Kitabın anlatıldığı videoyu izlemek için https://www.youtube.com/watch?v=dhl25lT7x7g&feature=share adresini ziyaret edebilirsiniz.
Teyzesinin, 17 yaşında intihar etmek için adet dönemini beklemesinden hareket ederek tezini geliştiren Spivak, ince bir kitap boyutuna ulaşan tebliğine çok ciddi sorular ve tespitler sığdırabilmiş.
Videoda anlatıldığı gibi kitabın konusu; “Madun" denen “güçsüzleştirilmiş-mustazaf” öznenin konuşamamasının sebeplerini bulmak.
Spivak, madunun konuşamamasını temel olarak iki sebebe bağlıyor:
Birincisi; madun konuşmuyor değil, konuşuyor. Ancak onun sesinin duyulabileceği kanallar/kulaklar yok.
Dolayısı ile konuşmasının faydası yok. İşitilmiyor. Madun
adına söz alan entellektüel ise , madunu çok uzaktan, onun halini paylaşmadan,
acılarını duymadan anlatıyor. Gördüğü çok kısıtlı bir alan. Bütünü/gerçeğin tamamını göremiyor. Dolayısı ile entellektüelin anlattığı madunun hali değil, entellektüelin kurgularıdır. Diyor.
İkincisi; madunluğuna sebep olan iklimi var
edenler, sömürgecilerdir. Ancak sömürgeciler ve madunlar arasındaki figür olan
entellektüeller, Batı merkezli ya da Batı’nın Merkez olması gerektiği düşüncesi
ile yetiştirildiklerinden, madunu var eden koşulların oluşmasındaki sömürgeciliğin sorumluluğunu görmeyi reddediyorlar.
Entellektüel, sadece sömürgecilerin yanında, onlar gibi yaşayan biri
olarak madunu egemene raporlayan, analiz eden kişi olmakla kalmaz, dolaylı olarak madunun yerine söz hakkı alarak madunu da susturur.
Kitap kötü değil, berbat tercümesi ile sanırım
en çok okunamayan kitaplar arasında yerini alacaktır. Ne yazık konunun zorluğu,
Spivak’ın anlatım dilinin çok katmanlı olması ve tercüme edenlerin bu yükün
altından kalkamaması kitabı okunmaz kılmış.
Kitaptan Notlar:
Gramsci’nin klasik kullanımında madun tekil şahıs değil, toplumsal bir gruptur. İkinci olarak madun, toplumsal hareketlilik
yapılarına erişimi engellenmiş olan kişidir.
Bu risaleyi “Niçin yazdığım?” sorusuna vereceğim cevap; “madun” denen bu spesific gruba nasıl bir şeyler öğretilebileceğini öğrenmeyi, öğretmekti.
Bu risaleyi “Niçin yazdığım?” sorusuna vereceğim cevap; “madun” denen bu spesific gruba nasıl bir şeyler öğretilebileceğini öğrenmeyi, öğretmekti.
Kitap boyunca, Batılı entellektüel üretimin,
birçok yolla, Batı’nın uluslararası iktisadi çıkarlarıyla suç ortaklığı içinde
olduğu argümanını ileri süreceğim
Entellektüelin, “Batı’nın öznesini” veya “Özne
olarak Batıyı” muhafaza etmeyi gözeten bir arzunun çocuğu olduğu eleştirisi,
Batı’lı entellektüele getirilen en radikal eleştiridir.
İktidar, arzu, çıkar ağları o kadar karmaşıktır
ki, bunların tutarlı bir anlatıya indirgenmesi, kendi amacına zarar verir.
Kalıcı bir eleştiri gereklidir. Halbuki entellektüel, “ötekini” bilmek, hatta
ortaya çıkarmak zorundadır.
Deleuze’ün “Entellektüel, yayılmış hegemonik
zümre ile karşı karşıya gelmeden, sistemin herhangi bir yerinde iktidara
dokunmadan...anlatmaya çalışıyor.” Demesi apaçık bir diz çökmedir.
Bu noktada Batı’lı entellektüelin gelecek için
tüm ümidini işçilerin mücadelesine bağlaması acınacak bir durumdur. O küresel
kapitalizm karşısında acizdir. (Bu küresel kapitalizm karşısında “acizliğinin”
ve kendisinin “madun” denen zümre ile aynı yerde durmadığının itirafıdır. AHÇ)
Emek gücünün yeniden üretimi, sadece onun
vasıflarının yeniden üretimi değil, aynı zamanda emek gücünün işçiler için
hakim ideolojiye “tabiiyetinin” de yeniden üretimidir. Sömürünün ve bastırmanın
failleri için hakim ideolojiyi doğru biçimde manipüle etme yeteneğinin de
yeniden üretimini gerektirir; Öyle ki, bunlar da “söz kapsamında” egemen
sınıfın tahakkümünü sağlayacaklardır. (S:22)
Deleuze ve Guattari, gibi filozoflar, arzu ve
çıkar arasında mekanik, şematik bir karşıtlık üretmeye mecbur kalırlar. İdeolojinin yerini
kesintisiz bir “bilinçdışı” veya bir “yan-öznel” “kültürle” dolduran burjuva
sosyologlarla kendilerini aynı safa yerleştirirler. Mekaniklik, arzu ve çıkar
arasında tanımlanan ilişkide çok açıktır. “Asla çıkarlarımıza ters bir şeyi
arzulamayız, çünkü çıkar her zaman arzuyu takip eder.”(FD,215)
Arzu, ortodoks bir modele göre zımnen
tanımlandığı için, bütün olarak “aldatılmışlığın” karşıtıdır. İktidar... arzu
ve bilgi düzeyinde müspet etkiler üretir. (Pk-59) (Entellektüelin hırsızı korumaya çalıştığını
anlatmaya çalıştığını anladım. Emperyalistler, toplumları aldatmazlar, onlar
aldatılmışlık denen şeyi arzulamışlardır. Dolayısı suçlu hırsız değil,
aldatılmayı arzu eden ev sahibidir.-AHÇ)
Hayır, kitleler aldatılmadılar. Belli bir anda
faşizmi gerçekten arzuladılar.
Foucault ekler “Kitleler, gayet iyi bilirler.
Hatta onlar entellektüellerden çok daha iyi bilirler ve bunu çok da iyi ifade
de ederler.” (Spivak, Madun’un konuşamadığından şikayet ederken, Foucault
tersini iddia etmektedir. – Spivak, Foucault’u epistemik şiddet uygulamakla
itham ediyor, sanırım. AHÇ)
(Spivak Althusser’den bir alıntı yapıyor. “Proleter
sınıf konumlarına ulaşmak için, proleterlerin bu konularda sadece eğitilmeleri
gerekir; küçük brujuvazinin ve dolayısı ile entellektüeller de ise durum çok zordur, bir değişim için devrim yapılması gerekir.” )
Teori bir alet kutusuna benzer, gösterilenle
hiç alakası yoktur.
Eyleyen ve konuşanlara karşıt olarak, eyleyen
ve mücadele edenler dilsiz midirler? (Mücadele edenler “özne” olarak görülmez.
Dolayısı ile onlar adına hep birilerinin söz alması gerekir.-AHÇ)
Küçük mülk sahibi köylüler kendilerini temsil
edemezler. Temsilciler, hem efendileri, hem de üzerlerinde otorite olan, onları
diğerlerinden koruyan, onlara yukardan yağmur ve güneş ışığı yağdıran tanrısal
güçler gibi görünmektedirler. Çünkü mülk sahiplerinin “çıkar özdeşliği” bir
topluluk hissiyatı, milli bir bağ, ya da siyasi bir örgütlenme üretme gücüne
sahip değildir.
Çıkarların özdeşliği, bir cemaat hissiyatı
üretemediği sürece bir sınıf da var edemezler. Sınıfı oluşturan suç
ortaklığıdır. (Sanırım Spivak, Batılı entellektüelin üst sınıf olmasına
işaret ederek onların sömürgeci ile suç ortaklığı içinde olduklarını ima ediyor.-AHÇ)
Sınıf bilinci milli bağlara ve politik
örgütlenmelere ait bir topluluk hissiyatı ile ilgilidir. Yoksa yapısal modeli
aile olan topluluk hissiyatı ile ilgili değil.
Küresel kapitalizmle (iktisadi sömürü)
ulus-devlet ittifakları (jeopolitik tahakküm) arasındaki ilişki, öylesine
makrolojiktir ki, iktidarın mikrolojik etkisini açıklayamaz.
Öznelerin ne biri ne öbürü (ne ezen ne de
ezilen) olan entellektüeller bu kavgada saydamlaşırlar, çünkü temsil edilmeyen
özne hakkında rapor verirler ve arzunun ve iktidarın işleyişlerini (analiz
etmeden) analiz ederler. Bu üretilmiş “saydamlık” Çıkarın yerini işaret eder. (Entellektüel,
zenginlerin yanında, zenginlerle beraber yaşayan fakirleri rapor ve analiz
ederek geçimini sağlayan ancak fakirlerden olduğunu, fakirler adına konuştuğunu
söyleyen kişidir. Bu haliyle ikisi tarafından da görünmezler.-AHÇ) (s:37)
Entellektüelin ki, hem hakem, hem yargıç hem de
evrensel tanık rolüdür.
Foucault’un iktidarın; sınıfların, ekonominin, isyanın ve
ayaklanmanın rolünü yok eden cezbedici ve mistikleştirici bir kategori olduğu
yönündeki eleştirisi buraya uygundur. İktidar’ın görevi statükoyu yerinden
oynatmak, yeni hegemonik ilişkiler dengesini kurmaktır. (Rant paylaşımının yeni
düzenlemesini yapmaktır. Dolayısı ile bu yeni paylaşım da entellektüele de pay
ayrılmıştır.-AHÇ)
Epistemic şiddetin (Bilgi kullanılarak
uygulanan şiddet, sindirme, baskılama ve susturma- AHÇ)
en çok hissedildiği yer belki de sömürülenin , öteki olarak
tanımlanabilmesine izin veren uzaktan yönetilen, uzakta konumlanmış heterojen
projedir..... belki de bu sadece tamamen silinip sömürgeciler tarafından yeniden
yazılan sömürgelerin tarihinin sömürgecilerce yeniden
anlatılmasını ve “tabi kılınmış bilgi”ye dönüştürülmesini istemekten başka bir
şey değildir......Belki de bu, “şeyleri tanımlama yetkisini” ve “tarihin en iyi
yorumu” hakkını emperyalizme verme işini görmekten ziyade, belli bir açıklama veya yorumun gerçek kabul
edilebilmesi için nasıl bir norma sahip olması gerektiğini belirlemeye yarar.
(S:41)
Minute on Indian Education (Hindistan Eğitimi
Üzerine Rapor) isimli kötü şöhretli eserinde
Macaulay[1];
“Şu an yönettiğimiz milyonlarca insanla bizim aramızda tercüman olabilecek bir sınıf
oluşturabilmek için elimizden geleni yapmalıyız. Kanda ve renkte Hintli, ama
beğenide, fikirde, ahlakta ve anlayışta İngiliz olan kişilerden oluşan bir
sınıf olmalı. Bu sınıfa yerel dilleri rafine etme, bu dileri Batılı
terminolojiden alınan terimlerle zenginleştirme ve bu dilleri aşamalı olarak
büyük kütlelere bilgi taşımaya uygun araçlar haline getirme işlerini bırakabiliriz.”
Der.
Sömürge Öznelerinin eğitimi, onların hukukta üretilişlerini tamamlar.
Sömürge Öznelerinin eğitimi, onların hukukta üretilişlerini tamamlar.
Şu soruyla yüzleşmek zorundayız: Toplumsallaşmış
sermayeden çıkan uluslararası iş bölümünün karşısında, emperyalist hukukun ve eğitimin epistemik
şiddet döngüsünün baskısı içinde ve dışında, madun konuşabilir mi?
Madun olarak kadın sorununa yöneldiğimde, kadın
dayanışmasının bizzat kadın hareketlerinin manipülasyonu ile engellendiğini iddia edeceğim.
(Burada Spivak, Edward Said’in “anlatma iznini”
tartıştığını hatırlatıyor)
Hint eliti, üçünü dünyanın sesine ilgi duyan
birinci dünya elitinin yerli bilgi kaynağıdır. Sömürgeleştirilmiş madun özne
geri dönüşsüz bir şekilde heterojen kabul edilmiştir. (Madun özeye gitmenin
anlamı yoktur. Çünkü onun çok fazla rengi, biçimi, şekli vardır. Ortak talepler
ve beklentiler içinde olmaları mümkün değildir. Dolayısı ile dinlenimesi noş bir çabadır. AHÇ)
Sömürgeleşmiş ülkelerde konuşma statüsü şöyle
şekillenir:
- 1- Egemen Yabacılar. (ELİT)
- 2- Tüm Hindistan düzeyinde egemen yerliler. (ELİT)
- 3- Bölgesel yerel düzeyde egemenler.
- 4- Madunlar (halk)
Bir çalışmada önemli olan ne söylenmediğidir.
“Bu söylemeyi red ettiği” bir şeyden ziayede “söyleyemediği” şeydir. Önemli
olanda bu söylenemeyendir çünkü “susulan” şey tam bu noktadadır.
Post kolonyal entellektüeller, bilirler ki; ayrıcalıkları, korumaları gerekenlerdir. Bu yüzden onlar birer entellektüel
pragmatisttirler. (Entellektüel, ayrıcalıklarının “susulan”ı ortaya çıkarmaması
ile devam edeceğini hisseder. AHÇ)
Emperyalizmin dar epistemik şiddeti bize, bir episteminin imkanı olan genel şiddetin
eksik de olsa bir alegorisini/canlandırmasını verir.
Sanayi sermayesinin dolaşımını ve büyümesini
sürdürme hedefi doğrultusunda, ulaşım, hukuk ve standartlaştırılmış yaygın
eğitim geliştirildi. Aynı zamanda yerel sanayi çökertildi, toprak dağılımı
yeniden düzenlendi ve ham madde sömürgeciye aktarıldı. Sömürgeciliğin sona
erişi özgür ve yerel bir hukuk sisteminin, anayasanın ve eğitim sisteminin
kurulacağı anlamına gelmez. Gelişme, yurt içindeki ulus ötesi sermayenin
büyümesi anlamına gelir. Bir de sömürgeci ülkeler için ucuz iş gücü arzının
devam ettiği."
İnsan emeği, fıtri olarak “ucuz” ya da “pahalı”
değildir. Eğer ucuzsa bunu belirleyen “iş yasalarının yokluğu“, totaliter
devlet ve işçiler için "en asgari düzeyde hesaplanan" geçim ihtiyaçlarıdır.
Bu strateji kapsamında, gelişmiş ülkelerdeki
üretimin en yoğun aşamaları, -örneğin dikiş ve montaj- emeğin en ucuz olduğu
Üçüncü Dünya ülkelerindeki taşeron imalathanelere kaydırılır. Montaj
yapıldıktan sonra, çok uluslu şirket, malları yerel pazara satmak yerine,
cömert gümrük muafiyetleri altında gelişmiş ülkelere tekrar ithal edilir.
(Bu mallar taşeron ülkeye girerken ithalat, çıkarken ihracat rakamlarını şişirirler. Ülke % de 3-5 büyümüş olur. Halbuki büyüyen sadece rakamlardır. Para, sömürgecinin cebine girer.)
1979’dan bu yana küresel ekonomik durgunluk, ticareti ve yatırımı, dünya ölçeğinde belirgin bir şekilde yavaşlatırken, uluslararası taşeronlaşmada patlama yaşanır... Bu nedenle çok-uluslu şirketler, militan işçilere, devrimci değişimlere ve hatta ekonomik darboğazlara direnebilme konusunda daha güçlü olurlar.
(Bu mallar taşeron ülkeye girerken ithalat, çıkarken ihracat rakamlarını şişirirler. Ülke % de 3-5 büyümüş olur. Halbuki büyüyen sadece rakamlardır. Para, sömürgecinin cebine girer.)
1979’dan bu yana küresel ekonomik durgunluk, ticareti ve yatırımı, dünya ölçeğinde belirgin bir şekilde yavaşlatırken, uluslararası taşeronlaşmada patlama yaşanır... Bu nedenle çok-uluslu şirketler, militan işçilere, devrimci değişimlere ve hatta ekonomik darboğazlara direnebilme konusunda daha güçlü olurlar.
Komprador ülkelerde, egemen toplumsal gruplarda
“uluslararası feminizm”le ilgilenen kadınlar arasında, küresel ittifak
siyasetinin makul olduğu yönündeki inanç yaygındır. Yelpazenin diğer ucunda
ise “kadınlar, mahkumlar, zorunlu askerler, hastanede yatanlar ve
eşcinseller vardır. Bunların içinde herhangi bir ittifak imkanından en uzak
olanları ise kentli fakir işçi kadınlardır. (Uzlaşma ihtimali olmayan grupları bir araya getirmeye çalışmak, aslında o ezilenlerin bir araya gelebilme ihtimalini yok etmektir. AHÇ)
Homojen bir öteki var ederek, bilinçlerini
kavrayamayacağımız insanlar vardır. Bunlar, ancak geçinebilen çiftçiler,
örgütsüz köylü emeği, kabile mensupları ile sokaktaki ya da kırsaldaki
sözleşmesiz işçi topluluklarıdır. Onlarla yüzleşmek; onları temsil etmek
demek değil, daha ziyade kendimizi temsil etmeyi öğrenmektir.
Fransız kapitalizmi yüzer gezer bir işsizlik
gösterenine ihtiyaç duyar. Bu bakış açısıyla, baskı biçimlerinin birliğini
görmeye başlarız: göçe getirilen kısıtlamalar, en zor ve en az getirili işlerin
göçmen işçilere verildiğini görmek gerekir; üstelik işsiz sayısındaki artma fabrikalardaki
baskıyı ve Fransızların gittikçe daha zorlaşan işlerinden yeniden “tat”
almalarının(!) da yolunu açar...
İnsan hakları taleplerinin “coğrafi
süreksizliğinden” şikayet ediyorum.
Amerikan liderliği altında yola getirilmiş
Atlantik emperyalizminin barışçıl ekonomik karşılıklı-bağımlılığının
koşullarını yaratan, daha ziyade karşı-devrimci şiddetin küresel
mantığıydı....Kapitalist ekonomilerin karşılıklı nüfuzunu kuvvetlendiren ve hızlandıran,
kolektif güvenlik sloganı altında SSCB’ye
karşı çok uluslu askeri bütünleşmeydi, ki bu; 1958 ve 1973 yılları arası
çiçeklenen yeni bir liberalizm akımını da doğurmuştur. (S:64)
Bu stratejik askeri gücün ABD tarafından yarı
mutlak-iyetçi bir biçimde merkezileştirilmesi, yerel despotları için tabi olma
imkanı da sağlayacaktı. Özellikle de,.... komünizme karşı daimi ve keskin bir
ideolojik seferberlik yürüten... Fransız ve Britanyalıların emperyalist talep
kalıntıları için hayli elverişli bir durum ortaya çıkardı.
Ben müstakil bir Batı yorumuna kanmanın, bu
yorumun emperyalist proje tarafından üretildiğini, göz ardı etmek olacağını
ileri sürüyorum.
Klinik akıl hastanesi, hapishane, üniversite,
-hepsi de- emperyalizmin daha kapsamlı görünmesini, fark edilmesini önleyen canlandırmalar/alegoriler
gibi görünür.
Foucault mırıldanır; “İnsan, bilmediği bir şey
hakkında, pekala konuşmayabilir.” Oysa biz de –vicdan ve özgür bir bakış sahibi
olan herkesin kolayca tespit edebileceği- emperyalizm üzerine olan “cehalet”ten
söz etmekteyiz.
Foucault 1966’da şunu beyan ettiğinde karakteristik
olarak peygambervari bir noktaya parmak basıyordu: “Dilin varlığının,
ufkumuzda gitgide daha büyük bir ışıltıyla parlamayı sürdürmesi sebebiyle,
insan yok oluş sürecindedir.” Fakat böyle bir ufku idrak eden ya da sahiplenen
“biz “ kimdir ki? (İnsan neslinden değil de, insaniliğin, insaniyetin yok
olmasından bahsediyor. İnsaniyeti öldürüyorsak, insaniyetin ölümünden şikayetçi
olan kimdir?-AHÇ)
Derrida Avrupalı bir filozof olarak,bunu Avrupalı
öznenin Öteki’ni marjinal olarak inşa etme eğilimine, etnomerkezciliğe
eklemlenmesi ve bunu bütün söz merkezci ve dolayısı ile de tüm gramatolojik
girişimlerin sorunu olarak konumlandırmasıdır. ... bu genel bir sorun değil bir
Avrupa sorunudur.
Derrida, “Düşünce metnin boş kısmıdır” derken; düşünmenin ya da bilginin Öznesinin rütbesini, indirmek için böylesine canla başla uğraşması işte bu etno-merkezcilik(Avrupa merkezcilik-AHÇ) bağlamı içerisindedir. Yani düşünülen şey, boş olsa da, hala metnin içindedir ve tarihin “Ötekisine” emanet edilmek zorundadır. İşte postkolonyal emperyalizm eleştirisinin, yorumunun ve teori üretim yerinin sadece Avrupa sınırları dahilinde görülebilmesini meşrulaştıran bir metnin çevrelediği bu erişilmez boşluktur. Post kolonyal eleştirmenler ve entellektüeller, yalnızca bu metne-kaydedilmiş boşluğu ön kabulleri arasına alarak, kendi üretilişlerini yerinden etmeye kalkışa bilirler. Oysa düşünceyi ya da düşünen özneyi saydam ya da görünmez kılmak tam tersine ötekinin durmaksızın asimilasyonuna dayalı bir biçimde tanınmasını gizler. Derrida’nın “öteki”nin kendi adına konuşmasına izin vermeyi değil, “hepten-öteki” olana “ötekinin içimizdeki sesi olan o iç sesi hezeyana sürüklemesi için “bir müracaat” ya da “çağrı” yapmayı gündeme getirmesi bu çekinceler dolayısı iledir.
Derrida, “Düşünce metnin boş kısmıdır” derken; düşünmenin ya da bilginin Öznesinin rütbesini, indirmek için böylesine canla başla uğraşması işte bu etno-merkezcilik(Avrupa merkezcilik-AHÇ) bağlamı içerisindedir. Yani düşünülen şey, boş olsa da, hala metnin içindedir ve tarihin “Ötekisine” emanet edilmek zorundadır. İşte postkolonyal emperyalizm eleştirisinin, yorumunun ve teori üretim yerinin sadece Avrupa sınırları dahilinde görülebilmesini meşrulaştıran bir metnin çevrelediği bu erişilmez boşluktur. Post kolonyal eleştirmenler ve entellektüeller, yalnızca bu metne-kaydedilmiş boşluğu ön kabulleri arasına alarak, kendi üretilişlerini yerinden etmeye kalkışa bilirler. Oysa düşünceyi ya da düşünen özneyi saydam ya da görünmez kılmak tam tersine ötekinin durmaksızın asimilasyonuna dayalı bir biçimde tanınmasını gizler. Derrida’nın “öteki”nin kendi adına konuşmasına izin vermeyi değil, “hepten-öteki” olana “ötekinin içimizdeki sesi olan o iç sesi hezeyana sürüklemesi için “bir müracaat” ya da “çağrı” yapmayı gündeme getirmesi bu çekinceler dolayısı iledir.
Sömürülen ülkelerdeki diktatöryal yapı;
disiplinerleşmenin ve kurumsallaşmanın mekaniğinin sömürgeci tarafından inşa
edilmişliği ile ilişkilendirilmez. (Diktatörleri başa getiren ve onları destekleyenlerin sömürgeciler olduğunu görmez. AHÇ) Ötekinin kuruluş mekaniğine dair süregelen
ve gelişmekte olan çatışmalar Batılı entellektüel için baştan çıkarıcıdır.
Kurulan yapının ürkütücülüğü, Batılı Entellektüelin suç ortaklığının bu saydamlıkta gizlenebilmesindedir.
Kadın en madun olandır. Ancak eğer yoksul,
siyah ve kadınsanız üç kat fazla madunsunuz.
Norma Chincilla bir panelde; “Hindistan
bağlamında cinsiyetçilik karşıtı çalışmaların cinsiyetçilik karşıtı değil, anti
feodal olduğu gözlemi önemlidir. Bir toplum
ancak kapitalist üretim tarzına girdikten sonra cinsiyetçilik tanımlarının ortaya çıkmasına izin verir ve
böylelikle kapitalizm ile ataerkillik arasında süreklilik tesis eder.
Post kolonyal entellektüel, tarihi olarak
dilsizleştirilmiş madun kadın özne ile (onu dinlemek ya da onun adına konuşmak
yerine) konuşmayı öğrenmek için çabalarken, sistematik olarak, kadın
ayrıcalığına dair öğrenmiş olduklarını geri sarar.
Sarah Kofman’ın göstermiş olduğu gibi, Freud’un
kadınları günah keçisi olarak betimleyişinin derin muğlaklığı, histerik olana
bir ses vermek, onu histerinin bir öznesine dönüştürmek için başlangıçtaki ve
devam eden bir arzuya karşı kurulan bir karşıt tepkidir. Bu arzuyu “kız evladın
baştan çıkarıcılığı” kalıbına sokan eril emperyalist ideolojik formasyon,
yekpare “üçüncü dünya kadını” inşa eden aynı formasyonun bir parçasıdır.
Beyaz adamlar, esmer kadınları esmer adamlardan
kurtarıyorlar.
Emperyalist özne ile emperyalizmin öznesi
arasındaki ilişki en azından muğlaktır.
Post kolonyal enetellektüel kadın; “Beyaz
adamlar, esmer kadınları esmer adamlardan kurtarıyor” ile “Kadınlar ölmek
istiyordu” şeklinde kurulabilen, diyalektik olarak iç içe geçen cümlelerle yüz
yüze geldiğinde, basit bir soru sorar: “Bunun anlamı ne?” Sonra bir tarih
tasarlamaya başlar. (Kadının mağduriyetinden, hem onu esmer adamın elinden
kurtardığını söyleyen emperyalistler, hem de “onlar kendileri
ölmek istiyordu” diyen gelenekseller çıkar elde ederler. AHÇ)
Sati’nin (SAti:Kadınların kocalarının ölümünün
ardından kendilerini yakma adeti. AHÇ) yasaklanmasının ardından J.M. Derrett’ın
şu yorumu önemlidir: “Hindu yasası üzerine ilk yasama, tek bir Hindu’nun rızası
olmadan gerçekleştirilmiştir.” Dikkat edilirse yasamanın adı burada
belirtilmemiştir. Sömürgeci tarafından tesis edilmiş “iyi”(?) toplumun, sömürgesizleştirme
sonrasında da varlığını sürdürmesinin sonuçları düşünülürse, ölçünün adının
konduğu sonraki cümle de aynı oranda ilginç olur: “Bağımsız Hindistan’da satinin
nüksedişi muhtemelen, ülkenin en geri kalmış bölgesinde bile, varlığını uzun
süre sürdüremeyecek gerici bir yeniden canlanıştır.”
Bu gözlem doğru olsun olmasın, beni
ilgilendiren, kadının (3. Dünya kadınının-AHÇ) korunmasının iyi bir toplumun
kuruluşunun bir göstergesi haline gelmesidir. Halbuki süreç, o güne kadar
ritüel olarak hoş görülmüş, bilinmiş hatta pohpohlanmış olanın bir suç olarak
yeniden tanımlanmış olmasıdır. (Zaruri olarak çiğnenecek, kanunların üzerinden
atlayacaktır.)
Episteme (bilgi-AHÇ), doğrunun yanlıştan değil,
daha çok bilimsel olmayanı bilimsel olandan ayırt etmeye yarayan aygıttır.
(Foucault) Sati, birinde batıl bir ritüelle, diğeri hukuk bilimi ile
sabitlenmiştir.
Batının etkisine maruz kalmak suretiyle
psikolojik olarak marjinal kılınan gruplar....kendilerine olduğu kadar
başkalarına da kendi ritüel saflıklarını ve geleneksel yüksek kültüre sadakatlerini
gösterme baskısı altında kalmışlardı. Onların pek çoğu için sati, eski
normların gücünü kaybettiği bir zamanda bu normlara uygunluklarının önemli bir
kanıtı haline geldi.
Asya tipi üretim tarzı kapitalist genişlemeyi
ve kırılgan düzenlemeyi devralarak sürdürür. Sermaye mantığının Batı hikayesi
olduğunun, emperyalizmin evrensel boyutlara ulaştığının ve bundan etkilenen
madunun, görmezden gelinmesi, emperyalist projeyi sürdürmekten başka bir şey
değildir.
Emperyalizmin “iyi toplumun kurucusu” imajı,
kadının kendi türünden korunan bir nesne olarak kabulüyle tanımlanır.
Genel kutsal metin doktrini şudur: İntihar
kınanacak bir eylemdir. Ancak, törensel bir biçimde icra edilmeleri sebebiyle
görünürdeki intihar olma özelliğini kaybetmiş belli intihar biçimleri için açık
kapı bırakılır. Bunların ilki bilen özne, kendi kimliğinin önemsizliğini ya da salt
görüngeselliğini fark etmesidir. O’nun kimliğini yok etmesi, agmaghata
değildir. Sonsuzluğa, HİÇ’liğe(fena), Nirvana’ya varmasıdır.....Ne var ki, bu felsefi
mekan sıra kadına geldiğinde onu barındıracak yer bulamaz. (Kendisini gerçekten
yok etmesi istenir. AHÇ) İçsel bir tasvipten (hakikat bilgisi) dışsal bir tasvibe geçilir. Felsefi ya da
ruhsal alan onu kadını barındıracak yer bulamaz. (Kendisini gerçekten yok
etmesi istenir.- AHÇ) İçsel bir tasvipten (hakikat bilgisi) dışsal tasvibe geçilir. Bir kadın için ancak
bu tip bir intihar icra etmek mümkündür.
Ölü eşin yakıldığı yerde kendini kurban etmek
sadece kadın için tasvip edilir. (Bu yüksek mertebeye erkek layık görülmez. Erkekten ancak kendisini ruhi alanda, felsefik olarak yok etmesi beklenir. Fenafillah. AHÇ)...Özgür seçim paradoksunun oyuna dahil olması,
kadın öznenin yerinden edilmiş yerini varsayan bu derin ideoloji yoluyla
gerçekleşir. Erkek Özne açısından dikkati çeken intiharın mutluluğudur. Bu
intiharın intihar statüsünü tesis etmek yerine geçersiz kılacak bir mutluluk. Kadın
özne açısından, tasvip edilmiş bir kendini kurban ediş, tasvip edilmemiş
intiharlara iliştirilen “düşük-pataka” etkisini uzaklaştırdığında dahi başka
bir düzeyde seçim edimine övgü getirir.
Yine de iyiliksever ve aydınlanmış erkekler, kadının bu konudaki,
özgür seçiminin “cesaret”ine sempati duymuşlardır ve hala duyarlar .
İntiharın günah olarak kaydedilmesinden ziyade,
kademeli bir şekilde tasvip edilmesine yönelik alternatif bir ideoloji olduğu,
elbetteki anlaşılamamıştır
Baskıya özgü olan, onu basitçe ceza kanunun
sürdürdüğü yasaklardan ayıran şey budur. Baskı pekala yok olmaya mahkum
etmek olarak işler, ama aynı zamanda da bir susma emri, yokluğun olumlanması
olarak da iş görür. Ve sonuç olarak söylenecek, görülecek veya bilinecek
hiç bir şey olmadığını bildirir.
Kadın olarak madun ise işitilemez veya
okunamaz.
Derrida, radikal eleştiriye “ötekine, asimile
ederek sahip olmak” eleştirisini getirir.
Adetini, o kirli sırrı kullanarak intiharıyla
satiyi besleyen aksiyomları silmeye çalışan bu kadını duyamıyordu. Bu yazıda
sati konuşmayan madunun ya da konuşamamanın genelleştirilebilen bir örneği
olarak sunuluyor -değildi- kendini duyurmaya çalışıyordu ama başaramıyordu.
Söylemeye çalıştığım şey, direniş için geçerli
bir kurumsal arka plan olmadığında, direnişin farkına varılamadığıydı. Söylemek istediğim
şey onların konuşamadığı değildi, daha ziyade, birileri farklı bir şey yapmaya
çalıştığında, kurumsal geçerlileştirilme söz konusu olmadığı için bunun teslim
edilemediğiydi. Bu satilerin konuşamaması değil duyulamamasıydı.
Bütün bu çaba sırasında öğretmeye dair bir
şeyler öğrendim. Bütün öğretmeler değiştirmeye çabalar, ancak bütün
öğretmeler aynı zamanda ortam bir ortamı varsayar.
Önemli olan sadece sınıflar, öğretmenler, ders
kitapları ve çocukların okula gidebilmesi için tüm diğer ihtiyaçlar değildir.
Önemli olan madunun “taşeron ezen” haline geldiği dönüşüm sürecini
durdurabilmektir. Bu olmadıkça toplum adına yapılan tüm yatımlar verimsiz
olacaktır
(Faşizm konuşma yasağı değil söyleme
mecburiyetidir / R Barthes-AHÇ)
Sınıf ilişkileri, kurumsal düzenlemeler,
yalnızca kendi kendilerinin yeniden üretilme koşullarının sürmesi ve gelişmesi
için çalışan emperyalist formları harekete geçirmek suretiyle kitlesel olarak
dünya nüfusu açısından gitgide daha yüksek oranda toplumsal eşitsizliğe ve daha
fazla talan uygulamasına yol açmaktadır. (Mülksüzleştirme yoluyla biriktirme)
Mevcut sınıf ilişkilerine ve bunlarla ilişkili
hegemonik kurum politik-ekonomik pratiklere içerden meydan okuyan bir sınıf
hareketi olmadığı müddetçe, ABD’nin bu tarz pratiklere başvurmak dışında başka
bir seçeneği yoktur. Bu geri kalanları şu seçenekle baş başa bırakır: ya ABD
emperyalizmine doğrudan direnecektir ya da onu başka bir yöne çevirmenin yahut
ABD şemsiyesi altında taşeron emperyalizmler oluşturmak suretiyle onla
uzlaşmanın yollarını arayacaktır. Tehlike şudur ki; anti emperyalist
hareketler, kapitalizmin heba ettiği potansiyeli sonuna kadar kullanacak
alternatif bir modernliğin ve alternatif bir küreselleşmenin peşine düş-mek
yerine, tamamıyla ve yürekten bir şekilde anti modernist hareketler haline
dönüşebilmektedirler. (David HArvey)
Küreselleşmiş postkolonyal durumda
ulusal-özgürleşme milliyetçiliğini müzelere kaldırabiliriz, bunlardan iyi
sergiler çıkar.
“Biri”nin kendisini kolektif olarak temsil
etmesi demek, kamusal alanda olması demektir. Eğer, madunu sabırlı bir şekilde
dinleyip ona kendisini kamuda temsil etme yöntemi öğretilemezse, madun
madunlukta, kendini temsil edemeden ve dolayısı ile temsil edilmeye muhtaç
olarak kalacaktır.
Hegel; “var olanı anlamak . İşte felsefenin
görevi budur... Bir felsefenin çağdaşı olan dünyanın dışına çıkabileceğini
sanrısına kapılmak, bir bireyin kendi yaşının ötesine sıçrayabileceği, Rodos’un
üstünden atlayabileceği fikrine kapılmak kadar gülünçtür.” Der
Marx, Hegel’in yaptığı değişikliği tekrar ederek, şimdiki zamanın keyfini sürmemizi.
Bhubaneswari’yi müstesna kılan, verdiği ölüm kararını cinsiyetlendirmesi ve ölümü ertelemesiydi.
(Bhubaneswari eğer bir erkek olsaydı direk kendisini öldürebilirdi. Ancak o bir kadındı, kendini direk öldüremezdi. Ölmek için regl dönemini beklemek zorunda hissetmişti kendisini. Hamile olmadığını, bir namus meselesi nedeniyle kendini öldürmediğini göstermenin ihtiyacını hissetmişti. Buna rağmen sesini duyan olmamıştı.AHÇ)
Marx, Hegel’in yaptığı değişikliği tekrar ederek, şimdiki zamanın keyfini sürmemizi.
Bhubaneswari’yi müstesna kılan, verdiği ölüm kararını cinsiyetlendirmesi ve ölümü ertelemesiydi.
(Bhubaneswari eğer bir erkek olsaydı direk kendisini öldürebilirdi. Ancak o bir kadındı, kendini direk öldüremezdi. Ölmek için regl dönemini beklemek zorunda hissetmişti kendisini. Hamile olmadığını, bir namus meselesi nedeniyle kendini öldürmediğini göstermenin ihtiyacını hissetmişti. Buna rağmen sesini duyan olmamıştı.AHÇ)
Ahmet H. Çakıcı
Cemaziyelevvel 1439 / ALANYA
Cemaziyelevvel 1439 / ALANYA
Kitap hakkında bir başka video için de https://www.youtube.com/watch?v=ZOm_Wh-txVY&feature=youtu.be
Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın
Konu yorumu: Madun Konuşabilir mi?-Özet Gayatri Chakravorty Spivak
Açıklama:
Değerlendirme: 5
Yorum: Ahmet H. Çakıcı
Etiketler:
entellektüel,
Gayatri Spivak,
Kitaplarım,
Madun konuşabilir mi? madun,
mülksüzleştirme,
sati
0 yorum:
Yorum Gönder