(Kitabın unum videosu: https://www.youtube.com/watch?v=Z8ZcRU4ZS0o
Daryuş Şayegan'ın çok kıymet verdiğim bu eseri yaşadığı coğrafyayı anlamak isteyenler için bir çok ipucu veriyor.
Kitap 7 bölümden oluşmuş olsa da kitabın büyük kısmını ilk "Nihilizm ve Asya uygarlıklarının tarihi üzerine etkisi" başlıklı bölüm teşkil ediyor. Bizde kitabın ana omurgasını oluşturan bu makaleyi burada özetlemeye çalışacağız. Ümid ederim faydalı olur. Tevfik Aziz Allah'tan.
Daryuş Şayegan'ın çok kıymet verdiğim bu eseri yaşadığı coğrafyayı anlamak isteyenler için bir çok ipucu veriyor.
Kitap 7 bölümden oluşmuş olsa da kitabın büyük kısmını ilk "Nihilizm ve Asya uygarlıklarının tarihi üzerine etkisi" başlıklı bölüm teşkil ediyor. Bizde kitabın ana omurgasını oluşturan bu makaleyi burada özetlemeye çalışacağız. Ümid ederim faydalı olur. Tevfik Aziz Allah'tan.
Batılılaşma,
Batı Uygarlığının gerçek niteliğinden habersiz olmaktır.... Çünkü onun ortaya
çıkışına yol açan süreçte bizim payımız yoktur. Biz onunla karşılaştığımızda bu
büyük çark, çoktan harekete geçmiş ve bizi de dişlilerin arasına almıştı. Batı
düşüncesinin itici kaynağına yol bulamayış hayranlığa yol açar, bu hayranlık da
zihinsel felce, zihinsel felç de yaratıcı güçlerimizi her alanda durdurarak
düşünce yolumuzu tıkar.
1-
Nihilizm ve Asya Uygarlıklarının Tarihi
Kaderi Üzerindeki Etkisi
Batı
düşüncesinin niteliği konusunda yıllarca süren incelemelerimiz bizi, Batı
düşüncesinin seyrinin Asya uygarlıklarının manevi mirası anlamına gelen
inançlar bütününü, aşama aşama yok etme yönünde oluştuğu konusunda bir bilince
ulaştırdı. Asya uygarlıkları, bugünkü durumları bakımından bir çözülme (fetret)
dönemindedirler.
Asya
uygarlıkları, -ortaya çıkış ve oluşum sürecinde en küçük bir müdahalelerinin
bulunmadığı- yok edici bir güç tarafından -ister istemez- ezilmektedirler.
Bilinçsiz bir şekilde
Batı düşüncesinin birçok kavramını, bugün için indirilmiş birer ayetmiş gibi,
sorgusuz sualsiz analitik ve tarihi bir gözden geçirmeye tabi tutmadan
kabullenmekte, içeriklerini sorgulamamakta, bu kavramların bizim kültürümüzde
neden geçerlilikleri ve karşılıkları bulunmadığı konusunda soru sormamaktayız.
Bu sorulardan kaçınmak, bu kavramları zımnen kabul ettiğimizin, hatta bunlar
hakkındaki inançlarımızı, eskimiş günü geçmiş ve yetersiz saydığımızın
göstergesidir. Bir başka deyişle kültürel kimliğimizi koruma yolundaki bütün
çabamıza karşın ulusal hatıramız yok olmaya yüz tutmuştur. (s:16)
Batılılaşma,
çoğu kimsenin sandığının aksine, Batı’yı tanımaya değil, tam tersine kendine
yabancılaşmaya neden olan, Batı düşüncesinin gerçek niteliğinden habersiz olmak
demektir.
Batılı
olmadıkları halde tarihi geleneğe sahip olan uygarlıklar, sadece Asya
uygarlıklarıdır ve bunlar Karl Jaspers’in deyişiyle Antik Yunan ile birlikte
insanlık kültürünün tarihi eksenini oluştururlar.
Tarihi kaderle
ile ilgili hemen her temel soruda, bütün Asya uygarlıkları hemen hemen aynı
sesi çıkarırlar. Bu kader birliğini dikkate almamalarının nedeni, bu
uygarlıkların birbirlerine karşı yabancılaşmış ve birbirlerine karşı Batı’nın
onlara öğrettiği gözle bakıyor olmalarıdır.
Lao Tse’nin “eylemsizliği”nin,
Mao Tse Tung’un elinde Batı nihilizminin son büyük savaş aletine, Marx’ın “Prakssi”ine dönüşümü, Asya’nın
Batı’nın tarihi anaforunun etkisine kapıldığının, Batılılaşmanın günümüzde
yalnızca refah toplumdaki modernistlerin bir eğlence aracı olmadığının, aksine
Asya uygarlıklarını içeriden tehdit eden bir kurtçuk olduğunun delilidir. Böyle
bir bakış açısına göre, solcu ya da sağcı ideolojilerden kaynaklanan kavgaların
hiç bir anlamı yoktur. Çünkü bu anlayışların tamamı Batı ideolojilerinin ürünü
olup Rausschning deyimiyle “Batı nihilizminin örtüleri ve dönüşüme uğramış
biçimlerinden başka bir şey değildirler.”
Stalingard
Savaşı, bir bakıma iki Avrupa nihilizminin, yani Alman ve Rus nihilizmlerinin
savaşıdır. Her ikisi de sekülerleşmiş birer mit adına birbirlerine düştüler:
Almanlar, ırk ve kan miti, yani hayati inançlar adına; Ruslarsa sınıf miti,
yani insanlığı kurtaracak proleterya adına. Her iki durumda da insan, içi boş
ve soyut bir kavrama, yani üstün ırk ve insanlığı kurtaracak sınıf anlayışına
indirgenmiş oldu.
Rus nihilizmi,
İvan ve Stavrogin (İvan-Karamazov Kardeşler, Stavrogin-Ecinnilerin romlarının
kahramanlarıdır.AHÇ) gibi kahramanlarının “ne o ne bu” şeklindeki olumsuz
diyalektiğe yönelmelerine, yani hem imanı hem imansızlığı, hem Tanrı’yı hem
dünyayı inkar etmelerine ve işin sonunda inkarı da inkar etmelerine yol açar.
Dostoyevski bu darboğazdan kaçışı Alyoşa ve Prens Mişkin gibi kahramanlarının
mesihi atılımlarında bulur. Alman düşünürlerine göre “Tanrı öldü” cümlesinde
özetlenen nihilizmi aşmanın tek yolu, güç istemini ispatlamaktır. Dostoyevski,
nihilizmden kaçmak için Rus ulusunun Tanrı’yı taşıyan misyonuna iman eder.
Dostoyevski’nin
sesi, devrimci Rus nihilistlerinin ve anarşistlerinin laf kalabalığı arasında
kısık kalır. Nihilizm Bolşevizme, Boşevizm’de Stalin’in kırbacına dönüşür. Her
ikisi de büyük adamdır. Birisi Rus ulusunun metafizik histerisinin ortaya
çıktığı saha, öteki ise Batı’nın Faustçu iradesinin patlama noktasıdır. Her
ikisi de biz Doğuluların henüz mahiyetini anlamaktan aciz olduğumuz şeyi
anlamış, uğursuz elçiler ve habercilerdir. Bu şey, Novalis’in “Tanrıların
kaybolduğu yerde hayaletler hüküm sürer.” Sözüdür.
A)
Nihilizm Nedir?
Nihilizm,
Latince hiç ve boş anlamına gelen nihil kelimesinden gelir. Hiç kavramı,
gerçekte var olması gereken bir olgunun yokluğunu açıklamak ister... Bu terimin
en genel felsefi anlamı, bazen yokluğun bir anlamda gerçekten var olduğunu
iddia eden görüşlere nispet edilir. Nihilizm, ahlaki anlamda hayırla şer
arasındaki her türlü ayırıcı özelliği inkar eden görüşlerle ilgilidir. Üçüncü
bir anlama göre de varlığı boş ve gerçek dışı sayan ve onu yokluk deneyimi
yoluyla aşma arayışında olan bir sanıya denir.
B)
Nietzsche ve Alman Nihilizmi
Meister Eckhart,
yaratıcı ile yaratılanın ayrılığı ilkesine karşı, bunların her ikisini de
içeren ve her türlü kaosun ötesinde olan bir varlık kavramı sunar. Çünkü
yaratıcının yaratılana bahşettiği varlık, O’nun kendi varlığıdır. (Ruh-u
menfuh. Allah’ın kendi ruhundan Adem’e üflemesi-AHÇ) Başka bir deyişler Tanrı
ve varlık birdir (Tevhid-AHÇ) Değişim Hakk’ın kendi varlığı içindedir.
Meister Eckhart’ın
ilkesi gizli olan açılım ilkesinin genişletilmesidir. Nasıl ki yazı noktanın
açılımıdır. Bu açılım da Tanrının eksiksiz birliğinde toplanmış olan bütün
şeylerin açılımıdır. Mümkünün açılımının gerçekliği, bu dünyada olduğu gibi,
mutlak sonsuzluğun açılımıdır. Öyle ki mutlak sonsuzluk, olumsuz ve belirgin
sonsuzluğa; sonsuzluk da sınırsız bir süreye, sonra da sınırsız bir ölçüye; varlığın
aşamalar zincirini oluşturan bu konaklar sonuçta evrenin türdeşliğine ve biçim
birliğine dönüşür. Her şey tek bir anda Tanrı’dan südur eder; Tanrı her
bağlamda, zıtlıkta hazır ve mevcuttur.
Başka bir deyişle dünya sonsuz bir sonlu olup mutlak Tanrı tarafından
yaratılmış ve değişime uğramış sonsuzun tersi ve özetidir. Sonuçta olabilecek
en iyi evren ortaya çıkar. Her varlık, var olması mümkün olan en iyi şekilde yaratılmıştır.
Varlıkların türleri ve bölümleri içinde her varlık kendiliğinden mükemmeldir.
(Meister Eckhardt (Ölümü 1328) ölmeden önce Muhyiddin İbnü'l-Arabî’nin (vefatı
1240) eserlerine ulaşmış gibi görünüyor. AHÇ)
Fichte,
Schelling ve Hegel artık doğanın ve ruhun tezahürleri olan uluhiyetin, sonsuz
değişiminden söz ederler. Bu bakış açısına göre sonsuz, Mutlak Tanrı’nın
sonsuzluk sürecinde bir an’dır. Her şey aslında sonsuzdur; sonlu da sonsuzun
değişimindeki sınırsız çizgide gelip geçici bir tecellidir.
Nietzsche “Kendi
varlıklarını her şeyin anlamı ve ölçütü olarak ortaya koymak, insanların
hamlığındandır; nihilizmin asıl nedeni aklın kategorilerine inanmaktır... Her
ahlaki değer yargısı nihilizmle sonuçlanır.” der. Yani sadece insan aklıyla
mukayyet olan her değer, kaçınılmaz olarak nihilizmle sonuçlanacaktır. (S:30)
Nihilizm,
Nietzsche tarafından iki aşamalı tanımlanır: Edilgen Nihilizm, Etkin nihilizm.
Edilgen nihilizm, hayatı düzenleme konusunda her türlü çabadan yüz çevirmek, olabildiğince boş eğlencelere dalmak ve profesyonel uğraşılara sığınmaktır... Etkin Nihilizmin ise gelecek iki yüzyılda ortaya çıkacağını öngörmektedir: Bu, yok etme gücünün öfke dolu patlamasıdır.
Rauschining’e
göre “Yirminci yüzyılın başında bireyselliğe ve kişisel özgürlüğe yaslanış, her
türlü somut ülkünün ve değerin inkarına sebep oldu.” Buna göre nihilizmin son
aşaması artık gerçekleşmiştir. Bu aşamaya her gerçekliğin, gerçek dışı
kılınması denebilir. Bunun etkilerini, bireylerin inzivaya çekilişlerinde, son
idealist bağlantıların kopmasında, egemen devlet ve ideolojilere duyulan
kuşkunun giderek artmasında ve genel olarak insanlığın bütün kültürel değerlerinin
inkarında açıkça görebiliriz. Böyle bir durumda insan umarsızca yaşar. Yani
hedefsiz çabaların dağınıklığında , sonuçsuz anların geçirilmesinde , mutlak
amaçsızlıkta.. Artık elle tutulur somut hiç bir otorite ile bağlantısı olmadan
yaşar. Bundan dolayı bu döneme ne bu ne o, fetret dönemi adı verilebilir.
Artık insan ne
Tanrı’ya inanmaktadır, ne küfre ne de imansızlığa; ne birincisine karşı
çıkmakta ne de ötekine sığınmaktadır: Hatta bu kavramların sözünü bile etmekten
çekinmektedir.
Günümüz insanı,
tek bir şeye inanır: Her şeyin boş, anlamsız ve saçma olduğuna.
Jean Brun’ya
göre, bugün Batı’da görmekte olduğumuz iki insan tipi ya sistemin donmuş
kalıpları içindeki parti ideallerinin rehberliğinde kendi iradesi dışında
yönlendirilen sosyalist rejimlerin ideolojik robotları ya da Batı’nın avareleri
olan kendini kaybetmiş maceracılardır. Bu avareler meçhul bir derdin meçhul bir
dermanını bulmak için dünyanın yollarını teperler.
Heidegger; “Soru
düşüncenin takvasıdır” Der.
C)
Dostoyevski ve Rus Nihilizmi
Rus hiç bir
zaman ılımlı ve orta yolcu değildir. Onun kitabında sınırlı ve dengeli olmak
yazmaz... Çünkü Rus sınır ve ölçü tanımaz. Ya zühde yönelir ya alkolizme..... Nihilizmi
aslında Ortodoks ortamdan doğan Ruslara özgü mezhebi bir olgudur ve gerçekte
Rus maneviyatının evrilmiş yönü olup içinde rahmet bulunmayan bir tür zühttür.
“Hem imanlı
olmak hem de uygar ve Avrupalı olmak mümkün müdür? Tanrı’nın oğlu İsa Mesih’in
uluhiyetine iman edilebilir mi?” Madem ki bu soruya kesin bir cevap vermek
mümkün değildir, o halde modern bilimlerin dünya görüşünde biçimlenen bir
imansızlığa yönelmelidir. Bu imansızlığa her halukarda iman etmelidir... Bu
durumda ortaya çıkan soru şudur; “Acaba modern bilimlere, İsa Mesih’e iman
ettiğimiz gibi iman edebilir miyiz?” Bu sorunun ortaya atılması ile daha büyük
bir çelişki ortaya çıkmaktadır. Çünkü eğer hem buna hem ona iman etmek mümkünse
biz ya hazcılık felsefesine kapılmışız ya da “ne buna ne ona” iman etmekteyiz
demektir. Hazcılık felsefesi aslında hem bunun hem de onun gafilce inkar ediliş
biçimidir. Başka bir deyişle haz felsefesi mutlak gaflettir. Yani ne buna ne
ona sahip olmaktan kaynaklanan gaflettir.
Eğer iman yoksa
İsa Mesih’e iman etmek de imkansızdır. O halde Neçayev’in aşırı devrimciliği
haklıdır. “Her şeyi ateşe vermeli ve mevcut sistemleri alaşağı etmelidir.” Yok
iman varsa, sosyalizmi ve onun beraberinde gelen imansızlığı inkar ederek İsa
Mesih’e sığınmalıdır: Ya iman ya ateşe verme. Bu ikisini birbiri ile
tanıştırmak demek olan üçüncü yol ya haz felsefesidir ya hem bunun hem onun
inkarıdır. Dostoyevski, Bütün eserlerinde imanın ve Tanrı’nın inkarı demek olan
bu isyanın köklerini, kendine özgü kınamayla takip eder. Ne var ki, insanın
sınırsız ve ölçüsüz özgürlüğünden kaynaklanan inkar yolu, sonunda sınırsız bir
despotluğa ulaşarak bu özgürlüğün inkarı ile sonuçlanır......Sonuç, insani
değerlerin düşüşü ve insani değerlerin sorgusuz sualsiz esir oluşudur.
Bu durumun;
“Eğer Tanrı olmazsa her şey mübahtır.” cümlesinde kendini ifade eder.... Yani
insanın sınırsız ve ölçüsüz özgürlüğü onun tanrılaşmasına yol açar.
Öklitçi aklın
sultası, büyük müfettiş iktidarının doğrudan sonucudur; yani insanların karınca
gibi sadece yaşamak zorunda oldukları için yaşadıkları ve hiç bir aşkın ideale
inanmadıkları bir hayatın iktidarı.
Karamazov
Kardeşlerde Dostoyevski’nin Büyük müfettişi, Mesih’e “....Sen çarmıhtan aşağı
inmedin; çünkü insanlara mucize ile üstün gelmek istemiyordun. Çünkü sen özgür
bir imana susamıştın. Sen iradi bir aşka taliptin. Kölelerin, kendilerini
büyüleyen gücün karşısındaki heyecanlarına değil. Ancak sen insanı gereğinden
fazla övdün. İnsanlar başkaldırsalar da köledirler” dedirtir.
Kirilov ise bu
insanı Stravrogi’nin şahsında şöyle tarif eder: “O insanı saplantıya sokan bir
ideanın kuşatması altındaydı. Ne zaman iman etse iman ettiğine inancı yoktu. Ne
zaman iman etmese iman etmediğine inancı yoktu.”
D) Fetret Dönemi
Asya
uygarlıklarının fetret dönemi de “ne o ne bu”nun berzah aşamasıdır. Tek farkı
bizim henüz Batı’nın ulaştığı o hastalıklı bilince ulaşmamış olmamızdır.......
Bu bakımdan, Nietzsche’nin kuramını dikkate alacak olursak biz hala pasif
nihilizmin, yani yok edici tahrip aşamasına ulaşmamış ve hala değerlerle
amaçların mutabakatının yok ediliş döneminin yaşandığı nihilizm aşamasındayız
demektir. Ancak bağışıklık sistemimiz hazır olmadığından bunun sonuçlarını ne
kestirmek mümkün ne de kontrol etmek.
Eğer
Heidegger’in kuramını esas alırsak biz; “Tanrıların can çekişmesi aşamasındayız”
demektir: Bizim berzahtaki durumumuz, kaçış ve uluhiyeti yeniden elde edememe
aşaması değildir. Çünkü bizim tanrılarımız, can çekişmektedirler ve henüz tam
anlamıyla kaçmadılar.
Birinci
Bölüm
Tarihi
Kader Nedir?
Tarihin hükmü,
ancak insanın iradesinden ve çabalarından bağımsız bir harekete sahip olduğu
takdirde geçerli olabilir.... halbuki büyük adamların kahramanca
davranışlarının ardında onların anlamaktan aciz ve gafil oldukları bir başka
plan yürümektedir.
Hegel, “Dünya
tarihi, dünyanın mahkemesidir.” Der.
Dünya, Batı
düşüncesinde felsefe ve dünyevi felsefe haline geliyor ve sonuçta her şey Marksist
düşüncede olduğu gibi siyasi ekonomiye indirgeniyorsa bu düşünce tarzının bizim
dünya görüşümüzle, düşüncemizle ve inançlarımızla ne ilgisi olabilir? Böylesi
kavramlarla uğraşıyor olmamızın nedeni gafil avlanmış olmamızdır... bu konudaki
gafil avlanışımız, nereden kaynaklandığını neyle sonuçlandığını bilmediğimiz
bir akıma yabancılığımızın, bir yıkıntı gibi başımıza çökmesi ve kültürel
ölçülerimizle hiç bir yapısal bağlantısı bulunmayan kavramları papağan gibi
bilinçsizce tekrar edişimiz yüzündendir. Bu gafil avlanış, bize hiç bir şekilde
derinleşme ve oyalanma fırsatı vermeyen bir saldırı hükmündedir... (s:47)
Asya ülkelerinin
geri kalmışlığı, özel bir gelişmişlikten geri kalmışlık değildir: Biz Batı’nın
ürettiği tarihe göre geri kalmış sayıldık.
Hegel’e göre
tarih, mutlak ruhun evrim çizgisinden doğar. Condorcet ve Comte’da sonsuz
ilerleme inancı, Tanrısal iradenin yerini alır. Beşeriyet kavramı da uluhiyetin
yerini alır. Proudhon’a göre tarih, sonsuz bir Tanrı ile sonlu insanın savaş
alanıdır; bunun sonucu kader karşıtlığıdır (kaza ve kader inancının yok
edilmesi) ve Tanrı da aslında insanın düşmanıdır. Nietzsche’ye göre bu değişim
seyri nihilizmdir, bütün metafizik ve diğer iki bin beş yüz yıllık belgelerin,
sahte ve değersiz ilan edilmesidir.
Geri kalmışlığın
olumlu yönü daha az kirlenmişliktir. Bu kirliliği temizleyebilmek mümkün
olsaydı etkili olabilirdik. Ancak bu mümkün olmadığından sadece zahiri
koruyabilirken içten kirlenme iki kat daha tehlikelidir. Tehlikelidir, çünkü kendi
tarihi kaderimizin döngüsünde Batı tarihinin sonuçlarının kirliliğiyle karşı
karşıya olduğumuzun farkında değiliz. Fakat Batılılar bizim aksimize
kendilerinin yarattığı canavarlar ve etkileri hakkında bilinç sahibidirler.
"Neden
bizim bilincimiz yok? Çünkü seçme gücümüz yok. Bize dayatılan BATI parçalanamaz bir bütünlük
hükmü taşıyor. Yani dayatılanın arasından parçalayarak kendimize uygun
parçaları bulmak diye bir şey yok." (Sanırım, Tanzimat döneminden beri
tartıştığımız “Batı’nın Tekniğini alalım, ahlakını almayalım” önermesinin bir
gerçekliği yok, demeye çalışıyor. Ahlak
ve teknik parçalanamaz bir bütündür. Üstelik kölelerin/yenilmişlerin bilinci ve
seçme hakları olmaz, efendileri olur. Onlar efendilerinin verdiğini, verdiği
kadar alırlar. - AHÇ)
Batı
Düşüncesinin seyrinde dört düşey hareket vardır:
1)Sezgisel görüşten teknik düşünceye: Bu Doğu maneviyatında keşif ve ilm-i huzuri olarak bilinen aracısız sezgisel bilgiyle (ilm-i şuhudi) ilgili bütün kuvvetlerin inkarıdır. Bu düşey seyir, insan ile varlık arasındaki bağlantıyı nicel ve matematiksel orantılara bölüştürerek bilgiyi toplumsal ve ekonomik pratiğe indirger. Bu yüzden buna düşünceyi teknikleştirme akımı da denilebilir.
2) Kök kavramlardan mekanik kavramlara: Doğayı bağımsız ve kendiliğinden gelişen bir varlık olarak gösteren, her türlü gizemli niteliğin ve büyüleyici sıfatın doğadan alınması ve olumsuzlanmasıdır. Bu düşey seyir, tabiatı geometrik bir boyuta ve somut eşyaya dönüştürerek ondan geriye tüketim eşyalarına dönüştürülebilen güçlerin hazinesinden başka bir şey bırakmaz. Bundan dolayı buna “evrenin dünyevileştirilmesi” akımı adı da verilebilir.
3)Ruhsal cevherlerden bedensel güdülere: İnsanı melekuti bir varlık olarak tecelli ettiren bütün Rabbani sıfatların insandan alınması ve olumsuzlanmasıdır. Bu akımın seyri; insanı cevheri, psikolojik ve içgüdüsel etmenlere indirgeme yönündedir. Bu akıma insanın doğallaştırılması (hayvaniyata geri dönülmesi-AHÇ) akımı da denilebilir.
4) Geri dönüş (mead, Ahiret) düşüncesinden tarih-perestliğe: Zamanın, temsili ve uhrevi içeriğinin inkarıdır. Zamanın itici gücü Tanrısal iradenin yerine, tek boyutlu, dünyevi ve nicel bir düz çizgi hareketinin ikamesidir. Bu düşey seyre, mitolojik ve uhrevi zamanın mitolojiden arındırılması adı verilebilir.
Varlığın doğa,
insan, düşünce ve köken gibi bütün bölümlerini kapsayan bu dört düşey harekete “nihilizmin
yok edici gücü” adı verilebilir.
Tarih
kafilesinden geri kalma, büyük siyasi güçlere yem olma, bir şekilde yeniden
sömürülme ve istismar edilme kaygısı, bizde öyle bir korkuya neden oluyor ki; bu
korku, gafletten kurtuluş için tek ümidimiz olan bilincimizi eziyor.
Batı’nın
sultasından duyulan korku ve ondan kurtulma çabamız, bizi ekonomik bir
kurtuluşa ulaştıracağına Batı kültürüne teslim olmaya neden olan daha büyük bir
gaflete neden olmaktadır.... çünkü teknoloji ve onun temeli olan bilim ayrılmaz
bir bütündür.... bir yandan Batının teknik düşüncesini dizginleyebileceğimizi,
bir taraftan da kültürel kimliğimizi koruyabileceğimizi zannetmekteyiz. Halbuki
bu görünürdeki ilerlemenin, cansiperane korumaya çalıştığımız değerlerin
tamamının yok edilmesi pahasına gerçekleştiğinden gafiliz. Bu zahiri ilerleme,
var olan teknolojik mesafeden doğan geri kalmışlığımızı doldurmadığı gibi nihilizmin
seyri karşısında sahip olduğumuz görece korunmuşluğu ve daha az kirlenmişliği
de azaltmaktadır.
Nihilizmin yok
ediciliğini hissedenler, iki karşıt düzlemde ortaya çıkmaktadır: Birisi bu
konuyu bilinçli olarak düşünen ve onu aşma yollarını ortaya koyan büyük
düşünürler arasında, ötekisi bunu bilinçsizce hisseden, kendilerini bir
darboğazda bulan ve kurtulmak için çırpınan asi gençler arasında.
Biz doğuluların
bu tehlikeye karşı koymak için seçtiğimiz silah, nihilizmin aşırı
biçimlerinden, yani solcu ideolojilerden beslenen söylemlerin benimsenmesidir.
Halbuki bu silahları seçmekle nihilizmin pençesinden kaçamadığımız gibi ondan kurtulabileceğimiz
son kapıyı da kapatırız.
Doğulular, Batı
pozitivizminin en kokuşmuş dönemi olan 18. yüzyılı okullarında okuturlarken
Japonların, öğrencilerini Heiddegger ve Husserl’in yanına okumaya yollamış
olmaları, Japonların geldikleri yerin tesadüf olmadığını gösterir.
Avrupa’yı
bilmemek yeryüzünün en egemen ve en saldırgan dünya görüşünün öğelerini
bilmemek anlamına da gelir.
Falanca din
adamı, minberde Kur’an ayetlerinin eşsiz değerini kanıtlamak için Freud ve
Marx’ın yardımına başvurduğunda, demokrasi ve İslam bir terazinin iki kefesi
sayıldığında, namaz spora, taharet sağlığa, oruç da rejime indirgendiğinde
Batılılaşmanın en bayağı biçimlerinden bir tutam görürüz.
Doğu
bilimcilerinin yaptığı iş Asya düşüncesini Batılılaştırmaktan ibarettir.
(S:54)
Çinliler, barutu
icad ettikleri halde top yapmayan, pusulayı buldukları halde Batı Rönesansı’nın
önemli yönlerinden biri olan yeni denizlerin ve karaların keşfi için yola
çıkmayan bir ulustur.
“Bir alıntı :
Diz Gung’un “Neden işini yaparken, bir aletten faydalanmıyorsun?” sorusu ile
irkilen ihtiyar çiftçi tebessüm ederek; “Hocam dedi ki; Kim makineden yararlanırsa işlerini de makine
gibi yapar ve kim işlerini makine gibi yaparsa
kalbi makineye dönüşür. Kimin kalbi makineye dönüşürse masumiyetini
yitirir. Kim masumiyetini yitirirse zihni sarsılır ve sarsılmış zihin Tao’ya
uygun değildir. Onu kullanmaktan haya ederim.” Dedi.
Batılılaşma,
yalnızca Batı’yı bilmemek ve kendi tarihi kaderimizden habersiz olmak demek
değil; aynı zamanda kendimize yabancılaşmaktır.
Aşırı bağlılıkta
bir tür esirgenmemiş güven, safdillik hatta hamlık vardır. Bu masumiyet,
eleştiri duygusunu öldürür. Düşünceyi felç eder, kuşkuyu imana, umudu kanaate
dönüştürür.
Biz Batı ile
karşılaştığımızda bu büyük çark çoktan harekete geçmiş ve bizi dişlilerin
arasına almıştı. Batı düşüncesinin itici kaynağına yol bulamayış, hayranlığa
yol açar, bu hayranlık da zihinsel felce. Zihinsel felç de yaratıcı güçlerimizi
her alanda kilitleyerek düşünce yolumuzu tıkar.
Hindistan, hem modern dünyanın sadet ölçüleri içinde hiç bir şekilde kabul edilemeyecek olan yoksullukla savaşmak hem de büyük manevi sermayesi sebebiyle sürekli olarak bizzat yoksulluğu doğuran bir ortam geliştirmek zorundadır.
Hindistan, hem modern dünyanın sadet ölçüleri içinde hiç bir şekilde kabul edilemeyecek olan yoksullukla savaşmak hem de büyük manevi sermayesi sebebiyle sürekli olarak bizzat yoksulluğu doğuran bir ortam geliştirmek zorundadır.
Japonların
geleneksel hayatla Batılı tarz arasında kurdukları varsayılan dengeye gelince; Löwith’in
deyişiyle Japonlar, iki yüzlü bir hayata sahip olmayı, evde ve özel yaşamda
atalarının gelenekleri üzerinde yaşayıp dışarıda ekonomi tacirleri olmayı
başardılarsa da bu şizofrenik birliktelik geçici olup şu anda bile izleri
açıkça görüldüğü gibi kaçınılmaz bir şekilde yok olmaya yüz tutmuştur.
Marksizm sadece
siyasi bir söylem değil aksine bir dindir. Bir dindir, çünkü ekonomik şartları
değiştirme amacında olduğu gibi aynı zamanda bunun bilincini ve kavramlarını da
ekonomik şartların bir yansıması sayar.....proleterya devrimi sayesinde
ekonomik şartların değişmesi , toplumsal praksiste tarihin gerçekleşmesi, sonunda
burujuvazi sınıfının ideolojik üst yapılarını değiştirecek insanı; dini,
felsefi ve ekonomik yabancılaşmanın pençesinden kurtaracaktır. Bu kurtuluş, Marx’a
göre bir özgürlük hükmü taşır ve onun yargısı bilimsel olmaktan çok ahlakidir.
Mümin, ahir zamanda Mesih’in yeniden zuhur edeceğine ne kadar inanıyorsa
Marx’da proleteryanın uhrevi misyonuna o denli inanır.
Gandi bir
“yogi”(Yoga felsefesine inanıp uygulayan-AHÇ) Mao ise bir tür “komiser”di. Yogi
ile komiser, deli ile akıllı, aşkla akıl arasındaki savaş, örnekleri
edebiyatımızda da çokça bulunan ayrıntılı hikayedir. Bu ikisi hep birbirleri
ile karşı karşıya olmuştur ve olacaktır. Biri insanı içeriden, diğeri de
toplumu dışarıdan değiştirmek ister; biri içe (batın) yönelirken diğeri dışa
(zahir) yönelir. Bu ikisi arasındaki savaş, iki bakış arasındaki savaş olup iki
gerçeklik anlayışı, iki varoluş tarzı, başka bir deyişle Asya maneviyatıyla
Batı hükümranlığı arasındaki savaştır. Sadece önderlerin her yere gölge salması
ve komiserler hükümetinin her şeye el atması bile, teknik düşüncenin tam bir
galibiyet kazandığının ve bundan kaçışın nerdeyse imkansız olduğunun delilidir.
2-
Asya’da Kitlesel Batılılaşmanın Ortaya
Çıkışının Etkileri
a)
Nasyonalim
Asya’da
Batılılaşmayı körükleyen etkenlerden biri de bu uygarlıkların, önceki kültür ve
dünya görüşü ölçütlükleriyle hiç bir bağlantısı olmadığı halde, saldırgan Batı Dünyasının
emperyalist işgalinden korunmak maksadı ile kısa sürede yayılan ve Asya’nın
sömürge ülkelerince benimsenerek güç siyasetinin yeni temeli haline gelen
nasyonalizm olgusudur. “Milliyet”, nasyonalizmde “kavmiyet”in yerini alır ve
köklü bir sekülerleşme hareketinin en önemli enstrümanı haline gelir.
Artık güç,
servetten doğuyordu. Ve sınıf dayanışması da aristokrasinin/ kast birliğinin
yerini alıyordu... Feodalite rejiminin temeli olan sadakat ve iman kavramları,
bilinçli sınıfsal anlaşmalara dönüşüyor, yeni toplum Orta Çağın tek düze ve
homojen kavmiyetinin yerini alıyordu: Çeşitli sınıfların sırf kendi
çıkarlarının hesabını yaptıkları ve artık sıradan insanlar için bile düşünmenin
bir muhasebe haline geldiği bir toplum! Ahlak ve hukuk alanındaki meseleler,
bundan böyle çıkar ölçülerine, faydalı olmaya ve sırf mekanik etkenlere
bağlıydı.
Fransız ihtilali
aktif burjuvazinin zaferiydi.... Her ulusun iktidar alanı artık onun egemenlik
alanıyla sınırlıydı; ulusal egemenliği sağlayan da sadece güçtü. Bu egemenlik
ve özgürlüğü garanti altına alan idealler, Fransız İhtilalinin üç soyut
ilkesinde, özgürlük, eşitlik ve kardeşlikte özetleniyordu.
Rauschning, “Dünyalılaşan
devlet mitinin ardından ortaya çıkan inanç ve ilkeler, ne denli açık ve belirli
olursa olsunlar, onlardaki büyüleyici gücün insan nefsinin akıl ve bilinç dışı
öğelerinden doğduğunu söyler. Artık mitolojik inanç olarak telakki edilmeye
başlanan modern demokrasi ilkeleri, insanoğlunun eski mitlerinde var olan aynı
akıl dışı çekiciliğe sahiptir. Demokrasi nasıl aklın mutlak egemenliğinin
tezahürü sayıldıysa Batı düşünce tarihinin sonraki aşamalarında bu tezahür,
ırkçı emperyalizmi (Nazizm) ve özel sınıfın emperyalizmi (Marxizm) derekesine
düştü.
1.Dünya Savaşı, Avrupa nasyonalizminin bağrından
fırlayan kudretlerin çatışma alanıydı. Bu çatışma, her zaman denge politikası
güden İngiltere dışındaki Batı Avrupa’nın iki büyük gücü olan Fransa ve Almanya
arasında geçmekteydi.... Bu iki gücün çatışması aynı zamanda Faust uygarlığının
uzlaşmasız iki yüzünün de çatışması olarak görülebilirdi. Almanya’nın yenilmesi
Avusturya Macaristan, Kutsal Rusya gibi büyük imparatorlukların parçalanması,
yeni aşırı ideolojilere direnen son seddi de yıktı. 2. Dünya Savaşı, 1.Dünya
Savaşının devamıydı.
Nürnberg Mahkemeleri, özgürlüğe ulaşan
ruhun güdülerin işgaline uğrayabileceğini (İslam ‘da en büyük tehlike aklın
nefsin/hevanın/menfaatçiliğin işgaline uğrama tehlikesidir. AHÇ), Napolyon’un
modern dünyanın dünyanın ruhu, Hitler’in ise nihilizmin ruhu olduğunu ve kontrolsüz
güdülere teslim edilmiş bilimin, insanlığın sonunu ölüm kamplarına vardıracağını
bize göstermiştir. (s:68)
Yunanlılık ve Hristiyanlık; Ort Çağ ile
Rönesans; aydınlanma ile romantizm, nasyonalizm ve anarşizm; kapitalizm ve
komünizm arasındaki çatışma bir bakıma Avrupa nihilizminin değişken biçimleri,
çeşitli görüntüleri ve örtüleri olup bunların davranış biçimlerini ve kalıtım
yönünü ilk kez Nietzsche teşhis etmiştir.
... artık savaş sahnesi Faust ruhunun
en bayağı tezahürleri olan saldırgan ideolojilerin elindeydi. Şimdi insanı ya
ekonomik hayvan ya da “işçi hayvan” biçimine dönüştüren köhnemiş
demokrasilerden ve komünist rejimlerden söz ediliyordu. Nasyonalizm, Asya
uygarlıklarının tabiatı ile uyuşmuyordu...... Asya ‘da nasyonalizm söz konusu
değildi, var olan ancak kavmiyetti.
Bugün İslam ülkelerindeki filan
düşünür/alimin ulusal kimliği konusundaki tartışmalar Batı Nasyonalizminden
kaynaklanmaktadır. Böyle bir düşünce asla onların akıllarına gelmezdi. Arap nasyonalizmi
gibi İslam’ın Arap kökenli olduğu iddiası aynı nasyonalizme dayanmaktadır....
İslam, O’nun varlığının feyzinden
faydalanan ve gelişmesine katkıda bulunan bütün kavimlere bırakılmış bir
emanetti. Arap nasyonalizmi, İslam’a vurulmuş en büyük darbedir (Türk, Kürt ve
Fars Nasyonalistliği de daha aşağı değildir. –AHÇ) Çünkü Arap nasyonalizmi
İslam’ı ihya etmek şöyle dursun İslam’ın asla tanımadığı, esasen tanımasının da
asla mümkün olmadığı yabancı ve yok edici bir unsuru İslam’a sokmuştur. Bu
yabancı unsur İslam’ın varoluş nedenini tehdit etmektedir.
b)
Kitlelerin Başkaldırısı
Batı krallarının
kiliseye karşı başkaldırıları, dünyevi gücün manevi otorite karşısındaki
isyanıydı ve dünyevileştirme hareketi hükmündeydi. Fakat bu şekilde ortaya
çıkan hareket aritokrasiyi de sarsmıştır. Fransız ihtilali ile birlikte
Aristokrasi burjuvaya kurban edilmiş, burjuvazi de Rusya’da yerini proleteryaya
bırakmıştır. (s:71)
Kilisenin
iktidarından kitlelerin iktidarına gelinceye dek insanın, insanlığının tezahürü
demek olan değerleri ve sonunda insanlık cevheri değişir. İnsanlık makamında
kalan şey ekonomik insan, cinsel insan ve sonunda “işçi hayvan”dır.
Ölçütlerin
değişimi ve paranın bütün değerlerin tek ölçüsü olduğunun söylenmesi, artık
olgunluk ve yetkinliğin nicel ve ekonomik ölçütlere indirgenmesi anlamını
taşır; bir başka deyişle artık paranın iktidarı, rakamların ve bilançoların
egemenliğidir.... Maneviyat şehvete indirgenmiştir. Kısacası
bu çağda hiç bir değer gelişmez, hiç bir ölçü yerinde kalmaz, hiç bir ideal
kendini gösteremez; her şey tek renk, tek düze ve aynıdır. Tekdüzelilik
çölü, her şeyi kuşatır. Bu betimleme, nihilizmin son görünümlerini
andırmaktadır, bazı düşünürler buna absürt adını verirler.
Ortega Y Gasset,
Kütlelerin İsyanı isimli kitabında “ değerlerin ve ilkelerin bütünlüğünün
giderek yok olması, düşünsel aristokrasinin ortadan kalkması, ne bir tarihleri
ne de bir kökleri olan insanların çıkmasına sebep olur. Bu insanlar hiç bir
aşkın idealle bağlarının olmaması ve boş olmaları nedeniyle kolayca her türlü
yeni deneyimin oyuncağı ve sonuçta piyasa putlarının yemi olabilirler.
Kimlikleri olmadığı için bunlar, heva ve heveslerinin kurbanıdırlar. Hiç bir görev
kabul etmez ama iddia ve eleştiri sahibidirler, hiç bir değere inanmadan refah
isterler.” Diye anlatır...
Ortega’ya göre
“cahil bilginler, kendi uzmanlık alanlarında olan şeyler konusunda bilgin
oldukları halde; kültür, düşünce ve insanlığın seçkin idealleri konusuna
gelince vasat kişiler hatta direk kütle insanıdırlar. Çünkü bunlar, kendi
bayağı zevklerini, vasat değerlerini ve temelsiz arzularını herkese dayatır,
bütün azınlıkları kendi harabelerinin altına alır ve haşerelerin geometrik
içgüdülerine benzeyen saldırılarıyla her şeyi tek düzleştirirler.
Fakat geleneksel
toplumların avamı, sanayi toplumlarının kütle insanına dönüşürken o toplumun
seçkinleri de bu dönemin umutsuz yabancılarına dönüşürler.
Hermann Hesse’ye
göre “ya Buda’nın yolunu seçmeli yani evrenin çatısını yararak sonsuz yola
yönelmeli ya kitlelerin bayağılığına gömülmeli ya da alaycı bir bakışı
yeğlemeli, gurbeti meslek edinmeli, yabancılığı -umutsuzluk pahasına-
kendisiyle özdeşleştirmeli, ya da bu her şeyin birbirine benzediği çölde ölüm
veya intiharla neticelenecek bir güzergah aranmalıdır.
Yabancılık
ızdırabı, kütle toplumunun ızdırapsızlığından kaynaklanırken nihilizmin son
yüzü olan absürt, geriye boşunalık kabuğundan başka bir şey bırakmaz.
c)
Turizm, Folklor, Müze
Müze, sanattaki
yabancılaşmanın en belirgin yüzüdür. Sanatın yetimhanesi, yabancılaşmanın
tapınağıdır.
Tapınak,
evrensel sistemin tecelli yeri olduğu gibi ev de tapınağın bir başka biçimiydi..
Abit tapınak için yaratıyordu. Tapınak da abidin veya ziyaretçinin ibadet
yeriydi. Ancak müzeye giden ne abittir ne ziyaretçi.... Abit, ibadethaneye
kendisine dünyevi bir şey katmak için gelmez. İbadet etmek, tefekküre dalarak
kendisini arındırmayı, fazlalıklarından arınmayı, kendisini anlamayı ve
varlığını ezeli mabuduna adamayı hedefler. Günümüzün sanatçısı ne abittir ne de
ziyaretçi.
Özgün sanatçılar
kütlelerin zevkinin kurbanıdırlar. Nitekim sanat, tüketim toplumunun sermayesi,
sanat eserleri de ticaretin nesnesidirler.
Turist bugünün
ziyaretçisidir. Turist her şeyden önce vermek için değil almak için gezer. O
görsün diye tapınaklar onlara açılarak içleri boşaltılır. Onun beklemeye
tahammülü yoktur. Aceleci ve hazırlopçudur. Dağınıktır. Turist her şeyin
kendisine hazır halde verilmesini, her şeyin kendi bilinç düzeyine ve boyutuna
indirgenmesini bekler... Turistin olduğu yerde tapınağın ibadeti kabare
tepinmesine; kutsal gizli ayinler sirk dedikodularına; tapınaklar/mescidler
üçkağıt piyasasına dönüşür. Huzur ve huşu meraka, uzlet arzusu ise haz talebine
dönüşür. (s:76)
Fabrika dumanı,
çevre kirliliğine neden olduğu gibi turist de kültür kirliliğine neden olur.
Turist sanatı tüketim malına, aşkı şehvet ihtiyacına ve tapınağı üç kağıt
piyasasına çevirdiği gibi kültürleri de folklora çevirir.
Turizm yaşayan uygarlıkları
tehdit eden son beladır.
Bazı Asya ülkeleri, turistik geneleve dönüşmüşlerdir....Fahişelik, bir bakıma dünyanın en eski mesleğidir. Ancak bir genelev boyutu kazandığında sıradan bir fahişelik sınırını aşarak kültürel bir kimliğe dönüşmekte ve bugünkü anlamıyla bir sektör haline gelmektedir. Ülke yöneticilerinin turizmden korkmamalarının nedeni kendilerinin de kütle insanından olmalarındandır. Kütle insanı veya turist, ekonomi ve çıkar ölçülerini her şeyden önde tutan kişidir.
Yabancı sermaye,
üçüncü dünya ülkelerinde nasıl çağdaş sömürünün hayırhah yönüyse modern turizm
de söz konusu olgunun görünüşte zararsız biçimidir. Durumun görüntüsü
değişmişse de aslı olduğu gibi durmaktadır.
3-
Fetret Dönemi
1.
Fetret dönemi : “Ne Bu Ne O Dönemi”
Birinci ve
ikinci bölümde Batılılaşmanın Asya Uygarlıklarının yapısını kökten
değiştirdiğini ve ulusal hatıralarını yok ettiğini söylemiştik.......Yabancılaşma,
Batı hayranlığımız ve onun şaşırtıcı sonuçları karşısındaki zihin felcimiz,
İslam bilgelerinin deyişiyle bizi nübüvvetin aydın kandiline götüren geleneksel
düşüncemizi ortaya koymayı gerektiren tezekkürü yok ettiğinden, hem Batı
düşüncesinin hem de ulusal hatıramızın tecellilerinin ocağına giden yol kapanmıştır.
Bizim tarihi kaderimiz budur: Ne buna ne ona sahip olabilme.
Nihilizmin son
aşamasının ortaya çıkışı, ister Jaspers’ta olduğu gibi felsefi iman şeklinde,
ister Heidegger’da olduğu gibi varlığın
gerçekliğinin yeniden bulunması şeklinde ister Thillish’teki gibi
Hristiyanlıkla bağlantılı olsun, bu yokluk tehlikesinden kurtulmak için bir
çıkış yolu arayan cesur düşünürlerin zahitçe atılımlarına denk düşmektedir. Bu
düşünürlerin seçtikleri yollar genellikle felsefenin tarihi mecrası dışındaki
sapa yollardır ve salt mantıki ve felsefi düşünce olmaktan çok mistik ve imani
bir atılım rengine sahiptir.
Biz
Tanrıların can çekişme dönemindeyiz.
Can çekişme döneminde, geçmiş geleneğimizden kalan inanç artıkları henüz
direnmekteler. Güçsüzleştirilmelerine rağmen bilinçsizliğimizin nedenlerinden
birçoğunu bu kalıntılar oluşturur. İşte bizi katmerli bir vehme uğratan ve
tarihin seyrinin müşahadesiyle birlikte ortaya çıkması gereken bilincin
gözlerini kör eden bu çan çekişme dönemidir.
...Tanrıların ölümünü afallamış bir şekilde seyrediyoruz. Biz fetret döneminin çocuklarıyız. Tanrıların can çekişmeleriyle, yakın olan ölümleri arasında bir yerde durmaktayız. Artık ne Mevlana’nın imanına sahibiz ne Kafka’nın korkunç deneyimine. Ne Rıza Abbasi’nin renkli dünyasını tanıyoruz ne Van Gogh’un cinnetli ruhunu. Ne kendimizle halvetimiz var ne yapayalnızız. Ne Tanrıya tevekkül edebiliyoruz ne de tevekkülden vazgeçebiliyoruz. Ne teslimiyetle donanmışız ne inkarın maddeci gücü ile silahlanmışız. Kimliksizlik, artık bizim kimliğimizdir.
...Tanrıların ölümünü afallamış bir şekilde seyrediyoruz. Biz fetret döneminin çocuklarıyız. Tanrıların can çekişmeleriyle, yakın olan ölümleri arasında bir yerde durmaktayız. Artık ne Mevlana’nın imanına sahibiz ne Kafka’nın korkunç deneyimine. Ne Rıza Abbasi’nin renkli dünyasını tanıyoruz ne Van Gogh’un cinnetli ruhunu. Ne kendimizle halvetimiz var ne yapayalnızız. Ne Tanrıya tevekkül edebiliyoruz ne de tevekkülden vazgeçebiliyoruz. Ne teslimiyetle donanmışız ne inkarın maddeci gücü ile silahlanmışız. Kimliksizlik, artık bizim kimliğimizdir.
Sağımızda
solumuzda mantar gibi biten bu yabancı unsurları yabancıladığımız gibi, bir
zamanlar alışık olduğumuz meskenimiz olan çevreye de yabancılaşmışız. Biz
yaşadığımız dünyaya nüfuz etme yolunda çıkmaza saplanmışız.
2.
Mutasyon ve Frenkeştayn Canavarı
Bu çıkmazla
karşı karşıya olmamızın sonucu berzahta kalmamızdır... Zihin felcimiz ve
düşünce donukluğumuz da bu edilgenlikten ve her iki çekim kutbundan kopmamızdan
kaynaklanmaktadır. Edilgenlik, kabul ediş; kabul ediş ise teslim oluştur.
Mutasyona
uğramaktayız. Mutasyon ne iyidir ne kötüdür. Yeni ve korkunç bir şeydir.
Korkunçtur çünkü meçhuldür.... Her halukarda kontrol dışıdır.
Söz gelimi
Hindistan’da milyarı aşan kütleyi dizginleyerek itaatkar, sakin ve kanaatkar
kılan ne demokrasi ne de insan
haklarıdır. Hindistan’daki benzeri, bulunmayan yoksulluğa rağmen hayatı, bu
kitleler için katlanılır hale getiren, Hindu dünya görüşünün manevi iklimidir.
.... Eğer bir gün Samasara tarihe indirgenirse Hintli kitleleri dizginlemek
için bambaşka güçlere ihtiyaç olacaktır. (Silahlar, toplar, ordular, katliamlar
olmadan onları itaatkar kılamayacaksınız, demeye çalışıyor sanırım.-AHÇ) Eğer
öğretinin dizgininden kurtulursa kitleler, siyaset tacirleri için uygun bir
lokma haline gelecek ve güç siyasetinin uygulamasında en elverişli araç olacak,
her türlü aşırılığın en uygun maşasına dönüşeceklerdir.
Bir mutant olan
Frenkeştayn canavarı, yeni ideolojiler örtüsü altında ve günümüzün izmleri
şeklinde bütün Asya’ya ve üçüncü dünyaya saldıran korkunç gelişmeler için orada
uygun bir ortam bulan ve korkunç şekillere giren Batı nihilizminin bilinçsiz,
karanlık ve kontrol edilemez güçlerinin boşalışıdır. Mesela Batı’da işlevsel
mimari olan şey, burada ürkütücü hacimlere dönüşür; orada dinlenebilen ritmik
müzik, burada kulak tırmalayan bir gürültüye dönüşür. Orada yenilik ve moda
olan şey, burada karikatüristik bir taklide dönüşür. Hayatın bütün alanlarında
karşılaştığımız, hepimizin bir şekilde zararlarından yakındığımız, ne olduğunu
ve nasıl olduğunu teşhis edemediğimiz mutasyonlar, bu Frenkeştayn canavarının
korkunç yavrularıdır.
Ancak mutasyonların en korkunç olanları düşünce ve ruh alanında olan, yani içimizde yaşananlarıdır. Bu mutasyonlar, düşünce, edebiyat, sanat ürünleri ve toplumsal ilişkileri etkiler. (s:84)
Ancak mutasyonların en korkunç olanları düşünce ve ruh alanında olan, yani içimizde yaşananlarıdır. Bu mutasyonlar, düşünce, edebiyat, sanat ürünleri ve toplumsal ilişkileri etkiler. (s:84)
3.
Bilinçsiz Güçlerin Ezilmesinde İnkarın
Olağanüstü Gücü
Büyük düşünürler
inkarın olağanüstü gücünden kaynaklanan indirgemeci yöntemin olumsuz yönü
hakkında çeşitli tanımlamalarda bulunmuşlardır: “Zamanın mitolojiden
arındırılması”, “Varlığın Tanrı’dan arındırılması”, “dünyevileştirme”. Bütün bu
kavramların olumsuz bir yönü vardır. Olumsuzdurlar çünkü her şeyi başka bir
şeyden arındırmaktadırlar... Bu arındırışlar, doğayı matematiksel orantılara,
insanı yüzde yüz soyut bir varlığa, mekanı boş bir boyuta ve zamanı tek boyutlu
bir çizelgeye indirgerler. Aslında bu arındırışların indirgemeci yöntemi, genel
olarak insan düşüncesini mitolojik şairane görüş düzeyinden salt akli bir
düzeye indirgeyerek o görüşle yoğrulmuş olan maneviyatı ortadan kaldırır.
Batı’nın her
geçen gün daha fazla insan ruhunun bilinç altındaki sırlara yönelmesi, bu kez
ağırlık merkezinin rasyonalizm
ifratından psikolojizm tefritine kaymasına neden oldu. Çünkü nasyonalizm, aklı
mutlak hakim kabul ederken yeni eğilim, bu kez aklın ölçülerini de zayıflatarak
bütün ilgiyi sadece içgüdülere ve ruhsal durumlara yönlendirdi. Siyasal düşünce
alanında bu indirgemeci yöntem, Marx’ın toplumsal ve ekonomik praksisinde
gerçekleşti. Çünkü praksisin ilk nedeni kalıcılık (beka) içgüdüsünden
kaynaklanan maddi bir ihtiyaçtır. Freud, insan varlığını cinselliğe, Marx ise
üretim içgüdüsüne indirgedi. (s:86)
Asya
uygarlıkları geçmişte neden hiçbir zaman böyle bir kadere uğramadılar? Neden
Faaust’un ruhundaki “savaşçı tezat” onlarda ortaya çıkmadı? Çünkü Doğu
maneviyatı ne akla mutlak itibar ediyor ne de bilinçaltı gücünü görmezden
geliyordu; her ikisini kendi mecrasında sınırlı tutuyordu.
Dinginlik, huzur
ve vakar gibi niteliklere sahip olan Asya uygarlıkları, dengeyi varlığın altın
kuralı olarak kabul ediyor, hareketin ve değişimin kaynağı olan inkarın olağanüstü
gücünden sakınıyordu. Bu Doğu’nun inkar/red düşüncesinin gücünü bilmediği
anlamına gelmez. (HAK’kın reddi insana Şeytan’i bir güç verir-AHÇ) Çünkü bütün
mistik düşünceler Hak’tan gayrısının reddi fikrinin üzerine kuruludur.
Asya mitlerinin
ve ikonografisinin bilinçsiz güçleri (kötücül hisleri-AHÇ) dizginlemek için
gösterdiği çaba, gerçekten hayret vericidir. Çünkü onlar, doğanın içgüdüsel ve
bilinçsiz güçlerini dizginleyen mitolojik ve sembolik düşünce kalıpları
kırılırsa başka bir diyarın onları dizginlemeye güç yetiremeyeceğini büyük bir
ferasetle biliyordu... Bu ihtiyatlı girişimler, sadece birer hurafe olmayıp
eğer, insan manevi dengeye ulaşamaz ve içgüdüsel hayatın kontrolsüz güçlerini
dizginleyemezse her şeyin mümkün olduğu konusundaki eski, belki ezeli bir
gerçeği dile getirmektedir. Novalis’in deyişiyle “Tanrıların ortadan
kaybolduğu yerde hortlaklar hüküm sürer.”
4.
Dayanıksız Düşünce
a A)
Dayanıksız düşünce Yitiktir.
İran’da ruhani
alimler sınıfının karşısında, deyim yerindeyse aydınlar topluluğunu oluşturan
ve İran’da son elli atmış yılda ortaya çıkan ve ne belirli bir sisteme ne de
özel bir yönteme sahip olan başka bir sınıf daha vardır. Bu iki sınıf
birbirlerinin dillerini anlamazlar, anlayamazlar da.
Batı’lı aydın
her şeyi ciddiye aldığı için bir anlamda safdil sayılabilir. En karmaşık
hurafeler, en ilkel görüşler, en eski törenler onun için önemlidir; çünkü hepsi
insani bir olgu ile ilintilidirler. İnsan ve akıbeti konusunda bir görüşe sahip
olmadığı, insanın görevi ve insanlığın anlamının temeli olan bütün değer
sistemleri sonuçsuz kaldığı ya da birbiriyle çelişen dünya görüşlerinin tozu
alında dağıldığı için kaçacak bir yer arayışındadır.
Avrupa’nın
düşünce hareketliliği karşısında bizim düşünce ve bilim dünyamızın ortaya
koyabileceği bir şey yoktur. Hiçbir şeyi olmadığından hiç bir meseleyi
ciddiye almaz, sorunlar hakkındaki yargıları, üzerinde taklit kokuları duyulan
acımasızca fırlatılan olgunlaşmamış, aceleci görüşlerdir. Doğulu, Batı’nın
değerlerini ödünç alır; çünkü kendisi değer yaratmaktan yoksundur.....Bu
nedenle fikirleri genelde ikinci el; içleri boşalmış, tüketilmiş, Batı’da artık
itibar görmeyen fikirlerdir. Bu düşünce dağınıklığının en önemli etkisi,
kavram ve terim enflasyonudur. Enflasyon ekonomik bir durumdur ve paranın alım
gücü azaldığı zaman ortaya çıkar. Düşüncede enflasyonun da bir yandan
sözcüklerin anlamlarını yitirdiği, bir yandan da düşüncenin belli bir dayanağı
olmadığı zaman ortaya çıktığı söylenebilir.
Biz
artık kendi ulusal hatıramızdan yararlanmıyoruz; çünkü zamanla emaneti unuttuk,
şimdi onu yok etmekle meşgulüz.
Bu düşünsel
dayanıksızlık, zaman zaman bizi saçmalamak sorunda bırakır; her şey hiçbir
delile dayanmadan dile getirilebilir. Düşüncenin doğruluğunu veya yanlışlığını
ölçmek için hiçbir ölçüt yoktur. Sonuçta eleştiri sövgüye dönüşür, her şey
nitelik değiştirir, hiç bir merkeze bağlı olmayan çeşit çeşit mutasyonlar
ortaya çıkar.
b B)
Düşünce ve Dil
Düşünce,
dille de bağlantılıdır. Eğer bugün dilimiz modern bilimsel terimleri ve
kavramları karşılamaktan acizse, geçmişten bize ulaşan emanet artık bir işe
yaramıyorsa, kayıp varlıklara dönüşmüşsek bunun nedeni dil ile düşünce
arasındaki bağlantıdadır. Zamanımızda kültürel kopukluk bizi şizofrenik
yaratıklara dönüştürmüştür. Dilimiz çeviri, konuşmamız dublajdır.
Fars dili
karmaşık kavram terkipleri, temsil ve kinaye ile bir dünya dolusu anlam çok
sesliliği ile insanı salt düşünceye yöneltir. Bu hali ile Batı düşüncesine
uygun değildir. Fars dili ancak bizim de değişmemiz durumunda modern bilimlerin
işine yarar hale gelecektir.
Fars dilinin
şiir alanındaki imkanları hiç kuşkusuz eşsizdir. Farsça günümüzdeki
ihtiyaçlarımıza cevap vermiyorsa bunun nedeni bizim de değişime uğruyor
olmamızdır. Dönem fetret dönemi olduğundan dil ve düşünce de bizimle aynı
kaderi paylaşmaktadır.
5.
Kürsüsüz Sanat
1)
Kürsüsüz Sanat, İç Atmosferin
Dağılmışlığını Gösterir
Avrupa sanatının
kürsüsünün, soyutlar evreninden bilinçaltı dünyaya düşüşü, gerçekliğin
nesnelerin somutluğuna indirgenmesi ve sonuç olarak tekniğin bütün dünyaya
egemen olması Batı düşüncesinin bu indirgeyici yönteminin ürünüdür. Bu
yöntem, pek çok kez söylediğimiz gibi, daima dini dünyevileştirme, zamandan
mitolojiyi silme ve doğadan büyüyü yok etme yönünde olmuştur.
Madem ki şu anda
kültür sistemleri çökmüş, camiler müzeye dönüşmüş, mavi kubbeler çölde akan
kumların altına gömülmüş ve gizem, Budistlerin tebessümünü terk etmiştir,
öyleyse Asya sanatının kürsüsü nerededir.
Modern evler,
hiç bir şeye benzemeyen, ölçüsüz camdan kutucuklar. Bu tür ev inşası ve mimari,
hiç bir kültürel ideal ya da sistemin egemen olmadığı, hiç bir kürsüye sahip
olmayan mutasyonların en güzel örnekleridir...... herkes bir odada halvete çekilebilirdi;
Çünkü evin kendisi şehrin bütünlüğü içinde bir halvetti. Her birim halvet
içinde halvet hükmündeydi. Yalnız kalma ve düşünme fırsatı veren ve zihinsel
marifete sahip olmayı da mümkün kılan bu tür bir mekan, aile üyelerini
birbirine karıştırmaksızın bağlıyordu da. Ancak günümüzün camdan kutuları, iç
mekanı dış mekandan ayırmadıkları için hiç bir mahremiyete hürmet etmedikleri
gibi hayatın gizliliğini de utanmazca gözler önüne sererler. Halveti ortadan
kaldırırlar, utanma ve hayanın yerine utanmazlığı, sessizlik ve huzurun yerine
gürültüyü koyarlar.
Ne var ki İranlı
kendi elleriyle, atalarının yaptıklarını yine kendi elleriyle acımasızca yok
ederek onun yerine tipsiz kutular inşa ediyor. İşte bu durum, mutasyonu ya da
içsel bir alt üst oluşu anlatmaktadır.
Gereğinden fazla
kompliman yapıyoruz. Bazen sahiden de edepliyiz. Misafir ağırlamak için
canımızı veririz. Biz henüz yalnızlığın ve umutsuzluğun acısını tatmadık;
çünkü henüz yetim kalmadık. Henüz Tanrıları savaşa çağırmadık; henüz Hamlet’in
kurdu düşmedi canımıza. Descartes’in şüpheciliği, temellerimizi sarsmadı henüz.
Hala zihinsel putlarımızın tutsağıyız, hala duygusalız. Bir araya gelip
hala hoş geçiniyoruz, birlikte gülüp eğleniyoruz. Peki nasıl oluyor da, hiç bir
şeyi ciddiye alamayacak kadar aciziz?
2)
Sönmüş Kandili Yeniden Yakmak Mümkün
mü?
Bize, “Siz artık
bir selatin camii yapamazsınız!” diyebilirler, doğrudur. Ama Batılılar da artık
Gotik kiliseler yapmaktan acizdirler. Bu söz de doğrudur; ne var ki Batı sanatı
ne kadar atılgan, ne kadar cesur ve yıkıcı olsa da hala kürsü arayışı
içindedir.......Ancak şu an İslam toplumlarında yapılan camiler, nasıl
tanımlanabilirler? Bu camiler ne eve benzerler ne kahvehaneye ne garaja ne de
başka bir şeye. Bu camiler hiç bir şey değildirler.; çünkü üzerlerindeki
bakışın bir kürsüsü olmadığı gibi bir kürsü arayışında da değillerdir; hiç bir
geçmişleri yoktur. Kimliksizdirler, ansızın ortaya çıkmış ve çevreyi
kirletmektedirler.
“Nakş-i Cihan”
Meydanı’nı tam anlamıyla “dünyanın nakşı yapan” şey, bizim içimizde yaşayan
“ruh”tu. Kaybolan o ruhtur.
6.
Anormal Davranışlar
Bizim burada
Absürde yüklediğimiz anlam, daha çok Asya, Afrika ve hatta Güney Amerika
uygarlıklarının çeşitli kültürel ve tarihi katmanlarının çatışmasından doğan
özel bir durumla ilgilidir. Saçmalık, abes, hiçlik gibi kavramlar bu kelimenin
derinliğini vermez.
Böylesi anormal
bir durumun ortaya çıkışını Batı düşüncesinin seyrinde aramak gerekir. Nihilizm
niçin sürekli olarak mitleri ve temsilleri, Ahireti ve öte dünyayı,
niceliklerin tek boyutlu düzeyine indirgediğini bilmemiz gerekir. Batı
düşüncesinin dünyayı niçin bir nesneye, zamanı içi boş bir kalıba, insanı bir
üretim aracına ve Tanrı’yı bir hiçe dönüştürdüğünü anlamamız gerekir. Neden
kültürün yaratımcılığa, idealin ekonomik üst yapıya, varlığın çeşitli
değerlere, değerlerin ideolojilere, ideolojilerin de yetmiş iki milletin
kavgasına dönüştüğünü bilmemiz gerekir.
Camus için bu
ilkesiz ve anormal durumu ifade edebilen
tek kelime absürttür. Bu dünyanın temelinin absürt olduğunu kabul edecek
olursak intihar, tek ciddi felsefi mesele olacaktır. Camus da kitabına şöyle
başlar: “Felsefenin sadece tek bir ciddi meselesi vardır: intihar.”
Kitle iletişim
ve haberleşme araçlarının haddinden fazla gelişmesi, sahip olduğu
homojenleştirme gücü yüzünden, bütün düşünsel farklılıkları, ulusal
meziyetleri, düşüncenin sığınakları ve hayal gücünün kaçış noktaları olan ve
rengarenk bir dünya meydana getiren bakış açısı farklılıklarını özdeş ve türdeş
hale getirir. Bu durum ister istemez, insanın bir bakıma bu sığınaklara,
özdeşlik çölündeki sessizlik adacıklarına dayanan ocağının yıkılması ile
sonuçlanır ve artık propaganda saldırılarının zararından ve tek boyutlu ticari
düşüncenin boğucu baskısından güvende kalabilen tek köşe bile kalmaz.
Kafka, Camus,
Rilke ve Beckett’in uyanışına ulaşmak, içsel bir değişim ve doğrudan bir
nihilizm deneyimi gerektirir ki; Batılılaşmış modern Asya toplumu , henüz bu
aşamaya gelememiştir. Çünkü bu uyanıklık ve mutsuzluk gerçekleşmiş olsaydı
düşünce harekete geçerdi ve bizim Batı uygarlığının kimi yönleri hakkındaki
safdilce hoşgörümüz veya kendi mirasımız olan bazı değerlere karşı
gösterdiğimiz nice yersiz bağnazlık kendisine bu kadar yer bulamazdı.
Peki neden Asya
uygarlıkları bu ızıdırap veren uyanışa ulaşamamışlardır?
Çünkü, Batı’nın
manevi çöküşü ile kendini yeniden değerlendirmek ve her şeyi baştan sorgulamak
için kat ettiği mütefekkirane mesafe henüz bizde oluşmamıştır..... mitolojik ve
temsili düşüncenin arketipleri bizde hala canlı durmaktadır. Bir yandan mistik
düşünmekte, bir yandan da her şeyi ekonomiye ve toplumsal altyapılara
indirgemekteyiz. Bir yandan derviş meşrep olduğumuz halde, diğer yandan
Prometyus gibi dünyayı değiştirmek istiyoruz. Bir yandan üretme ve geçinme telaşının
ateşine bulanmışız, diğer yandan tevekkül, rıza ve teslime özlem duyuyoruz.
Geçmiş
mirasımızla yarı bağlı ilişkimiz, onun mahiyetini kavramamıza engel oluyor,
bizi ona karşı körleştiriyor ve aslında olduğumuz ve hissettiğimiz şeyi inkar
ettiriyor. Zihnimizde yerleşmiş değerler üzerinde derinleşmek yerine onları
cincilik, hurafeler ve benzeri isimlerle adlandırıyor; bilimsel yöntem, tarihi
şartlar, ekonomik alt yapı gibi iddialarda bulunuyoruz.
Halbuki bu
iddiaların ancak eleştirel ve analitik düşüncenin başlangıcı olan sekülerleşme
süreci, bizde de sona erdiğinde ya da en azından bizi o katmerli sanıdan özgür
kıldığından ve bütün ezeli putlarımızdan kurtulup nihilizmi çılgınca bir akıllılık
ve uyanıklılık derecesinde tecrübe etmemiz durumunda etkili ve yaratıcı
olabileceğinden gafiliz.
Bir yandan kendi
zannımızca mantıklı bulmadığımız, sosyoloji veya ekonomi ile ilgisi olmayan
şeyleri cincilik ve hurafe olarak adlandırırken öte yandan da elle tutulur
maddi meseleleri bir cinci bağnazlığı
ile birbirine karıştırıyor ve bilime
karşı Allah’a inanır gibi bir inanç besliyoruz.. Bir yandan yargılarımızda
sürekli var olan bir Batılılaşma ile kendi mirasımızı baltalarken öte yandan da
sürekli olarak geçmişimizle övünüyor ve Batı’yı mutsuzluklarımızın kaynağı
sayıyoruz. Bu iki düşünce katmanının devamlı olarak birbiri ile iç içe geçmesi,
bu katmana terettüp eden değerlerin birbirinden ayırt edilememesi ve
birbirleriyle özdeşliği mümkün olmayan bu iki katmanın gerçekte iki çelişen
bilincin tezahürü ve iki farklı kültürel ve tarihi alan olduklarının fark
edilememesi, bu iki kültür alanı arasındaki olağan dışı çatışmanın etkisiyle
anormal ve absürt davranışların ve dayanıksız bir düşüncenin ortaya çıkmasına
sebep oluyor. Bu yüzden bizim aydınlarımız arasında Batılıların
kastettikleri manada bir gönül biriliği ve diyalog mevcut değildir. Çünkü
diyalog, zihinsel bir bağlantıyı ve bir görüş mesafesini gerektirir; halbuki
çoğu zaman yargıyı bağnazlıkla, eleştiriyi küfürle karıştıran duygusal
hallerimiz çatışmayı kişisel alana sürükleyip bir sağırlar diyaloguna neden
olur.
“Eğer Hindistan’ın,
bu kadim toplumunun inançlarını yok edecek olursak onun yerine hangi değerleri
koyacağız?” Bu soruya ne zaman cevap verebilirsek işte o zaman ülkenin kaderi
hakkında bir görüş belirtme hakkına sahip olabiliriz.
Dostluk
ilişkilerinde son derece terbiyeli ve saygılı bir İran’lı direksiyona geçer
geçmez, neden bu denli kural tanımaz bir şiddete yönelmektedir? Bunun nedeni
şudur: Biz başkasını yalnızca kendi duygusal ve bireysel ilişki sahamızda
algılıyoruz, bu ilişki alanının dışında, bizce bir başkası mevcut değildir.
Neden? Çünkü biz başkasını, bireysel olmayan bir bütünün işlevsel üyeleri
arasındaki soyut bir ilişki düzeyine indiremiyoruz, bunun gibi dünyayı nesne
olarak göremiyor ve toplumsal ilişkileri tamamen hukuksal ilişkilere
indirgeyemiyoruz.
7.
Aykırı Rint
A)
Batı Düşüncesinin İnsanı
Homojenleştirme Eğilimi
Batı düşüncesinde insanlığın özü değişime
uğradığı için bundan böyle insanın önemini ve şanını artık öznel ve içsel olan
evsaf-ı eşraf değil, dış ölçütler belirliyordu. Bir başka deyişle sahip olmak,
olmak ile bir oldu. Artık insanoğlunun önemini ve derecesini, sahip olduğu
içsel manevi sıfatlar değil, eşyayla bağı, zenginliği, sosyal makamı, bilgisi
ve sonuçta bunlardan ortaya çıkan görevler belirler oldu.
Asya‘da bir
bilgenin sahip olduğu değerle, Batı’da bir bilgine duyulan saygı bir değildir.
Çünkü Asya’nın manevi olgunluğunun ölçüsü kabul edilen şey, bilgenin
konuşmalarında ve davranışlarından kendini gösteren birliği (vahdeti) ve makamı
yükseldiği nispette nüfuz sahibi olup taklit mercisi olurdu.
Entellektüel,
Asyalı bilgenin sahip olduğu hürmete sahip değildir. Eylemi ve bilgiyi
içtenlikle yoğuramadığından değilse bile bir cepheden başka bir cepheye
meylettiği, siyasal bir suç işlediği veya bir olay karşısında yeterince
sorumluluk gösteremediği için çok zaman eleştiriye uğrar... Bunlar başka bir
deyişle entellektüelin yaralı bilincinden doğan sorumlulukların tümüdür.
İnsani rütbeler
hiyerarşisinin ortadan kalkması, Asyalı toplumsal sistemin temeli olan itaatin
de yok olmasına yol açtı. Bu sistemler ile babayı oğula, eşi kocaya, müridi
mürşide, yaratılmışı yaratana, toplumu şeriata bağlayan bağlar tanımlanıyordu. Aile
üyelerini bir hiyerarşiye göre birbirine bağlayan bağlar, bir şehrin ve bir
ülkenin halkını birbirine bağlayan bağlar, nihayet ümmeti şeriata bağlayarak
her bireyin bir makamının, her sınıfın bir idealinin ve her ulusun bir
sisteminin bulunduğu konik bir dünya yaratıyordu. Ne var ki, Batı sistemi bu
hiyerarşiyi kaldırdı. (Dolayısı ile toplumda tecrübe aktarımı durdu ve toplum ne
yapacağını bilmez hale geldi. Mesela bir evlilik töreninde evlilikle ilgili
olan bireylerin görevleri ve sorumlulukları belli iken, geleneksel değerler
tamamen yok olduğundan damadın bile ne yapacağını bilmediği bir durum ortaya
çıktı. AHÇ)
Herder, “İnsanlık,
beşer türünün hazinesi ve sanatıdır; bunun geliştirilmesi ve beslenmesi, hiçbir
zaman duraklamaması gereken bir iştir. Çünkü, durması halinde yeniden hayvanlık
derekesine düşeriz.”
Marx,
Kierkegaard ve Nietzsche‘nin başkaldırısı, modern Batı toplumunu
homojenleştiren güce yöneliktir. Bu güç ya insanı ahlaki bakımdan zaafa uğratır
(Kierkegaard) ya ticari bir metaya dönüştürür (Marx) ya da niteliksiz, vasat
insana indirger (Nietzsche)
Nietzsche,
modern teknoloji toplumunun alet yapan insanına karşı, yeni idealler getiren ve
güç istemi demek olan üst-insan tasvirini sunar ve şöyle der; “Bana kalırsa
günümüz Avrupa’sında insan sevgisi, insanilik, acıma, şefkat gibi övmeye alıştığımız
kutsal değerler, kimi insan içgüdülerini okşamaktan veya bastırmaktan
kaynaklanan zahiri değerler olabilirler. Ancak sonuç itibariyle insan türünü
güçsüzleştirmekten, yani bayağı bir insana indirgenmekten başka bir şey
değildirler.
Tanrıyı
arayanlar ondan gafil olan arasındaki fark, derece itibari ile insan ile hayvan
arasındaki farktan daha fazladır. Tanrı’nın sözleri ile yoğrulmuş Hıristiyan
insanıyla iki ayağı üzerindeki bir memeli arasında aşılması imkansız bir uçurum
vardır. Ancak alet yapan hayvan ile evrimleşmiş hayvan arasındaki fark sadece
aşama farkıdır.
Batı’da insanlık
kavramının ayağa düşmesinin nedeni, insanın kendi insanlığını, kendi varlık
temeli üzerine kurmaya çalışması, o zamana dek kendisini tanımlayabildiği üst
merciden uzak düşmesi ve ona karşı yabancılaşmasındandır.... bu yöntem 19.
Yüzyılda felsefeyi antropolojiye indirger, onu evren biliminden (kozmoloji) ve
kelamdan (teoloji) koparır ve sonunda Tanrı’yı “süper-ego”ya indirger.
B)
Fetret Dönemi İnsanı Nasıl Bir İnsandır
Hayatın
tüm alanlarındaki acayip/anormal davranışlarımız bizim artık ne geçmiş
bilginlerimizin yolunu takip ettiğimizi ne de alet yapan bir hayvan
olamadığımızı gösterir. Biz bu ikisi arasında bir şeyiz, bir başka deyişle her
ikisine de benzeyen ama aynı zamanda hiçbirisi olmayan bir şeyiz. Bu yeni bir
durumdur, yani mutasyondur. Hintlilerin, Japonların ve İranlıların kafasının
derinliklerinde insanı insan eden şey, hala durmaktadır. Bu inançların
kalıntıları, kitlesel bilinç altımızda uyumakta, değişmekte olan dış dünya,
bunlara ortaya çıkma imkanı tanımadığından eğri büğrü yollardan düşüncemizi
etkilemektedir.
Büyük
Batılı düşünürler, zorluk çağından, nihilizmin ve felaket çağının afetlerinden
dem vurup düşüncenin mitolojik boyutunu yeniden canlandırmaya çalışırken bu
soydan olguları “cinci”lik kabul eden ve bu konulara hiç bir eğilim göstermeyen
Asyalı pek çok düşünür vardır. Ancak asıl şaşırtıcı olan insani ilişkilerle
ilgili meseleler söz konusu olduğunda bu bilginlerin en az öteki Doğulular
kadar duygusal olmasıdır. Çünkü, bilimsel düşünce tarzıyla dünyadaki varlık
tarzları arasında tam bir uyum bulunmamakta ve hiç kuşkusuz varlıklarının en
özgün en asil parçası olan bir bölümü öteki bölümünü inkar etmekte ve onunla
çelişmektedir.
Bir
grup Japon üniversite öğrencisi, hocalarından duydukları hoşnutsuzluk yüzünden
onu protesto ederler. Ancak rektörün onlara söylediği şu sözler protestoyu sona
erdirir. Rektör şöyle bir akıl yürütür: “Olay şu iki durumun dışında olamaz. Ya
hocanız saygı değer bir hocadır ve bu durumda siz ona saygı göstermek ve
yardımcı olmak zorundasınız ya da zayıf ve boş bir adamdır, bu durumda da
düşkün bir insana darbe vurmak insafa sığmaz.” Böylece hocanın liyakatsizliği,
rektörün ortaya koyduğu mertlik problemi karşısında değersiz ve önemsiz bir hal
almıştır.
İslam
dünyasındaki tasavvuf, Hint yoga sistemi, saliklerin yüzlerini oraya çevirip
sükunet ve huzur içinde manevi gelişmelerine devam edebildikleri bir sığınak
hükmündeydi. Batı toplumunda ise tüketim toplumunun ve üretim çılgınlığının
yarattığı bunalıma karşı başkaldırı, protesto, sanatsal yaratıcılık ve düşünce
kanalları açıktı. Oysa bizim toplumlarımızda ne bu vardır ne de o. Biz de
düşünce felci ve beşeri bilimlerin yoksulluğu, tefekküre engel olmaktadır;
bizim çalışmalarımız, özgün ve özgür düşünceler olmaktan çok çeviri ile sınırlı
şeylerdir. Böyle bir durumda, modernist toplumun bulabildiği tek sığınak, maddi
ve toplumsal başarı yoludur.
Absürde
indirgenmiş bir dünyaya karşı; -Camus’ün
deyişiyle- üç yol önermek mümkündür: İntihar, sanatsal yaratıcılık veya
metafizik sıçrama. Bu üç yoldan hiç birine yönelmemek insanı dördüncü yola
sürükler, yani insanın en köksüz sığınağına: Maddi ve toplumsal başarı.
Bu
tür ülkelerdeki yeteneklerin çoğu gelişme ve açılmaya imkan bulmadığından ve
Batılı ülkelerde var olan kendini ifade etmenin bilinen yolları buralarda
kapalı olduğundan bu türden bireyler, kendilerini korumanın biricik yolunu bir
köşeye çekilmekte bulurlar ve kendi yalnızlıklarına ulaşabilmek için paraya
ihtiyaç duyarlar. Böyle bir durumda para, bir özgürlük aracı olma özelliğini
kazanır.
Bu
toplumların sonradan görme zenginleri için para, biricik amaçtır. Ancak bu
sınıf, gerek bir burjuva geleneğine sahip olmadığından, gerek ulusal ülküleri
ile bir bağı olmadığından para, türlü anormal davranışların ortaya çıkmasına,
özellikle de büyük bir zevksizliğe neden olur. Bu sınıfın zevksizliği hayret
vericidir. Bunu davranışlarında, ev döşemelerinde, tipsiz ve kılıksız
mimarilerinde ve içi boş basmakalıp sözlerinde bulabilirsiniz. Bu sınıf
kelimenin tam anlamıyla “snop”tur ya da asalet fakiridir. .... Sonuç olarak kimliksizdir, bir başka
deyişle o, belirli bir sınıfa ait olmayan kütlesel insanın bir başka
versiyonudur.
Tehlike
kamunun kütlesel insana dönüşmesidir.
Kitlesel insanın kökü yoktur, köksüzdür
o; daima isteme halindedir. Ve yoksunluğundan şikayetçidir. Refah peşindedir.
Ve onun için refahın anlamı tüketim demektir. Kütlesel insan, içindeki boşluğu,
sürekli israf ederek doldurur..... Tüketim, hayatın özsuyunu emerek doğayı
çöplüğe çevirir.
Toplumlarımızı tehdit eden tehlike, minnetsizlik,
sabır, tahammül, güven ve imanın bu insanlardan alınmasında ve hiç bir şeyin
bunların yerine geçirilememesindedir. Bu minnetsizlik, yoksunluktan değil
teslimiyetten ve rızadan kaynaklanır. Bu sabır ve tahammül, bir edilgenlikten
ve tembellikten değil dünyaya mistik bir bakıştan kaynaklanır. Bu güven, sosyal
sigortalardan değil, bir vatana ait olmanın getirdiği insani bir kökten
kaynaklanır. Bu iman, çıkar peşinde olmayan öte dünyayı müjdeleyen çağrının
sesine verilen cevaptır.
O halde bu yeni yetme insan nasıl bir
insandır. O bir mutanttır. (Mutasyona uğrayıp yepyeni bir yapıya bürünen-AHÇ) İki
farklı kültürün çarpışmasından ortaya çıkmış bir kazazededir.
Onun Asya insanına benzeyişi henüz
kendi köhnemiş dünya görüşünün kalıntılarından çoğunu bilinçaltında taşıması ;
Batılı kütle insanına benzeyişi ise onun gibi tüketmeye talip olması ve üretim
toplumunun yaygın değerlerine rağbet etmesi yüzündendir... O minnetsizlik ile
menfaati, tevekkülle tahakkümü, kurtuluşla başarıyı birleştirmek zorunda olan
insandır..... Çok zaman duygusal, hassas, aceleci ve öfkelidir. Her an değişen
yaygın değerleri, akan kum gibi sürekli akmakta olan bir çevrede yaşamak, onu
kendisine ve geleneksel kültürüne yabancılaştırmıştır. Bir zamanlar övdüğü her şey
beğenilmez olmuş, inandığı her şey yok olmuş, bildiği her şey geçersiz hale
gelmiştir. Bir zamanlar zevkini, yaşadığı çevreyle uyumlu hale getiren ve
inançlarıyla yoğuran ölçüler tepetaklak olmuş, değişmiştir. Kesin olarak
bildiği tek şey, yaşaması, başarması ve rahat etmesi gerektiğidir.
O bir bakıma tepetaklak olmuş bir
rinttir. (Dünya işlerini hoş karşılayan, hiçbir şeye aldırmayan, çok hoşgörülü,
açık yürekli kimse, gönül eri. -AHÇ) Eğer dertli bir insansa yalnızlığı seçmiş
bir zavallı; ad ve şan peşindeyse zorba bir dükkan sahibi; eğer mal ve servet
düşkünüyse acımasız bir tacirdir.... Çeşitli bilinç ve kültür düzeylerinin
çatışmasından kaynaklanan iç tezatlara ve şaşırtıcı anormalliklere düçardır.
İşte bu yüzden güçsüz ve gerçek anlamda yaratıcılıktan yoksundur. Kendi
geleneğinin merkezinden kopukluğu, bu şaşırtıcı değişimleri doğuran ve
kendisinin yalnızca ikinci dereceden ürünleri tükettiği çevreye yabancılığı,
ona düşünme ve açılım sağlama imkanı vermez.
C)
Hafız’ın Rindi ve Rint Adam
Batılılar,
dünyaya tarihi bir bakışla düzen vermeye çalışırken Ruslar, çılgınca bir
sıçrayışla kaçacak bir yer bulmak isterler.
Bir milletin
ruhu ile büyük adamları arasında bir ilişki vardır. Oswald Spenlgler şöyle der:
“Acaba diferansiyel hesabı ile 14. Louis’nin saltanat yönetiminin kuralları
arasında, Yunanlı sitesinde Ahd-i Atik’in devlet şekli ile Öklit geometrisi
arasında, Batı resmindeki perspektif atmosferi ile demir yolu, telefon ve uzun
menzilli silahlar sayesinde mekana üstün gelmek arasında ve musiki kompozisyonu
ile ekonomik kredi sistemi arasında şekil bakımından derin bir ilişki vardır.”
Asya uygarlıklarının
ruhu, Alman, Rus veya Fransız ruhundan daha karmaşıktır. Çünkü kadim bir
ulusuz; elbette bir eksiklik ve yaşlılık daha fazla dirayet anlamına gelmez;
yaşlılık ola olsa daha fazla deneyim demektir. Deneyim ise ezilmişliğin
mayasıdır. Ezilmişliğin belirtilerinden birisi, insan ruhunun keskin köşelerinin
tizleşmesi, yumuşaması, çıkıntıların düzleşmesi ve insan ruhunun bir nehir
yatağındaki taşlar gibi sürekli akan sudan dolayı yuvarlak ve düz hale
gelmesidir. İnsanın sorulan sorular üzerinde yuvarlanması, yanlarından yavaşça
geçmesi ve kendi kendine “Bu da geçer yahu!” demesi işte bundandır.
Bunun la
birlikte “Bu da Geçer”i iki anlamda kullanmak mümkündür: Birinci anlamda mistik
görüşün yansımasıdır; ikinci aşamada ise yumuşama, uzlaşma ve maslahatı düşünme
rengine bürünür. Belki de bu düzey, söz konusu mistik görüşün pratik yönüdür.
Bunun en açık örneği, Sadi’nin “Maslahat içeren yalan, fitne çıkaran doğruya
yeğdir.” Sözünde özetlenen pratik ahlak anlayışıdır. Bu cümle ahlaki anlamda
doğru değildir. Olamaz da. Çünkü fitne çıkması pahasına da olsa doğruyu ve
gerçeği elde etmek gerekir. Lakin Sadi’nin bu cümlesi gerçeğin gündelik
yargılarla sınırlanmadığı sorunlar karşısında hikmetli bir bakışa sahip
olduğumuzda anlaşılır bir hale gelir.
Rint, tevriyeli
(Ciddi bir konuyu şaka ve alayla karışık anlatan deyim.) konuşur. Çünkü
konuşulanın kesinliğinden şikayetçidir. O bilir ki, Hakk’ın nurunun her gözdeki
tecellisi aynı değildir... Çelişkiden korkusu yoktur; hatta lügati çelişkinin
ta kendisidir. Çünkü gerçeğin ne bembeyaz ne simsiyah olmadığını, her ışığın
bir bakıma karanlık, her karanlığın bir bakıma aydınlık olduğunu bilir. Rint
hiç bir tanımla özetlenemez. O akıllılara nispetle deli, delilere nispetle
akıllı, muttakilere göre günahkar, günahkarlara göre ise muttakidir.
Rindin toplum
içinde 3 türlü davranış şekli olabilir: Ya kimliğini gizler ve “Bu da geçer
yahu!” yöntemini seçer ya kışkırtıcı bir tavır takınarak gönlün sönmüş kandilini
hakikat nuruyla aydınlatmaya çalışır ve en küçük bedeli rezillik ve utanç olan
kendi yazgısını canla başla satın alır ya da kışkırtmadan bir adım daha ileri
giderek kendi misyonuna inanarak varlığını kıymetle kaim sayar, dünyevi devrimi
uhrevi mahşere çevirerek sırları ifşa eder. Birinci yöntemin sonucu yumuşama ve
uzlaşmadır. İkincisinin sonu utanç, rezillik ve kötü bir şöhrettir. Üçüncüsünün
sonu ise şehadettir.
Biz Doğulular,
beraberlerinde yeni değerler getiren modern kavramların saldırısına karşı
aşılanmamışız, bu yüzden felakete açız. Tehdide direnecek bir gücümüz yok,
kısır döngüler içine hapsolmuşuz. Bir cepheden başka bir muhalif cepheye, Lao
Tza’dan Marx’a samuray yiğitliğinden ekonomik şiddete savruluyoruz.
Emaneti yitiren
uluslar, onun yerine başka bir şeyi koymak zorundadırlar...... Batı, zamanla
medeni sistemi dini sistemin yerine geçirebildi... ancak bunu 200 yılda başarabildi. Ve neredeyse
200 yıldan beri de bu medeniyetin krizinden bahsediyor.
İranlılar kadar
kendini eleştiri bombardımanına tutan ancak kendini anlamak için çaba
göstermeyen bir topluluk pek az vardır. Bizim eleştirilerimiz analitik bir
yöne sahip olmaktan çok şikayetçilik ve sövgüden ibarettir. İşin bir
yanının aksadığını fark ederiz ama aksaklık nerede onu anlamaktan uzağızdır.....
Aceleciyiz çünkü ızdırap içindeyiz. Oysa ızdırap, insan kendi kendinden
habersiz olduğunda ortaya çıkar. Eleştiri, irin pisliğini dışarı çıkaran bir
cerrah neşteri gibidir. (Ancak şifa için daha fazlası gerekir. -AHÇ)
İKİNCİ KISIM
1 A)
Neden Asya Uygarlıkları Artık
Birbirleriyle Bağlantılı değiller?
Büyük Asya
uygarlıkları, ortak tarihi kaderlerinin bilincinde olmadıkları gibi
birbirleriyle hiç bir derin bağa da sahip değillerdir.... Geçmişteki büyük Asya
uygarlıklarının arasındaki bağların tarihi çok derinlere gider... Bugün Asya
uygarlıklarını birbirlerini anlamaktan aciz iseler ve söz gelimi Ebu Reyhan-i
Biruni Gazneliler zamanında günümüz Hindistan’ını günümüz bilginlerinden daha
iyi tanıyorduysa, sebebi Asya uygarlıklarının birbirine yabancılaşmış
olmalarıdır.
Bunun en önemli
nedeni hiç kuşkusuz günümüzde bütün uygarlıklarının arzularının Kabesi/Kıblesi
ve umut kapısının Batı olmasıdır. Asya uygarlıkları yalnızca Batılılaşmakla
kalmamış, aynı zamanda kendilerine de yabancılaşmışlardır. Burada bu
uygarlıkların gerek entellektüel gerek egemen sınıfı içinde olan modernist
ögeleri kastediyoruz. Bu uygarlıklar kendilerine yabancı olduklarından
komşularına karşı da yabancılaşmışlardır.. çünkü bir başkasına yabancılaşma,
aslında kendine yabancılaşmanın doğal sonucudur.
Bir başkasını ancak
kendisini anlamış biri anlayabilir.
Röpke “Bilim ve
kültür, tehlikeli bir şekilde refah toplumlarının emici alanlarına girerler;
öyle ki kitlesel ve maddeci bir kültür, değerler hiyerarşisini maneviyattan
maddiyata indirger.” Kültürün siyasal,
teknolojik ve ekonomik gruplarca yönlendirilmesi, kültürün manevi içeriğini
üretim ve maddi amaçların hizmetine sokmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Geçmişte Asya
uygarlıklarının arasında savaşlar, çatışmalar, fetihler ve kan dökmeler olduysa
da bu çatışmalar uygarlıkların mahiyetini değiştirmiyor, birinin diğerinin
eliyle yok olmasına sebep olmuyordu... Galip ve mağlup uygarlıklar arasındaki
anlaşmazlıkların çoğu içerik ve özle ilgili değil, biçimle ilgiliydi.
Dağınıklık ve
çatlaklık nasıl Batılı Faust kültürünün belirgin sıfatı ise bu birleştirme gücü
de İran kültürünün başat sıfatıydı.
Asya
uygarlıklarının batı ile karşılaşması ise farklı oldu. Batı uygarlığı, mahiyetleri
az çok aynı olan Asya uygarlıklarının aksine, Asya kültüründen mahiyet ve öz bakımından farklıydı. Onun
özünde iktidar ve egemen olmanın gizli olması, sadece basit bir zaferle
yetinmemesi ve geleneksel toplumların yapısını kökten değiştirmesi yüzünden bu
karşılaşma Asya uygarlıklarının yaratıcı güçlerinin çoğunun felç olmasına neden
oldu.
Hindistan
İngiliz; İran, Rus ve İngiliz işgaline
uğradı. Ekonomi tacirlerinin tamah ettiği Çin afyon dumanının altına gömüldü. Dağılan
Osmanlı’nın kalıntıları olan İslami Arap ülkeleri, ulusal kimlik arayışı içinde
koşuşturuyorlardı. Kaybedilen bu uygarlıkların biricik savunma silahı olan
nasyonalizmin ilk izleri ortaya çıkmaya başlamıştı ve bundan böyle bu
uygarlıklar arasında diyalog kurmak imkansızdı. Artık her Asya uygarlığı
kendini Batı ile ölçüyordu. Ya tamamen yüzünü ona dönmüştü ya da onun sultasına
girmişti. Asya uygarlıkları kültürel bir inzivaya çekilerek kendilerinden uzağa
düştüler.
II. Dünya Savaşı
felaketi, yalnızca geçmiş arzuları tümüyle berbat etmekle kalmamış hiç bir
alternatif sisteme de yer bırakmadı. İnsani değerleri yok ederken, inkarın
devasa gücü ile izleri Fransa ve Almanya’daki öğrenci hareketlerinde (1968)
hippilikte ve terörizmde takip edilebilen ardı arkası kesilmez başkaldırılar ve
kargaşalar şekline de büründü.
Asya uygarlıklarının
uzun zaman önce kopardıkları bağları yeniden kurma, insanlığın makamına ve
aşkın ideallere yüksek değerden ötürü hala bir etki kaynağı olabilecek olan
kendi kültürel miraslarını yeni baştan değerlendirme vakti gelmiştir. Bu
uygarlıkların yeniden iletişim kurması, onların günümüzdeki durumlarının ve
kaderlerinin modern dünyadaki değişimlere nedenli bağlı olduğunun belirlenmesi
problemine katkıda bulunabilecek ve sorunlarının ortak yönünü bir dereceye
kadar aydınlatacaktır. (s:151)
Cemaziyelahir - 1439 ALANYA
Ahmet H. Çakıcı
Cemaziyelahir - 1439 ALANYA
Ahmet H. Çakıcı
Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın
Konu yorumu: Batı Karşısında Asya-Özet Daryuş Şayegan
Açıklama:
Değerlendirme: 5
Yorum: Ahmet H. Çakıcı
Etiketler:
Batı Karşısında Asya,
Daryuş Şayefan,
gaget,
Kitaplarım,
kitch,
mutant,
müze,
nihilizm,
rint,
Sitare,
snop,
turist
0 yorum:
Yorum Gönder