’da genelev işletenler ile
komisyonculuk ve tefecilik yapanlara aynı isim veriliyordu. Proxeneta. Ve asil
insanların sofralarına oturmalarına müsaade edilmiyordu. Şu andaki bankacının/tefecinin
itibarını düşünerek değişimin boyutunu fark etmek mümkün.)
Aydınlanma hareketi başladığında,
Aydınlanmacılara destek de bu zenginleşmiş zümreden geldi. Aydınlanmanın
fikirleri bu zenginleşmiş zümrenin ihtirasları ile birleştiğinde dünyanın son
300 yılını etkileyen en önemli hareketi gelişti. Modernizm.
Modernizm, teknoloji demek değildir.
Akılcılık, Bireysellik ve cinsel özgürlük kelimelerinin üzerinden inşa edilmiş
bir dünya görüşü, hayat felsefesidir.
Modernizm düşüncesi; ulus devletlerin, “büyük emperyal”den kaçmak için, içine düştükleri bir tuzaktır. Eğer yeterince modernleşebilirlerse, teknoloji üretebilecek ve büyük emperyalistlerin baskısından kurtulup istiklallerine kavuşabilecekleri düşüncesine kapılmışlardır. Ancak burada gizlenen şudur: Emperyal, önce yağma ile servet edindi. Sonra o servet ile sanayini kurdu. Ulus devletin ise önce sanayileşmesi, sonra o sanayi ile zenginleşmesi gerekiyor. Sanayisini kurmak için yeterli parası ve bilgi birikimi olmadığından emperyale borçlanıyor ve ondan teknolojiyi satın alıyor. Böylece ulus devletin borcu artarken emperyal eski teknolojisini ulus devletlere satarak hem ulus devleti daha fazla borçlandırıp kaynaklarını sömürüyor hem de sömürüyü çok daha düşük maliyete getiriyor.
Modernizmin temel ilkelerini, eleştirel bir gözle kabaca değerlendirmek istiyorum.
Modernizm düşüncesi; ulus devletlerin, “büyük emperyal”den kaçmak için, içine düştükleri bir tuzaktır. Eğer yeterince modernleşebilirlerse, teknoloji üretebilecek ve büyük emperyalistlerin baskısından kurtulup istiklallerine kavuşabilecekleri düşüncesine kapılmışlardır. Ancak burada gizlenen şudur: Emperyal, önce yağma ile servet edindi. Sonra o servet ile sanayini kurdu. Ulus devletin ise önce sanayileşmesi, sonra o sanayi ile zenginleşmesi gerekiyor. Sanayisini kurmak için yeterli parası ve bilgi birikimi olmadığından emperyale borçlanıyor ve ondan teknolojiyi satın alıyor. Böylece ulus devletin borcu artarken emperyal eski teknolojisini ulus devletlere satarak hem ulus devleti daha fazla borçlandırıp kaynaklarını sömürüyor hem de sömürüyü çok daha düşük maliyete getiriyor.
Modernizmin temel ilkelerini, eleştirel bir gözle kabaca değerlendirmek istiyorum.
• Akılcılık
Bir önceki yazıda Akılcılık akımını ve onun asıl hedefinin, Kilise olduğunu konuşmuştuk.
Ortaçağ'da sorgulanamayan kutsa makamda oturanlarl, "Kilise ve din adamları" iken; Modern zamanlarda kutsal, yanılmazlık ve “Sorgulanamaz”lık makamı “AKIL” ve “Bilim Adamı”na verildi.
Ancak akıl, kendi değerlerini üretemediği gibi, yeterli ilim ve tecrübe olmadan da devreye girmesi mümkün değildir. Değerlerini de çevreden aldığı için basından, eğitimden ve menfaatten etkilenir. Yani akletmek demek -çok az olan ilim sahibinin dışında- kendisine, kendi hizbine yakın Tv'den, basından, eğitimden verileni tekrarlamak ya da menfaatini seslendirmekten ibarettir.
Bilim adamı ise sermaye tarafından satın alınıp, memurlaştırılmış, sermayenin emir ve taleplerini; sorgulanamaz, eleştirilemez kılmak için Hak ile toplumun arasına duvar örme vazifesini üstlenmiştir. Demiştik.
Ancak akıl, kendi değerlerini üretemediği gibi, yeterli ilim ve tecrübe olmadan da devreye girmesi mümkün değildir. Değerlerini de çevreden aldığı için basından, eğitimden ve menfaatten etkilenir. Yani akletmek demek -çok az olan ilim sahibinin dışında- kendisine, kendi hizbine yakın Tv'den, basından, eğitimden verileni tekrarlamak ya da menfaatini seslendirmekten ibarettir.
Bilim adamı ise sermaye tarafından satın alınıp, memurlaştırılmış, sermayenin emir ve taleplerini; sorgulanamaz, eleştirilemez kılmak için Hak ile toplumun arasına duvar örme vazifesini üstlenmiştir. Demiştik.
• İlericilik
İlericilik/ gelişmişlik kavramı Batılı
Devletlerce “tahakküm alanını” (sömürme alanını) ifade eden bir tabirdir. Tahakküm alanı ne kadar
genişse, o kadar gelişmiş bir devlet olunur.
Ancak bu kavram sömürülen ülkelere geldiğinde anlam değişikliğine uğrar. Sömürülen ülkelerde gelişmişlik “Batılılaşmışlık” demektir. Toplum ne kadar Batı’lı değerlere yakınlaşmışsa o kadar gelişmiş kabul edilir. Gerici, çağdaş, çağ dışı, mürteci, irtica gibi olumsuz kelimelerin tamamının hedefi teknoloji üretemeyenler değil, yeterince Batılılaşamayanlardır. Bu noktada, Batılılaşmak, çağdaşlık ya da gelişmişlik kelimeleri "kendine yabancılaşma"yı ifade eder.[8]
Ancak bu kavram sömürülen ülkelere geldiğinde anlam değişikliğine uğrar. Sömürülen ülkelerde gelişmişlik “Batılılaşmışlık” demektir. Toplum ne kadar Batı’lı değerlere yakınlaşmışsa o kadar gelişmiş kabul edilir. Gerici, çağdaş, çağ dışı, mürteci, irtica gibi olumsuz kelimelerin tamamının hedefi teknoloji üretemeyenler değil, yeterince Batılılaşamayanlardır. Bu noktada, Batılılaşmak, çağdaşlık ya da gelişmişlik kelimeleri "kendine yabancılaşma"yı ifade eder.[8]
Kendine yabancılaşma, Şerif
Mardin’in “mahalle baskısı” diye adlandırdığı "biz"i tarif eden “ortak değerler”den kopma
anlamına gelen “bireyselleşme” düşüncesi ile toplumlara yedirilir.
• Bireysellik Akımı
Bireysellik akımının da ana hedefi
Kiliseydi. Kilisenin elindeki arazilerin sermayenin eline geçebilmesi için
Kilisenin çevresinde toplanmış olanların yani cemaatin dağıtılması gerekiyordu.
“Aklınızı kimseye emanet etmeyin.” söylemi bu işi gördü.
Toplumun bir araya gelebilme
yeteneği; Sermaye ve iktidarın hareket alanını kısıtlar. Toplumu bir araya
getirebilme becerisine sahip en kudretli yapılar dini yapılar olduğu için
sermayenin hedefi olurlar. Bu nedenle Sermaye; Avrupa’da Kiliseye, Müslüman ülkelerde
cemaatlere, Hindistan’da Hindu birlikteliklerini sağlayan üstadlara ve onların
çevresindeki yapılara saldırılır. Derdi
evvel emir de Tanrı ile hesaplaşmak değil, cemaati dağıtmaktır.
Cemaat, topluma “özgürlüğünün”
karşılığında “güvenlik” veren yapıdır. Toplum, cemaat; yani fakirlerin
birlikteliği olmadığında sermaye ve iktidar karşısında yapayalnız kalır. Bu
nedenle, Modern İnsan, tarihin en fazla şikayet edip, en itaatkar olan insanıdır.[9]
Gücün ve iktidarın karşısında yapayalnızdır. Devasa şehirlerde kimsesizdir. Tek
başına söylenir ve tek başına katlanır.
Bu nedenle dini yapının çevresindeki “cemaat” dağıtıldığında , “güvensizlik” tuzağına düşen kitleler, çok daha kolay korkutulabilir ve itaate razı edilirler. Akılcılık ve bireysellik etkisi ile bir araya gelemeyen, ortak bir akılda buluşamayan, bir lidere sahip çıkamayan kitleler; "para"nın (maaş) etrafında bir araya getirilirler. Yeni cemaat sermayenin etrafında kurulur. Kitleleri ve sermayeyi kontrol eden Kapitalist, iktidarları teslim alır. Bu andan sonra devlet/iktidar Marks'ın deyişiyle zenginlerin, yönetim kuruludur.
Modernizm bizi, tarihin hiç bir
döneminde olmamış bir dengesizliğin ortasına getirdi. 40-50 kişinin elinde
toplanan servet 3,5 milyar insanın toplam servetinden fazla. 3,5 milyar insanın
serveti 40-50 kişiye verilince, açlıktan ölmemek için 3,5 milyar insana itaat
etmek veya birbirlerini yemekten başka çare kalmıyor.
Alain Touraine bu durumu,
Modernizmin Eleştirisi isimli kitabında; “Tarihin hiç bir döneminde insanlık bu
kadar zengin olmadı. Bu kadar büyük servetler biriktirmedi. Ve tarihin hiç bir
döneminde fakirler, toplam servetten bu kadar az pay almadı. Bu kadar geç yaşlara
kadar, bu kadar uzun mesailerle çalışmak zorunda kalmadı, bu kadar çok takip ve
gözetime uğramadı. Bu kadar çok insan yurdunu terk etmeye, mülteci olmaya, savaşlarda
ölmeye zorlanmadı. Ve tarihin hiç bir döneminde fakirler bu kadar itaatkar
olmadı.” Diyerek tanımlar.
İnsanları bireyselleşme tuzağına çeken belki de, en etkili tuzak, “özgürlük” fikriyatıdır.
- Özgürlük
Özgürlüğün, birçok tanımı vardır.
İlk akla gelen tüketim özgürlüğü; seyahat ya da bireysel hayatın sınırlanmaması
anlamındaki özgürlüktür. Ancak bu anlamda özgürlük sadece sermayesi buna yetenlerin,
özgürlüğüdür. Toplumun değil.
Fakirlerin diledikleri gibi gezme,
dilediklerini giyme, diledikleri gibi yaşama özgürlüklerinden bahsetmek onları sanal
bir zoka ya da fantezi ile avlama işlevi görür. Haftanın 5-6 günü en az 8 saat mesai yapması,
en ucuzundan bir ev için 20-30 yıl çalışması gereken bir fabrika
işçisi için özgürlükten bahsedilemez.
Biz yapabiliriz! Kadın işçiliği özendirmek için ABD 'de basılmış bir pul. |
Bu sürecin sonunda aile parçalanır, 40’lı yaşlardan sonra kadın yapayalnız kalır. Bu anlamdaki özgürlüğün asıl işlevi; kadının, ailesi dağıtılarak sermayenin eline işçi olarak verilmesidir. Kadın özgürleştikçe(!) fabrikalardaki kadın işçi sayısı artar. Evinde çocuklarına ve zevcine hizmet eden kadın aşağılanır, fabrikada patronuna ya da patronunun çocuklarına hizmet eden kadın, ideal kadın olarak sunulur.
İslam toplumlarında ise özgürlük
kişinin kendi nefsinin baskısından kurtulması olarak tanımlanır. Eğer insan;
para hırsının, kibirin, cimriliğin baskısı altındaysa, özgür biri değildir.
Para zaafı bulunan bir hakim, hekim, idareci özgürce karar veremez. Kişi
nefsinin günaha götüren baskısından kurtulabildiği ölçüde özgürdür.
Dikkat edilirse, İslam’ın
Özgürlük kavramı ahlak üretirken, Batı’nın özgürlük kavramı ahlaki yapıyı parçalar.
Ancak Doğu toplumlarında özgürlük “istiklal”le de ilişkili bir kavramdır ve toplumun dışarı ile ilişkisini tanımlar. İslam toplumlarında;
“Biz özgürüz!” dendiğinde, “Dışarıya bağımlı bir toplum değiliz.” denilirken,
Batı’da “Dilediğimizle cinsel ilişkiye girebiliriz.” Denmiş olur. Özgürlük kavramı Batılılaşıp, bireyselleştikçe toplumun İstiklal talebi de
düşer, yok olur. Bu nedenle sömürülen toplumlar özgürleştikçe(?) Batı’ya
bağımlı hale gelir.
Kilise’nin otoritesini kırıp, cemaatleri
dağıtan yeni zenginler/kapitalistler karşılarında direnecek güç kalmadığında uzak diyarlardaki
kolonilerini ve zulümlerini Avrupa’ya taşıdılar.
Nasipse devam ederiz.
Nasipse devam ederiz.
Ahmet H. ÇAKICI
REBÎ'UL-ÂHIR 1439 / ALANYA
Bir sonraki yazı : Sanayi Devrimi ve Komünizm
Bir sonraki yazı : Sanayi Devrimi ve Komünizm
Bu yazının hazırlanmasında Zygmunt Baumann, Alain Touraine, Terry Eagleton, Gayatri Spivak ve Abdurrahman Arslan Beyden faydalanılmıştır.
[1] Gayatri C.Spivak, Madun konuşabilir mi?
[1] Gayatri C.Spivak, Madun konuşabilir mi?
[2]
https://www.britannica.com/topic/Royal-African-Company
[3]
Eduardı Galeano , Aynalar
[4]
Maurice Lengelle: Kölelik, s.82 (Iletisim, Istanbul–1993)
[5]
http://www.dursunalisevilmis.com/life/bulunmaz-hint-kumasi.html
[6]
Buna karşılık
Hindistan'da Doğu
Hindistan Şirketi'nin
yönetim kurulu üyeliğini
yapan William Bolts, sadece Hindistanlı dokuma işçileri
el tezgâhlarında yerli kumaş
üretmesinler de, fabrika işi
İngiliz kumaşlarına pazar açılsın diye
işçilerin
parmaklarının kesilmesine isyan ederek bu vahşeti
yapan İngiliz Doğu Hindistan Şirketi'nden ayrılmıştır. Ayrıldıktan sonra da
İngilizlerin bu vahşetlerini ilk baskısı
1772'de Londra'da yayımlanan müteakiben de İngilizlerin
British Library'deki nüshalarını bile toplayıp imha ettikleri "Considerations
on India Affairs" adlı kitabında belgeleriyle anlatmıştır.
[7]
Abdurrahman Arslan: DünyayaMüslümanca bakmak
[8]
Daryuş Şayegan: Batı Karşısında Asya
[9]
Zygmunt Baumann, Akışkan Gözetim
Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın
Konu yorumu: Avrupa’nın Travmaları 3 - Sömürgecilik ve Modernizm
Açıklama:
Değerlendirme: 5
Yorum: Ahmet H. Çakıcı
Etiketler:
akılcılık,
Bernardin,
bireyselcilik,
el kesme,
eleştiri,
Jomo Kenyatta,
Marks,
modernizm,
özgürlük,
portekiz,
sömürgecilik,
üç kral savaşı
0 yorum:
Yorum Gönder