Avrupa’nın Travmaları 3 - Sömürgecilik ve Modernizm

Yazar : Ahmet H. Çakıcı Tarih : 5 Oca 2018 0 yorum
Önceki Yazı:Mezhep Savaşları 
Sömürge süreçlerini tarihsel olarak veren bir animasyon.

Sömürgecilik ve Modernizm 

5. Yüzyıldan itibaren kuzeyden Kıpçak ve Tatarlar, güneyden Araplar, doğudan Osmanlı tarafından baskı altına alınan Avrupa'nın denizden başka çıkışı yoktu. Rönesans, halkın içine girememişti ama Avrupa’ya önemli hediyeler vermeyi de başarmıştı.  Perçin, bunlardan biriydi. Demirin, perçinle bir araya getirebilmesi, Avrupa'nın buharı kontrol edebilmesini ve sıkıştığı alandan uzak mesafelere büyük gemiler gönderebilmesini sağladı. Üstelik artık Avrupa'nın elinde düşmanını uzaktan öldürebileceği top, tüfek de vardı.

Coğrafi keşifler, “müjde”yi (İncil) putperestlere ulaştırmak gibi kutsal misyonerlik davasından gücünü alıyordu. Ancak tek motivasyon aracı Papa/Kilise değildi. Avrupalı devletlerin büyüyen hammadde ve sermaye ihtiyacı bu seyahatleri zorunlu kılıyordu. Ancak gidilen ülkelerin zenginliğine dair anlatılan hikayelerin uyandırdığı yağma duygusu, sürekli büyüyen işsiz yığınlarını daha çok heyecanlandırıyordu.

1452’de Portekiz Kralı VI. Afonso’ya verdiği Papa fetva ile köle ticaretini onayladı. Bu fetvanın üzerinden 50 sene geçmeden Portekizliler köle ticaretini Ekvator çizgisini aşıp, Ümit Burnu’nun ötesine taşıdılar. 1415 yılında Cebelitarık’ın Ceuta adasını işgal ederek Avrupa'nın deniz aşırı ticaretini, dolayısı ile sömürgecilik hareketlerini başlatan Portekizliler oldu. 1448’ de Afrika’dan, satmak için ilk köleleri getirenler de onlardı. 


Papa Hazretleri, bu toprakları bölüştürme hakkını kendinde görüyordu: Çünkü o toprakların sahipleri olan yerliler; “insan”dan çok, o toprakların ağaçları, otları, hayvanları gibi doğal hayatın uzantılarıydı.
[1] Yapılması gereken faydalı olanların kullanılıp, zararlı olanların yok edilmesiydi. Aynı tarladaki haşereler gibi.
Portekizlilerdeki zenginleşmeyi gören İspanyollar da kısa sürede, onlarla rekabet edebilecek donanmaları yaptılar. 1494 Yılında, sömürge kapma çatışmaları büyüyünce, Papanın hakemliğinde, Tordesillas Antlaşmasını yapıp Okyanusları ve -başkalarının bildiği kendilerinin- yeni keşfettikleri toprakları, aralarında paylaştılar.


Papa Hazretleri, bu toprakları bölüştürme hakkını kendinde görüyordu: Çünkü o toprakların sahipleri olan yerliler “insan”dan çok, o toprakların ağaçları, otları, hayvanları gibi doğal hayatın uzantılarıydı.[8] Yapılması gereken faydalı olanların kullanılıp, zararlı olanların yok edilmesiydi. Aynı tarladaki haşereler gibi.

Portekiz, 1578 yılında Afrika'yı daha kolay yoldan sömürgeleştirmek isteyince; Fas’ın Ksar el-Kebir şehrinde Fas Sultanlığı ve onun hamisi olan Osmanlı ile hesaplaşmak zorunda kaldı. Savaşa giren üç kralın da ölmesi nedeniyle “Üç Kral Savaşı” diye anılan Vadi-yüs Seyl Savaşı muazzam bir çarpışma oldu. Savaşı Osmanlı kazandı ve Portekiz Orduları yok oldu. Portekiz Kralı Sebastian öldü. Üstelik varisi de yoktu. Portekiz’in yüz senelik emperyal üstünlüğü bir anda bitti. Ülke İspanyolların işgaline uğradı. (Tarihin seyrini değiştiren böylesi zaferleri bile öğretmeyen Türk Milli Eğitimi, kimin tarihini öğretir, ne kadar millidir?)

II. Felipe
İspanyolların kralı 2. Felipe, Portekizlileri egemenlikleri altına alıp Hollandalılarla ticareti yasaklayınca, Hollandalılara da deniz aşırı ülkelerin yolunu göstermiş oldu. Kuzey Amerika'da, New Amsterdam şehrini, Güney Afrika da Cape Town’u inşa edip, Güney Brezilya kıyılarını da işgal ettiler. 

Onları Belçikalılar, Afrika’daki sömürgeleri ile takip ettiler.

Ancak en büyük sömürgeciler sonradan gelenler oldu. Hollandalılar 17. Yüzyılda denizlerdeki üstünlüklerini İngiliz ve Fransızlara kaptırdılar.

Fransızlar ile İngilizlerin arasındaki rekabet Hindistan’dan Afrika’ya hatta Amerika kıtasına kadar hemen her bölgede sürdü. Özellikle İngilizler, 1700’lerden sonra kurdukları British Company, British East India Company,Newfoundlan Company, II. Charles Hudson Gulf Company, Somers Iceland Company gibi şirketlerin üzerinden deniz ticaretinin büyük kısmına hakim oldular.

İngiliz ve Fransızlar, kurdukları şirketler ve onları destekleyen askeri güçleri ile sadece tüm Dünya ticaretini ellerine geçirmekle kalmadı, onların tüm servetlerini yağmalayıp Avrupa'ya taşırken kendilerini de esir edip, köle olarak ya kullandı ya da sattılar. Liman gümrükleri ve deniz sigortası arşivlerine dayanan tahminler, Avrupalı ​​tüccarlar tarafından taşınan toplam Afrikalı köle sayısını en minimum rakamlarla 12 milyon[2] civarında olduğunun haberini veriyor. 3,5-4 milyon civarında köle ise gemilere yüklendikleri halde yolculukta ölüp karaya hiç çıkamıyorlar. Bu rakamların içinde av(yakalanma) esnasında ölenler yok.

Özgürlükçü Aydınlanmacılar,  bu konuyu o dönemde uzun uzun tartışmaya gerek görmüyorlar. Çünkü bu hareketlerin amacı gönülleri kazanmak değil servet kazanmaktır.[3] . Ve Rönesans  hareketlerinin önemli düşünürlerinden Machiavelli (1469-1257) yeni dönemin kutsal sloganını çoktan va'z etmiştir; "Amaca giden her yol mubahtır."


Sömürgeci ülkeler gittikleri yerlerde; beyazların efendi, yerlilerin köle olduğu koloniler kuruyor ve çevredeki ticareti (Buna yağmalama da denebilir.) kontrol altına alıyorlardı. Bu nedenle eski Yunan’ın Milattan önce 700-500'lerde kurduğu ticaret kolonilerine benzetilerek bu harekete kolonizasyon hareketi de denilmiştir.   

Eduardo Galano’nun deyişiyle; “Sömürgeciler Dünya’nın açlığını yiyor, çıplaklığını giyiyor, fakirliğini servet ediniyorlardı.” Her şeylerini alıp onlara sadece kendi kültürlerini veriyorlardı.

Jomo Kenyatta
Bu durumu ifade eden Kenya’nın ilk devlet Başkanı Jomo Kenyatta'nın artık klasikleşen ifadesini buraya alıntılamadan geçemeyeceğim: "Misyonerler Afrika' ya geldiklerinde onların elinde İncil, bizim elimizdeyse toprağımız vardı. Bize gözlerimizi kapayarak dua etmeyi öğrettiler. Gözümüzü açtığımızda bizim elimizde İncil, onların elinde topraklarımız vardı..."

Saint-Pierre’li Bernardin, benzeri bir değerlendirmeyi şöyle yapıyordu: “Avrupalıların mutluluğu için şekerin ve kahvenin gerekli olup olmadığını bilmiyorum. Fakat bu iki ürünün dünyanın iki kıtasında mutsuzluğa yol açtığını biliyorum. Amerika toprakları, ekin yetiştirecek araziler elde etmek için toplumlar katledilerek boşaltıldı; şimdi de bu topraklarla uğraşacak köleleri temin etmek için Afrika boşaltıyorlar”. [4]

Avrupa, gücünü ve servetini sanayiden değil, yağmadan aldı.

Deniz aşırı hareketlenmeler başladığında Avrupa’da teknoloji; Çin, Hint ve Osmanlı coğrafyasının çok gerilerindeydi. Mesela Avrupa, Endülüs Tıbbının seviyesine ancak 19. Yüzyılda ulaşılabilmişti. Ama son 500 yılda Dünya üzerinde yapılan tüm savaşların neredeyse 5’te 4’ü Avrupa kıtasında olmuştu ve bu, Avrupa’nın savaş teknolojisini ve tecrübesini çok geliştirmişti. Savaş teknolojisinin üstünlüğü, hem rakiplerini yok etme hem de tekellerini dünyanın geri kalanına dayatma gücünü de ona verdi.

Mesela İngilizler,  İngiliz kumaşları ne kalite ne de fiyat olarak Hindistan tekstili ile baş edemeyince, milyonlarca dokuma işçisinin başparmaklarını kestirerek dünya tekstil piyasasının tekelini ellerine aldılar.

(Ne yazık ki, Karl Marks bile[5] “İngiliz Emperyalizminin bu başparmak kesme vahşetine[6] alkış tutmuş "ilerici bir devrim" olarak onaylamış ve 25 Haziran 1853 günkü New York "Daily Tribune" gazetesindeki yazısında  "uygarlaştırıcı, ilerici ve devrimci" bir uygulama olarak alkışlamıştır. Konu, “İmparatorluk” kitabında; “Avrupa Merkezcilik”, Avrupalı düşünce adamlarının sorgulanmamış ön kabulleri ve düşüncelerinin temel hareket noktasıdır.” Şeklinde eleştirilir. )

Yüzyıllar boyunca sömürgelerden, kolonilerden ve tekellerden devasa servetler Avrupa’ya aktı. Müthiş zengin bir zümre oluştu. Deniz aşırı ticaretle uğraşan, sömürgeci, köle taciri bu yeni zenginler genelde toplum içinde tutunamamış, aç gözlü, sahtekar, ahlaksız, haydut, korsan, tefeci ve hırsız bir zümre idi.

Ancak bu yeni zenginler, üç şeyden mahrumdu. Arazi, iktidar ve itibar.[7]

Akılcılık akımı sermayeye arazi, bireysellik akımı iktidar, özgürleşme akımı ise itibar verdi.

Krallarınki hariç, neredeyse tüm araziler dolaylı/dolaysız yoldan Kilisenin kontrolündeydi. Yeni Kapitalistler, toplum Kilisenin ve asillerin çevresinde toplanmış olduğu için paralarının gücünü iktidara yansıtmakta zorlanıyorlardı. Üstelik Tanrı’nın öğretileri onlara; günahkarlar, hırsızlar, yalancılar, katiller, tefeciler olduklarını hatırlatarak onları itibardan da mahrum ediyordu. Toplumun en altındakiler bile, onca servetlerine rağmen düşük ahlaklarına bakıp onları aşağılayabiliyorlardı. (Roma’da genelev işletenler ile komisyonculuk ve tefecilik yapanlara aynı isim veriliyordu. Proxeneta. Ve asil insanların sofralarına oturmalarına müsaade edilmiyordu. Şu andaki bankacının/tefecinin itibarını düşünerek değişimin boyutunu fark etmek mümkün.)

Aydınlanma hareketi başladığında, Aydınlanmacılara destek de bu zenginleşmiş zümreden geldi. Aydınlanmanın fikirleri bu zenginleşmiş zümrenin ihtirasları ile birleştiğinde dünyanın son 300 yılını etkileyen en önemli hareketi gelişti. Modernizm.

Modernizm, teknoloji demek değildir. Akılcılık, Bireysellik ve cinsel özgürlük kelimelerinin üzerinden inşa edilmiş bir dünya görüşü, hayat felsefesidir.

Modernizm düşüncesi; ulus devletlerin, “büyük emperyal”den kaçmak için, içine düştükleri bir tuzaktır. Eğer yeterince modernleşebilirlerse, teknoloji üretebilecek ve büyük emperyalistlerin baskısından kurtulup istiklallerine kavuşabilecekleri düşüncesine kapılmışlardır. Ancak burada gizlenen şudur: Emperyal, önce yağma ile servet edindi. Sonra o servet ile sanayini kurdu. Ulus devletin ise önce sanayileşmesi, sonra o sanayi ile zenginleşmesi gerekiyor. Sanayisini kurmak için yeterli parası ve bilgi birikimi olmadığından emperyale borçlanıyor ve ondan teknolojiyi satın alıyor. Böylece ulus devletin borcu artarken emperyal eski teknolojisini ulus devletlere satarak hem ulus devleti daha fazla borçlandırıp kaynaklarını sömürüyor hem de sömürüyü çok daha düşük maliyete getiriyor.

Modernizmin temel ilkelerini, eleştirel bir gözle kabaca değerlendirmek istiyorum.

       Akılcılık

Bir önceki yazıda Akılcılık akımını ve onun asıl hedefinin, Kilise olduğunu konuşmuştuk.

Ortaçağ'da sorgulanamayan kutsa makamda oturanlarl, "Kilise ve din adamları" iken; Modern zamanlarda kutsal, yanılmazlık ve “Sorgulanamaz”lık makamı “AKIL” ve “Bilim Adamı”na verildi. 

Ancak akıl, kendi değerlerini üretemediği gibi, yeterli ilim ve tecrübe olmadan da devreye girmesi mümkün değildir. Değerlerini de çevreden aldığı için basından, eğitimden ve menfaatten etkilenir. Yani akletmek demek -çok az olan ilim sahibinin dışında- kendisine, kendi hizbine yakın Tv'den, basından, eğitimden verileni tekrarlamak ya da menfaatini seslendirmekten ibarettir.

Bilim adamı ise sermaye tarafından satın alınıp, memurlaştırılmış, sermayenin emir ve taleplerini; sorgulanamaz, eleştirilemez kılmak için Hak ile toplumun arasına duvar örme vazifesini üstlenmiştir. Demiştik.

       İlericilik

İlericilik/ gelişmişlik kavramı Batılı Devletlerce “tahakküm alanını” (sömürme alanını) ifade eden bir tabirdir. Tahakküm alanı ne kadar genişse, o kadar gelişmiş bir devlet olunur. 

Ancak bu kavram sömürülen ülkelere geldiğinde anlam değişikliğine uğrar. Sömürülen ülkelerde gelişmişlik “Batılılaşmışlık” demektir. Toplum ne kadar Batı’lı değerlere yakınlaşmışsa o kadar gelişmiş kabul edilir. Gerici, çağdaş, çağ dışı, mürteci, irtica gibi olumsuz kelimelerin tamamının hedefi teknoloji üretemeyenler değil, yeterince Batılılaşamayanlardır. Bu noktada, Batılılaşmak, çağdaşlık ya da gelişmişlik kelimeleri "kendine yabancılaşma"yı ifade eder.[8]

Kendine yabancılaşma, Şerif Mardin’in “mahalle baskısı” diye adlandırdığı "biz"i tarif eden “ortak değerler”den kopma anlamına gelen “bireyselleşme” düşüncesi ile toplumlara yedirilir.

       Bireysellik Akımı

Bireysellik akımının da ana hedefi Kiliseydi. Kilisenin elindeki arazilerin sermayenin eline geçebilmesi için Kilisenin çevresinde toplanmış olanların yani cemaatin dağıtılması gerekiyordu. “Aklınızı kimseye emanet etmeyin.” söylemi bu işi gördü.

Toplumun bir araya gelebilme yeteneği; Sermaye ve iktidarın hareket alanını kısıtlar. Toplumu bir araya getirebilme becerisine sahip en kudretli yapılar dini yapılar olduğu için sermayenin hedefi olurlar. Bu nedenle Sermaye; Avrupa’da Kiliseye, Müslüman ülkelerde cemaatlere, Hindistan’da Hindu birlikteliklerini sağlayan üstadlara ve onların çevresindeki yapılara saldırılır.  Derdi evvel emir de Tanrı ile hesaplaşmak değil, cemaati dağıtmaktır.

Cemaat, topluma “özgürlüğünün” karşılığında “güvenlik” veren yapıdır. Toplum, cemaat; yani fakirlerin birlikteliği olmadığında sermaye ve iktidar karşısında yapayalnız kalır. Bu nedenle, Modern İnsan, tarihin en fazla şikayet edip, en itaatkar olan insanıdır.[9] Gücün ve iktidarın karşısında yapayalnızdır. Devasa şehirlerde kimsesizdir. Tek başına söylenir ve tek başına katlanır.

Bu nedenle dini yapının çevresindeki “cemaat” dağıtıldığında , “güvensizlik” tuzağına düşen kitleler, çok daha kolay korkutulabilir ve itaate razı edilirler. Akılcılık ve bireysellik etkisi ile bir araya gelemeyen, ortak bir akılda buluşamayan, bir lidere sahip çıkamayan kitleler; "para"nın (maaş) etrafında bir araya getirilirler. Yeni cemaat sermayenin etrafında kurulur. Kitleleri ve sermayeyi kontrol eden Kapitalist, iktidarları teslim alır. Bu andan sonra devlet/iktidar Marks'ın deyişiyle zenginlerin, yönetim kuruludur.  

Modernizm bizi, tarihin hiç bir döneminde olmamış bir dengesizliğin ortasına getirdi. 40-50 kişinin elinde toplanan servet 3,5 milyar insanın toplam servetinden fazla. 3,5 milyar insanın serveti 40-50 kişiye verilince, açlıktan ölmemek için 3,5 milyar insana itaat etmek veya birbirlerini yemekten başka çare kalmıyor.

Alain Touraine bu durumu, Modernizmin Eleştirisi isimli kitabında; “Tarihin hiç bir döneminde insanlık bu kadar zengin olmadı. Bu kadar büyük servetler biriktirmedi. Ve tarihin hiç bir döneminde fakirler, toplam servetten bu kadar az pay almadı. Bu kadar geç yaşlara kadar, bu kadar uzun mesailerle çalışmak zorunda kalmadı, bu kadar çok takip ve gözetime uğramadı. Bu kadar çok insan yurdunu terk etmeye, mülteci olmaya, savaşlarda ölmeye zorlanmadı. Ve tarihin hiç bir döneminde fakirler bu kadar itaatkar olmadı.” Diyerek tanımlar.

İnsanları bireyselleşme tuzağına çeken belki de, en etkili tuzak, “özgürlük” fikriyatıdır.
  • Özgürlük
Özgürlüğün, birçok tanımı vardır. İlk akla gelen tüketim özgürlüğü; seyahat ya da bireysel hayatın sınırlanmaması anlamındaki özgürlüktür. Ancak bu anlamda özgürlük sadece sermayesi buna yetenlerin, özgürlüğüdür. Toplumun değil.

Fakirlerin diledikleri gibi gezme, dilediklerini giyme, diledikleri gibi yaşama özgürlüklerinden bahsetmek onları sanal bir zoka ya da fantezi ile avlama işlevi görür. Haftanın 5-6 günü en az 8 saat mesai yapması, en ucuzundan bir ev için 20-30 yıl çalışması gereken bir fabrika işçisi için özgürlükten bahsedilemez.

Biz yapabiliriz! Kadın işçiliği
 özendirmek  için  ABD 'de basılmış bir pul.
Cinsel anlamda özgürlük ise bütün toplumlarda ahlak kırıcı bir işlev üstlenir. Toplumsal ya da dini hiç bir sorumluluk, baskı ya da kınamaya muhatap olmamak anlamındadır. Ancak bunun sonucu: Kadının, erkeği hiç bir sorumluluk altına sokmadan, erkek tarafından istismar edilmesidir. 

Bu sürecin sonunda aile parçalanır, 40’lı yaşlardan sonra kadın yapayalnız kalır. Bu anlamdaki özgürlüğün asıl işlevi; kadının, ailesi dağıtılarak sermayenin eline işçi olarak verilmesidir. Kadın özgürleştikçe(!) fabrikalardaki kadın işçi sayısı artar. Evinde çocuklarına ve zevcine hizmet eden kadın aşağılanır, fabrikada patronuna ya da patronunun çocuklarına hizmet eden kadın, ideal kadın olarak sunulur.

İslam toplumlarında ise özgürlük kişinin kendi nefsinin baskısından kurtulması olarak tanımlanır. Eğer insan; para hırsının, kibirin, cimriliğin baskısı altındaysa, özgür biri değildir. Para zaafı bulunan bir hakim, hekim, idareci özgürce karar veremez. Kişi nefsinin günaha götüren baskısından kurtulabildiği ölçüde özgürdür.

Dikkat edilirse, İslam’ın Özgürlük kavramı ahlak üretirken, Batı’nın özgürlük kavramı ahlaki yapıyı parçalar.  

Ancak Doğu toplumlarında özgürlük “istiklal”le de ilişkili bir kavramdır ve toplumun dışarı ile ilişkisini tanımlar. İslam toplumlarında; “Biz özgürüz!” dendiğinde, “Dışarıya bağımlı bir toplum değiliz.” denilirken, Batı’da “Dilediğimizle cinsel ilişkiye girebiliriz.” Denmiş olur.  Özgürlük kavramı Batılılaşıp,  bireyselleştikçe toplumun İstiklal talebi de düşer, yok olur. Bu nedenle sömürülen toplumlar özgürleştikçe(?) Batı’ya bağımlı hale gelir.

Kilise’nin otoritesini kırıp, cemaatleri dağıtan yeni zenginler/kapitalistler karşılarında direnecek güç kalmadığında uzak diyarlardaki kolonilerini ve zulümlerini Avrupa’ya taşıdılar.

Nasipse devam ederiz.
                                                         
                                                                                                   Ahmet H. ÇAKICI
                                                                                             REBÎ'UL-ÂHIR 1439 / ALANYA

Bir sonraki yazı : Sanayi Devrimi ve Komünizm



[2] https://www.britannica.com/topic/Royal-African-Company
[3] Eduardı Galeano , Aynalar
[4] Maurice Lengelle: Kölelik, s.82 (Iletisim, Istanbul–1993)
[5] http://www.dursunalisevilmis.com/life/bulunmaz-hint-kumasi.html
[6] Buna karşılık Hindistan'da Doğu Hindistan Şirketi'nin yönetim kurulu üyeliğini yapan William Bolts, sadece Hindistanlı dokuma işçileri el tezgâhlarında yerli kumaş üretmesinler de, fabrika işi İngiliz kumaşlarına pazar açılsın diye işçilerin parmaklarının kesilmesine isyan ederek bu vahşeti yapan İngiliz Doğu Hindistan Şirketi'nden ayrılmıştır. Ayrıldıktan sonra da İngilizlerin bu vahşetlerini ilk baskısı 1772'de Londra'da yayımlanan müteakiben de İngilizlerin British Library'deki nüshalarını bile toplayıp imha ettikleri "Considerations on India Affairs" adlı kitabında belgeleriyle anlatmıştır.
[7] Abdurrahman Arslan: DünyayaMüslümanca bakmak
[8] Daryuş Şayegan: Batı Karşısında Asya
[9] Zygmunt Baumann, Akışkan Gözetim

Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın

0 yorum:

Yorum Gönder