Kitap hakkında bir konuşma video : https://www.youtube.com/watch?v=Hpxlw-N1p3g&t=3s
Bu tıkanıklık üzerine daha önce okuduğumuz Alain Touraine, Zygmunt Baumann, Terry Eagleton'un "hiç bir çözüm "önerimiz yok mealindeki cevaplarına karşılık; Hardt ve Negri İmparatorluk kitabında "Kapitalist süreci değiştirmeyiz, bu yüzden mümkün olduğunca yakın durarak onu ehlileştirebilmeliyiz" mealinde bir öneride bulunuluyordu.
Wendy Brown ise çözümü Nietzsche'de buluyor; "Tarihin tıkandığı anlarda Şok Edici Müdahalelerle tarihte yeni kapılar açılabilir. Şok edici müdahale geçmişe/geçmişin getirdiği değerlere (Tanrı'ya ve ahlaka) müdahaledir." Diyor.
Kapitaliz meşruiyetini “siyaset dışı” görünmesinden alır; devletin meşruiyeti ise kapitalizmle veya toplumsal çatışmanın başka araçları ile hiç bir ilgisi yokmuş gibi görünmesine dayanır. Kapitalizm de, devlet de eşitlikçi olmayan düzenlerde ideolojinin esasını teşkil eden ters yüz etme mantığına yaslanır.
Nietzsche’nin ahlaki siyaset doktrinine karşı çıkması kıskanç, içten pazarlıklı ve zehirli doğasıyla bir kültürde güç adına ne varsa baltaladığını düşündüğü ayak takımına ve “küçük insanlara” mahut hoşgörüsünü de içerir. Nietzsche’nin “adaletsizliğe” karşı geliştirilen siyasi çözümlere ve ahlakçılığa itirazı “insanlar eşit değillerdir.... Yaşam tırmanmak ve tırmanırken kendini aşmak ister” der.
Şevval / 1439 ALANYA
Wendy Brown'ın "Tarihten Çıkan Siyaset" kitabı Avrupa'nın (Batı Düşüncesinin , Kapitalizmin, Liberalizmin) saplandığını düşündükleri çıkmazdan kurtuluş arama çabalarına dair yazılmış bir kitap.
Bu tıkanıklık üzerine daha önce okuduğumuz Alain Touraine, Zygmunt Baumann, Terry Eagleton'un "hiç bir çözüm "önerimiz yok mealindeki cevaplarına karşılık; Hardt ve Negri İmparatorluk kitabında "Kapitalist süreci değiştirmeyiz, bu yüzden mümkün olduğunca yakın durarak onu ehlileştirebilmeliyiz" mealinde bir öneride bulunuluyordu.
Wendy Brown ise çözümü Nietzsche'de buluyor; "Tarihin tıkandığı anlarda Şok Edici Müdahalelerle tarihte yeni kapılar açılabilir. Şok edici müdahale geçmişe/geçmişin getirdiği değerlere (Tanrı'ya ve ahlaka) müdahaledir." Diyor.
Batı'lı Muhafazakar aydınların kelimelerin aralarına gizledikleri tehditler, Batılı komünistleri de ikna etmiş sanırım. Tatlı tatlı anlattıkları bizim felaketimiz. "Her şeyinizi yok edeceğiz!" diyorlar ve bunu bir müjde havasında veriyorlar. Bu hanım efendi hiç iyi şeylerden bahsetmiyor.
I. Tarihten Çıkan Siyaset
Bu kitapta,
istikrarsızlaştırılmış olanın alternatifleri aranıyor ve bu yolla gerici ve
melankolik tepkileri hafifletebilmenin çaresinin peşine düşülüyor: İktidarı düz
mantıktan başka terimlerle tasarlamak, tarihsel siyasi bilinci ilerlemeden
başka terimlerle geliştirmek, siyasi yatırımlarımıza teleoloji (Her şeyi amaçlar çerçevesinde
açıklayan düşünce biçimi.) ve doğallaşmış arzular olmadan ifade kazandırmak ve ahlakçılık
ile sanrılardan sıyrılmış bir siyasi yargı öne sürmek nasıl mümkün olabilir, bu
sorulara cevap arıyoruz...... Bu spekülasyonlar sadece tutarsızlığa çare bulma
amacından kaynaklanmıyor; aksine, geç dönem modern hayattaki düşük rakımlı
ümitsizlikten, tam da içinde bulunduğumuz durumu kavrama ve geleceğimize şekil
verme kapasitemizle ilgili bu ümitsizlikten kurtulma ihtiyacının idrakinden
doğan spekülasyonlar bunlar.
Teleolojik ve ilerlemeci
tarih: Tarihin bir aklı, amacı ve
yönü olduğu inancı modernliğin esasını oluşturur. Modernliğin ilkel, dinsel,
kast ve akrabalığa bağlı, eşitlikten uzak, özgürleşmemiş, kanlı, aydınlanmamış
ve devletsiz bir zamanda doğduğu düşünülür. Dünyanın başka kısımlarının geri
kaldığı, Modernliğin kalbinin ise Avrupa’da attığı var sayılır. Bu iki boyut
olmaksızın Modernizm de tıpkı liberalizm gibi tutarsızdır. Bununla birlikte
Modernlik “sürekli ilerleme” fikriyle sürekli içeriden
yapılandırılır.......Hegel’e göre Dünya giderek daha rasyonel; Kant’a göre daha
barışçıl; Toucqueville’e göre daha eşitlikçi; Paine’e göre doğal hukuk
ilkelerine daha sadık; Mill’e göre daha özgür ve aklını kullanmaya yatkın;
Marx’a göre ise, muhtemelen, bu saydıklarımızın hepsini kapsayan bir hal
almaktaydı. Gelgelelim bugün açıktan açığa “ilerlemeyi kutsayan” bir
düşünüre, bir siyasi lidere yahut sıradan bir vatandaşa rastlamak güçtür.
Amerika’daki güncel siyasi
retorik bile artan ekonomik zenginliğin verdiği sarhoşluğa kendini kaptırmış
olmasına rağmen -ekonomik, ahlaki ve
toplumsal açıdan- kaybedilmiş zemine tekrar tekrar göndermede bulunuyor ve
dönüp dolaşıp geçmişteki altın çağdan
dem vuruyor.......Keza refah devletini savunan liberaller Amerika’nın giderek
artan gelir eşitsizliğini ve yoksulluğun devlet eliyle ıslahı konusunda devlet
eliyle verilmiş yarım yüzyıllık taahhütlerden vazgeçişini bir zamanlar dokunulmaz
addedilen ve tam da ilerlemenin emaresi sayılan ilkelerin terki olarak görüyor.
Modernliğin kendisi
bireysel mutluluktan bilgiye, özgürlüğe ve ulusal zenginliğe varıncaya kadar
her şeyin elini kolunu bağlayan
orta çağdan kalma zincirlerin muhayyel kırılışına dayandırılmıştır.... Bugün
entellektüeller ve siyasetçilerin daha iyi günler görebilmek için dönüp geriye
bakıyor olmaları, ilerleme varsayımında ve bu varsayımdan hareket eden umut ve
taleplerde önemli bir istikrarsızlaşma olduğunu düşündürtmektedir.
İpin ucunu kaçıranlar
sadece liberal demokrasiler değil; Komünizm sonrası toplumlarda, Batılı
uzmanların müjdelediği “liberalizm zaferi” çok kısa süreli oldu; on sekiz ay
içinde baş gösteren çatışmalar gösterdi ki, bu durum ne liberalizmle ne de
zaferle açıklanabilirdi... Beklentilerin boşa çıkmasının bir çok nedeni vardı:
Komünizm sonrası devletlerin Birinci Dünya uluslarının sefasını sürdüğü servete
ortak olmasının imkansızlığı, Rusya’daki gibi mafya vari son derece yoz
oluşumların ortaya çıkışı, refah devleti kurumlarının ve komünizm dönemindeki
istihdam garantisinin ortadan kalkmasının yarattığı yıkıcı sonuçlar ve
liberalleşme veya demokratikleşmenin bu gelişmelere karşılık vermekteki
yetersizlikleri gibi bir sürü neden.
Kapitalizm bir çok temel
özelliğinde devamlılık göstermekle birlikte, niteliksel olarak farklı yönlere
doğru sapmakta: “Örgütlü” kapitalizmden “örgütsüz” kapitalizme geçiş şunları
kapsamaktadır: Sermayenin ulusal düzeyde dağıtılması ve bunun neticesi üretimin
yoğunlaşmayıp dağılması; kartel, sendika ve toplu sözleşmenin önemini
yitirmesi; imalat ve madencilik alanındaki kol işçisi denen kesimin hacmindeki
düşüş; ortalama imalathane hacminde düşüş; bankaların sanayiden giderek
kopması; münferit servet sahiplerinin giderek öneminin azalması ve sanayi
kentleri ve sanayi odaklı servette gerileme. Ancak bu sayıların hiç biri
sermayenin hakimiyetinin ortadan kalktığı anlamına gelmiyor; aksine
küreselleşme gibi esnek bir ad verilen bu fenomen dünya çapındaki kapitalist
toplumsal ilişkilerin her yere yayıldığına ve sermayenin her kültürün ve her
çatlağın içine sızdığının delilidir.
Liberalim de benzer bir
dönüşüme uğramış; evrensel insan haklarının toplumsal adalet ve toplumsal
değişimin sorgulanamaz dayanağı olduğu
bir siyasi düzenden, hem evrenselcilik duruşunun hem de hakların özgürlükle
olan ilişkisinin büyük ölçüde sorgulandığı bir siyasi düzene dönüşmüştür......Üstelik
liberal düzenlerde ırk, sınıf, cinsiyet ve cinsellik saflarına göre
gerçekleştiği görülen katmanlaşma ve dışlamalar, adaletin temel ölçütü olarak
eşitlikçi sivil ve siyasi hak sahipliğine meydan okumakla kalmıyor,
liberalizmin formel eşitlik vaadinin (beyaz, burjuva, erkek, heteroseksüel)
hegemonik özne karakteri tarafından ciddi bir şekilde gölgelendiğini de açığa
vuruyor.
Egemen öznenin ve Hak
temelli özgürlüğün ortaya çıkışı:...
Geç modern dönemde küreselleşmiş bir ekonomik düzen, halkların öngörülemeyen
göçleri kendi kendini var edip kendi kendini yöneten bir özne olarak birey ve
devlet anlayışının altını oyan yeni iktidar biçimleri hesap edilirse bunların
hiç de kolay elde edilebilir şeyler olmadığı anlaşılır. Küresel ekonomi
giderek bütünleşip karmaşıklaştıkça hem devletin hem de bireyin “egemenlik
tasavvurları”; denetimlerini, hatta çoğu kez idraklerini de aşan güçler tarafından
boşa çıkarılmaktadır.
Ulus-aşırı aktörler, güçler
ve hareketler kalabalığı ile karşı karşıya kaldığımız 20. yüzyıl sonunda
bütünleşik, sürdürülebilir ulusal ekonomik çıkar fikri büyük ölçüde
gülünçleşmiştir, hem de ulusal ekonomiler siyasi ve ekonomik anlamda önemini
kaybetmediği halde....Sadece konumumuzu tayin etmekle kalmayıp bizi her yönden
şekillendiren karmaşık söylem ve
kurumların dayatmaları arasında kendini var eden, irade sahibi egemen
özne yok olmaya yüz tutmuş durumda. Böylesi iktidarların ürünü olduğumuz
halde hala kendi amaçlarımızı, hedeflerimizi kendimizin belirlediğimize dair
inancı korumak nasıl mümkün olabilir.
Egemenlik erezyona
uğrayınca, öznellikten devlet anlayışına kadar kendiliğinden egemenlik hakkının
olduğu ön kabulüne dayalı anlayışın değişmemesi mümkün mü? (İnsanın Tanrı’dan
doğal olarak almış olduğu haklar, Tanrı olmayınca sakit oluyor. Tanrı olmayınca
insanın insan olmakla talep edeceği hakları da olmuyor. Çünkü insan tüm diğer
hayvanlar gibi oluyor. -AHÇ)
Liberal anayasal düzenlerde
hakların kapsamının evrensel farz edilmesi , tarihsel olarak haklardaki niceliksel artışın eşitlikte de
niceliksel artışa denk geleceği düşünülmüştür. Ancak bu denklem en az üç
cihetten bozulmuştur: Birincisi, 20. Yüzyılın ikinci yarısında liberal
demokrasilerde halkların çoğalması özgürlükten ziyade, giderek güdümlü hale
gelen bir toplumun gelişmesi olarak görülür. İkinci olarak, talep ettikleri
haklar imtiyazsız azınlıklara(fakirlere) tanındığında bunların özel hak ve
himaye sayarak tepki ile karşılanmıştır. (Eğer aynı haklar fakirlere de
verilirse, zenginlerin eline daha az geçeceğinden bu “zenginlerin hakkını ihlaldir” diyerek fakirlerin aynı
haklara sahip olmasına karşı çıkıyorlar-AHÇ) Üçüncü olarak, haklar konusunda
benimsenin bağlamından kopuk biçimcilik, bireylerin eşitsiz koşullara sahip
olduğu ortamlarda genellikle daha büyük eşitsizliklere neden olmaktadır.
Eşitlik ve özgürlüğün
ilerleme, egemenlik ve yasal haklarla sağlandığını söyleyen anlatıların zora
girmesiyle, liberalizmin kurucu öncülleri hem içeriden hem dışarıdan sarsılmaya
başlamıştır.
Bireysel egemenliğin
(halkın egemenliğinin) inatçı bir hüsnükuruntu olduğu anlaşılmış; çağdaş
devletin, serbestleştirme iddiasında olduğu piyasa karşısında özerkliğini
kaybettiği görülmüş, ve belki de en önemlisi, devletin, liberal yurttaş
siyasetinin ve evrenselciliğin bir burjuva siyaseti olmakla kalmayıp, amansız
bir biçimde ırklı (ırkçı-AHÇ), toplumsal ve biyolojik anlamda cinsiyetçi,
kastlaştırıcı ve otoriter toplumsal güçlerle dolu olduğu ortaya çıkmıştır.
Aleni siyasi baskıyı bir
yana bırakırsa, 20. Yüzyıl komünist devletlerinin savunulabilirlikten uzak olan
bir çok unsuru son zamanlarda bizim devletlerimizde de kendini göstermiştir:
Devletin çapı, gücü ve menzilindeki aşırı büyüme;içinden çıkılmaz bir hukuki
mekanizmayla sıkıntılı idari, aygıtlar; hizmet alanlarında sürekli yüz üstü
bırakılan pahalı sosyal güvenlik hizmetleri; verimsiz ve denetimsiz ekonomiler;
bireydeki güçsüzlük ve ezilmişlik hissi; kentlerde yaşanan kronik konut
sıkıntısı....Liberalizm ile komünizm arasındaki karşıtlık son yıllarda
keskinliğini kaybetmiştir.
....ilerle ideolojisi
yerine, duruma bağlı stratejik siyasi düşünce üzerine inşa etmek mümkün olduğu
halde, tarihsel ve metafizik kayıpların gölgesinde, hatta kimi zaman felç edici
yön sapması içinde yaşamaya devam ediyoruz. Haklara dayalı adalet anlayışı
konusundaki onca eleştiri ve endişeye rağmen, çoğu hukuk teorisyeni ve siyasi
aktivist bunları duymazdan gelerek hak savunuculuğuna sımsıkı sarılmakta. Keza
en radikal reformist aktörler bile, siyasal umut adına ne varsa her şeyin
ilerlemeci fikre bağlı olduğunu sandıklarından ilerleme fikrine kör bir sadakat
beslemektedirler.
II. SEMPTOMLAR
Siyaset Karşıtı Ahlakçılık
Yirminci Yüzyılın ikinci
yarısında, liberalizm ile kapitalizmin kazanımlarını sessizce pekiştiriyor
olmalarının nedeni, gerçek bir başarıya ulaşmalarından ziyade,
alternatiflerinin akamete uğramış olmasıdır. İstikrarlı, adil, çoğulcu düzenler
sunup veya toplumsal veya siyasi anlamda hissedilen boşluğu, ekonomik
köksüzleşmeyi, ortadan kaldırıp; hangi tabakadan olursa olsun neredeyse hiç
kimsenin işini severek yapmaması durumunu değiştirip, “siparişleri teslim
etmeyi”[1]
başaramamış oldukları halde bugün ikisi
de gürbüz ve gayet dinç ve hatta muzaffer görünmektedirler.
Çok sayıda kişinin
çağımızın ayırt edici siyasal söylemi olarak tarif ettiği ahlakçılığı belli bir
kaybın semptomu olarak anlamak mümkündür.
Ahlak da ahlakçılık da
yönünü tayin ederken bunu iktidar saydığı şeyle arasına mesafe koyarak yapar. Dolayısı
ile siyasi yaşamda öyle rahat bir konumda olmamalarına rağmen, ahlak ve
ahlakçılık aynı şeyler değildir.
Boyd Carpenter “Ahlakçı”nın
“Ahlaklı”nın tam karşıtı olduğunu söyler. Ahlakçının eyleminde iyilik duygusu
(filli olarak yapmış olduğu herhangi bir iyilik-AHÇ) olmadığı için, o ahlaklı
değil ahlakçıdır... Ahlakçılık bu anlamda “ahlak taslama üstünlüğü”dür.
“Salt ahlaki pratiğe
indirgenmiş din” olarak ahlakçılık, manevi yönü ve çeşitliliği kaybedilmiş,
seküler anlamda törenselleşmiş, çoğunlukla cezalandırıcı (bu tesadüf olamaz)
emir ve yasaklamaları içerir.
Ahlak ve siyasete dair
geleneksel soruşturmalarda öne çıkan “iktidar yozlaştırır” ya da “ilke iktidara
karşıdır” kabulünde, bir karşıtlık
tanımlanır; bu karşıtlıkta iktidara mutlak kötülük, ilkeye ise mutlak iyilik
potansiyeli yüklenmiş olur. En ustalıkla Nietzsche’nin ters yüz ettiği varsayım
da budur. İlkenin, “iktidarla ilgilenmiyormuş” hilesini ortaya çıkararak,
kendisini savunmasızmış gibi gösteren ahlak ilkesinin ardında gizlenen iktidarı
tutkusunu açığa çıkarır.
Bütün siyasi oluşumlar
meşruiyetlerini, tarihin belli bir anında “ahlaksız” bir rejimle aralarındaki
ahlaki bir karşıtlıktan almışlardır.
Ahlaklı siyasetin, ahlak
taslayan siyasetin tuzaklarından bazılarını fark etmeden ya da kaçınılmaz
olarak kendi bünyesine katmaya başlaması mümkündür. (Ahlakçının ihya etmek
gayesi yoktur, sürekli eleştirir. Bitmek
bilmeyen eleştiri siyaseti ve siyasetçiyi kilitler, gibi.-AHÇ)
Eleştirilerin kabul
edilmediği ya da reddedildiği noktalarda bile “güçsüzlüğün” hakikat üzerinde
hak iddia etme girişimi ütopyacı ya da binyılcı[2]
siyasi bakışların un ufak olması nedeniyle sarsıntıya uğrar. Kökten farklı bir
düzene yönelik net bir projenin olmadığı hesaba katılırsa, bu dünyada
“şehitlerin” (bir ideal uğruna kendini feda edenlerin-AHÇ) son derece hafif bir ahlaki-epistemolojik
statüsü olduğu da fark edilir.
Ahlak için gerekli olan
geleneksel zeminin kaybedilmesi ahlak talebini ortadan kaldırmaz. ...İyilik
Telos[3]’u
kaybolup da ona yönelik arzu olduğu yerde kaldığında, görünen o ki ahlak
siyasette ahlakçılığa dönüşüyor. Pek çok şeye karşı çıktıkları halde çok az
şeyi savunan, ortada dört başı mamur bir ahlak anlayışı olmadığı halde ahlaki
yargının savcılığına soyunan ahlak hocalarıdır bunlar. Bir başka tepki de ahlak
hocasının teleolojik olanın kaybolduğunu kabul etmemesi ve gericileşmesidir.
Hegemonik bir siyasal ifade
biçimi ve baskın bir siyasi duyarlılık olan ahlakçılık aslında hem analitik
iktidarsızlığa hem de siyasi amaçsızlığa delalet eder. Özellikle “eylemde
bulun” şeklindeki ahlakçı öğüt, siyasal eylemin akademik çevrelerce bir buyruk
olarak formülleştirilmesi, radikal siyasi yön sapması karşısında yaşanan siyasi
felci ve bu felce eşlik eden umutsuzluğu gizlemek için kullanılan bir tür histerik
maske olarak yorumlanabilir. (s:44)
Ahlak taslayan söylem bir
gelecek inşa etme konusundaki iktidarsızlık ve amaçsızlığın semptomu olmakla
birlikte , tarihle tuhaf bir ilişkiye de dalalet eder; tarihe sorumluluk
yükleyen, hatta onu ahlaken kusurlu sayan, ama teleolojik[4]
bir güç olarak tarihe inanmayan bir tutumdur bu...... Tarihe inancını yitirmiş
olan bizler onun sonuçlarını şeyleştiriyor ve mahkum ediyoruz.
Ahlak iktidara daima şüphe
ile yaklaştığı için siyasal olanla gerilimli bir ilişkidedir; siyasette
doğruculuğun veya iyiliğin görünmeyen yüzünü araştırmaya pek istekli olmadığı
için de entelektüel olanla ilişkisi biraz güdük kalır. Ahlakçılık ise
müphemlikten çok daha uzaktır: Son derece tartışmacı bir siyasal ve entelektüel
hayata olabildiğince karşı olma eğilimindedir.
Entelektüel hayattaki
ahlakçılık, akademi içinde ve dışında “siyaseten doğruculuk” denen şeyin temsil
ettiği ahlakçılık hakkında ne diyeceğiz? Bilgi, sorgulama, entelektüel
derinliğe duyulan bağlılık nasıl olur da tarihsel olarak muhafazakarlarla
özdeşleştirilen köktenciliğin gölgesine dönüşmüştür? .....Sağlam bir ahlaki
duruş ile onun tashih edilip acayip şekle büründürülmüş ahlakçı akrabası
arasındaki karşıtlığa dönmek bu soruları
geliştirmemize yardımcı olabilir. Hakkıyla kurulmuş bir siyasi ve entelektüel
ahlak, kendisini izah etmeye ve iyilikle ilgili başka açıklamalar karşısında
sınanmaya rıza göstermek zorunda olduğu müddetçe tartışılabilir bir mahiyet
taşır. Böyle bir ahlak, felsefi ve manevi derinliğini kaybetmeden, kendini yasa
veya hukuk olarak kodlayamaz- nitekim hem liberal hem sosyalist ahlak öğretisi
mutlak hakikat olarak kodlandığında tam da böyle bir içerik boşalmasına
uğramıştır. Ne var ki ahlakçılığa hayat veren, zımnen anti demokratik bir
duygudur: Konuşmaktan ya da tartışmaktan ziyade, konuşmayı yasaklar ve
kınamalarıyla yarıda kesmeye çabalar.
Geleneksel siyasi düzenden dışlanmaları
ahlakçılığın planlaması için dört dörtlük bir zemin sağlar. İkinci olarak, her
ne kadar dışarıdan bu yapılar yekpare gibi görülseler de, bunlar öylesine
dağınık gruplar ve birbirleri ile ilişkileri yok denecek düzeyde az ilişkileri
olan gruplar olduklarından istisnasız hepsi kuşatılmışlık zihniyetini
benimseyip, bütün iktidar biçimlerini
kendilerinin varlıklarına tehdit olarak görürler.... kimlikçi siyasi
projeler tam da geç modern döneme özgü iktidar kipliklerinin reel
etkileridir.....
Ortadoğu, Güney Afrika ve
İrlanda gibi bölgelerde birbirleriyle çatışan kimliklerin birbirine karşı
mahiyetini kısmen iktidarın (sömürgecilik, kapitalizm...)tarihsel faaliyetleri
tarafından üretilip doğallaştırışmış olarak anlamak dururken, sorunu “Katoliklere
karşı Protestanlar”, “Araplara karşı Yahudiler” yahut “siyahlara karşı beyazlar”
şeklinde formülleştirmek açıkça tarihsellikten soyutlayıcı ve depolitize edici
bir hamledir. Etkili siyasi tahlil ve stratejilerden ziyade, ahlakçı
sızlanmaya veya kınamaya yol açan, tarihsel çatışmayı bireyler, kastlar, dinler
veya kabilelerle kişileştirmeye yol açan bir hamledir.
Yaptığımız küresel
analizler bizi şu an içinde bulunduğumuz müşkül durumu belirleyen güçlerin çok
kuvvetli olduğunu kabul etmeye götürdükçe, bu kabul de bizi söz konusu müşkül
durumdan Tanrı’nın ya da İlerlemenin kurtaracağına dair bir inanca
bağlanmayınca, gerçekleştireceğimiz yerel eylemler bu güçlerin yakın çevremizi
boydan boya kat ederek bıraktığı izlere
yönelik ahlakçı kınamalara indirgenir. (Sürekli sızlanan, ancak dönüştürücü
bir etkisi olmayan bir ahlakçılık ortaya çıkar-AHÇ.)
Ahlakçı söylem her zaman
için “pratik”le ilgili belli bir kaygı taşıyor olmakla birlikte, eylemin
ikamesi olarak iş görür. (İnsanlara bir şey yapıyormuş hissi vererek psikolojik
tatminler sağlar. AHÇ)
Ahlak taslamanın işlevi,
açmaktan ziyade sınırlamak, cesaretlendirmekten ziyade kontrol altına almaktır.
Maurice-Merleau-Ponty
günlük hayatın siyasi ölçüsü hakkında konuşurken “..Gerilim dönemlerinde, vuku
bulan her olayda saf tutmak... bir kötü
niyet sistemi haline geliyor. Yazarken alelacele mevzi almak yerine kapsamlı
çalışmalar sunmayı önermemin sebebi
bu.... Olayın tuzağını bertaraf etmek suretiyle olay ve olaya ilişkin yargımız
arasına mesafe koyması bakımından, kendi içinde siyaseti daha felsefileştiren
bir yöntemdir bu.
Üniversitelerin giderek
“çıkar gözeten” şirketlerin, özel sermayenin ve devletin fonları ile finanse
edilir hale geldiği bir dönemde başlı başına siyasi bir edime karşılık gelen bu
anlayış, aynı zamanda, siyasi hayatı şu anda içinde bulunduğu ahlakçı
umutsuzluktan, entelektüel hayatı da vicdan azabının pençesinden kurtarmak için
olası rota sunmaktadır.
III. ARZU
Cezalandırma Arzusu: Freud’un “Bir Çocuk Dövülüyor”u
Cezalandırma Arzusu: Freud’un “Bir Çocuk Dövülüyor”u
...dövülen aynı zamanda
sevileni simgeler – Freud “Bir Çocuk Dövülüyor”
“Cezalandırma konusunda,
hele hele de cezalandırmanın teşhiri konusunda duyulan vahşice ihtiras Nietzsche’nin
ifadesini akla getiriyor: “Bir topluluğun gücü ve kendine güveni arttıkça, ölüm
cezası daima daha ılımlı hale gelir; gücü ve kendine güveni ne zaman azalsa
veya tehlikeye girse, ölüm cezasının daha acımasız biçimleri devreye
girer.”(Nietzsche) Toplumun gerilemesinin göstergesi suç oranındaki artıştan
çok, içinde yaşayan marjinal insanlara göstermiş olduğu tepkilerdir.
Modern özne vaat edilen
topraklara doğru yola çıktığı yolculukta asla sadece arzuya bel bağlamamıştır.
(Modern ulus devletlerin ana sloganı “Güzel günler yakında” ile ifadesini bulan
“ilerleme” fikrini kutsal Hacc yolculuğuna benzetiyor yazar, ancak bu yolculuk
“kutsaliyet” arz etmediği için insanların sadece “Arzu”landırarak, şehvetleri
kışkırtılarak bu yolculuğa razı edilmelerine güvenilemez. –AHÇ) Modernliğin şafağında, Hobbes arzunun çıkarları
yerle bir edebileceğini, arzunun ancak aklın denetimine sokulursa bizi
dizginsiz tutkularımızın kışkırtmasıyla kendimize ve başkalarına zarar
vermekten alıkoyabileceğini vurgulamıştır. (Hobbes, Aklın kendi değerini
üretebileceği fikrinden hareket ediyor. Halbuki akıl değeri çevreden alır. Yani
menfaatin işgaline açıktır. AHÇ) Özgürlük ve kendini tatmine yönelik asli
isteklerimiz hayatta kalma, mülkiyet ve güvenlik konusundaki uzun vadeli çıkarlarımızı
tatmin etmek uğruna feda etmeye razı olmamız gerekir....özgürlük diyerek
başladığımız yolun sonunda yasaların yönetiminde ve emrinde olmanın yararlarına
ikna olmak zorunda kalırız.
Freud’un dövülme fantezisine
ilişkin analizi şöyle özetlenebilir: Haz verici olan “dövülen çocuk” fantezisi
kıskanç bir aşk fantezisi olarak başlar(çocuğun ebeveynine duyduğu aşk-AHÇ),
ama çok geçmeden bastırma ve gerilemenin bileşimi bir süreçten geçerek mazoşist
ve cinsel yönelim kazanır. Söz konusu geçişin mekanizması, kaynakları
bakımından üst belirlenime tabi olan suçluluk duygusudur. Freud fantezinin bu
mazoşist uğrağını en önemli uğrak sayarken, bu uğrağında başka bir bastırmayla
–ensest arzusuyla- baş etmekle meşgul olduğu hatırlatmasında bulunur. Söz
konusu mazoşizm genellikle üçüncü bir aşamaya sıçrar ve korunmanın bir yolu
olan mazoşist cezalandırılma arzusunun, pasif bir şekilde “seyirci kalıyor”
görünmekle birlikte, özdeşleştiğimiz ötekiler arasında bölüştürüldüğü aşama
budur. Üçüncü aşama ikinci aşamadaki mazoşizmi bir kez daha sadizme
dönüştürüyor gibidir. Ancak Freud bu değişimin gerçekleştiğini iddia etmez; bu
aşama yasak aşkın kalıcı mazoşist çözülümüne yönelik “ustalıklı kılıf” olarak
iş görür. Oidipal çatışma aşkın yerine cezanın geçirilmesiyle yönetilir ve
“sevgi olarak ceza” şeklinde yaşanır.
(Freud’un fantezisi sıradan bireylerin zalim,
cezalandırıcı, yola getirici kadiri mutlak devletle arasında olan bozulmuş
dayanışma ilişkisini, tanımlamak için kullanılıyor-AHÇ) Kişinin kendisi
veya kendisi gibi olan başkaları ile bozulmuş
“dayanışmayı” arzunun can evine yerleştirdiği için , bu fantezi öz saygı
üzerinde, ittifak üzerinde ya da arzu arayış veya pratiğinin ifade ettiği
özgürlük güdüsü üzerinde bulunan bir kısıtlamayı temsil eder. Bu metne yönelmemizdeki
bir sebep de, engellenmiş arzunun oyun içindeki muğlaklığı ön plana
çıkarmasıdır.
Çocuğun ebeveynine duymuş
olduğu yasak aşk, liberalizmin vaat ettiği “adil, eşitlikçi bir yönetim ve
toplumsal düzen” ideali siyasallaşmış geç modern gruplar için yasak aşk olarak
değerlendirilemez mi?(Eğer böyle olursa toplumun yasak aşkı egemenlerle aynı
statüye sahip adil bir yaşam istemek olacaktır. Ancak bu kurgu, böyle bir
ideale meşruiyetini yitirttiğine dikkat etmek gerekir. AHÇ) İşte bu nedenle yasallaşma
sürecinin Freud’un dövülme fantezilerinin temelinde yattığını üstüne basa basa
söylediği şeyle, yani Oidipus Kompleksiyle[5]
paralellik arz ettiği düşünülebilir. Toplumsal cinsiyet, cinsellik veya ırk
saflarına göre ayrılıp damgalanmış olan alt tabakaların, kendilerini ait
hissettikleri, bağlılıklarını gösterdikleri üst tabakaların kendilerine hürmet
göstermediğini keşfetmeleri ile paralellik gösteren bir durum vardır: Bu dünya
onların aidiyet ve bağlılıklarına burun kıvırmış, onları hiçe saymıştır.
Şayet benzerlerinin
cezalandırılması mağduriyete dayalı kimliği, özneyi o mağduriyetten dolayı
ızdırap vermeksizin teyit ediyorsa, o halde başkalarına yansıtma işlevi aslında
dindirilmesi veya bedel ödenmesi gereken suçluluk duygusunu da
kışkırtıyordur... Üstelik suçluluk duygusu acıya ve o acıya sebep olan dünyaya
karşı yeni, kendine ait bir yükümlülük ve saldırganlık ekonomisi de
üretecektir.
Günümüz siyasal söyleminin
hakim kipliği “kurbanlaştırma” eğiliminin kişinin kendisi yerine geçebilecek
kendisi dışındaki kurbanları görmek ve tanık olarak zikretmek gibi girift bir
ihtiyaçtan doğduğu söylenebilir. Söz konusu ihtiyaç “kurban olarak görün”
şeklideki suçluluk barındıran buyruğu ortaya çıkarsa da, o buyruğa yön veren
suçluluğu ortadan kaldırmaz. Nitekim hedef grubun yaşayabileceği en ağır ızdırabtan
kurtulmuş olmanın vermiş olduğu suçluluk duygusu, kendini cezalandırma arzusuna
yönelebileceği gibi(Freud’un sadizmi mazoşizme çeviren şeyin suçluluk hissi
olduğu önermesini hatırlayın) , kişinin kendini özdeşleştirmek ve dayanışma
içinde olmak istediği kişilere yönelik öfkeye de yol açabilir. Söz konusu
öfkenin kendisi daha fazla suçluluk yaratır. Nihai sonuç ise, kurbanlaştırma
sahnelerinde üretim fazlası veren bir siyasi-ruhsal ekonomidir.
Mağduriyet halinde oluşan kimlik
kısmen travma dolayısıyla oluşmuş kimliğe tekabül ediyorsa, o halde
mağduriyetin gerek kendi bedenlerimizde (mazoşizm olarak) gerekse başka bir
bedende tekrarlanmasından bir güven hissi, hatta muhtemel bir erotik doyum da
söz konusu olacaktır...... bunu yaparken süreksizliğin hüküm ferma olduğu bir
çağda bizden olan başkaları ile hayali bir cemaat içinde varlığımızı idame
ettiririz.
Bir zamanlar adil, iyi ve kendinden memnun bir
bilinçle dolup taştığı hayal edilen dünyanın kaybedilmesi sürecinde bir kadın,
zenci ya da lezbiyen olarak kimliğini siyasallaştırırken, bir yandan da o ana
dek neden reddedilmekten ya da görülmemekten ızdırap duyduğu konusunda
bilinçlenir, böylece ızdırap kişisel olmaktan çıkar ve siyasallaşır. Öte yandan
acı çekme travmasının tekrarlanmasına ihtiyaç duyduğumuz veya sevdiğimiz şeyin
– yani toplumsal düzenin, AHÇ- değişmeden kalmasını garantiler. (Başlangıçta
bizi üzen şeyi aşağılayarak, hakaret ederek (yani cezalandırarak) kabul
ettiğimiz toplumsal düzen bize bir kimlik verir. Bu kimlik ile bize eziyet etme
karşılığında kimlik veren o düzene karşı sapkın bir minnettarlık duygusu
gelişir. Bu minnettarlık duygusu o düzenin devamının garantisidir. AHÇ)
(syf:74)
Muzdarip olan mutlak
surette soyut, fail ise mutlak surette somuttur.
Cezalandırma arzusu, Freud’un
da iddia ettiği gibi, hissedilen acizlikten, itibarsızlıktan, karşılıksız
sevgiden kaynaklanıyorsa, o halde cezalandırma arzusu beklenen şefkat ve
huzurun alanında şiddeti tesis ettiği sürece doğası gereği müphem kalır.
Hüsrana uğramışlığa veya aşağılanmışlığa
dayalı bu bağlılık ekonomisi siyasal kimlik oluşumunun vuku bulduğu yerse
şayet, bu durumda siyasal kimliğin kurulmasında bir dizi idealleştirmeye
duyulan ihtiyacın altı ne kadar çizilse azdır. Öte taraftan, bu muhtelif
idealleştirme ve bağlılıklar konusunda duyulan suçluluğun yoğunluğu ve kurucu
uğrağın yol açtığı siyasi felci de azımsamak mümkün değil.
Sonraki aşamada
cezalandırma arzusu başkalarına da pay edilir, öyle ki kişinin kendi arzusu
gibi görünmekten çıkarak cezalandırılanın yeryüzünün lanetlilerinin,
mazlumların kaçınılmaz kaderiymiş gibi kabullenilir. Fakat nesnenin amansız
biçimde cezalandırıcı olarak sunulmasıyla, nesneye yönelik sevgi de kılık
değiştirir... sol-liberal yayınların devletin hayli alışılagelmiş ve
öngörülebilir yolsuzlukları, kapitalizmin gaddarlıkları ve emperyalizmin
zorbalıkları hakkındaki bitmek bitmez dırdırı da aynı kefeye konabilir. Mağdur
edilen sadece bu tür anlatıları kaleme alan kişi değil, her biri onun yerine
geçebilecek olan sayısız , genelde isimsiz başkalarıdır.... belki daha da
önemli olan şikayetçinin şikayet ettiği düzene ihtiyaç duymakla kalmayıp ona
bağımlı da olduğudur.
IV –İKTİDAR
Mantıksız İktidar, Marx’sız mantık
Mantıksız İktidar, Marx’sız mantık
Marx sivil toplum alanını,
daha açık bir deyişle, maddi hayat alanını iktidarın faaliyet alanı olarak
telakki eder: “Sivil toplum bütün tarihin gerçek kaynağı ve sahnesidir.”
Dolayısı ile sivil toplumun unsurlarını ve faaliyetlerini isabetli biçimde
tasvir etmek, iktidarın unsurlarını ve faaliyetlerini isabetli biçimde tasvir
etmek demektir. İktidarı kavramak için iki şey gereklidir: İktidarı hem
gizleyip hem de mazur gösteren idealizmin eleştirisi ve materyalist bilim.
Marx iktidarı mantıksal
zorunluluk yoluyla üretilen ve mantık devrelerini boylu boyunca kateden bir şey
olarak tasavvur eder. İktidar ne rastlantısal ne de tutarsızdır ve iktidarın
oluşum mantığına bakarak etkilerinin izini sürmek mümkündür... şayet iktidar
mantıksal zorunluluktan doğuyorsa, o halde bizatihi mantık iktidarı üretmektedir.
Eğer mantık üretebiliyorsa o halde hiç bir zaman o sadece “tanımlamakla”
kalmıyordur. Bu durumda bilim iktidara dair dışarıdan getirilmiş bir izah
değil, dışarıdan izah süsü verilmiş bir iktidar söylemi olarak ortaya çıkacak
bunu yaparken de iktidarla içiçeliğini ve hatta iktidarı da
gizemlileştirecektir.
Marx meşrulaştırıcı
söylemlerde “ gerçek” addedilen alanları
-yani devlet, fikirleri, mübadele alanları vs. - türemiş, ideolojik ve
perdeleyici sayar. Oysa O’na bakılırsa, teori ve yaygın kanı tarafından genellikle
görmezlikten gelinen alanlar –sivil toplum, maddi düzen, üretim alanları- ise
kökensel nitelikte gerçek ve şeffaftır....Marx’ın izahına göre iktidar daima
bir paravanın ardından iş görür ve daima dikkatimizi kendi meskeninden başka
tarafa çeken “herkesin gözü önündeki” bir yüzeyi öne çıkarır; iktidar rastlantısal
olmaktan çok, asli bir etki şeklinde üretir kendi gizemlileştirmesini. Bu
“gerçeklik saptırması” (kendini gizleyip başka faktörleri öne çıkarma-AHÇ) meta
üretimi ve para dolaşımıyla önce çıkan bütün toplum biçimlerinde görülür, ancak
en eksiksiz ifadesini kapitalist üretim koşullarında bulur.
İktidarın birlikte kolektif
olarak ele geçirildiği ve haksız bölüşümün ortadan kalktığı anda iktidar da
buhar olup uçar. İktidarda eşit paya sahip olduğu anda özneler iktidar
tarafından üretilemez, örgütlenemez, konumlanamaz ve hepsinden önemlisi
gizemlileştirilemez....Şeffaf ve aciz kılınmış iktidar, artık sindirmeyen veya
hükmetmeyen iktidar, iktidar olmayan bir iktidardır.
Mülkiyetin ve bireysel
egemenliğin bütünüyle ortadan kalktığı ortamlarda, tam da eşit bölüştürülmeye –
bizzat eşitliğe- direnç gösterdiği için iktidarın tam anlamıyla
paylaşılamayacağı, demokrasinin olanaksız olduğu, komünizmin erişilemez bir
ideal olduğu örtük şekilde itiraf edilir. (...Marks kolektif iktidarın ancak herkesi iktidardan uzak tutarak mümkün
olduğunu fark etmiştir.)
“Üretimin gizli
meskeninde” sadece “sermayenin nasıl
ürettiği değil, nasıl üretildiğini de” keşfetmeye çalışırken Marx, ikili
işleyişe dikkat çeker: iktidar hem kendini bir özne veya fail olarak üretmekte,
hem de kendisinin dışında kalan bir etki üretmektedir. Örneğin meta üretiminde
emeğin sömürüsü sadece sermayeyi ve sermaye sınıfını var etmekle kalmaz, aynı
zamanda sömürü sistemini tekrar tekrar inşa eden kapitalist sistemi de yeniden
üretir. Marx’a göre iktidar kendi üretim koşullarını dolayısı ile kendi
geleceğini de üretir.
Marx’ın siyasal iktisadının
temelindeki iktidar mantığı, her unsurun hayati bir ön kabulle diğerine
kenetlendiği, son derece uzun bir zincire dayanır. “Sermaye ancak bir vampir
misali canlı emeğin kanını emen ve ne kadar çok emerse o kadar uzun yaşayan ölü
demektir”. Ne var ki ölünün dirileri sömürerek yaşamasını gerektiren bu
paradoksal vampir mantığı, bir taraftan sermayenin feodal üretimdeki
çelişkilerinden doğduğu, bir taraftan da kendi “mezar kazıcılarını” yarattığı
karmaşık bir tarih içinde vuku bulur ancak.
Kapitalist meta üretim süreçleri insanın dünyaya yabancılaşması doğrultusunda
bir deneyim ortaya çıkarır.... “insan yalnız hayvani işlevlerinde
....serbestçe etkin olabilir; insani işlevleri ise iyice hayvanileşmiştir.
Hayvansı özellikleri insansı, insansı özellikleri ise hayvani olmuştur..”
(Karl Marx)
Maddi anlamda emeklerine
yabancılaşmış işçiler grev yapabilirler, yönetimi devirebilirler hatta ele bile
geçirebilirler, ama yabancılaşmış ruhları ne olacak? Hatta belki daha da
önemlisi: Yabancılaşmış ruhların kurulmuş olan mekanizmaya çomak sokmayı
bırakın onunla işbirliğine gitmeleri ihtimali yok mudur?
Meta fetişizmi (tapınması-AHÇ)
kapitalist üretim tarzının kaçınılmaz bir özelliği, bu üretim tarzının bir
sonucu, aynı zamanda bir ön koşuludur. Marx’a göre meta
fetişizmi (tapınıcılığı-AHÇ) olmadan kapitalist üretim olması mümkün değildi.
“Emek ürünlerine” üretildikleri anda yapışan meta üretiminden ayrı
tutulamayacak olan şeye fetişizm diyorum..... Ne üretim unsurları (emek), ne
mübadele unsurları(metalar), ne de mübadele aracı (para) fetişleştirilemeden
(kutsanmadan) tedavüle sokulabilir. Bu bakımdan, gizemli bir fenomen olan madde
fetişizmi kapitalist üretimin hem sonucudur hem de kapitalist süreci ayakta
tutan olmazsa olmazıdır.
Marx’a göre ideolojinin
gerçekliği tersyüz edişi gelişi güzel değildir, gerçeklik tamamen baş aşağı
edilir....İdeoloji, yalnızca görme süreciyle mukayese edilebilecek bir şey
değil, bizzat görme biçimiyle ilgilidir. Dahası, ideoloji, dünyaya dair sistematik
bir algı çarpıtması içerir. Oda nesnel olarak görülebileni görmemeye yol açar.
İdeoloji gerçekliğin eşitsizliğe yol açacak biçimde sistematik ters yüz edilişi
ya da gizlenişi olarak tanımlanır.
Kafa emeği ile kol emeğinin
birbirinden ayrılması, ideolojinin ortaya çıkmasını sağlar. Bu aynı zamanda
İdeolojinin ortaya çıkması için bir zorunluluktur. Kafa emeğinin kol emeğinden ayrılması imkan
vermek bilincin farklı bir şey olduğu zannına kapılmasına yaslanırken,
toplumsal sınıfların oluşmasına neden olan iş bölümüne, dolayısı ile “örgütlenmiş
işsizliğe” (Sermaye, iş yapmayan
örgütlenmiş güçtür. AHÇ) imkan sağlar.
Kafa emeği ile kol emeğinin ayrılması bilinç,
felsefe, din ve benzerlerinin bağımsız
bir var oluşa sahip olduklarının vehmine kapılmalarına neden olur. (Kol emeği
olmadan diğerlerinin var olamayacağı unutulur-AHÇ) (s:104)
Hakim sınıf dünyayı, kendi
bedeninden ayrılmış bir parçaymış gibi telakki eder; Marx bunu “Her dönemde
hakim fikirler hakim sınıfın fikirleridir. Hakim fikirler hakim maddi
ilişkilerin - yani hakim sınıfı
hakim sınıf kılan maddi ilişkilerin- dolayısı
ile hakim sınıfın hakimiyetine dair fikirlerin idealize edildiği fikirlerden
başka bir şey değildir.
Hakim fikirler hakim bireylerden,
üretim ilişkilerinin sonuçlarından ayrıldı mı ve tarihin daima fikirler
tarafından yönlendirildiği fikrine ulaşıldı mı,”fikir”i, kavramı vs tarihteki
hakim kuvvet/yönlendirici sayarak bu ilişkilerden soyutlamak, müstakil fikir ve
kavramları tarih boyunca gelişen bir kavramın “kendi kendini yaratma biçimi”
şeklinde anlamak zorunda kalırız. (Marx).... Fikirlerin kendine has bir
dinamiği ve yörüngesi olduğu yollu inanç,
maddi hayatın gerçek unsurlarının maskelendiği, bilincin tarihin bir
sonucu olduğundan çok kaynağıymış gibi görüldüğü düzenin kaçınılmaz sonucudur.
“Kendini önceki hakim
sınıfın yerine koyan her yeni sınıf.... kendi çıkarını “ideal” olarak takdim
ederek topluma bunu tüm fertlerin ortak çıkarı imiş gibi sunmak zorundadır:
Kendi çıkarlarına evrensellik süsü vermek zorundadır..... Anlaşılacağı üzere,
Devlet içindeki bütün mücadeleler... farklı sınıflar arasındaki birbiriyle iç
içe geçmiş gerçek mücadelelerin gizleyen aldatıcı biçimlerden ibarettir.(Marx) (s:106)
Devlet bireyin çıkarları
ile sermayenin -organize olabilenin topluluğun- çıkarları arasındaki eşitsiz
toplumsal iş bölümünün ürettiği çelişkiye cevaben doğar . Böylece her
eşitsizlik durumunda belli bir devlet
modeli ortaya çıkar ve siyasi hayatı kontrol eder.... Devlet birbirleriyle
çatışan sivil çıkarların evrensel temsili ve çözüme ulaştırılması aldatmacasını
temsil eder.
Kapitaliz meşruiyetini “siyaset dışı” görünmesinden alır; devletin meşruiyeti ise kapitalizmle veya toplumsal çatışmanın başka araçları ile hiç bir ilgisi yokmuş gibi görünmesine dayanır. Kapitalizm de, devlet de eşitlikçi olmayan düzenlerde ideolojinin esasını teşkil eden ters yüz etme mantığına yaslanır.
Bir yandan kendisini
komünal bir varlık addettiği siyasal topluluk içinde yaşarken, bir yandan da
sadece müstakil bir birey olarak eylediği, diğer insanlara araç muamelesi
yaptığı, kendisini salt bir araç rolüne indirgeyerek alçalttığı ve yabancı
güçlerin elinde oyuncak haline geldiği sivil toplumda yaşar. Yeryüzüyle
karşılaştırıldığında gökyüzü ne kadar ruhani ise, sivil toplumla
karşılaştırıldığında siyasi devlet de ancak o kadar ruhanidir.
Louis Althusser; “İnsanlar,
kendi varlık koşulları ile ilişkilerini değil, kendi varlık koşullarını yaşama
tarzlarını ifade ederler: Bu da hem gerçek bir ilişkiye hem de hayali bir
ilişkiye tekabül eder.... İdeolojide gerçek ilişki kaçınılmaz olarak hayali
ilişkinin içine girer..” der... Marx’a göre, dinsel bilinç sadece mevcut
koşullarla belirli bir ilişkiyi değil, aynı zamanda potansiyel olarak farklı
bir düzene duyulan özlemi de ifade eder.
Devletin idealizminin
iflası aynı zamanda sivil toplumun materyalizminin de iflasıydı.
....devletin de metalar
kadar fetişleşip iktidarlara özgü maskeleme mantığı ardında gizlendiği
söylenebilir. Zira devlet de “insanlar arasında ve nazarında şeyler arasındaki
ilişkiye özgü fantastik biçimi alan belli bir ilişkiyi cisimleştirir.Bu
toplumsal ilişkide söz konusu olan şeyler yaslar, haklar ve parlamento gibi
kurumlardır .... her fetiş gibi, devlet de nitelik yüklemeyle ve gerek ruhsal
gerek toplumsal yatırımlarla kendini gerçek kılar ve eylemlilik kazanır.
V-SİYASET
Tırabzansız Siyaset:
Nietzsche ve Foucault’da Soykütüksel Siyaset
Hakikat için
kanılar/inançlar yalanlardan daha tehlikeli düşmandırlar.(Friedrich Nietxsche,
İnsanca, Pek İnsanca)
Kanı sözcüğünün sözlük
anlamının kısa değerlendirilmesi kanının çekimine kapılmanın ısrarcı, saldırgan
ama aynı zamanda felç edici bir duruma karşılık geldiğini ima eder. (Kahrolsun gerçek
diye o zanlarına tabi olanlar. Zariyat
Suresi 10. Ayet- AHÇ)
Kanılar eylemin yerine
geçer mi?........Bir Tanrı olarak akıl (reason) devrildiği anda kanının da
dinsel olduğu ortaya çıkar. Şayet kanı bir avuç gerekçeyle desteklenen bir iman
meselesi ise o halde aklın ortadan çekilmesi ile kanıyı meydana getiren gövde
ancak inatçılık olabilir.
Her türlü hakikat siyaseti
kaçınılmaz olarak totaliterdir ve ilke olarak kanı liberal demokrasilerde ahlaki
mutlakiyetçiliğin bireyci çizgilerine oldukça yaklaşır. Bu nedenle demokratik
düşünceye aykırıdır.
Siyasetin kalıcılığı olan
amaçlar barındırmayacağını söylemiyorum; insandaki güç isteğine aracılık
yapmaktan öte bir şey yapmadığı takdirde, siyasete kıymet vermek için bir
sebebimiz olmaz diyorum. Siyasetin, bir saldırganlık aracına dönüşmemek,
bütünüyle çıkarlara hizmet eder hale gelmemek ve nihilizmin manasızlığına
düşmemek için iktidar meselesinin ötesine geçmesi gerekir.
Nietzsche “Ahlakın Soy
Kütüğü Üzerine” isimli eserinin ön sözüne “Kendimizi bilmiyoruz, biz bilgi
sahibi kişiler” diyerek başlar.....Ahlak değerlerinin bir eleştirisine
ihtiyacımız var, evvela bizzat bu değerlerin değerinin sorgulanması gerekiyor
(Tanrı’nın .AHÇ) Bunun içinde bu değerlerin ortaya çıktığı, değişip geliştiği
koşul ve durumların bilgisine, henüz hiç var olmamış, hatta arzulanmamış türden
bir bilgiye ihtiyaç var...........bu “değer”lerin değeri şimdiye dek verili,
olgusal, her türlü sorgulamanın ötesinde sayılmış; genel anlamda insanın
ilerlemesini ve refahını ileri bir noktaya götürmek açısından, “iyi insan”ın
“kötü” insandan daha değerli olmasından bugüne kadar en ufak bir kuşku
duyulmamıştır...Ya tersi doğruysa? Ya “iyi” özünde bir gerileme sendromu
barındırıyorsa? Ya şimdinin gelecek uğruna feda edilmesine sebep olan bir
zehir, bir ayartı, bir uyuşturucu varsa “iyi”de? Ya ahlakın kendisi
tehlikelerin en büyüğü ise?
Nietzsche soykütüğün
tersine çevirme stratejisinin üç ayrı kertesini gözlemlemek mümkündür. İlk
olarak değiştirilemez varsayılan değerlere kafa tutup “her türlü eleştirinin ötesinde olan sorgulanamaz
doğruları” şüphe götürür, muhtemel bir kurguya indirgemek, sonra başlangıçta sorgulanamaz
kabul edilen “ahlaken iyi” olanı tersine çevirip tehlikeli olarak varsaymak ve üçüncü
aşama olarak tarihin akışını tersine çevirmek. (İnsan, hayvanilikten süreçle medenileşmektedir
teorisini, tersine çevirip insan medenileşme denen süreçle doğallığından koptu ilk
haline hayvanlar gibi olduğu hale dönmelidir-AHÇ) Kendisine getirilen “belki de
geleceği feda etmek pahasına” bunu yaptığı gerileme eleştirilerine meydan okur.
Nietzsche, öncelikle
değiştirilemez varsayılan gündelik değerlere kafa tutar; “her türlü
sorgulamanın ötesinde” kabul edilen ne varsa, artık şüphe götürür bir kurgu,
bir vehim şeklini alır. İkinci olarak bir tersine döndürme ile ahlaken iyi
olan, kendini vaaz ediş şeklinin tersine, tehlikeli olarak var sayılacaktır.
(Foucault) “Arzu tarihte
yalnız hayat vermekle kalmaz, onun tarafından dönüşüme de uğratılır. Şayet
soykütük, başka şeylerin yanı sıra, bizzat insanların tarihsel çeşitliliğinin
de izini sürecekse, o halde “arzu” bu yoğrulabilirliğin hem kaynağı, hem de
kendini gösterdiği yüzey olur.
(Foucault) “Geleneksel tarihlerin metafiziği, şimdinin
ihtiyaçlarını en ön plana aldığı için tarihin dinamiğini oluşturan boyun
eğdirici güçleri kavramakta başarısız olur. Bu “tarihlerin gelişigüzel
oyununun” yerine “anlamın öngörü gücünü” koyar. Soykütük aklın, anlamın ya da
yüce amacın tarihi yerine, kirli tarihler, iktidar ve tabiyet tarihleri,
hegemonya için bulunulmuş, kazanılmış ya da hüsrana uğranılmış teşebbüslerin
tarihlerini –tahakkümlerin sonsuz kez tekrarlanan oyununu- öğretmeyi vaat eder.
....”İnsanlık evrensel karşılıklılığa erişene kadar tedricen savaştan savaşa
ilerlemez;.....insanlık uyguladığı her türden şiddeti bir kurallar sistemi
içinde düzenlemek suretiyle tahakkümden tahakküme geçer.
Tarihin devindirici gücü
genellikle dağınık, kimi zaman kurumsallaştırılmış, kimi zaman yüceltilmiş olan
güç istencidir....Soykütük söz konusu olduğunda , artık tarihin “motor”undan
bahsedemeyiz, zira soykütük tarihin ileri doğru itilmediğini anlatır. Soykütük
tarihi ileri doğru götürmek yerine, zuhuru ortaya çıkaran çatışmaların geriye
doğru bir kaydını sunar. Tarih artık “devinilmiyor”dur, çünkü üretici süreçler
barındırsa bile tarihin bir istikameti, amacı veya sonu yoktur. “Bu zuhurdan
kimse sorumlu değildir; kimse bununla gururlanamaz.(s:131)
Böyle kirli bir tarihin
mekanı yer-olamayan bir yerdir. Zira soykütüğün belgelemeyi hedeflediği
karşılaşmada veya göğüs göğüse çarpışmada, zuhurun alanında, her ikisini de
barındıran düzende karşılaşmaz rakipler birbirleriyle; her iki rakipte kendi
hayalindeki düzeni kurmak için mücadele eder. Tarihçinin teşhisi koyacağı “yer”
, mücadele kazanılana kadar var olmaz; rakipler mücadele sonlanana kadar
kimliklerini edinmez; yeni rejimin unsurları o rejim belirene dek, yeni bir
anlam ve iktidar düzeni kurulana kadar ortaya çıkmaz.
Tarihsel güçleri
özselleştiren bir anlatıyı altüst etme çabası, “ikamelerin, yerinden etmelerin,
kılık değiştirmiş fetihlerin ve sistematik tersine çevirmelerin” belgelenmesi
demektir. “... Kişilerin siyasi durumdaki ahlaki sorumluluğu ile anlam bulmuş
bir siyasetin yerine de ancak böyle bir kavrayışla “etkin bir siyaset” geçirilebilir.
Ahlaki doğruluktan ziyade projeler ve stratejiler siyaseti; iktidara yönelik
itirazlardan ziyade onu ele geçirme teşebbüsünün siyasetidir bu.
Foucault, “ Bilginin
kesip biçmek için var olduğunda ısrar eder.” (Bilgi güç üretir. Ve o güç
diğerlerini tahakküm altına almak için kesip biçmek zorundadır –AHÇ) soy
kütüksel bilginin kesip parçalara ayırdığı siyasal manzara da, soykütüğün
sorulara dönüştürdüğü bir manzara olarak şimdi’nin yekpare anıtıdır.
(Dipnot: “Aydınlanma
Nedir?” de Kant şöyle der: “Bize “Şimdi aydınlanmış bir çağda mı yaşıyoruz?”
diye sorsalar, cevabı “hayır” olur, gelgelelim bir aydınlanma çağında
yaşadığımız da muhakkak. Mevcut durumda dinsel meselelerde insanları kendi
aklını kendinden emin ve dış yönlendirmeden bağımsız bir şekilde doğru olarak
kullanmaktan, rahatlıkla kullanılabilir hale gelmekten alıkoyan çok şey var. Fakat
diğer taraftan, insanların bu meseleleri özgürce ele alabileceği alanın bugün
açılmış bulunduğuna dair açık göstergelere de sahibiz.” [6]
Foucault’a göre, siyasi etkililik
“hakikati her tür iktidar sisteminden kurtarma meselesi değil (ki bu vehim
olur) hakikatin gücünü, şimdiki zamanda bünyesinde iş gördüğü toplumsal,
ekonomik ve kültürel hegemonya biçimlerinden ayırma meselesidir.
Yönetimsel rasyonalite
hükümetleri fiziksel şiddet kullanma zaruretinden kurtaran şeydir. Dolayısı ile siyasi rasyonalite fiziksel şiddeti
meşrulaştırmaz ya da “Gizlemez” bir yönetim enstrümanı olarak yeniden
konumlandırır. Rasyonalitenin kendisi bir iktidar kipliğidir. “İnsanların
insanlar tarafından yönetilmesi .... bir rasyonalite gerektirir. Araçsal
şiddeti gerektirmez.”
İnsanlar bir şeyi
rasyonelleştirmeye çalıştıklarında asıl mesele, rasyonalite ilkelerine uyup
uymadıklarını soruşturmak değil, ne tür bir rasyonalite kullandıklarını keşfetmektir...
İktidar biçimlerinden birine karşı çıkan ya da direnenler salt şiddeti kınamak
veya bir kurumu eleştirmekle yetinemez. Suçu genel anlamda akla atmak da
yeterli olamaz. Asıl sorgulanması gereken, söz konusu rasyonalitenin
biçimidir.. Özgürleşme ancak...siyasi rasyonalitenin köklerine saldırmakla
gerçekleşebilir.....Siyasi rasyonaliteler yönetim sistemleri değil, pratik
düzenleri, söylem düzenleridir; onları siyasi eleştiriye tabi tutmak için
olumlu mahiyetlerinin yanı sıra, bileşimlerini de kavramak gerekir.
Foucault iktidarı zamandan
ziyade mekana (yeniden) konumlandırmaya çalışırken, hem mekanın bir savaş alanı
olduğuna dikkat çekmiş, hem mekanın örgütlenişinin bizatihi bir iktidar tekniği
olduğuna vurgu yapmış olur. (Foucault burada Panaptikon örneğini verir)
Şayet bir rotası yoksa,
tarih geleceği belirleyemez; tarihin “ağırlığı” ve konturları siyasi söylemin
normlarını değil, sınırlarını tesis eder.... Şayet tarihin ileriye doğru
hareket eden bir mantığı yoksa, o halde geleceğe yönelik bir mantıksal
zorunlulukta taşımaz tarih. Ne yapılacağı ya da neye değer verileceği konusunda
tarihten hareketle hiç bir çıkarımda bulunulamaz.
Tarihin metafizikten
kurtarılıp kutsallığından köklü bir
şekilde arındırılmasıyla, siyaset de açılımlanan tarihsel şemalardan ve aşkın
ideallerden ziyade fırsat, sınırlar ve yargıyla ilgili bir mesele haline
gelir.... Machiavelli’ye göre tarih bize siyasi olanakları nasıl fark
edeceğimizi öğretir; fakat ne tür olanakların peşine düşüleceği ve bu
olanaklarla ne yapılacağı bir mizaç, arzu hayal gücü, beceri ve tarih
meselesidir.
VI- DEMOKRASİ
Kendi Aleyhine Dönmüş Demokrasi: Nietzsche’nin meydan okuması
Kendi Aleyhine Dönmüş Demokrasi: Nietzsche’nin meydan okuması
Biz Ahlak karşıtları erdeme
zarar veriyor muyuz acaba? Ancak anarşistlerin hükümdara zarar verdiği kadar.
Hükümdarlar ancak kendilerine ateş edildiğinde tahtlarına yeniden güvenle
oturabilirler. Ahlak; nişan alınması gereken ahlaktır. (Nietzsche, Putların
Alacakaranlığı)
Birbirlerinden ayrı durmak,
siyaset ve teori ilişkisinin doğasında vardır. Teori siyasi hayattan soyutlanır
ve onu inceleme konusu yapar, bu nedenle onla özdeş olması, hatta onun
tarafından yansıtılması söz konusu bile değildir.... Tocqueville’in fark ettiği
gibi demokraside teori ile siyaset arasındaki ilişki çok sıkıntılıdır. Bir
taraftan demokrasi teoriye en çok karşı olandır diğer taraftan teoriye en çok
muhtaç olan... demokrasiyi “kendi ilkesini bulmaktan aciz” olan diye eleştiren
Spinoza’dır. Spinoza demokrasiyi
“eksiksiz bir aristokrasi... kendi içinde çelişkili bir kavram” olarak
tanımlar.
Spinoza’ya göre;
demokrasinin değeri, demokratik olmayan rejimler üzerindeki istikrar
kazandırıcı etkisinden gelir; söz konusu rejimler devlet ile kitle arasında
tedavülde olan enerji ve korku ekonomisiyle kendi kendilerine baş edemezler.
Tocqueville “ortak fikirler
olmadan, ortak eylem mümkün değildir, ortak eylem olmadan insan yaşayabilir ama
toplumsal gövde diye bir şey söz konusu olamaz. Ancak demokrasilerde bilinçli
olarak geliştirilen toplumun ihtiyacını karşılayabilecek nitelikte şuurlu
ilkelerden bahsetmek mümkün değildir. Demokrasilerin bağlandıkları ilkeler –milliyetçilik,
yabancı düşmanlığı, kültür şovenizmi, piyasa değerleri, Hıristiyanlık,
emperyalizm, bireycilik, amaç olarak haklar vs- özleri itibari ile nahoş
olmasalar bile, demokrasilerdeki hem popülerlik hem abartma eğiliminin piyasanın şekillendirilmesinde
araçsal olarak kullanılması ile çok nahoş ve tehlikeli olmaları hiç de uzak bir
ihtimal değildir.
Tocqueville’in Amerika’nın
incelemesinden sonra demokrasinin geleceğine dair karamsarlığa kapılmasının
nedeni hakkında bahsettiği “..... Birbirine benzer ve eşit insanlardan
oluşmuş hesaba sığmaz bir insan kalabalığı görüyorum, ruhlarını tıka basa
doldurdukları küçük ve bayağı hazların peşinde koşup duruyorlar. Hepsi kendi
içine çekilmiş, diğerlerinin kaderinden adeta habersiz. Ona göre, insanlık
kendi çocuklarından ve arkadaşlarından ibaret... Kendi başına ve kendisi için
yaşıyor.. Bu insanların tepesinde, hazlarını güvence altına almak ve
kaderlerini gözetmekten tek başına sorumlu olan koruyucu bir güç duruyor.
Mutlak, cömert ve babacan bir güç ...
Bütün hayatı ayrıntılı ve karmaşık kurallar ağıyla sarıp sarmalıyor...
İnsanların iradesini yok saymıyor ama yumuşatıyor, yola getiriyor ve rehberlik
ediyor...zorbalıkla ilgisi yok gibi görünüyor ama öyle köstekliyor, kısıtlıyor,
güçten düşürüyor, çıkmaza sokuyor ki sonunda her ulus hükümetin çobanlık ettiği
ürkek ve çalışkan bir hayvan sürüsü olup çıkıyor.”
Şayet demokrasi özü
itibariyle kendine has bir ilkeden yoksunsa, o halde ona getirilecek her türden
ilke kaçınılmaz surette anti demokratik olur: Şayet demokrasi ile ilke
birbirine aykırıysa, demokrasi doğası gereği kendine ait bir ilkeden yoksunsa,
o halde demokrasinin kendine ekleyeceği her türden ilkenin demokrasiye kısmen ters düşmesi kaçınılmazdır.
Görünen o ki, demokrasinin yozlaştırıcı eğilimleri homeopatik[7]tir.
Nietzsche düşüncesinin
incelemesi, Nazi doktrini ile çakışması, her türlü adalet talebinin hasede
indirgenişi, kadın düşmanlığı, antisemitizm ve ırkçılığın, savunduğu
kahramanlık etiğinin ve Atina kültürüne gösterdiği saygının, kitlelere,
demokrasiye, sosyalizme ve bilhassa modernizmin dokunulmaz kurumu olan siyasi
eşitliğe yönelttiği ağır suçlamaların incelemesini içerir.
...bu faaliyetlerin hepsi
mevcut demokratik rejimi canlandırarak idame ettirme konusunda önemli bir rol
oynayabilir. Zira soykütüğün yaratmayı hedeflediği baş dönmesi, kolektif veya
bireysel kimliğin, yok etmeden sekteye uğratmak ve başka bir hikayeye dönüşme
olanağı sunmak üzere ne ölçüde çözündürülebileceği sorusuna kadar uzanabilir. (Fakirler,
demokrasi oyununa uyanmaya başladılar. Onları büyük katliamlarla yok etmek
zorunda kalmadan, şok edici yönlendirmelerle, sindirmek ya da yok etmek mümkün
müdür? Mesela çocuğun var olduğu “aileyi” yok edip, onları çocuğun olmayacağı
ilişki biçimlerine yönlendirerek (gay, trans, lezbiyen, hayvanlarla, robotlarla
vs ilişkiye) fakirlerin sayısını azaltmak mümkün olabilir mi?-AHÇ)
Soykütük: belirli bir kimlik oluşumunu yok etmeden veya yasaklamadan
sorgular. Keza soykütük siyaset değil, siyaset üzerine bir düşünme tarzıdır;
yarattığı etki, kendi başına siyasal bir alan talep etmekten veya siyasal
oluşumlar yaratmaktan ziyade, siyasal alanı ve siyasal oluşumları altüst etmek
olur.
Nietzsche’nin ahlaki siyaset doktrinine karşı çıkması kıskanç, içten pazarlıklı ve zehirli doğasıyla bir kültürde güç adına ne varsa baltaladığını düşündüğü ayak takımına ve “küçük insanlara” mahut hoşgörüsünü de içerir. Nietzsche’nin “adaletsizliğe” karşı geliştirilen siyasi çözümlere ve ahlakçılığa itirazı “insanlar eşit değillerdir.... Yaşam tırmanmak ve tırmanırken kendini aşmak ister” der.
Nietzsche’nin “bütün
canavarların en soğuğu” diye tanımladığı devlete olan nefreti ile birleşince ,
ister sosyalist, ister demokratik, isterse totaliter olsun modern devlet
merkezli her türden siyasi oluşum “yaşama” ve kültüre felsefeden çok daha
düşman görünür. Nietzsche bunu şöyle özetler “Devlet ne kadar iyi kurulmuşsa,
insanlık o kadar ölgün olur”.
Nietzsche’ye göre,
demokratik çağlarda “güç istencinden” öylesine nefret edilir ki,”bu çağların
psikolojisi bütünüyle güç istencinin hor görülmesine ve karalanmasına yönelmiş
gibidir... “Eşitlik” esasen çöküşe aittir: insanla insan, sınıfla sınıf, çeşit
çeşit tipler arasında darboğazda, bütün güçlü çağlar kişinin kendi olma,
direnme iradesi ile tanımlanır.
Foucault gibi Nietzsche’de
modern siyaseti insan ilişkilerini aşırı derece de örgütlemek ve
kurumsallaştırmakla itham eder. Bu kurumsalcılık bizi “bireyler” olarak üretse
bile, diğerlerinden farklılığımızı, ayrılığımızı ortadan kaldırır; etkin,
yaratıcı, dolayısı ile özgür olma kapasitemizin sesini boğarak bizi yakınlığın
kucağına atar; özgür mahlukların ve aslında dışavurumculuğun enerjisini
homojenleştirici bir usulcülüğü feda eder..... Nietzsche’e göre fark gözetmeden
herkesi önemsemek, herkese eşit ölçüde saygıya layıkmış gibi davranmak, yüce
gönüllülükten veya eşitlikçi bir duyarlılıktan çok, neyin veya kimin kıymetli
olduğunu tayin edememe beceriksizliğinden kaynaklanır. (s:163)
Kısaca Nietzsche siyasi
hayatı, bilhassa modern siyasi hayatı, bireysel ve kolektif iştiyakı,
yaratıcılığı, farklılığı ve kültürel kazanımı altüst eden ve yıldıran değer ve
kurumların üreticisi olarak görür. Devlet “örgütlenmiş ahlaksızlıktır”. Bireyi
bastıran, yerine de birimlere indirgenmiş bir mekanik bireyciliği koyan “devasa
bir mekanizma”dır. Siyasi partiler ise düşünme yetisinden yoksun müritler
içindir- çok düşünen kişiler partiler için uygun üye profilinde sayılmazlar.
Nietzsche’ye göre,
siyasetin kültüre düşmanlığı sadece siyasetin sürü ahlakını geliştirmesinden
değil, aynı zamanda zayıflatıcı kurumlarla sürü ahlakının alanını sabitleme
veya istikrarlı kılma eğiliminden doğar....İnançlar alaşağı edilir edilmez
kurumlar yıkılmaz; yeni inançlar konut yetersizliğinden dolayı , seleflerinin
konutlarına taşınır ve uzun süre orada ikamet ederler.
“Hiç kimse
var olmaktan ya da olduğu gibi olmaktan hiç bir surette mesul değildir...”Amaç”
kavramını biz icad ettik: Gerçekte amaç (yaratılış amacı -AHÇ) diye bir şey
yoktur.... Tanrıyı reddediyoruz. Tanrıyı reddederken, mesuliyeti de
reddediyoruz; Dünyayı ancak böyle kurtarabiliriz.
Demokraside
ilke yokluğu “zor olan” hiçbir şey barındırmama riski taşıdığı anlamına gelir;
nitekim Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt’te üstüne basa basa belirttiği
gibi, ruh için en zor olan şey, ruhun gücünün talep ettiği şeydir. Bu
demokrasinin güçlü bir ruha sahip olması için kendi bağrında zor bir ilkeyi
barındırması gerektiğini değil, demokrasi ve demokrasi karşıtı itkiler
arasındaki çatışmaların demokrasi zerinde canlandırıcı bir etkisi olacağı
anlamına gelir.
Demokrasi
bünyesindeki birçok paradoksu kendi potansiyel yaşam gücü, potansiyel yüceliği
sayarak bunlar uğrunda mücadele etmeksizin yaşamaktadır... keza liberal
demokrasi hayatın bütün unsurlarını piyasa tahakkümüne ve siyasi eşitliğine
tabi kılmak yönündeki eğilimine yöneltilen eleştirilere pek de kulak asmaz.
Demokrasiyi
hem tesis eden hem de ondaki çözülmenin en büyük kaynaklarından birini
oluşturan devlete karşı sürekli direniş, demokrasiyi idame ettirmenin sürekli
vasıtası haline gelir. Halk ancak devlet vasıtasıyla halk olarak inşa
edilebillir ve ancak devlete direnerek halk olarak kalabilir......o halde
demokrasinin yaşamak için muhtaç olduğu demokrasi karşıtı düşünür Nietzsche’dir
herhalde.
VII – GELECEKLER
Hayaletler ve Melekler: Benjamin ve Derrida
Hayaletler ve Melekler: Benjamin ve Derrida
“....Cennet’ten kopup gelen bir fırtına meleğin kanatlarını öylesine şiddetle
yakalamıştır ki, bir daha kapayamaz onları. Yıkıntılar gözlerinin önünde göğe doğru
yükselirken, fırtınayla birlikte çaresiz, arkasını döndüğü geleceğe sürüklenir.
İşte ilerleme dediğimi şey bu fırtınadır.” (Walter Benjamin)
“Benjamin
kuşağı “kapitalizmin eceliyle ölmeyeceğini” öğrenmek zorunda kaldıysa, bizim
kuşağımızın da kapitalizmin yakın gelecekte hiç bir surette ölmeyeceğinin
dersini almış olması gerekir.” (Irving Wohlfarth)
Teknoloji daha
üretildiği anda demode oluyor; göçlerle birlikte insanların yaşamlarının her
yerde köklerinden kopması alışılagelmiş bir durum haline geldi; boşanma
oranları evlenme oranları ile neredeyse aynı düzeye geldi; dünün bilançosu
tarihse, bugün denen dev tüzel kişilik de geleceğin çözülmüş veya başkalarıyla
kaynaşmış kimliğinin hammaddesidir. Geçtiğimiz yüzyılda katı olan her şey
buharlaştıysa, bugünün ekonomik, toplumsal ve teknolojik dönüşümleri de öyle
hızla gerçekleşiyor ki, başka bir şeye dönüşmeden önce katılaşma fırsatı bile
bulamıyor.
Denetim
veya öngörülebilirlik hissinden mahrum korkunç bir hızla ilerleyen bizler,
geçmişi de geleceği de hayret ve endişe ile karşılıyoruz. Büyüsü kökten
bozulmuş bir dünyanın mirasçıları olarak bizler, daha önce hiç olmadığı kadar
insan gücüyle –amaçsız, sınırsız, hedefsiz, uçsuz-budaksız – bir güçle dolu
olan bir küresel düzende yaşıyor olsa bile, daha önce kimsenin hissetmediği
kadar büyük bir siyasi iktidarsızlık hissiyle malulüz.
İnsani
buluş ve müdahalenin ötesinde bir tarihe, hem şok edici hem kavranması güç bir
özgürlüğün tarihine denk gelen bir felakette enkaz üst üste yığıldıkça, bizler
sırtımız dönük geleceğe sürüklenmekteyiz. Fırtınanın karşısında kanatlarımızı
ne çırpabiliyor ne kapayabiliyoruz. Sermayenin izlediği seyre ve geniş çaplı
etkilerine müdahalede bulunma gücümüz tamamen tükenmiş gibi. Tarih dalga dalga
yayılıyor, ama geçmişte yaşanmış acılarının bedelinin ödeneceğine dair hiç bir
umut vermiyor, dünya çapında, hatta yerel boyutta dahi nihai bir özgürleşme,
refah, irfan ya da acıdan kurtuluş vaat etmiyor. Nihilist terimi böylesi
durumları tasvir etmek için hayli kifayetsiz kalıyor.
İnsani
bağları ihtiyaçlar ve kapasitelere aldırmaksızın geleceğe doğru savrulan bir
şimdi bizimkisi. Geçmişi eşi görülmedik
bir hız ve kayıtsızlıkla silerek lekeleyen bir şimdi. Yakın geçmişi anakronik,
yetersiz bir hayatta kalma “tekhne”[8]siyle
bir tutan bir şimdi. Vukuflu bir siyasetçi olmanın bir siyasal tarih okurluğundan ziyade,
sürekli hükümet etme üzerine kafa yormayla ölçüldüğü bir şimdi..
Böyle bir
şimdi nasıl sevilebilir- sevilemezse, olumsuz yanlarını ele almak için nasıl
bir donanımımız var? Böyle aralıksız ve hızlı değişimler geçiren dünyanın
bağlanılacak nesi var? Şayet elimizde hem bağlanabileceğimiz hem reddedebileceğimiz
bir duygu derinliğinde olan kaynaklarımız yok ise içinde yaşadığımız zamanı
olumlamak, ikilemlerimizi kurmak, mecburiyetlerimizi tanımlamak için hangi
başlangıç noktasından yola çıkacağız? Acılarımızı uyandıran, umutlarımızı
yeşerten ne?
Sheldon
Wolin, aralıksız değişimlerin görüldüğü zamanların kayıplarla dolu zamanlar
olduğunu hatırlatır.
Hayaletler:
Derrida’ya
göre “hayaletler dili” diye bir kavramımızın olması bile ölülerin yaşadığına
dair itiraftır. Ölümle yaşam arasındaki çizgiyi bozan hayaletler, yaşayanlar
için ölümün katiyetini ihlal eder....yaşamayı öğrenmek öncelikle yaşamın ve
ölümün birbirlerine karşıt olmadığını kabul etmeyi gerektirdiğini üstüne basa basa
söyler...öyleyse yaşamayı öğrenmek ölümün yaşamın karşıtı olmadığını
öğrenmektir de aynı zamanda.
Hayaletler,
ister bilgi ister eylem yoluyla, geçmişe ya da şimdiye hükmetmenin
imkansızlığını ifade eder. “Yaşamayı Öğrenmek” geçmişin şimdi üzerindeki etkisinin
bu hükmedilemez, kategorileştirilemez ve indirgenemez mahiyetiyle, dolayısı ile
şimdinin hükmedilemez ve indirgenemez mahiyetiyle birlikte yaşamak demektir.
Yaşamayı öğrenmek demek, sistematikleştirmeden, tutarlılık kuruntularına
kapılmadan, tutarlı ve bütün bir resim olmadan ve geçmiş ile şimdi arasında net
bir çizgi çekmeden yaşamak demektir. Hayaletlerle birlikte, onların
etkinliğinin yapıbozumcu bir araç olmasına olanak sağlayarak, hatta onlardan
bir şeklide faydalanarak yaşamak demek dünyamızı tutarlı kılan alışılageldik
karşıtlıkların sürekli parçalanmasıyla birlikte yaşamak demektir.
“...henüz
doğmamış olanların ya da zaten ölmüş
olanların hayaletleri karşısında....herhangi bir sorumluluk ilkesi
olmazsa ... adalet de olanaksız demektir. Canlı “şimdi”nin kendi kendisinin
çağdaşı olamama durumu olmazsa, canlı “şimdi”nin gizliden gizliye ayarını bozan
şey olmazsa, orada olmayanlar için, artık mevcut olmayan ve yaşamayanlar ya da
henüz mevcut olmayanlar için adalete duyulan bu saygı ve sorumluluk olmazsa
“nereye?”, “yarın nereye”, “ne tarafa” sorusunu sormanın ne anlamı olacak ki?”
Derrida
adaletin tarihsizleşmiş, gelecekle ilişkisi koparılmış yahut kendisiyle özdeş
bir şimdiye hapsedilmiş olduğunda tam anlamıyla tutarsız olduğunu savunur.... bildik
ahlak hilelerine ve tarih yazımı numaralarına yaslanmadan, bu sürekliliğin
gerekliliği nasıl savunulabilir. Derrida’nın hayaletli siyasi projesinin
argümanı budur: Yani siyasi sorumluluğun temeli olarak yeni bir zamansallık
tarzı, Geist’a (tin) (Bir Tanrı bilincine-AHÇ) başvurmadan geçmişi onurlandıran
ve kurtaran, aynı zamanda gelecek kuşaklara karşı sorumluluk duyan,
ilişkilerini düzenleyeceği iddiasına girmeden onlara belli bir vaat ve
zamansallık tasavvuru vermek.
Derrida’nın
hayaletin “hayalet bakışımsızlığı”
dediği şey – yani hayaletin hissedilen ama görülemeyen mevcudiyetini ,
gözlerini bize çevirmiş olanı görmedeki kifayetsizliğimiz - her türden geleneksel karşılıklı
görünürlüğü sekteye uğratır... hayalet bakışımsızlığı hem Derrida’nın hayalen
–görülmeden görme yeteneğini anlatan- “siperlik etkisi” dediği şey aracılığı
ile hem de “hayaletlerin alışverişi” adını verdiği görünüşlerinin çoklu
mahiyeti ve süreksizliği aracılığı ile gerçekleşir. Bu bakışımsızlıktan dolayı
hayaletin gücü ampirik olarak gözlenemez olmakla birlikte, görünmezliği bir
yana, hissedilir bir şeydir- nitekim bakışın gücünü hissederiz. Öyleyse ölmüş
olanlar ile henüz doğmamış olanlar, tarihsel bir boyutta, kendi sınırlarını ve
taleplerini şaşmaz ama görünmez bir güçle belli aralıklarla dayatırlar.
Bizler
ölülerden “gerçekten başlarına gelmiş olan şeyleri değil”, başlarına gelen bu
şeylerden sonra hala yaşamayı sürdüren; ümitleri, geçmiş kuşakların ve
olayların şimdi’nin güç anlarını zaptetme biçimini, bu kuşak ve olayların bizim
üzerimizde hak talep etme biçimini, gelecek hayallerimiz ve bakışlarımıza
musallat olma, bulaşma ve hayat verme biçimlerini miras alırız.
Hayalet
tasavvuru, geleceğin zaten daima geçmişten türetilmiş belli olanaklarla dolu
olduğuna, geleceğin geçmiş tarafından sınırlandığına, kuşatıldığına ve
yazıldığına; geleceğin biz daha onu kurmadan ve içine girmeden tasalluta
uğradığına dalalet eder. ... tarih
yazımı geçmişin mevcudiyetini, geçmişin tarifsiz ve ele geçirilemez gücünü ifade
etmenin yeni bir yolundan ibaret değildir. Bu tarih yazımı geleceğe yönelik
olanaklar için geçmişle savaşmanın kapısını da aralar.
Geçmişin
şimdiye musallat olmuş ve şimdi ‘de çağrılabilir bir şey olarak nitelenmesi,
sadece çizgisel tarihe değil, ilerlemeci tarihe de meydan okur. Derrida’nın
yeniden tanımlamasıyla; tarih devindiren, yönlendiren veya açımlayan bir şey
olmaktan ziyade, gölgeleyen ve sınırlandıran, kışkırtan veya engelleyen şey
olarak çıkar karşımıza . Hayaletimsi bir fenomen olarak tarih ileriye doğru
devinmez- hatta ilerlemez bile. Tersine tarih gelir ve gider, belirir ve geri
çekilir, katılaşır ve buharlaşır; iddialarını otaya atar ve onlardan vazgeçer.
Üstelik şekil değiştirir: Aynı olay ya da oluşum zaman ve mekanda hep aynı
şekilde görülmez. Geleceğin açımlanması olarak kavranan ilerleme mefhumu
Derrida’nın hayalet fenomeni içinde dönem dönem geri çağrılan siyasi hayat
imgesiyle iptal edilir.
Tarihin
sonu ertesinde ruh(hayalet) geri dönerek (hayat olarak) gelir, hem geri gelen
(dirilen) bir ölüyü hem de beklenen geri dönüşü tekrar tekrar dirilen bir hayaleti
oynar. Tarihin son bulduğu an aynı zamanda tarihin hayaletinin, artık
inanmadığımız o şeyin bize musallat olduğu andır.... Bir şeyin tasallutuna
uğramak demek, kendimizi onun tarafından huzursuz edilmiş veya yolumuzdan
saptırılmış hissetmek demektir. Dolayısıyla tasallut mantığı;anlamda, kalıcı
bir açık uçluluğun bulunduğu, hakimiyetin ise sınırlı olduğu bir mantıktır.
Gide’ın
“Onurunu yitirmiş bir çağ bu “ dediği Derrida’nın ise “zamanın çığırından
çıkmışlığı” dediği şey, “kriz” halindeki zaman anlayışından ayırt edilir.
Zamanın çığırından çıkmışlığı kriz halinden daha yıpratıcı bir durumu ifade
eder; Dilleri içeriksizleşmiş veya riyakarlaşmış, pratikleri beyhudeleşmiş,
idealleri; ne gerçekleştirilebilen, ne de zamana uygun düşen bir zamandır bu.
Bütünselliğinden
arınmış bir adalet ister istemez Derrida’nın “eklem bağı çözülmüş” dediği bir
halde olacaktır. Hayaletlerin bitmez alışverişleriyle, geçmişin ve geçmişin
şimdiyle ilişkisinin belirsizliğiyle uzlaştırılmış bir adalettir bu. Bu da
ölüleri onurlandırıp, henüz doğmamış olanları gözeterek, adaleti geçmişin ve
geleceğin hayaletlerinden imal etmeye davet eder bizi.
Benjamin : “Tarih Kavramı Üzerine”
Benjamin : “Tarih Kavramı Üzerine”
Benjamin,
“tarihin sürekliliğini” parçalama bilincinin, eylem anındaki devrimci sınıflara
özgü olduğunu savunur. Benjamin, büyük devrimlerin daima yeni takvimleri
yürürlüğe koyduğunu, böylece hem tarihin akışının kesildiğini, hem de başka
türlü bir akışın başlatıldığını meydana koyar.
Benjamin,
bütün devrimci umutların özünde bulunduğuna inandığı teolojik an, geride
bırakılmış olan iyi yaşamın bir takım imgesel hatıralar halinde saklanmış,
canlı tutulmuş izlerine bağlıdır. Bunlar devrimci eyleme hayat verecek olan
izlerdir ve bunları gözden ırak tutan da ilerleme ideolojisinin ta kendisidir.
Dolayısı ile Benjaminin “kaplan sıçrayışı” dediği geçmişe yapılacak devrimci
tarihsel sıçrayış bastırılmış özgürlükçü umut ve deneyimleri ilerlemenin sözüm ona
ileri doğru attığı adımların altında kalmış mezarlarından çıkarmaya yönelik
büyük devrimci harekete tekabül eder.
Ne var ki;
“kaplan Sıçrayışı” karmaşık bir sıçrayıştır çünkü kurallarını hakim sınıfın
tespit ettiği bir arenada gerçekleşir. Yapılması gereken, tarihin kesintiye
uğratılma işini burjuvanın cenderesinden kurtarmaktır.
İlerlemeciliğin
hegemonyasında, ilahi elçi kudretini yitirmiş, kurtarıcı siyaset ise
olanaksızlaşmıştır. Teolojinin hayal ve umut ütopyasına kurtarıcı
güçlerine siyaset ve tarih sahnesinde
yer açarak tarihe dönüş yapması, ancak ilerlemeci ideolojinin parçalanmasıyla,
tarihsel sürece “el konmasıyla” mümkün olabilir. Tarih ancak, şimdiden farklı
bir gelecek türetildikten sonra yeniden yazılabilir.
Scholem ve
Niethammer’ın okumaları, ilerlemenin, bir kuruntu olmasına rağmen, hem geçmişin
cennetsi unsurlarını hem de bunların varoluşuna ilişkin belleği ortadan
kaldıran güçlü bir ideoloji işlevi gördüğünü düşündürüyor. İlerleme,
“yıkıntıları üst üste yığan “ bir fırtına gücüyle, dünyada teolojik arzuları
iktidarsızlaştırmıştır.
Benjamin,
“Ezilenlerin geleneği gösteriyor ki, içinde yaşadığımız “olağanüstü hal”
istisna değil, kuraldır. Buna denk düşen bir tarih anlayışına ulaşmak
zorundayız. O zaman göreceğiz ki, gerçek olağanüstü hali yaratmak bizim
görevimizdir. Böylece faşizme karşı daha iyi bir konumda olacağız. Faşizmin
talihi birazda hasımlarının onu ilerleme adına tarihsel bir form olarak
görmeleridir. 20. Yüzyılda bu yaşadıklarımızın “hala” nasıl mümkün olduğuna
şaşmak felsefi bir bakış değildir. Bir şey hariç tabi; “kaynağındaki tarih
anlayışının iler tutar tarafının olmadığı bilgisi.”
Benjamin,
Derrida gibi yirminci yüzyılda “son bulanın” tarih değil, belli bir tarih
anlayışının olduğunu vurgular... ilerleme, yandaşlarını siyasi oluşum ve
olaylara dair kaçınılmaz (hatta kaderci)
ve gayrı ihtiyari bir biçimde normatif bir izaha razı edip bağlar. İlerlemeci
tarih bakışının sunduğu iyimserlik, mevcut şimdi ile bağını koparabilecek veya
“tarihin sürekliliğini parçalayabilecek” bir olağanüstü hal yaratmaya kendini
adamış bir siyasetin önünü alan, kuruntuya dayalı hem de eninde sonunda muhafazakar
bir iyimserliktir. Dahası ilerlemeci vaade en sıkı sarılanlar genellikle
ezilenler olduğu halde, Benjamin ilerlemenin daima hakim sınıfın durumunu
dikkate aldığını ve onun tahakkümünü doğal kılan ideolojinin parçası olduğunu
savunur.
(Kendini
önceki hakim sınıfın yerine koyan her yeni sınıf.... çıkarını ideal bir biçimde
ifade ederek toplumun bütün üyelerinin ortak çıkarı gibi göstermek zorundadır..
fikirlerine evrensellik biçimi katmak mecburiyetindedir. (Marx))
Tarihsel
materyalizm tarihteki epik unsurdan vazgeçmek zorundadır. Tarihsel materyalizm
çağı şeyleştirilmiş “ tarihin sürekliliğinden”patlatıp çıkarır. Ama aynı
zamanda bu çağın homojenliğini de parçalar. Tarihi dinamitle yani şimdi ile
doldurur.(s:200)
Modern
tarih yazımının Benjamin’in eleştirisine tabi olan unsurları: “Tarihselcilik”,
“boş zaman”, “ebediyet” bunlar hem geçmişin kurucu güçlerini hem de farklı bir
geleceğe kapı aralayan fırsatları yanlış betimleyen tarih anlayışları için
kullandığı tanımlardır. Bunlar bazen tehlikeli de olabilen siyasi yozlaşma ve
yön sapması alanları meydana getirir. Benjamin’in Alman işçi sınıfını akıntıyla
birlikte hareket ettiği kanısı kadar yozlaştıran hiç bir şey olmadı” iddiasını
hatırlayalım. Benjamin akıntıya “boş zaman”der, zira bu “belirli şimdi” ile
mevcut halinden farklı olabilecek bir şimdiyi oluşturan çeşitli unsurlarla
bağını koparmış bir akıntıdır bu.
Benjamin,Pasajlar’da
“Geçmişin şimdiye ışık tutması ya da şimdinin geçmişe ışık tutması söz konusu
değildir: Aksine, imge “O Zaman” ile “”Şimdi”nin şimşek çakması misali bir küme
halinde oluşturduğu şeydir. Zira şimdinin geçmişle ilişkisi bütünüyle zamansal,
sürekli bir ilişkiyken, O Zaman’ın Şimdi
ile ilişkisi diyalektiktir- ileriye sıçrama yapan gelişme değil, imgedir. Ancak diyalektik
imgeler gerçek imgelerdir; onlarla karşılaştığımız ye de dildir.
Horkheimer
şöyle der: “”tarihin” tamamlanmamışlığı iddiası, şayet tamamlanmışlığı
taşımıyorsa, idealist bir iddiadır. Geçmişteki adaletsizlik olup bitmiştir.
Katledilenler gerçekten katledilmiştir... Tamamlanmamışlık bütünüyle ciddiye
alınacak olursa bu mahşer gününün varlığına inanmayı gerektirir... Belki de
tamamlanmamışlık hususunda pozitif ile negatif arasında bir ayrım söz
konusudur, şöyle ki sadece geçmişteki adaletsizlik, dehşet ve ızdırabın telafisi
yoktur.
Tarihin şimdiye musallat olduğunu söyleyen
Derrida’nın anlayışında olduğu gibi, bir takım imgeler olarak anlaşılan tarih
de hiç bir zaman tutarlı bir bütünlük sergilemez, tersine daima bir tamamlanmamışlık
nitelik taşır.
Tarih
belleğe sadece yaklaşmakla kalmaz, onu üretir de (Benjamin, tarihin bu yolla
“yıkım”a kalkıştığını da ekler.)
“kendilerinin ötesine geçmeyi arzulayan bir kişiye tutamak sağlayan o çentik ve
çatlaklar ile ilgilenmek suretiyle geçmişi “can alıcı bir konum”a oturtan
fenomendir bu... Belleği verili değil üretilmiş bir şey saymak, onu “baskı
altına alınmış geçmiş uğruna verilen mücadeleye” bağlanan stratejik bir güç
olarak özgürleştirmek, belleğin klavuzluğunda, belleğin olanaklarını ilerletmek
suretiyle “Mesih”in açıp girebileceği dar kapı”yı açmış oluruz. (...Çünkü onlar
için zamanın her saniyesi, Mesih’in açıp girebileceği dar bir kapıdır. (Tarih
Kavramı Üzerine))
Benjamin’İn
“sol melankoli” dediği şey, kaçırılmış fırsatlar ve kaybedilmiş siyasal
oluşumların daimi ve telafisiz olarak deneyimlendiği bir ilerleme anlayışına
bağlanmanın yarattığı bir durumdur. Demek ki, sol melankoli şimdi’nin belirli
durumuyla uzlaşmanın reddini ifade eder: Tarihi “boş zaman”dan yahut ilerlemeden
farklı bir şey olarak anlama konusundaki başarısızlıktır bu.
Melankoliyi
ölüm ya da kayıp karşısında verilmiş bir
geçici tepkiden ziyade, direngen bir durum, bir haldir. Melankoli ideal bir
kaybı gerektirir. Nesne belki gerçekten ölmemiş ama bir sevgi nesnesi olarak
yitirilmiştir. Üstelik Freud melankolik kişinin genellikle kaybedilen nesnede
tam anlamıyla neyin yitirilmiş olduğunu fark edemeyeceğini söyler... melankoliye
yol açan kayıp çoğu zaman dillendirilmez, dillendirilemez .
Benjamin “melankolinin” bilgi uğruna dünyaya ihanet
ettiğini ileri sürer. O inatçı kendine kapanışı ile melankoli, ölü nesneleri
tefekküre boyun eder. Daha sade bir ifadeyle “şeyler dünyasına” sadıktır, ...
Benjamin sol melankoli hakkında “burjuvasi nasıl maddi malları ile
böbürleniyorsa, sol melankolik de aynı şekilde “eski manevi mallardan
kalanlarla” böbürlenir. Sol
tutkularımıza, tahlillerimize, kanılarımıza bu terimlerle değiştirmeyi
düşündüğümüz dünyaya yahut yine bu terimlerle hizaya sokulacak geleceğe duyduğumuz
sadakatten daha büyük bir sadakat duyarız. Benjamin sol melankoli terimini
eleştirmenin kalbinde fetiş hale gelmiş ve donmuş nesnelere duyulan yaslı,
muhafazakar, geçmişe dönük bağlılığı ifade için kullanır. Freud’un dili ile
ifade edersek “bu durum muhtemelen nedeni anlaşılmamış bir kayıptan, dile
getirilemeyecek kadar parçalanmış bir idealden kaynaklanır, der.
Geçmişten
kopmak onu unutmak anlamına gelmez.... O bir paradoks tanımlar “Geçmişten
mutlu mesut kopma”nın bir yolunu ararken, bir yandan da belleği
geliştirmemiz gerektiği konusundaki ısrarından kaynaklanan paradoks.
(Geçmişten koparken, geride bırakılacak olanlar savaşlar, katliamlar vs
değildir. Modern devlet savaş ve katliam araçlarını geliştirmeye devam eder.
Geçmişte kalması gereken “ilerleme” tanrısının ayak bağlarıdır. Ahlak, din vs
gibi- AHÇ)
Şevval / 1439 ALANYA
[1]
Herbert Marcuse, Tek boyutlu
insan, idea, 1997
[2]
Binyılcılık: 1. Bin yıllık bir
barış ve selamet devrine inanış. 2. İnsanlık tarihinde tamamlanmakta olan bin
yılın önemli dönüşümlere yol açacağı inancına dayalı olarak ileri sürülen değişim ve
dönüşüm senaryolarının genel adı. Binyılcılık, özellikle mevcut toplumsal
düzenden hoşnut olmayanların, çoğunlukla da dini gerekçelerle yeni bin yılda
her şeyin kökten değişeceği umudunu içerir.(Prof. Dr. Ömer Demir)
[3]
Telos : 1. Doğal son,
sonunda, nihayet gibi anlamlara gelmektedir. 2. Telos
düşüncesi: Evrenin bir telos’a göre oluştuğunu
varsayan düşüncedir. Anaksagoras’ın öncülüğünü
yaptığı, Aristotales’in de bu düşünceyi geliştirdiği
söylenir. Anlayışa göre tüm doğal nesneler, erek’lerini içlerinde
taşır ve bu ereğe göre biçimlenirler.
[4]
Teleoloji: Teleoloji, yaşamı ve
evreni amaçlarla temellendiren ve açıklayan düşünce biçimidir. Nedensellikten farklı ve ona karşıt olarak
teleoloji, her şeyin temelinde bir ereksellik/amaçlılık bulunduğunu,
bir amaçla belirlenmiş ya da bir ereğe yönelmiş olduğu fikrinden hareket
eder.
[5]
Oedipus Kompleksi: Freud’un
tanımladığı, erkek çocuğun annesine karşı duyduğu cinsel istek ve bu nedenle
babaya karşı duyduğu nefret ve rekabet duygusuna dayalı davranış bozukluğu.
[6]
Ekşi Sözlük’ten Sanver: Ahlakın Soykütüğü
.. ne zamanki hınç yaratıcı oldu, değer üreten bir hal aldı, nietzsche’ye göre ahlakta köle devrimi de o zaman başladı. köle ahlakı başından beri, dışarıda olana, ötekine, kendisi olmayana hayır demiş ve yaratıcılığını buradan almıştır. onun için var olabilmenin yolu dış bir dünyanın, karşıtın varlığından geçiyordu ve bu nedenle bütün eylemlerinin temelinde tepkisellik yatıyordu (asü, 1: 10). öte yandan asil olanın düşman fikrinde düşman sadece farkın bir belirtisi (as a marker of distinction) olarak varken, hınçtan beslenen insan kendisini iyiye dönüştürmek adına şerri temel kavram olarak alır (asü, 1: 10). bu tam da iki değer yargısı biçiminin farkına işaret eder ve asil insan kötüden önce iyiyi üretirken, hınçtan beslenen insan önce şerri ardından bunun üzerine iyiyi kurgular (asü, 1: 11). bu ikinci değer yargısının ilki karşısındaki zaferi bugünün temel kültür enstrümanı olup çıkmış ve bu önümüzdeki en büyük tehlike olarak durmaktadır. fakat nietzsche bunun aşılması konusunda bir hayli karamsardır ve bu trend karşında insan olmaktan gelen yorgunluk ona nihilizmden başka bir şey bırakmaz (asü, 1: 12).
.. ne zamanki hınç yaratıcı oldu, değer üreten bir hal aldı, nietzsche’ye göre ahlakta köle devrimi de o zaman başladı. köle ahlakı başından beri, dışarıda olana, ötekine, kendisi olmayana hayır demiş ve yaratıcılığını buradan almıştır. onun için var olabilmenin yolu dış bir dünyanın, karşıtın varlığından geçiyordu ve bu nedenle bütün eylemlerinin temelinde tepkisellik yatıyordu (asü, 1: 10). öte yandan asil olanın düşman fikrinde düşman sadece farkın bir belirtisi (as a marker of distinction) olarak varken, hınçtan beslenen insan kendisini iyiye dönüştürmek adına şerri temel kavram olarak alır (asü, 1: 10). bu tam da iki değer yargısı biçiminin farkına işaret eder ve asil insan kötüden önce iyiyi üretirken, hınçtan beslenen insan önce şerri ardından bunun üzerine iyiyi kurgular (asü, 1: 11). bu ikinci değer yargısının ilki karşısındaki zaferi bugünün temel kültür enstrümanı olup çıkmış ve bu önümüzdeki en büyük tehlike olarak durmaktadır. fakat nietzsche bunun aşılması konusunda bir hayli karamsardır ve bu trend karşında insan olmaktan gelen yorgunluk ona nihilizmden başka bir şey bırakmaz (asü, 1: 12).
[7]
Homeopatik:Bir hastalığın yol
açtığı hastalık belirtilerinin, aynı belirtileri sağlayan bir insanda ortaya
çıkarabilecek ilaçların çok düşük dozlarda verilmesiyle ortadan
kaldırılabileceği ilkesine dayanan tedavi yöntemi.
[8]
Tekhne :Sözlüğe göre tekhne sözcüğü ilk
metinlerde sanat, el becerisi, özellikle metal işleme ve gemi yapımcılığı
sanatı anlamının yanı sıra düzen, dolap, oyun, kurnazlık gibi anlamlarda,
sonraki metinlerde, özellikle de Platon ve Aristoteles'in yapıtlarında bugünkü
teknoloji teriminin anlamına çok yakın bir anlamda, bir şeyin elde edilme yolu,
bir şeyin yapılması ya da belli bir eyleme için gerekli kurallar, kural
dizgesi, kısaca yöntem anlamında kullanılmıştır. http://dusundurensozler.blogspot.com/2007/08/tekhne-bilim-felsefe-ve-siyaset.html
Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın
Konu yorumu: Tarihten Çıkan Siyaset- Wendy Brown (ÖZET)
Açıklama:
Değerlendirme: 5
Yorum: Ahmet H. Çakıcı
Etiketler:
arzu,
demokrasi,
Derrida,
Kitaplarım,
Nietzsche,
Soykütük,
Tarihten Çıkan Siyaset,
Wendy Brown
0 yorum:
Yorum Gönder