Ailesiz Toplum, Modern Family... Ya Sonrası ?
“Yaklaşmakta olan büyük sarsıntıyı korkunç
acılar çekmeden atlatabilmek, Soykütüğün yaratmayı hedeflediği baş dönmesi ile
yok etmeden sekteye uğratmak ve başka bir hikayeye dönüşme olanağı sunmanın ne
kadar başarılabileceği ile ilişkili.”[1]
Wendy Brown, Amerikalı bir siyaset bilimi profesörü.
Metis Yayınları kendisini tanımlarken, “çağdaş kapitalizm teorileri uzmanı”
olarak tanımlıyor. Yazıya, yazarın Tarihten Çıkan Siyaset isimli
kitabından bir alıntı yaparak başladım ve bu alıntıyı irdeleyerek konuyu
ilerletmek istiyorum.
1- Büyük Sarsıntılar
Müsaadenizle evvela gelmekte olan büyük sarsıntıyı
kendimce biraz tanımlamak istiyorum.
Egemenler ile alt tabaka ilişkisi tarih boyunca bir
zorunluluktu. Çünkü egemenlerin hem hizmetlerini görecek (köle, işçi, memur vs.)
hem de onlar adına savaşacak insanlara ihtiyaçları vardı. Wendy Brown, "bu
zorunlu ilişkinin sonuna geldik; zenginlerin, çalıştırmak ya da savaştırmak
için fakirlere ihtiyacı yok. Artık onların yapay zekalı robotları var"[2] diyor.
Makineleşmenin ya da robot teknolojisinin ulaşabileceği sonuçları özellikle 2. Dünya Savaşı sırasında fark eden devletler süreci, bir centilmenlik anlaşması ile dondurmuşlardı. Devletler hala bu süreci korumaya çalışıyor olsalar da, devletlerden daha büyük örgütlere dönüşen özel şirketler böyle bir centilmenliği artık umursamıyorlar. Robotlaşma, makineleşme ve yapay zekayı her alana sokabilecek düzeye getirdiler.
Makineleşmenin ya da robot teknolojisinin ulaşabileceği sonuçları özellikle 2. Dünya Savaşı sırasında fark eden devletler süreci, bir centilmenlik anlaşması ile dondurmuşlardı. Devletler hala bu süreci korumaya çalışıyor olsalar da, devletlerden daha büyük örgütlere dönüşen özel şirketler böyle bir centilmenliği artık umursamıyorlar. Robotlaşma, makineleşme ve yapay zekayı her alana sokabilecek düzeye getirdiler.
Mesela eğitimin sanal ortama taşınması ile okul
binalarının birer harabeye dönüşmesi hükümetlerin cesaret ettiği anda
olabilecek bir şey[3].
Eğer hala okul binaları duruyor çocuklar fabrika tipi eğitime devam ediyorlarsa;
devletlerin, işsiz kalacak milyonlarca öğretmen ve diğer personeli ne
yapacaklarını bilememelerinden.
Adli teşkilatlardakileri ne yapacaklarını bilseler,
adliyeler için geliştirilmiş uygulamalar da çoktan hayatımıza girerdi. Cep
telefonuna bir uygulama indiriyor, gerekli yerlere işaret koyuyorsunuz ve
program sizin adınıza bir dava dilekçesi yolluyor merkez (Yargıç[4]amı mı demeliydim) bilgisayara. O
bilgisayar örnek dosyalardan ve kanun metinlerinden bir sonuca ulaşıyor. Bütün
dava 3-5 dk içinde bitiyor. Üstelik dava açma başarı oranı avukatlardan çok
daha isabetli.[5] Yapay zekalı
avukatlar, hakimler,[6] katipler,
savcılar gerçeklerini işsiz bırakmak üzere.
Şu sıralar TÜBİTAK'ın yapmakta olduğu bir proje var.
100.000 dönümlük bir arazinin, gelişmiş kameralarla donatılmış insansız hava
aracı (İHA) vasıtasıyla kontrolü, ekilip, dikilmesi ve hatta hasadı ile ilgili
bir proje bu. İngiltere[7],
Amerika ve Çin zaten yapmış, TÜBİTAK da yerli yazılımı geliştirmek istiyor.
İHA, ekilmiş arazinin üzerinde gezerken çektiği çözünürlüğü yüksek resimleri
Ankara’daki bir bilgisayara iletiyor; bilgisayar bir program vasıtasıyla
resimleri değerlendirip bin kilometre ötedeki tesise mesajlar gönderiyor ve
tesisteki makineler sulamaya, ilaçlamaya, çapalamaya ve hatta hasada başlıyor.
Yaklaşık 1000 kişi ile yapılan işin 4 kişi ile yapılması planlanıyor.
Devletler işsiz kalacak milyonları düşünerek bu alandaki
gelişmeleri bir müddet daha geciktirmeye uğraşsalar da özel sektör çoktan işe
el attı. Onlar devletlerin endişelerine sahip değiller!...
Personelsiz, kasiyersiz marketler de sessizce hayatımıza girmeye başladı. Kapıyı kontrol eden robota cep telefonunuzdan karekod veya kredi kartınızı okutuyor ve size verilen bir çantaya ürünleri koyuyorsunuz. Çantaya giren her şey otomatik hesaptan düşüyor. Türkiye'nin ilk kasiyersiz marketleri İstanbul ve Bursa’da çalışmaya başladı.[10] Migros, kasiyersiz marketçiliğe “jet kasa” reklamı ile[11] en hızlı giriş yapan market grubu oldu.[12] Marketler bakkallardan sonra kasiyerlerinin de işine son vermeye niyetliler.
Personelsiz, kasiyersiz marketler de sessizce hayatımıza girmeye başladı. Kapıyı kontrol eden robota cep telefonunuzdan karekod veya kredi kartınızı okutuyor ve size verilen bir çantaya ürünleri koyuyorsunuz. Çantaya giren her şey otomatik hesaptan düşüyor. Türkiye'nin ilk kasiyersiz marketleri İstanbul ve Bursa’da çalışmaya başladı.[10] Migros, kasiyersiz marketçiliğe “jet kasa” reklamı ile[11] en hızlı giriş yapan market grubu oldu.[12] Marketler bakkallardan sonra kasiyerlerinin de işine son vermeye niyetliler.
Bankalar da işçisiz çalışma ortamına geçmeye başladılar[8]. Türkiye’de de ilk insansız
şube, müjdeler verilerek açıldı bile.[9]
Yüz binlerce banka personeli için yeni iş bakmanın vakti geldi!
ABD’den hareket eden devasa bir şilep, üzerinde hiç
mürettebat olmadan haftalar önce yola çıktı, Çin’e gidiyor. Yükünü alıp yine
mürettebatsız olarak geri dönecek.[13]
Sürücüsüz arabalarda konsol yok. |
İnsansız hava taşıtları 5-6 yıldır zaten gündemimizde.
Uçaklar artık pilota ihtiyaç duymuyor.
Robot polisler de Dubai’de nöbet[16] tutmaya
başladılar.
İnternet üzerinden alış veriş, tüm alış verişlerin
yerini alacak gibi. Kısa süre sonra evden hiç çıkmadan droneların kapılarımıza
eşya taşıdığı sürece gireceğiz. Bu süreçle birlikte internet ortamındaki beş on
sitenin yüz binlerce esnafı iflas sürecine sürükleyip onların yerini alacağını
şimdiden görebilmek mümkün[17] . Yani
gelecekte perakendeci esnaf diye bir kavramın olmama ihtimali de oldukça
yüksek. Tıpkı “memur”ların büyük çoğunluğunun tarihe karışma ihtimali gibi.
Yakında cephelerde binlerce süper robot asker[22] göreceğiz.[23] Üstelik bu robotlar
BIG DATA ile entegre de olmaya başladılar. Yani Yapay Zekaya sahipler.
2012 yılında Apple cihazlarının baş fason imalatçısı Foxconn,fabrikalarına 1 milyon robot almayı planladıklarını duyurdu. Tayvan şirketi Delta, yakın zamanda strateji değişikliğine giderek hassas elektronik cihaz montajı için düşük maliyetli robot üretimine yöneleceklerini duyurdu. Delte tek kollu montaj robotlarını yaklaşık 10.000 USD pazara sunmayı düşündüklerini ancak 10 yıl içinde bu rakamın çok daha aşağıya geleceğini duyurdu. Dikkat edilirse bu rakamlar şu an bir Avrupaşı işçinin sadece 2 aylık maaşına tekabül ediyor.
2012 yılında Apple cihazlarının baş fason imalatçısı Foxconn,fabrikalarına 1 milyon robot almayı planladıklarını duyurdu. Tayvan şirketi Delta, yakın zamanda strateji değişikliğine giderek hassas elektronik cihaz montajı için düşük maliyetli robot üretimine yöneleceklerini duyurdu. Delte tek kollu montaj robotlarını yaklaşık 10.000 USD pazara sunmayı düşündüklerini ancak 10 yıl içinde bu rakamın çok daha aşağıya geleceğini duyurdu. Dikkat edilirse bu rakamlar şu an bir Avrupaşı işçinin sadece 2 aylık maaşına tekabül ediyor.
Daha bir sürü örnek verilebilir ancak bu kadar örneğin
yeterli olduğunu düşünüyoruz. Tahmin edebildiğimiz kadarı ile kabaca şu an
bildiğimiz mesleklerin neredeyse yarısı 30 yıl içinde yok olacak gibi duruyor. [24] Bu da o meslek dallarında
çalışan ya da çalışmayı ümit eden milyarların işsiz kalması, bir gelirden
mahrum olması demek.
II. Dünya Savaş'ında ölen insan sayısı 70 milyon civarındayken bu sürecin tahminen beş milyar insanın hayatını etkileyeceğini söylersek[25] olayın ciddiyeti hakkında bir fikir verebileceğimizi ümit ediyorum.
“500 milyon insan 30 yıl içinde işsiz kalacak” kelimesi
artık bir kehanet değil. 500 milyon işsiz, geçimini sağladıkları yakınları ile
beraber kabaca 2,5-3 milyar “aç insan” demek. Bunlara halen açlık
sınırının altında yaşayan 1 milyara yakın nüfusu da eklersek, 30 senelik
süreçte her 2 kişiden 1'inin aç olduğu bir dünyaya gitmekte olduğumuzu söylemek
çok zor değil.
Üstelik toplumlar modernleşme tuzağına yakalandılar ve
devasa şehirlere kitleler halinde yığıldılar. İşsiz kaldıklarında şehirlerde
hayvan bakma, kendi gıdalarını yetiştirme imkanları yok, dönecek bir köyleri de
yok. (Kırsal arazilerin, devletlerin işbirliği ile büyük şirketlere devredilme
süreci (kredi, ipotek, haciz üçgeni ile) tamamlanmak üzere. 2017 TUIK
verilerine göre Türkiye’nin sadece %7,5'u köylerde yaşıyor.[26]
Bunların da %3,8’i üretici değil, kırsalı sayfiye olarak kullanıyor.) Ancak
fakirlerin dönecek bir köyleri olsa da dönemeyecekler. Çünkü kırsal da
yaşayabilme yetisini kaybetmiş, rahata ve konfora alışmış haldeler.
Ancak olayın belki de daha vahim bir yönü daha var: Yapay
zeka ile ile sermayenin iş birliğinin, yöneten ile yönetilen arasındaki
mesafeyi insanlığı ürkütecek derecede açması.
Deneme niteliğinde benzeri bir uygulama da İsveç’te
devreye sokuldu. İşçilerin bileklerine sürekli takiplerini sağlayan mercimek
büyüklüğünde chipler takıldı.[30] Bu chipler büyük
patrona elemanları hakkında kesintisiz bilgi taşıyor. Nerede olduğundan kalp
krizine[31] ,
kaçta uyuduğundan hamile kalıp kalmadığına[32] kadar bir çok şeyi. Şimdilik
sadece otobüs, tren bileti, kapı açma/kapama gibi işleri gören chipler İsvec’te
3500 kişiye takılmış.[33] İngiltere’de
de çip üreticisi BioTeq şimdiye kadar 150 işçinin vücuduna, evcil hayvanlara
takılanlara benzeyen pirinç tanesi büyüklüğündeki çiplerden yerleştirdiğini
bize haber etti.[34] Uygulamanın
yaygınlaştırılıp insanların her anlarının takip edilme işi de devletlerin
onayını bekleyenlerden. Değilse şimdiye kadar her
doğan bebeğe takılmaya başlanırdı.[35]
Bu sürece “Yaratıcı Yıkım” diyorlar. Mantığı “Kazanan Hepsini Alır” üzerine kurulu. Geçmişte Kapitalistlerin en büyük masraf kalemleri “işçi ücretleri” idi. Artık gelirden işçi ücretlerine ayrılan payın neredeyse tamamı, geliştirilen teknoloji ile patrona kalacak. Mesela Google'2012 de 14 milyar dolar kar ederken çalıştırdığı insan sayısı 38 binden azdı. Ama General Motors'un 1979 yılında 11 milyar dolar kar elde ederken çalıştırdığı insan sayısı 840 bindi. 1970’lerde 2 milyar dolarlık bir firmanın ortalama istihdam ettiği çalışan sayısı 20.000’lerde iken, 2014'te 19 milyar dolara Facebook’a satılan Whatsup'ta çalışan sayısı sadece 55'tir. 2011' Apple'ın Kuzey Carolina'daki Maiden kasabasına inşa ettiği milyar dolarlık, yüzlerce dönüme yayılan pahalı tesislerin sadece 50 tam zamanlı istihdam yaratmış olması Amerika'da gündem olmuştur. Bu "Yaratıcı Yıkım", Kapitalist neredeyse bütün geliri işçilerine bir şey vermeden kendinde topluyor. Kazanan hepsini alıyor ve milyonlarca işsiz insanı sokağa savuruyor.[2.a]
Bu sürece “Yaratıcı Yıkım” diyorlar. Mantığı “Kazanan Hepsini Alır” üzerine kurulu. Geçmişte Kapitalistlerin en büyük masraf kalemleri “işçi ücretleri” idi. Artık gelirden işçi ücretlerine ayrılan payın neredeyse tamamı, geliştirilen teknoloji ile patrona kalacak. Mesela Google'2012 de 14 milyar dolar kar ederken çalıştırdığı insan sayısı 38 binden azdı. Ama General Motors'un 1979 yılında 11 milyar dolar kar elde ederken çalıştırdığı insan sayısı 840 bindi. 1970’lerde 2 milyar dolarlık bir firmanın ortalama istihdam ettiği çalışan sayısı 20.000’lerde iken, 2014'te 19 milyar dolara Facebook’a satılan Whatsup'ta çalışan sayısı sadece 55'tir. 2011' Apple'ın Kuzey Carolina'daki Maiden kasabasına inşa ettiği milyar dolarlık, yüzlerce dönüme yayılan pahalı tesislerin sadece 50 tam zamanlı istihdam yaratmış olması Amerika'da gündem olmuştur. Bu "Yaratıcı Yıkım", Kapitalist neredeyse bütün geliri işçilerine bir şey vermeden kendinde topluyor. Kazanan hepsini alıyor ve milyonlarca işsiz insanı sokağa savuruyor.[2.a]
Egemenler alt
tabakalardakilerin kalp atışlarını dahi kontrol edip kameralarla her anlarını;
cep telefonları ile ağızlarlarından çıkan her kelimeyi kaydederlerken, bizzat kendileri
de alt tabakadakiler için gittikçe görünmez, bilinmez, ulaşılmaz oluyorlar.
Robotlaşmanın, yöneten ile yönetilen
arasında açacağı mesafeyi çok erken hisseden İsaac Asimov, 1942 yılında yazdığı Ben Robot isimli romanında 3 Robot Yasası önermişti: 1- Robot insana zarar veremez ve atıl kalmak suretiyle
insanın zarar görmesine de izin vermez. 2)Bir robot insanların verdiği
emirlere, bu emirler ilk yasa ile çelişmediği sürece uymak zorundadır. 3) Bir
robot, birinci ve ikinci yasa ile çelişmediği müddetçe kendi var oluşunu
muhafaza etmek zorundadır. Sonra bunlara, bunların önüne geçmesi için “sıfırıncı”
yasa diye anacağı bir yasa daha ilave eder: 0) Bir robot insanlığa zarar
veremez ve atıl kalmak suretiyle insanlığın zarar görmesine de izin veremez.[36] Ancak şimdi fark ediyoruz ki, Asimov’un atladığı bir sorunla
karşı karşıyayız: Robot Yasalarına bugünün egemenlerini sadık kalmaya
zorlayacak herhangi bir güç yok.
Bu konudaki gelişmeler oldukça can
sıkıcı boyutta. Mesela Harari Homo Deus kitabında, yapay zekaları ile öğrenen
robotların kendi kararlarını vereceği bir sürece gittiğimizi söylüyor. Bu şu
demek oluyor: Bir robot bir insanı öldürdüğünde ne yapımcısı ne yazılımcısı ne de o robotu kullanan sahibi sorumlu tutulamaz. Çünkü onun kendi yapay zekası
var. En fazla robotun fişi çekilir. Dolayısı ile öldürülen öldürüldüğü ile
kalır. Bunun bir aldatma ya da numara olma ihtimali yüksek. Çünkü robotların yazılımlarını
insanlar yapar ve onlar, programlandıkları çerçevede hareket ederler. Bilginin
çoğalması veri işleme mekanizmalarını, akış şemasını değiştirmez. Dolayısı ile
egemenlerin daha robotlar aramızda dolanmaya başlamadan onların yapacaklarından
kendilerini sıyırma çabasına girmelerinden endişe edilmesi gerektiğini
düşünüyorum. Şimdiden, robotun yapacaklarından sahibinin ve üreticisinin
sorumlu tutulacağı bir hukuki yapı için toplumsal baskı kurulması gerektiği fikrindeyiz. Ancak egemenler Suudi Arabistada bir robota vatandaşlık, Azerbeycan'da pasaport vererek robotların cezalandırılabileceği hukuki zemini var etmeye başladılar bile.
Davos Toplantılarının bu seneki
konuşmacı konuğu Prof. Noah Harari de tam bunu diyor[37] ;
“ Belki de işin en tehlikeli kısmı bu. Bu sürecin ne getireceğini, nereye
kadar gideceğini öngöremiyoruz."[38]
--Iskartalar En Büyük Sorun
Büyük
kapitalistler de bu sorunu görüyor ve endişe ediyorlar. Ancak rekabet
yarışında geri kalma korkusu öyle kuvvetli ki; sonda bekleyen felaketi göre
göre, uçuruma doğru yapılan bu yarışı durdurmak, kimse için mümkün görünmüyor.
Bu sürece “Yaratıcı Yıkım” diyorlar. Mantığı “Kazanan
Hepsini Alır” üzerine kurulu. Geçmişte Kapitalistlerin en büyük masraf
kalemleri “işçi ücretleri” idi. Artık gelirden işçi ücretlerine ayrılan payın
neredeyse tamamı, geliştirilen teknoloji ile patrona kalacak. Mesela
Google'2012 de 14 milyar dolar kar ederken çalıştırdığı insan sayısı 38 binden
azdı. Ama General Motors'un 1979 yılında 11 milyar dolar kar elde ederken
çalıştırdığı insan sayısı 840 bindi. 1970’lerde 2 milyar dolarlık bir firmanın
ortalama istihdam ettiği çalışan sayısı 20.000’lerde iken, 2014'te 19 milyar
dolara Facebook’a satılan Whatsup'ta çalışan sayısı sadece 55'tir. 2011'
Apple'ın Kuzey Carolina'daki Maiden kasabasına inşa ettiği milyar dolarlık,
yüzlerce dönüme yayılan pahalı tesislerin sadece 50 tam zamanlı istihdam
yaratmış olması Amerika'da gündem olmuştur.
Bu "Yaratıcı Yıkım". Kapitalist, işçilerine hiçbir
şey vermeden neredeyse tüm karı kendinde topluyor. Kazanan hepsini alıyor ve
milyonlarca işsiz insanı sokağa savuruyor.[38-a]
Sorun şu ki; kazanan hepsini aldığında orta sınıf
tamamen yok olacak, pazar çooook daralacak demektir. İşçilere pay
ayrılmadığında üretilen ürünleri kim alacak? Hangi para ile alacak?
Zygmunt Bauman, "Dünya, ıskarta insan,
(işsiz) tüketilmiş mal ve eşyanın çöpleri ile doldu. Modernite için, bir varlık
olan insanın ıskartaya (çöpe) dönüşmesi ile eşyanın çöpe dönüşmesi aynıdır.
Atık insanlar hız kesmeden çoğalıp muazzam miktarlara ulaşırken gezegendeki çöp
alanları ve atığı geri dönüşüme sokacak araçlar giderek azalmakta.’ Bundan
sonra gündemimiz, ‘atık insanların ve insani atıkların[39] tasfiyesi’dir.[40] "
diyor.
Prof. Noah Harari’nin "işsizler" için kullandığı
terim ise "gereksizler."[41] Ve diyor ki; "Askeri ve ekonomik
olarak vazgeçilmez olan yoksulları korumak yerine kendi çıkarları için hareket
eden 20. yüzyıl elitleri, 21. yüzyılda üçüncü sınıf insanları (gereksizleri)
taşıyan vagonları (her ne kadar acımasız olsa da) tamamen geride bırakmak ve
sadece birinci sınıfla geleceğe doğru ilerlemek istiyor."[42] Yani elitler, geleceğin dünyasında alt sınıflardan kimseyi görmek istemiyor,
diyor.
“İnsanın şuur ve bilinç sahibi olmasının avantaj
olduğunu ve bu yüzden şuursuz, duygusuz robotların onların yerlerini
alamayacaklarını düşünenler için geleceğin dünyası bir hayal kırıklığına gebe:
Atlar, öyle ya da böyle bir bilinç sahibiydiler; sahiplerini tanırlar, evlerini
kendileri bulurlar, kızgınlık veya keyflerini belli ederler, sıcaklık ve sevgi
gösterirlerdi. Ama biz arabaları tercih ettik. Çünkü arabalar, daha çok yükü
daha uzun mesafelere taşıyorlardı. İşte sıradan insanlar da ROBOT-İNSANların
becerileri karşısında işlevsiz kalacaklar ve Egemenler; atları attıkları gibi gereksiz
insanları da bir kenara atacaklar".[43] diyerek
iddiasını ispata çalışıyor Prof. Harari.
--Peki Ne Olacak Bu Kadar İşsiz (Atık) ?
Muhtemeldir ki, kitleler bu soruya cevap bulması için
iki mercie dönüp bakacaklar: Birincisi devletler.
A) Devletler
1700’lerden önce devletler
meşruiyetlerini Tanrı’dan alıyorlardı. Kitleler Tanrı’nın halifesi, gölgesi,
kulu, temsilcisi olan devlet başkanına ya da Papa’nın kutsadığı krala, Tanrı
rızası çerçevesinde itaat ediyor, onun hizmetinde çalışıyor ya da
savaşıyorlardı.
Aydınlanma Hareketi
Tanrı’yı öldürünce insanları devlet için ölmeye, çalışmaya, fedakarlıkta
bulunmaya ikna edebilmenin başka yollarını aradı. Ve “Yüce Millet” miti
çerçevesinde “devlet” Tanrı’nın koltuğuna oturtuldu. Bayrak, vatan,
millet, milli marş vs gibi yeni kutsallar üretilerek yeni ibadet biçimleri
(törenler) geliştirildi. Devlet rızası ile Tanrı’nın rızası örtüştürüldü. Ancak
bu kavramlar çerçevesinde ikna edilebilenler hemen her toplumda %5-15 gibi
oranlarda kaldı. Bu sorunu çözemeyen modern ulus
devletler, toplumlarını para ile kiralayarak itaati satın alma
yoluna gittiler ve sadakatleri karşılığında toplumu ücretlendirmeye başladılar.
(Toprak hacmi Türkiye’nin 4-5 katı büyüklüğündeki Osmanlı Devleti'nin II.
Abdülhamit döneminin tamamında mülkiyeli memur sayısı 38.000 civarındadır.[45] 2017 yılında Türkiye Cumhuriyeti'nin MİT hariç memur sayısı ise 3 milyon 341 bin
358 iken; emekli, dul, yetim, malullük ve ölüm aylığı alanların toplamı ise 12
milyon 324 bin 186 kişiyi buldu.(2018 Ağustos verisi.)[46]
Ancak devletlerin her ay bu
kadar büyük bir kitleye maaş ödeyebilecek kaynakları (5-6 sömürgeci ülke hariç)
yoktu. [Hala yok] Bunun için sermayeye gittiler ve her ay maaşları ödemek için
borç istediler. Büyük tefeciler de onlara kendi şartlarını kabul etmeleri [yani
ülkenin kaynaklarını onlara açmaları] halinde bu parayı temin etmeyi kabul
ettiler. Karl Marx daha 1800’lerde “bunu kabul ettiklerinden beri iktidarlar,
zenginlerin idare kurulundan başka bir şey değiller... onlar çoktan sermayenin
tarafına geçtiler... kitlelerin iktidar diye gördükleri birer gölgeden
ibaret... İktidarlar meşruiyetlerini bu ilişkiyi gizleyebilmekten alırlar”
diyordu.
Dikkat ederseniz büyük tefeciler ne zaman borç vermeyi (memur, emekli maaşlarını ödemeyi) reddederlerse ya da geciktirirlerse gelişmekte olan ülkeler krizlere girerler. Sonuçta sermayenin istediği olur ve kriz aşılır.
Dikkat ederseniz büyük tefeciler ne zaman borç vermeyi (memur, emekli maaşlarını ödemeyi) reddederlerse ya da geciktirirlerse gelişmekte olan ülkeler krizlere girerler. Sonuçta sermayenin istediği olur ve kriz aşılır.
Üstelik büyük sermayelerin ulaşamadıkları, kontrolünü
ele geçiremedikleri kaynak neredeyse kalmadı gibi. Yani Sermayenin sadece fakirlere
olan ihtiyaçlarının değil, yerel iktidarlara olan ihtiyaçlarının da sonuna
geldik.
Modern ulus devletler toplumlarının sadakatini tüm
toplumu maaşa bağlayarak sağlamaya çalışırlar, demiştik: Ya eğer devlet para
basamazsa ne olur?
Elbette ki memurlar ve askerler sadakatlerini maaşlarını
verene (konforlarını sağlayana) yönlendirirler.[47] İşte
“digital para” denen yeni maaş ödeme yöntemi ulus devletlerin elinden para
basma/maaş verme yeteneğini almanın hazırlığı olarak düşünülebilir. Bazı büyük
şirketler, devletleri aradan çıkararak digital para ile maaş ödemeye başladılar
bile.[48]
Öngörümüz odur ki, büyük sermaye, kitlelerin içine düşeceği büyük sarsıntılardan doğacak öfke ve nefreti devletlerin üzerine yönlendirerek, kendi kitlelerinin elleriyle devletleri tasfiye edecek. Bu demektir ki, ulus devletlerin yakın zamanda daha da büyük sorunları olacak. Kendilerini kurtarma derdi fakirlere derman olma derdinden daha büyük bir dert olarak onların önünde durmakta.
Öngörümüz odur ki, büyük sermaye, kitlelerin içine düşeceği büyük sarsıntılardan doğacak öfke ve nefreti devletlerin üzerine yönlendirerek, kendi kitlelerinin elleriyle devletleri tasfiye edecek. Bu demektir ki, ulus devletlerin yakın zamanda daha da büyük sorunları olacak. Kendilerini kurtarma derdi fakirlere derman olma derdinden daha büyük bir dert olarak onların önünde durmakta.
Bize göre, “İşsizlere ne olacak?” sorusuna cevap verecek
ikinci ve gerçek muhatap Sermaye.
B) Sermaye
Geçmişte sermaye ve iktidarın, hizmetlerini görecek emeğe/köleye/işçiye ve servetini ya da çıkarını korumak için savaşacak askere ihtiyacı vardı. Fakirler, güçlülere bu hizmetleri vererek onların sermayesinden pay talep ederlerdi. Zengin ve fakir arasındaki bu karşılıklı bağımlılık (Interdependence) ilişki kırılmak üzere: Artık iktidarların ve sermayenin savaştıracak korkusuz robotları ve 7 gün 24 saat hiç yorulmayacak makineleri var. Üstelik ücret de istemiyorlar, itiraz etmiyorlar, gönülsüz olmuyorlar, sendikalaşmıyorlar, çocukları ateşlenmiyor, tatile çıkmıyorlar.
Robotların işsiz bırakamayacağı kesimler için de müjdeli
haberler vermek zor. Zira işsizlik miktarları arttıkça, arz yükselip robot
giremeyen alanlara yüklenme olacağı ve işçiler arası rekabet de artacağı için
doğal olarak iş bulabilenlerin de ücretleri aşağıya gelecek ve onların da hayat
koşulları zorlaşacak diye tahmin etmek zor değil.
Şehirlerde biriktirilmiş yığınlar işsiz kaldıklarında ve
devletler onları artık besleyemediklerinde ne yapacaklar? Birbirleri ile
korkunç bir varlık/yokluk ya da yiyecek savaşına mı girecekler? Bu noktada
Alain Touraine’nin sorusu hiç de boş bir soru değil: “Medeniyette
ulaştığımız zirve hayvanlığa (neandertal döneme) geri dönmekten mi ibaret?”[49]
Devasa şehirlere yığılmış devasa kitleleri (atık
insanları), devasa servetler biriktirmiş olan sermayenin desteklemesi gerekir:
“Çünkü o servetleri o fakirlerin hizmetleri ile biriktirdiler” şeklindeki
çağrıların bir karşılığı olduğunu düşünmüyorum.
--Sermaye, Gereksizlere / Iskartalara Destek Olur Mu?
Alain Touraine, “Tanrı olmayınca (Cennet, Cehennem)
devasa servetler biriktirmiş olan kapitalistleri, işçilerine ertesi gün işinin
başına dönebilmesi için ihtiyacı olan rakamın bir kuruş fazlasını vermeye ikna
edemiyoruz.”[50] diyerek şikayette bulunuyordu.
Tanrı, tam da bu işi yapıyordu. Kutsal kitaplarından tehdit ediyordu güçlü ve zenginleri: “Zenginlerin mallarında fakirlerin hakkı vardır.[51] Eğer onu vermez ve onlara zulmederlerse Cehennem ateşini yükseltiriz” diyordu. Aydınlanma Hareketi “fakirleri, güçsüzleri, yetimleri, garipleri koruyan Tanrı’yı” yok etti. Tanrı’nın olmadığı yerde hiç bir fakir, zenginlere dönüp “sizin yığdıklarınızda bizim hakkımız var” diyemez. Çünkü “kanuni” olarak buna hakları yoktur. Ve kanunları 300 yıldır sermaye yapıyor.
Bu ve bunun
gibi sermayenin fakirleri desteklemesi önerilerine Wendy Brown,
Regan’dan alıntılayarak bir cevap veriyor: “Başka milletlerin kendi kaderlerini
tayin etmelerine izin vermeliyiz”[52] , kibarca “kimseye yardım edeceğimiz yok,
herkes başının çaresine baksın” diyor. Zaten Wendy Brown da
“servet biriktirme ve serveti paylaşmama hakkının, İnsan Hakkı” olduğunu bu
konuda birilerini zorlamanın AHLAKSIZLIK olacağını da aynı kitapta söylüyor.[53] Yani
zenginlere fakirlere destek olun demek ahlaksızlık, üç beş zengini rahatsız
etmemek için milyarlarca insanı açlığa ve korkunç acılara mahkum etmeyi ahlak
olarak tanımlamayı teklif ediyor Wendy Brown. Dikkat edilirse geleneksel ahlak
kavramı alt üst edilip yeniden tanımlanıyor ve bir değer olan “başkalarının
açlığına sebep olan malı yığmayın” çağrısı, ahlaksızlığa dönüşüyor.
Tanrı, tam da bu işi yapıyordu. Kutsal kitaplarından tehdit ediyordu güçlü ve zenginleri: “Zenginlerin mallarında fakirlerin hakkı vardır.[51] Eğer onu vermez ve onlara zulmederlerse Cehennem ateşini yükseltiriz” diyordu. Aydınlanma Hareketi “fakirleri, güçsüzleri, yetimleri, garipleri koruyan Tanrı’yı” yok etti. Tanrı’nın olmadığı yerde hiç bir fakir, zenginlere dönüp “sizin yığdıklarınızda bizim hakkımız var” diyemez. Çünkü “kanuni” olarak buna hakları yoktur. Ve kanunları 300 yıldır sermaye yapıyor.
Tanrısız bir zeminden hareket eden Friedrich A.
Hayek, “herkes için minimum bir maaş garantisi veya insanın kendini ayakta
tutacak geliri kazanamadığında hayatını idare edebileceği bir tür güvenli zemin”
talebinde bulunarak, servetlerden fakirler için bir pay ayrılması gerektiği
fikrini savunur.
Ancak Hayvan Haklarının Siyasi Kuramı, ZOOpolis isimli
kitapta çok daha açık ifadeler var: “İnsanların hayvanlar üzerindeki
hayırserver despotluğu, onların ihtiyaçlarını karşılaması fikri, ahlaki açıdan iğrençtir:
Türlerin egemenliği, tıpkı milletlerin egemenliği gibi, ahlaki öneme sahiptir.
Bir canlı için gelişmek demek, bir ölçüde de önemli meseleleri kendi başına,
hayırsever de olsa insan müdahalesi olmadan halledebilmek demektir.”[54] Dikkat
edilirse ihtiyaç sahiplerine yardım etmek “hayırsever despotluk” diye
tanımlanırken; bunu teklif etmek İĞRENÇLİK, bunu talep etmek ilkellik,
gelişmemişlik oluyor. (Konunun Hayvan Hakları ile ilintisine ise ileride
değinmeye çalışacağız.)
Üstelik Prof. Harari de diyor ki, “Zenginlik içinde
şımarmış toplumları memnun edemezsiniz. Onlara daha çok yemek daha çok konfor
vererek sadece intihar oranlarını yükseltirsiniz.”[55]
Yani zenginlerin fakirleri desteklemesi, fakirlere zarar vermektir.
Açlıktan ölmeye ya da birbirlerini öldürmeye terk edilmeleri onlar için daha
iyidir.
Hülasası şu; sermayenin fakirlere destek olmasını istemek iğrençliktir, ahlaksızlıktır. Böyle bir şey mümkün değil. (Muhtemelen bahsettikleri sarsılma yoğun hissedilip, kargaşaya döndükçe “zenginlerin fakirlere yardım etmesini talep etmek” suç olarak da tanımlanacaktır.)
Hülasası şu; sermayenin fakirlere destek olmasını istemek iğrençliktir, ahlaksızlıktır. Böyle bir şey mümkün değil. (Muhtemelen bahsettikleri sarsılma yoğun hissedilip, kargaşaya döndükçe “zenginlerin fakirlere yardım etmesini talep etmek” suç olarak da tanımlanacaktır.)
Sermayenin, şehirlere yığılmış işsiz kitleler için
yardım etmek yerine başka teklifleri var: İşsizlerin/atık insanların 8 milyarı
bulan nüfuslarını 300-500 milyonlara indirmek. (Sayın Rockefeller’in, ışıklar
içinde yatmaya gitmeden kısa bir süre önce verdiği röportajda “sistemin
işlemesi için 300-500 milyon insana ihtiyacımız var. Gerisi fazlalık.”
kelimesinden hareketle veriyorum rakamı. Benzeri bir kelimeyi de CNN'in sahibi Ted Turner "Daha yüksek standartta yaşamak istiyorsak mutlaka dünya nüfusunu azaltmalıyız" diyerek kurmuştu. Öldürülmeden kısa bir süre önce verdiği
beyanatta Finlandiya eski Sağlık Müdürü Dr. Rauni Kilde, “ABD, hiçbir maddi kayıp yaşamadan, hatta
milyarlarca dolar kazanarak dünya nüfusunu üçte iki oranında azaltmayı
hedeflemektedir". diyerek bu rakamı teyit etmişti.)
Diyorlar ki, şehirlere yığılmış 8 milyarı
bulan kalabalıkları eğer ürememeye ya da üremeyle sonuçlanmayacak ilişkilere
razı edebilirsek birkaç nesil içinde sorun çözülür. Biz de onlara büyük acılar
çektirmek zorunda kalmayız.
Bu nasıl olacak?
Soykütük Teorisi ve toplumsal baş dönmesi ile.
Ne diyordu Wendy Brown, “Soykütüğün yaratmayı
hedeflediği baş dönmesi ile” yok etmeden sekteye uğratmak ve başka bir hikayeye
dönüşme olanağı” sunmak gerekiyor. “Alternatif hikayelere” girmeden önce burada
geçen Soykütük ve baş dönmesi kelimelerini biraz açmak istiyorum.
--Nietzsche ve Soykütük
SOYKÜTÜK, Nietzsche’nin meşhur teorisi.
(Nietzsche, Hitler Almanya’sının teorisyeni, “üst insan” ve “ari ırk” fikrinin de
babasıdır.)
Wendy Brown’dan hareketle Soykütük
Teorisinden anladığım şu:[56]
Evrime göre, insan maymunluktan iki ayak üstünde durmaya başladığı Neandertal döneme geçtiğinde ne Tanrı’yı biliyordu, ne ahlakı, ne edebi, ne paylaşmayı, ne haramı, ne helali, ne nikahı ne de diğer erdemleri. Tarih içinde ihtiyaç duydukça siyaseten keşifler yaptı ve bunları üretti. Ürettiklerinden en büyük ve tehlikeli olanı Tanrı’ydı. Tanrı ve diğer değerler (ahlak, namus, şeref, merhamet, doğruluk, paylaşım, aile vs) SANIdır, uydurmadır, uydurulmuşlardır. Bu sanılar “kazancınızı fakirlerle paylaşın” diyerek sermayenin birikmemesine, “doğruluk dürüstlük” diyerek kişisel gelişimin engellenmesine, “ahlak, namus, şeref” diyerek pazarların gelişmemesine, “ibadet” diyerek zaman israfına, “zulüm etmeyin, öldürmeyin” diyerek milyonlarca miskinin korunmasına sebep oluyordu. Yani Tanrı insanın paçalarından tutup onun ilerlemesini, GÜÇ elde etmesini engelleyen bir SANIydı. İnsanın ilerlemesi ve yeryüzüne hakim olmasını sağlayan aç gözlülüğü, hırsı, tamahkarlığı, tecavüzkar oluşu, sınır tanımaz hadsizliği, bencilliği, zalimliğiydi. Modern keşiflerin ve büyük sanayileri kuran sermayenin temeli korsanlık, sömürü, hırsızlık, gasp, talan ve yağma ile biriken servetlerdi. Bunlar Tanrı’nın tavsiyelerini dinleyerek yapılamazdı.
Biz Tanrı’ya karşı sorumluluklarımızı reddederek 200 yıldır dünyanın efendisi olduk. Ancak bu efendilik uzun süre gitmeyecek. Çünkü Tanrı’yı reddetmek bizi amaç boşluğuna düşürdü. Bu nihilizmdi. Kişinin, “yaşamın anlamsız” olduğunu düşündüğü ilk Nihilizm döneminin ardından Nihilizmin yıkıcı dönemi gelecek; o dönem de “karşıdakinin yaşamasının anlamsızlığı” dönemi olacak ve bu korkunç bir boğuşma ile neticelenecek (Nietzsche’ciler bu dönemin 2. Dünya Savaşı döneminde gerçekleştiğini düşünüyor.) Bu aşamadan sonra, hala dünyanın patronu olmak için Tanrı’yı ve O’na karşı sorumluluklarımızı reddetmek yetmeyecek: Bundan sonra Tanrı’dan geriye kalan hayaleti/hortlağı (yani Ahlakı-AHÇ) da yok etmeliyiz. Vurmamız gereken hedef, Ahlaktır.
Evrime göre, insan maymunluktan iki ayak üstünde durmaya başladığı Neandertal döneme geçtiğinde ne Tanrı’yı biliyordu, ne ahlakı, ne edebi, ne paylaşmayı, ne haramı, ne helali, ne nikahı ne de diğer erdemleri. Tarih içinde ihtiyaç duydukça siyaseten keşifler yaptı ve bunları üretti. Ürettiklerinden en büyük ve tehlikeli olanı Tanrı’ydı. Tanrı ve diğer değerler (ahlak, namus, şeref, merhamet, doğruluk, paylaşım, aile vs) SANIdır, uydurmadır, uydurulmuşlardır. Bu sanılar “kazancınızı fakirlerle paylaşın” diyerek sermayenin birikmemesine, “doğruluk dürüstlük” diyerek kişisel gelişimin engellenmesine, “ahlak, namus, şeref” diyerek pazarların gelişmemesine, “ibadet” diyerek zaman israfına, “zulüm etmeyin, öldürmeyin” diyerek milyonlarca miskinin korunmasına sebep oluyordu. Yani Tanrı insanın paçalarından tutup onun ilerlemesini, GÜÇ elde etmesini engelleyen bir SANIydı. İnsanın ilerlemesi ve yeryüzüne hakim olmasını sağlayan aç gözlülüğü, hırsı, tamahkarlığı, tecavüzkar oluşu, sınır tanımaz hadsizliği, bencilliği, zalimliğiydi. Modern keşiflerin ve büyük sanayileri kuran sermayenin temeli korsanlık, sömürü, hırsızlık, gasp, talan ve yağma ile biriken servetlerdi. Bunlar Tanrı’nın tavsiyelerini dinleyerek yapılamazdı.
Biz Tanrı’ya karşı sorumluluklarımızı reddederek 200 yıldır dünyanın efendisi olduk. Ancak bu efendilik uzun süre gitmeyecek. Çünkü Tanrı’yı reddetmek bizi amaç boşluğuna düşürdü. Bu nihilizmdi. Kişinin, “yaşamın anlamsız” olduğunu düşündüğü ilk Nihilizm döneminin ardından Nihilizmin yıkıcı dönemi gelecek; o dönem de “karşıdakinin yaşamasının anlamsızlığı” dönemi olacak ve bu korkunç bir boğuşma ile neticelenecek (Nietzsche’ciler bu dönemin 2. Dünya Savaşı döneminde gerçekleştiğini düşünüyor.) Bu aşamadan sonra, hala dünyanın patronu olmak için Tanrı’yı ve O’na karşı sorumluluklarımızı reddetmek yetmeyecek: Bundan sonra Tanrı’dan geriye kalan hayaleti/hortlağı (yani Ahlakı-AHÇ) da yok etmeliyiz. Vurmamız gereken hedef, Ahlaktır.
Soykütüğümüze dönmeli, kılavuzluğumuzu
neandertal insana yaptırmalıyız. Ne zaman şüpheye düşsek ona dönüp bakmalı, onda olmayana düşman olmalıyız.”
Yani Wendy Brown’ın Soykütüğün baş dönmesi dediği
şey; insanlığın tarih boyunca biriktirdiği değerlerin reddedileceği,
erdem ve ahlak diye bildiklerimizin ahlaksızlık, ahlaksızlık diye bildiğimiz
her şeyin erdem olarak tanımlanacağı bir kaos dönemi. Tam da bu tanıma uygun
olarak “fakirlere yardım edin” çağrısı ahlaksızlık olarak tanımlıyor ve “birinin
fakirlere yardım etmesi onun insani olarak gelişmemiş bir varlık olduğuna
delildir çünkü o sahip olma duygusundan yoksundur”,[57] iddiasını dillendiriyordu Wendy Brown.
Prof. Harari de, “Tanrı olmak istemek değil, Tanrı olmak
istememektir ahlaksızlık” diyordu Homo Deus’ta.
Uygulamanın pratiğini görmek için ahlakın alt üst
edilmesi ile ilgili iki örnek vermek istiyorum:
Suriye'de 16 yaşındaki kızla evlendi 16 yıl ceza aldı. - TCK
102. madde ile evlilik içi tecavüz diye
bir suç tanımlandı.[59]
“Erkeğin karısıyla rızası dışında ilişkiye girmesi” olarak tanımlanan bu suçun
cezası 2 yıldan 7 yıla kadar çıkabiliyor.[60] Hatta kadının ruh sağlığı bozulduğuna
dair bir kanaat oluşmuşsa iş ömür boyu cezaya kadar gidebiliyor. “Tecavüz mü yoksa gönüllü birliktelik mi”
olduğuna hukukun en temel ilkesi olan “suç, ispat edilene kadar masumiyet
karinesi” iptal edilip sadece kadının beyanı ile karar veriliyor.[61] (Bu
kanunun feminist hareket için önemli bir kazanım olduğunu feminist hareketler
de kabul ediyor.)[62]
Diğer taraftan son yüzyılda Freud’dan sonra dünyayı en çok etkileyen adam, 20. Yüzyılın ahlakını değiştiren adam[63] , cinselliği tabu olmaktan çıkaran bir dahi[64] gibi sıfatlarla anılan ve "Toplumsal Cinsiyet Eşitliği" fikrinin babası olan Alfred Kinsey (Alfred Kinsey’e tekrar döneceğiz), Human Female eserinde nüktedan bir şekilde “tecavüzle iyi vakit geçirmek arasındaki fark, kız sonunda eve döndüğünde ebeveynlerinin uyanık olup olmamasına bağlıdır”,[65] der.
Kinsey’in tecavüzün “bir seks oyunundan ibaret”[66] olduğuna ve “kolayca unutulabilecek bir şey olduğu”na dair fikirlerinin devamcıları olan Amerika, İngiltere ve İskandinav ülkelerindeki feminist hareketler, tecavüz rakamlarının çok yükselmesi ile “tecavüzün” suç olmaktan çıkarılıp “nezaketsiz” davranış olarak tanımlanması için gündem oluşturmaya çalışıyorlar.[67] Mesela Avusturalya’lı Feminist akademisyen Germaine Greer diyor ki; "Tecavüze ağır cezalar istenmesinin nedeni ataerkil kültürden kaynaklanıyor. Öyle büyütülecek bir suç değil... ... Tecavüzlerin çoğu aslında zarar vermiyor. Ama tecavüzün büyük bir cinsel şiddet suçu olduğu söyleniyor. Oysa çoğu -kocaların eşleri istemese dahi onları cinsel birleşmeye zorlaması gibi- tembellikten, pervasızlıktan ve duyarsızlıktan kaynaklanıyor. Tecavüzü korkunç bir şiddet eylemi olarak değil, rızaya dayalı olmadığı için iletişimin ve duyarlılığın olmadığı, aşkın bahsinin geçmediği kötü bir cinsel ilişki olarak düşünelim." Bu arada Türkiye’de de “tecavüz” tabirinin “cinsel istismar'a” dönüştürülmesinin de bu suça karşı tepkinin yumuşatılması olarak düşünülebileceği kanaatindeyim.
Bu noktada sık sık gündemimize getirilen ve muhtemelen
gittikçe daha sık gündeme getirilecek olan “Hayvan Hakları Kuramı”na yahut
“İnsan” tanımının yok edilmesi konusuna girmeyi gerekli görüyorum.
--Hayvan Hakları
“İnsan” ancak Tanrı’nın varlığı ile var olabilir.[68] "Tanrı, her şeyi yarattı ve sadece insana
ruhundan üfleyerek[69] O’nu hayvanlardan ayırdı, insan kıldı.
Hayvanları ve diğer mahlukatı da onun hizmetine koşarak, O’nu tüm mahlukatın
efendisi, kendisinin “halifesi” olarak görevlendirdi”, diyordu dinler.
Ancak Tanrı yok ise, insanın değerini aldığı kutsal
kaynak ya da kutsal görev ve sorumluluk da yoktur. Bu demektir ki, insanın diğerlerinin
üzerine otorite tesis etmesinin, “efendi” olmasının, onlardan fayda
sağlamasının dayanağı da yoktur. Tanrı’nın olmadığı yerde insan ancak, diğer
hayvanlardan biraz daha gelişmiş bir hayvan olabilir. Tersten de
söylenebilir; Tanrı yok ise; hayvanlar, gelişmemiş insanlardır[70].
Bir insan sırf daha iyi matematik sorusu çözüyor diye ya
da daha iyi resim yapıyor diye diğer insanlardan üstün ve farklı haklara sahip olamazsa,
insan da gelişmiş bir hayvan olarak sırf çevreden gelen verileri
daha karmaşık formüllerle değerlendirebiliyor diye, hayvanlardan üstün olamaz.[71] Dolayısı ile
insanın sahip olduğu her hakka hayvanlar da sahiptir, diyorlar.[72] (Evlenmek dahil.)
Bunun için bazı organizasyonlar
geliştirilmeye başlandı bile: Mesela Tek Sağlık İnisiyatifi (One Health
İnitiative) kendini, “İnsan sağlığı, hayvan sağlığı ve ekosistem sağlığının
birbirinden ayrı tutulamaz biçimde bağlı olduğunu dikkate alan Tek Sağlık;
doktorlar, veterinerler, diğer bilimsel sağlık ve çevre uzmanlarıyla işbirliği
ve dayanışmayı güçlendirmek, ayrıca bu amaçlara ulaşmak için önderlik ve ideare
mukavemeti düzenleyerek bütün türlerin sağlığını ve refahını teşvik etme,
geliştirme ve savunma amacını taşımaktadır.[73] ”... şeklinde tanımlıyor. Bu hareket doktorlar ile
veterinerleri bir araya getirme[74] hedefini güdüyor. Kanser, kalp krizi, diyabet, astım,
arterit, grip salgınları gibi ortak birçok rahatsızlıklardan beraberce muzdarip
olan insanlar ile hayvanlar arasında doktorluk-veterinerlik, hemşirelik-hayvan
bakıcılığı gibi ayrıştırıcı çizgilerin olmamasını savunuyorlar. Kemik, diş,
bağışıklık sistemi gibi birçok alanda eş biçimliliğin olması ve bu alanlarda
hem hayvanları hem insanları tanımlayacak ortak yeni tanımlar geliştirilmesi
gerektiğini düşünüyorlar.
Buraya kadar her şey normal gibi duruyor. (Zaten
arabalarının içinde diri diri yanan 5 kişilik ailenin haberi ancak kenar köşede
yer bulurken[75], ayakları kesilen
köpek haberinin[76] haftalarca
ekranlarda döndüğü bir ortamda bunlara itiraz etmek de kolay değil.)
Problem şurada ki; şu an mevcut insan nüfusunun
%80’i bile henüz bu hakların çoğundan (yemek, temiz su, barınak, güvenlik, özgürlük, onurlu hayat vs. )
nasiplenmemişken ineklere, domuzlara, köpeklere, farelere de bunları vaad
etmek nasıl mümkün olacak?
Hayvanları insanların seviyesine çıkarmak mümkün değil
ama insanları hayvan seviyesine indirmek pekala mümkün. Tabi
zengin/güçlüleri değil, güçsüz ve fakir olanları. (Yalnız zenginliğin ölçüsü
milyon dolarlar değil, milyar dolarlardır artık.)
İtalyan filozof, feminist kuramcı Rosi Braidotti, İnsan
Sonrası isimli eserinde; “.. insan sonrası kuramı,
insanmerkezciliğin kibrine ve insanın aşkın bir kategori olarak ‘istisna
addedilmesine’ karşı çıkar." derken felsefeci ve Hayvan Hakları
aktivisti Paola Cavalieri de onunla hemfikir; “İnsan Haklarından insanı
çıkarmanın vakti geldi.”[77]
Yani “İnsan” aşkın bir varlık değildir; dolayısı ile
“İnsan Hakları” diye özel bir kategoriden bahsedilemez. Hayvanlarla,
insanlar ayrı kategorilerde, ayrı haklarla savunulmamalı, tüm canlılar aynı
haklara sahip olmalıdırlar” diyorlar.
Prof. Harari de aynı fikirde ancak farklı sebeple: “İnsan Hakları ya da İnsan Eşitliği, en güçlü insanları hadım ederek süper insanların gelişmesinin önüne geçilebilir, hatta bunlarla Homo Sapiens’in bozulmasına ve soyunun tükenmesine bile neden olabiliriz.”[78] Anladığım kadarı ile İnsan Hakları seviyesinin çok yüksek olduğunu, Süper İnsanların hedeflerinin ya da hayallerinin önünde engel teşkil ettiğini ve bu engelin kaldırılması gerektiğini söylüyor Prof Harari. “Eğer seçkin bir millet insanlığın gelişimine devamlı ön ayak oluyorsa onu insan türünün evrimine bir katkı sağlamayan diğerlerinden üstün tutmalıyız[79]” derken de bu görüşünü destekliyor. (İnsan ırkının gelişmesine destek verenler en tepedeki zengin Angla Sakson Yahudi, beyaz kapitalistler, vermeyenler diğerleri mi? Harari “biz efendi olalım sizin köle olmanız gayet doğal, bunu garipsememelisiniz, kabullenin demeye çalışıyor.)
Prof. Harari de aynı fikirde ancak farklı sebeple: “İnsan Hakları ya da İnsan Eşitliği, en güçlü insanları hadım ederek süper insanların gelişmesinin önüne geçilebilir, hatta bunlarla Homo Sapiens’in bozulmasına ve soyunun tükenmesine bile neden olabiliriz.”[78] Anladığım kadarı ile İnsan Hakları seviyesinin çok yüksek olduğunu, Süper İnsanların hedeflerinin ya da hayallerinin önünde engel teşkil ettiğini ve bu engelin kaldırılması gerektiğini söylüyor Prof Harari. “Eğer seçkin bir millet insanlığın gelişimine devamlı ön ayak oluyorsa onu insan türünün evrimine bir katkı sağlamayan diğerlerinden üstün tutmalıyız[79]” derken de bu görüşünü destekliyor. (İnsan ırkının gelişmesine destek verenler en tepedeki zengin Angla Sakson Yahudi, beyaz kapitalistler, vermeyenler diğerleri mi? Harari “biz efendi olalım sizin köle olmanız gayet doğal, bunu garipsememelisiniz, kabullenin demeye çalışıyor.)
--Sadece Hayvan Hakları değil, aynı zamanda “Gelişmiş
Hayvanların” da hakları.
(Ya da İnsanın, evcil hayvanlık dönemi)
(Ya da İnsanın, evcil hayvanlık dönemi)
Eğer Rosi Braidotti’nin iddia ettiği
gibi insan, “insan tabiatına” ilişkin toplumsal sözleşme halini almış tarih
içinde üretilmiş bir uydurma[80] ise ve insan diye özel bir kategori yok ise, biz de sadece “gelişmiş hayvanlar” isek ve
insan evrimine katkıda bulunan o “süper insan”lardan da değilsek, egemenlerin
gözünde “hayvanlardan” hiçbir farkımız
yok demektir. O halde Egemenlerin, Hayvan Hakları” diye tartıştıkları şey süper
olamayan insanların (gelişmiş hayvanların) hakları meselesi değil midir? Bize
göre tam da bunu kastediyorlar ve aslında hayvan hakları diye tartıştıkları şey;
yeni kurulmakta olan düzende GÜÇLÜ olamayan insanların (gelişmiş şehir
hayvanlarının) konumlarını tayin etmeye yönelik sosyo-ekonomik politikalardan
ibaret.
Hayvan Hakları tartışmalarını, "fakir ve
güçsüzlerin yeni düzendeki hukuki zemini" tartışmaları şeklinde
okumak, çok komplocu bir yaklaşım gibi gelebilir. Ancak böyle düşünmenin,
kısırlaştırılarak nesillerinin tükenmesini bekleyeceğimiz domuz ve ineklere
tazminat verme tartışmalarında “Domuzlara nasıl bir tazminat vereceğiz?[81]” gibi saçma sorulara cevap
vermeye çalışmaktan da bizi kurtardığını da görmek gerekiyor.
ZOOpolis, Hayvan Haklarının Siyasi Kuramı kitabında;
insanların kendi menfaatleri için besledikleri hayvanların yumurtalarını,
etlerini, sütlerini, derilerini vs. gasp etmeleri, kullanmaları, yemeleri,
içmeleri vahşiliktir. İnsanın bu vahşi dönemi bitmeli ve hayvanlara,
insanlara tanınan tüm haklar tanınmalıdır, deniliyor. İnsanların zekileri,
daha az zekiler diye başka insanların etini yemez, sütünü içmez, derisini
giymezler. Hayvanlarla eşitiz, onların da etini yiyemeyiz, sütünü içemeyiz ve
onları sömürmek için çiftliklere, ahırlara, kümeslere hapsedemeyiz. Ancak
onları sömürmeyi bıraktığımızda yeni bir sorunla karşı karşıya kalacağız: “Barınaklara,
çiftliklere, kümeslere hapsedilmiş milyarlarca şehir hayvanına ne olacak?”,
denilerek asıl konuya giriliyor.
ZOOpolis isimli kitaptan evcil şehir hayvanlarına ne
olacağı ile ilgili tartışmaları birkaç madde etrafında özetlemeye çalışayım:
- Ehlileştirilmiş
hayvanların (yani işsiz atıkların) toptan, kitleler halinde bir seferde yok
edilmesi sorunun en hızlı çözümüdür.
Ancak bu çok zalimce ve korkunç acılara neden olacağından bu seçenek kabul edilemez.
- Ehlileştirilmiş
hayvanlar(ıskartalar), medeni insanların sağlayacağı ortamlarda, medeni
insanların yardımı ile yaşamaya devam etmelidir. Bu bir
tazminat olarak değerlendirilebilir.
Ancak bu onların doğallıklarına müdahale olacağından; böyle bir teklif, iğrenç ve ahlaksızca bir teklif olacaktır. Kabul edilemez.
- Doğada,
hayvan egemen alanlar var ederek onların şehirlerle/medeni insanlara
münasebetleri tamamen kesilip kendi hallerine bırakılmalılar.
Ancak şehirlerde yaşamaya alışmış ve doğal ortamda yaşama kabiliyetini kaybetmişleri tekrar doğaya salıp onların medeni dünyadan yardım almalarını engellemek dolaylı yoldan onları açlıktan öldürmek ya da birbirlerini vahşice katletmelerini beklemek anlamına geleceğinden bu da başka bir vahşet olacaktır ki, bu da kabul edilemez.
- Hayvan
egemen alanlara salınmış hayvanları dışarıdan destekleyerek süreç içinde
nüfuslarının azalmasına yönelik tedbirler alınmalıdır.
Ancak bu durumda geçiş süreci çok uzayıp nesiller boyu sürecektir. Bu da onlardan sorumlu olanlara ekonomik yük yükleyecektir. Ki bu halde 2. seçenekten bir farkı kalmıyor.
- Bu
sürecin hızlanması için hayvan egemen bölgelere bırakılan hayvanlar
"kısırlaştırılmalı" ve "nüfusları vasilerce sürekli
kontrol" altında tutularak bir iki nesilde soyları tüketilmeli ya da
en aza indirilmelidir.
En uygun seçenek bu olarak görülüyor.
Nitekim yazarın devamında verip tartıştığı bir örnek
konuyu açıklar nitelikte:
Yazar, komşusunun köpeğine, bahçe çitini aşan başka bir
köpeğin tecavüz ettiğini söylüyor. Köpek hamile kalmıştır. Köpeğin
başlangıçta istemediği ve kendi menfaatine olmayan ancak evrimsel içgüdüleri
nedeniyle sahiplendiği bu hamilelik karşısında onun sorumlusu ve yöneticisi
olan sahibine düşen görev nedir?
Cevap şöyle oluyor: Kendi menfaatlerini bilemeyecek
durumda olanlara karşı, tepki ve masraf ne olursa olsun kısırlaştırma/kürtaj,
hayvan vasilerinin ihmal edilemeyecek ahlaki sorumluluğudur.
Eğer bizim perspektifimiz doğru ise bu cümle;
sermayenin, devletlere verdiği bir direktif olarak okunabilir: Bedeli ve
masrafı ne olursa olsun toplumların fikrini sormadan, kontrolsüz üremeye izin
vermemek dolayısı ile nüfuslarını azaltmak devletlerin sorumluluğudur.
Bunu Prof. Harari’nin cümlesi ile beraber düşünelim: “Nasıl
ki Homo Sapiens (bugünün insanı) maymunlara ya da neanderthale “ne istersin”
diye sormamışsa, geleceğin süper insanı “Homo Deus” da bugünün insanı Homo Sapiens’e kanunları
yaparken, “Ne düşünüyorsun, ne istersin?” diye sormayacak.”
Burada hatırlatmak isterim ki; daha çok kısa bir süre önce yine Nietzsche’nin alt yapısını hazırladığı bir düşünce ile Avrupalı bir grubun Yahudi, Çingene, engelli vs. milyonlarca insanı hayvanlarla böceklerle bir gördüklerinde neler yapabildiklerini insanlık alemi şahit oldu. Yani bu hiç de ciddiye alınmayacak bir tehdit değil kanaatindeyiz. Dr. Haccac Ali “İnsanoğlu, -sadece Yahudileri değil- salt hayvan oldukları veya beşeri varoluşun uyumuna zarar veren nesneler oldukları bahanesi ile herkes kolaylıkla insanlıktan çıkarılabilir ve imha edilebilir” derken Yahudilerin böceklerle eş tutulduğunu hatırlatarak konuya dikkat çeker.
Abdulvahehhap El Messiri “Modernitenin ilk aşaması hem insanın hem doğanın tanrılaştırılması ile başlayan ancak paradoksal bir biçimde insanın trajik yabancılaşması ve yenilgisi ile sonlanan kahramansı veya Prometusçu bir seküler proje olarak okunabileceğini” söyler. Bizim kanaatimizde İnsanı Tanrılaştıran bir proje olarak yola çıkan Modernitenin insanı önce Hayvan kılacağı sonra tamamen yok edeceği bir sürece evrilmekte olduğu şeklindedir.
Burada hatırlatmak isterim ki; daha çok kısa bir süre önce yine Nietzsche’nin alt yapısını hazırladığı bir düşünce ile Avrupalı bir grubun Yahudi, Çingene, engelli vs. milyonlarca insanı hayvanlarla böceklerle bir gördüklerinde neler yapabildiklerini insanlık alemi şahit oldu. Yani bu hiç de ciddiye alınmayacak bir tehdit değil kanaatindeyiz. Dr. Haccac Ali “İnsanoğlu, -sadece Yahudileri değil- salt hayvan oldukları veya beşeri varoluşun uyumuna zarar veren nesneler oldukları bahanesi ile herkes kolaylıkla insanlıktan çıkarılabilir ve imha edilebilir” derken Yahudilerin böceklerle eş tutulduğunu hatırlatarak konuya dikkat çeker.
Abdulvahehhap El Messiri “Modernitenin ilk aşaması hem insanın hem doğanın tanrılaştırılması ile başlayan ancak paradoksal bir biçimde insanın trajik yabancılaşması ve yenilgisi ile sonlanan kahramansı veya Prometusçu bir seküler proje olarak okunabileceğini” söyler. Bizim kanaatimizde İnsanı Tanrılaştıran bir proje olarak yola çıkan Modernitenin insanı önce Hayvan kılacağı sonra tamamen yok edeceği bir sürece evrilmekte olduğu şeklindedir.
Ve sıradan insanlara “Nasıl bir dünya istiyorsunuz?”
diye sormadan kanunları yapıyorlar. Benim de aklıma İstanbul Sözleşmesi
geliyor.
--İstanbul Sözleşmesi: Alternatif Hikayeler ya
da Farklı Aile Formlarının Çatı Metni
Dünyada ilk olarak İstanbul’da, Türkiye'nin (hem de
şerhsiz) imzaladığı bir sözleşme olduğu için İstanbul Convention (Sözleşmesi)
adını alan bu çalışma, daha şimdiden (şerhler koyarak da olsa) 44 ülkenin imzaladığı
dünya çapında bir projeye dönüştü.
İstanbul Sözleşmesi, II. Dünya Savaşı sonrasında cephelerde
eriyen erkek nüfus nedeniyle ortaya çıkan işçi ihtiyacını, kadınları sanayiye
çekerek kapatmaya çalışan sermaye destekli projelerden biri olan cinsiyet
eşitliği projesinin devamı olarak düşünülebilir.
Egemenler, böylesi bir dönüşüme ihtiyaç duyuyorlar. Bu
anlamda böylesi bir dönüşümü hedefleyen İstanbul Sözleşmesinin, “Ailesiz Toplum
Projesi”, “Farklı Aile formları Projesi” veya “Aile Sonrası Toplumun Hukuki Alt
Yapı Çalışması” olarak okunabileceği kanaatindeyim.
--Neden Ailesiz Toplum?
Onların eleştirileri daha çok sermayenin birikmesine
engel olan süreçler üzerine yapılan eleştirilerdi. Sonraları egemenlerin şikayeti
ailenin, egemenlerin müdahale edemediği izole alanlar var ediyor olmasından
duydukları rahatsızlığa yöneldi. TV, eğitim süreci, okul, sanal ortam, iş
dünyası, askerlik yani hayatın her alanı egemenlerin kontrolü altında olmasına
rağmen; aile, egemenlerin öğretilerini hiç umursamayıp dilediği öğreti ile
(kontrol dışı) çocuk yetiştiren bir alan var ediyordu. Jack Goody,
"ailenin kontrolü; hem toplum sosyolojisinin, hem ekonominin, hem de nüfusun
kontrolü demektir."[84] derken; egemenlerin aileye olan ilgisinin
nedenine vurgu yapıyordu.
Dr Kilpatrick’e göre de , “aile denen şey nihayetinde, geri kalmış ayaklarımıza dolanıp bizi geri çeken bir kurumdan başka bir şey değildi.[84a] Judith Halbestam’ da “Aile hem modern kültürde hem de akademik kültürlerde insan etkileşiminin son derece gerici bir anlayışının cilalanması için kullanılan bir kavramdır. Toplumsal cinsiyet, cinsellik, cemaat ve siyaset hakkındaki kurumsallaştırmalarımızda aileyi unutmamız ve ödipal aktarımın düzenliliğini sekteye uğratmak için unutmayı bir strateji olarak benimsememiz gerekebilir.[84b]” derken Dr Kilpatrick gibi ailenin modernlik sonrası dünyanın baş belası olduğu fikrindedir.
Dr Kilpatrick’e göre de , “aile denen şey nihayetinde, geri kalmış ayaklarımıza dolanıp bizi geri çeken bir kurumdan başka bir şey değildi.[84a] Judith Halbestam’ da “Aile hem modern kültürde hem de akademik kültürlerde insan etkileşiminin son derece gerici bir anlayışının cilalanması için kullanılan bir kavramdır. Toplumsal cinsiyet, cinsellik, cemaat ve siyaset hakkındaki kurumsallaştırmalarımızda aileyi unutmamız ve ödipal aktarımın düzenliliğini sekteye uğratmak için unutmayı bir strateji olarak benimsememiz gerekebilir.[84b]” derken Dr Kilpatrick gibi ailenin modernlik sonrası dünyanın baş belası olduğu fikrindedir.
Ama her halukarda
insana (işçi ve asker olarak) ihtiyaçları vardı ve aileye muhtaçtılar.
Ancak eşiğinde olduğumuz “İnsan ötesi, robotik, yapay
zeka” çağında, sanayi sonrası toplumdan kalan milyarlarca insana ihtiyaç yok. Dolayısı ile atıkları/kalabalık nüfusu üreten
AİLE’ye de ihtiyaç yok.
Geleneksel aile, kalabalık nüfusu/atıkları üreten
mekanizma ve bu yüzden de egemenlerin en önemli hedefi. Mevcut
aile modelinde çiftler herhangi bir makamın kontrolüne tabi olmadan diledikleri
zaman ve diledikleri sayıda çocuk yapabiliyorlar. Bu da nüfusu egemenlerin
kontrolünden çıkarıyor.
Daha 1970’lerde Lavanta Tehdidi isimli lezbiyen hareket
yayınladığı 4 maddelik yönergenin 3.’sünde “Doğum kontrolü konusundaki bütün
tartışmalara meşru bir gebelikten korunma yöntemi olarak eşcinsellik de dahil
edilmelidir” diyordu(Lavanta Tehdidi, Sonuç Önergesi 3 Madde, Annamarie
Jagose, Queer Teoriye Bir Giriş, s:56)
Bunun için ailenin tanımı dahi değiştirildi: Kadın, erkek ve çocuktan müteşekkil aile “geleneksel aile” olup, geçmişi ifade eden bir değere dönüştürülürken, “modern aile”; çocuğun aileye ancak dışarıdan transfer edilebildiği[85] yeni aile formları[86] olarak kabul edildi. Böylece toplumların bu “farklı aile formları”na yönlendirileceği sürece girilmiş oldu.
Bu sürecin anahtar kelimesi, “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği.”
--Toplumsal Cinsiyet Eşitliği
National Geographic - Ocak 2017 9 yaşında erkek çocuğu ve Cinsel Devrim |
|
Medya araştırmaya büyük
ilgi (!) duyar ve öyle büyük bir sansasyon çıkarır ki; 1955 yılında
araştırmanın ikinci etabı yayınlanınca Amerika Barolar Birliği, Amerika Ceza
Sistemini değiştirmek zorunda kalır. O güne kadar Amerikan ceza
sisteminde "suç" olarak kabul edilen zina, çocuk erotizmi, kürtaj,
evlilik öncesi cinsel ilişki, karı-kocaların birbirlerini aldatması ve
eşcinsellik suç olmaktan çıkarılıp, normalleştirilir.[90]
Alfred Kinsey, bu araştırması ile cinsiyetin tanımını da değiştirir: İnsanların, fizyolojik cinsiyetlerinin yanısıra “yönelimlerine” göre de cinsiyetlerinin tanımlanması gerektiğini söyler ve Kinsey SkalaSI diye ünlenen bir skala yayınlar. Bu sklada, insanların karşı cinsten kendi cinsine kadar uzanan farklı eğilimleri olduğunu anlatır. Toplumsal Cinsiyet Eşitliği politikaları, daha çok kadın-erkek eşitliği talebi olarak gösterilse de, işte bu Kinsey Skalasında tanımlanan heteroseksüelden eşcinselliğe kadar uzanan ara formların, (LGBT; lezbiyen, gay, biseksüel, trans)[91] cinsel yönelimlerin eşitliği talebidir.
Alfred Kinsey, bu araştırması ile cinsiyetin tanımını da değiştirir: İnsanların, fizyolojik cinsiyetlerinin yanısıra “yönelimlerine” göre de cinsiyetlerinin tanımlanması gerektiğini söyler ve Kinsey SkalaSI diye ünlenen bir skala yayınlar. Bu sklada, insanların karşı cinsten kendi cinsine kadar uzanan farklı eğilimleri olduğunu anlatır. Toplumsal Cinsiyet Eşitliği politikaları, daha çok kadın-erkek eşitliği talebi olarak gösterilse de, işte bu Kinsey Skalasında tanımlanan heteroseksüelden eşcinselliğe kadar uzanan ara formların, (LGBT; lezbiyen, gay, biseksüel, trans)[91] cinsel yönelimlerin eşitliği talebidir.
Kinsey Scalası |
Kinsey Scalası ve İstanbul 2017 |
[Geçen yıllarda Kinsey’in çalışmalarının; büyük bir manipülasyon olduğu,[92] raporlarına kaynaklık eden çocuklara tecavüz ettiği, para karşılığı babaları ile küçük kızları ensest ilişkiye zorladığı, (Kinsey’in 7 yaşındayken öz babasına 20 seferden fazla tecavüz ettirttiği iddia edilen kızlardan biri olan Ester White, 12 Nisan 2014 tarihinde Birleşmiş Milletlere yazmış olduğu mektupta “babamı affedebildim ancak Kinsey’i asla” demişti.[93]) 4 Aylık çocukların cinsel performansını nasıl ölçtüğünü, çocuk seksi ve çocukların cinsel kapasiteleri ile ilgili bilgileri nasıl elde ettiğini açıklamadığı, sıradan insanlar diye tanıtılan deneklerin para ile kiralanmış seks işçileri oldukları, söylediği kadar deneğe hiç bir zaman ulaşmadığı gibi bir sürü eleştiri almış olsa da scala asla medyanın gözünden düşmedi.94] Liberty Counsel’in kurucusu ve Dekanı Mathew Staver'ın,[95] da, “Alfred Kinsey ve Kinsey Enstitüsü, işledikleri devasa sahtekarlıktan sorumlu tutulmalıdır” diyerek Enstitü hakkında bulunduğu soruşturma talebi de karşılık görmedi.]
Ancak biz “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” politikalarının, toplumsal eşitlikten ziyade, toplumun LGBT ilişkilere yönlendirmesi, yayılması ve meşru zemine taşınması politikaları olduğu[96] kanaatindeyiz.[97] (Toplumların arasındaki cinsiyetli, cinsiyetsiz eşitsizliklere, gelir dağılımdaki korkunç uçurumların etkisini fark edemeyen bir eşitlik anlayışının, egemenlere yönelecek öfkeli bakışları başka yerlere yönlendirerek sermayeyi koruma işlevi gördüğünü düşünüyoruz. Aynı umumhaneye düşmüş, alınıp satılan bir kadına, “Senin çalışman kötü bir şey değil, devam et! Sen fahişe değilsin, seks işçisisin.” demenin gerçekte kadını onore etmek değil onu pazarlayanı korumak, olması gibi.)
İstanbul Sözleşmesi'nde “Toplumsal Cinsiyet”. “Toplum
tarafından yüklenen ve sosyal olarak kurgulanan roller, davranışlar ve eylemler
anlamına gelir[98] ... taraflar, kadın
erkek için kalıp rollere dayanan ön yargıları, örf ve adetleri, gelenekleri ve tüm
diğer uygulamaları ortadan kaldırmak amacıyla kadın ve erkeklere ilişkin
toplumsal ve kültürel davranış modellerinde değişim sağlamak için gerekli
tedbirleri alır.... Taraflar; kültür, gelenek, görenek, din veya sözde
‘’namusun’’ işbu Sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet eylemi için gerekçe
oluşturmamasını sağlar[99]” deniliyor.
Yani din, gelenek, örf, namus vs’den hareketle kimseye
bir davranış kalıbı bir toplumsal rol yüklenemez; bu İnsan Haklarını ihlaldir, devlet
bunun tedbirini almalıdır, deniliyor.
Ebeveynin çocuğuna “sen kızsın” ya da “erkeklere
yakışmaz” vs demesi, namus, şeref, edep, haya, utanma tavsiyesinde bulunması, pembe
bisiklet, bez bir bebek, oyuncak asker alması, etek giydirmesi cinsel rol
yükleme ve yönlendirme oluyor. Eğer, “sen kızsın” kelimesi ikaz maksadıyla
söylenmiş ya da ses tonu veya yüz ifadesi sertleşmişse bu sefer konu “çocuğa şiddet”
kapsamına giriyor.
Toplumun binlerce yılda ürettiği gelenek, örf veya
dinden gelen değerler ya da öğretilmiş cinsel roller şiddet ve baskı üretirler.
Eğer bu baskı ve yönlendirme yok edilirse çocuklar, toplumun dayattığı
geleneksel “erkek” veya “kız” rollerine girmek zorunda kalmayıp daha özgür,
daha eşit olup ezilmekten kurtulabilecekler, iddiasındalar. Üstelik kendi
cinsel eğilimlerine yönelebilecekler ve içlerindeki mesela translık veya gay’liği
ortaya çıkarıp; özgürce yaşayabilecekler.
Bu nedenle olsa gerek Toplumsal Cinsiyet Eşitliği konusu
üzerine Milli Eğitim Bakanlığının yapmış olduğu faaliyetler çok yoğun.[101] (Ancak gerek Milli Eğitim Bakanlığında
gerek Kadın ve Aileden Sorumlu Bakanlıktan yayınlanan “Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine”[102] dair yayınların topluma hala sadece
kadın vurgusu üzerinden duyurulması, ifadenin başındaki “toplumsal” kelimesinin
ne anlama geldiğinin altının çizilmemesini dikkate değer buluyorum.)
Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde hayata geçirilen ETCEP[103] (Eğitimde Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Projesi)
Tüm okulları toplumsal cinsiyet eşitliğine duyarlı hale getirecek araçları
geliştirmek için amaçlarını şöyle sıralıyor: “Eğitim politikaları ve
mevzuatını, öğretim programlarını ve ders kitaplarını gözden geçirerek,
toplumsal cinsiyet eşitliğine yönelik tavsiyeler oluşturmak ve bunları
yetkililere iletmek. Eğitimciler için eğitim paketleri oluşturarak, çok sayıda
eğitimciyi eğitmek. Okul ve yakın çevresinden başlayarak, toplumun farklı
katmanlarında toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda farkındalık yaratmak.”
ETCEP’in alt projesi olan OTCETA[105] (Okullar için Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Teminat Aracı) ile hazırlanan Toplumsal
Cinsiyet Eşitliğine Duyarlı Okul Standartları Kılavuzu[106] ve El Kitabı[107] ile tüm Türkiye çapında bir standardın oturtulması için oldukça mesafe alındı.
(Yandaki cinsiyetsiz resimler Okul Temelli Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Kampanya
Kılavuzundan alınma)[108]
Türkiye’de Toplumsal
Cinsiyet Eşitliğinin toplumda yerleşmesi için Batılı ülkeler de desteklerini
esirgemiyorlar. Mesela Hollanda Kraliyet Ailesinin desteği ile yapılan “Ne var,
Ne yok. Gençlerle Güvenli İlişkiler Üzerine Çalışmak"[112] ve Norveç Toplum Güvenliği Bakanlığının desteğiyle yapılan “ANKA, Çocuk Destek
Programı[113]”
gibi projelerle ortaokul ve lise çağındaki gençler ve onların eğitimcileri
Toplumsal Cinsiyet Eğitimi, Cinsellik, Flört, Güvenli Seks, Hamilelik ve
Hamilelikten korunma gibi konularda bilinçlendirilmeye çalışılıyor. Ancak bize
göre bu dersler bir bilinçlendirmeden çok öğretme, yaygınlaştırma, özendirme,
meraklandırma, meşrulaştırma, yayma işlevi görüyor. Ortaokul çocuğuna senin
flört seçme hakkına kimse karışamaz, flörtünü şöyle seçeceksin, ilişkiye böyle
gireceksin, hamile kalmaktan böyle korunacaksın, gaylik şöyle bir şeydir,
lezbiyenlik böyle hissetmektir demek onun ilgisini çekmek, merakını uyandırmak
ve kışkırtmaktan başka bir şey değildir, kanısındayız.
Üniversitelerimiz de sürecin gerisinde kalmadı(!): YÖK
aldığı bir karar ile üniversitelere, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Dersini[114] zorunlu hale getirdi ve Toplumsal
Cinsiyet Eşitliği Tutum Belgesi yayınlayarak, Yükseköğretim Kurulunun bütün
bileşenlerinde Toplumsal Cinsiyet Eşitliği’ne duyarlı olarak hareket
edileceğini taahhüt etti.[115]
Eğitim de “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” konusunda en ileri gitmiş ülke olan İsveç, içinde cinsiyete dair hiç bir uyaranın bulunmadığı, her çocuğun aynı renk ve tarz giyinip aynı oyuncaklarla oynadıkları öncü okulları kurdu bile. (Cinsiyetsiz okullar, Avrupa toplumundan bile “yeni bir tarikat”ın dünyaya dayatılması eleştirisi ile karşılandı.[116] SSCB dönemindeki kolhoz uygulamalarının modern zamanlara geri dönüşü demek daha mı uygun olurdu acaba?)
--Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilatında Sorun Daha Büyük
Yalnız iş Diyanet Teşkilatına geldiğinde sorun çok daha büyük; İstanbul Sözleşmesi, ”toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı ön yargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların kökünün kazınması amacıyla... (“kökünü kazımak”, hukuka yakışan bir ibare olmamasına rağmen aynen bu şekilde İstanbul Sözleşmesi'ne girmesi teklif ediliyor.) devletin yükümlülüğüdür, diyor.[117]
Dikkat buyurun, bizim gibi toplumlarda toplumsal
eşitsizliklerin kaynağı denilen şey, genelde dini metinlerdir. Diğer
kutsal kitaplarda olduğu gibi, Kur’an-ı Kerim’de de geçen Lut Kavmi, eşcinsel ilişkiler
ve kadın erkek ilişkileri üzerine olan ayetler ile Arapçanın yapısından
kaynaklı dişil ve eril (müzekker-müennes) kelimeli ayetlerin tamamı bu konunun
kapsamına giriyor. 2011 yılında imzalamış olduğumuz İstanbul Sözleşmesi tam
olarak yürürlüğe girerse ya Kur’an’ın ve diğer Kutsal ve dini içerikli kitapların
(İncil, Tevrat, Talmud, Buhari, Tirmizi, Müslim, Mesnevi vs.) yok edilmesi ya da
yeniden yazılması(!) gerekecek. Bu hali ile Kur’an’ın ve diğer Kutsal
Kitapların okunmasının, okutulmasının, duyurulmasının, nesillerden nesillere
aktarılmasının önüne geçmek devletin sorumluluğudur.
Bu nedenle olsa gerek ki; devletin Toplumsal Cinsiyet
Eşitliği ve LGBT ilişkilere yönelik devlet politikaları ile dini söylem
arasında bir uyum sağlamaya yönelik Diyanet İşleri Başkanlığının yaptığı
çalışmalara, 2005 yılında Kızılcahamam’da yapılan toplantıdan beri devam[119] ediliyor.[120] Ancak Diyanet Teşkilatı
açısından Kur'an'ın ve neredeyse tüm diğer dini metinlerin yasaklanmasını
gerektirecek bir süreci savunmanın veya buna uygun bir dil geliştirmenin
zorluğunun da aşikar olduğunu düşünüyorum.
Toplumsal
Cinsiyet Eşitliği üzerine özel sektörün faaliyetleri çok daha yoğun: Ariel’in #ShareTheLoad, Dove’un #SpeakBeautiful, Unilever’in #unstereotype ve Badger&Winters’ın #WomenNotObjects[121] gibi
bir çok firma twitterla ortak düzenledikleri kampanyalarla reklam ve internet
sektöründeki cinsel ayrımcılığı hatırlatan kelimelerle mücadele başlattılar. Arçelik’te
whatsup gruplarında cinsiyeti çağrıştıran kelimeleri takip etme kararı aldı.[122] Büyük sermaye
şirketlerinden [123]
“Toplumsal Cinsiyet
Eşitliği” konusunda sorumluluk almayan yok gibi. Çok büyük bir gayretle ve
STK’larla beraber son 10 yılda yapılan çalışma sayısı binleri aşmış durumda.
HAKK için Yeni Söz Gazetesi 22.11.2018 |
2017 yılında Brezilya’da homofobiye karşı kurulan 16
takımlı LiGay-LGBTi+ (LiGay Nacional de Futebol) ilk sezonunu tamamladı.[129] Henüz uluslar arası bir turnuva ya dönüşemesede bu yöndeki çalışmaların devam
ettiği söylüyorlar.
“Toplumsal
Cinsiyet Ayrımcılığı”na neden olduğu için sosyal medya, tv ve yazılı basındaki
kelimeleri dahi takip edip, bu kelimeler yerine cinsiyeti hatırlatmayan kelimeler
öneriyorlar.[130] Rahatsız oldukları kelimelerden bazıları baba,
ana, anne, dede, nene, ata, atasözü, namus, kız, birader, kadın, hanım, hanımefendi, bey, beyefendi, bayan, hatun, bacı, bey, beyler, adam, ağa, er, efe,
dayı, amca, teyze, hala, ağabey, oğlan, delikanlı, yiğit, babayiğit, cadı,
aslan parçası, kral gibi[131] vs..
Trafik tabelalarındaki çöp adamların
adam olmasını da cinsiyet ayrımcılığı olarak gündeme taşıyorlar[132],oyuncak üreten firmaların kız ve erkek çocuklara farklı oyuncaklar üreterek cinsiyet ayrımcılığı yaptığı iddiasını da. [133] Diğer taraftan kız ve erkek çocuklara yönelik oyuncak üretimi baskılamak isteyenler Trans formatında üretilmiş oyuncakları Carrefour marketler zincirinin raflarına yerleştirdiler, bile.[134]
Tuvaletleri,
kadın ve erkek tuvaleti diye ayırmanın cinsiyet ayrımcılığı olduğunu iddia edip,
kadın ve erkek beraberce tuvaleti kullanmanın özgürlük olduğunu da söylüyorlar.[135]
Samsun’da bir hareket kamu binalarında tuvaletlerdeki bay/bayan ifadelerinin
kaldırılması için kamuoyu çalışmasına başladı bile.
[136] Belçika’da[137] Almanya’da[138] Manchester
United Futbol Kulübü[139] de
ortak tuvalet uygulamasına geçenlerden. ( Bu uygulamanın kadınlara nasıl bir fayda getirdiğini anlayabilmiş
değilim. Daha çok Kinsey'in bahsettiği eğlenceli(?) tecavüz için uygun ortam
hazırlığı gibi geliyor bana.)
Ortak tuvalet uygulamacılarından olan İsveç’te erkeğe
“han” kadına “hon” denilmesinin cinsiyet eşitliğine aykırı olduğunu fark
edenler her iki cinse hitap eden “hen” zamirini ürettiler ve kullanmaya
başladılar.[140] Buna Nötr cinsiyet hareketi diyorlar. Bu hareket tuttu ve ilk cinsiyetsiz ya da
nötr cinsiyetli pasaport Hollanda’da verildi.[141]
Ancak çocuklar erkek veya kız gibi çizilirse eşitsizlik
ve yönlendirme olduğunu söyleyip karşı çıkanların, karakterler “cinsiyetsiz”
çizildiğinde LGBT formlara yönlendirme olduğunu fark edememelerinin bir gaflet
olduğunu düşünmüyorum.
Diğer taraftan bir kadın hastaneye başvurup, “doğum için
kadın hekim istediğinde” veya “muayene esnasında erkek hekim yardımcısı
olmasın” dediğinde, bu devletin “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” politikalarına
ters oluyor[142] iken aynı devlet ekonomide
kadın istihdamını artıracağını[143] söyleyerek[144] cinsiyetçi bir politika
uygulayabiliyor. Yani vatandaş kadın bile olsa muhatabının cinsiyetini fark
ederse eşitlik bozuluyor ama egemen, işçisinin cinsiyetini fark ederse
bozulmuyor.
Sorunun bir başka yönü ise, “Cinsel Yönelim” ve “Toplumsal
Cinsiyet” gibi kavramların muğlaklığının getirdiği sınırların belirsizliği.
Mesela
“Cinsel Yönelim” ibaresi LGBT’lileri (Lezbiyen, Gay, Biseksüel, Trans)
kapsarken Ensest[145] (aile
içi), Pedofili (çocuklarla seks), Zoofili (hayvanlarla seks), Nekrofili(ölülerle
seks), porno veya seks bağımlısı gibi
farklı “eğilimleri” kapsıyor mu, belli değil. Kapsıyorsa düzenlemelerde neden
onlar dikkate alınmıyor, kapsamıyorsa “neden kapsamıyor, eksiklikleri nedir”
oda belli değil. (LGBT ilişkileri destekleyenlerin de bu konudaki tartışmaları kendi
içlerinde devam etmektedir. Mesela LGBT’nin sonuna eklenen Q:Querr ifadesini
tanımlarken Annamarie Jagose[146] “queer kromozomal cinsiyet, toplumsal cinsiyet
ve cinsel arzu arasındaki sözde değişmez ancak tutarsızlıklarla örülmüş
ilişkileri çarpıcı şekillerde ortaya koyan ifadelerle... cinsellik, toplumsal
cinsiyet ve cinsel arzu arasındaki uyuşmazlıkları tanımlamaya çalışır.[147]” denilir.)
Daha
farklı eğilimliler, “uygulamalar, ölülere, hayvanlara, amcasına veya kendi kızına eğilimi olanları da
dikkate almalı” dediklerinde “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” nasıl sağlanacak,
oda belli değil. Kimin “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği”nin korumasına gireceğinin
tamamen feminist örgütlerin keyfiyeti ile belirlenmesini adil bir uygulama
olarak değerlendirmek mümkün değil kanaatindeyiz.
Tanrı'nın ya da tabiatın değerlerini kabul
etmediğimizde neyin meşru, neyin hastalık, neyin sapma olduğuna dair toplumsal
uzlaşılar da kalmıyor. Bu durumda iyiyi kötüyü kim belirleyecek?
Elbette medya. Yani Kapitalist Sermaye.
Kore Filimleri Ne işe Yaradı?
|
--Farklı Aile Formları / Alternatif Aile Modelleri
Geleneksel Aileyi YIKAN 10 Başarılı Dizi |
Üstelik İstanbul Sözleşmesi, tarihte ilk kez “Cinsel
yönelim”in ve “Toplumsal Cinsiyet”in çok muğlakta olsa tanımı yapıp LGBT
ilişkileri koruma altına aldı.
[149] Diğer taraftan da karı-koca tanımlarının yanına bir de “partnerler[150] ” ifadesini ekledi. Üstelik partnerlerin tanımı da yapılmayıp, ucu açık bırakıldı.
[149] Diğer taraftan da karı-koca tanımlarının yanına bir de “partnerler[150] ” ifadesini ekledi. Üstelik partnerlerin tanımı da yapılmayıp, ucu açık bırakıldı.
Medyayı takip ederek yönlendirildiğimiz veya toplumda
meşrulaştırılmaya çalışıldığını düşündüğümüz partner tiplerinden birkaçını
buraya alıntılamak istiyorum.
-- LGBT Partnerler
Avrupa Birliği çerçevesinde LGBT evliliklerin önündeki kanuni engellerin kaldırılma süreci hemen hemen tamamlandı.[151] Avrupa Adalet Divanı, tüm Avrupa Birliği (AB) üyesi ülkelerin, eşcinsel vatandaşlarının birlik dışındaki ülkelerde yaşayan eşler ile yaptıkları evliliklerin de resmen tanıması gerektiğine karar verdi.[152] Böylece LGBT evlilikleri tanımayan birlik üyesi ülkelerin kanunları aşılmış oldu.
Subliminal
mesajlar yüklü,[155] “küçük yaşta kendi özgür
seçimini yapmış çocuk"[156] haberleri
(Ergenliğe dahi ermemiş çocukların “nasıl cinsiyet seçiminde bulunduğu”
konusuna hiç girilmeden) ve “eşcinsel ailelerin çocukları daha mutlu oluyor[157]” gibi yönlendirme haberler
sosyal ve yazılı medya da düzenli aralıklarla yayınlanarak LGBT formlar
toplumsal bilince yerleştiriliyor. [158]
Kamuoyunun
önünde tanınmış ve rol model haline gelmiş ünlülerin “yeni birliktelik formuna
uygun” ilişkilerinin[159] özendirici bir dille medya
üzerinden topluma taşınması, çarpık ilişki biçimlerinin zihinlerde
meşrulaştırılması için kullanılan bir başka yöntem.
Bu arada artık cinsiyet değiştirme ameliyatı diye bir ameliyat da yok; cinsel uyum ameliyatı var.160] Hatta devlet bu tür cinsel uyum ameliyatlarında koruma altındaki ya da sigortalı bireylerinin ameliyat masraflarını bile karşılamaya başladı.[161]
LGBT birlikteliklerin bir başka yönü daha var. LGBT hayat formlarında yaşayanların ömür ortalamaları geleneksel aile ortamlarında yaşayanlardan hayli kısa. HIV, Hepatit B, C gibi ölümcül hastalıklar, uyuşturucu, intiharlar, öldürülme gibi sebeplerle ortalama ömürleri toplum ortalamasının çok altında.[162] Bunun onlara yapılan sigorta, emeklilik vs ödemlerinin çok kısa olması ile ilintisi ve LGBT'lilerin öldüklerinde miras bırakamamaları ve mülkün bitmez bir süreklilik içinde varislere nakledilmesi sürecinin noktalanarak, iktidarlara devredilmesinin önünü açmasının egemenler üzerindeki cezbediciliği hakkındaki tartışmalar ise meselenin bir başka yönü.
--Robot Partnerler
Egemenlerin
çocuksuz aile için, düşündükleri bir alternatif de robot partnerli birliktelikler.
Gelişen robot teknolojisi “robot partnerleri” ya da “robot seks
işçilerini” günlük hayatımıza soktu bile. Her türlü cinsel fanteziye
en uçlara kadar hizmet verebilecek olan bu robotlar, insan tenine yakın
derileri[163] ile bilhassa yalnız erkeklerin
yeni partnerleri olmaya aday.
Dünyanın ilk robot genelevleri Rusya[164] ve
Barcelona’da[165] hizmet vermeye
başladı. Ekonomik gücü olanlar satın alıp evlerine götürebilir, gücü
olmayanlar da ufak bir ücret karşılığında hizmet alabilirler. (Robot partnerler
işinin ne kadar ciddi olduğunun sanal ortamda yapılacak ufak bir gezinti ile
fark edilebileceği kanaatindeyim.)
ABD’nin California eyaletinde açılacak “Eve’nin Düşleri”
isimli robot genelevinde, rızaya uygun ilişki konseptine uygun olarak robotla
beraber olmadan önce kafeteryada bir müddet sohbet etmek mecburi tutulacakmış.[167]
Espri yapabilen, “insanüstü” performansa sahip ”Seks
robotlarının” kadınlar için hazırlanmış olanlarının da var olduğunu söylemeye gerek
yok sanırım.
Suudi Arabistan Hükümeti robotlara vatandaşlık veren ilk ülke oldu. Vatandaşlığın bir boyutunun da“evlenme hakkı” anlamına geldiğini hatırlatmak istiyorum. Geleceğin “farklı aile form”larından biri de partnerlerden birinin bir robotun olduğu (şu anda ortalıkta gezemeseler de verecekleri cinsel tatmin hizmeti ile) robot aile olacak sanırım. Hatırlatırım Robotlarla ilişkilerde de çocuk olmuyor.
Suudi Arabistan Hükümeti robotlara vatandaşlık veren ilk ülke oldu. Vatandaşlığın bir boyutunun da“evlenme hakkı” anlamına geldiğini hatırlatmak istiyorum. Geleceğin “farklı aile form”larından biri de partnerlerden birinin bir robotun olduğu (şu anda ortalıkta gezemeseler de verecekleri cinsel tatmin hizmeti ile) robot aile olacak sanırım. Hatırlatırım Robotlarla ilişkilerde de çocuk olmuyor.
-- Pedofili Partnerler
Avrupalı dergilerde ERKEK çocuklar |
Amerika ‘da California‘da kurulan Rene Giuon Derneği 2500 üyesiyle, 8 yaş altında çocuklarla seks yapmayı hedeflediklerini kamuoyuna duyurup kendilerine bir slogan bile belirlemişler: “8 yaşında seks yap yoksa çok geç kalmış olursun.”[171]
Uzakdoğudaki 5 ülkenin neredeyse tüm geliri, seks ve
özellikle çocuk seksi sektöründen olup müşteri sıralamasının en başında
Avrupalı turistlerin geliyor olması da Avrupa’da herhangi bir rahatsızlığa
neden olmuyor.[172] (Kilisenin bile bu işten
kendini uzak tutamadığını ve bu durumun istisna denebilecek boyutun üzerinde
olduğunu da hatırlatmak isterim.)[173]
Ne yazık ki Türkiye’de bu sektörden uzak değil. Her yıl
ortalama 20.000 kişi Türkiye’den Tayland’a çocuk seksi için seyahat ettiği
bilgisi haberlere düştü.[175]
Pedofiliyi savunan dernekler[176],
Avrupa’da 14’lü yaşlardan başlayan[177] serbest cinsel yaşam yaşının (rıza
yaşı) 10 yaşa[178] (8 yaş diyen de var)
indirilmesi gerektiğini, çocukların da diledikleri ile seks yapabilmelerinin
İnsan Hakkı olduğunu ve bu hakkın din, gelenek, örf ve aile (anne-baba) tarafından
engellenmesinin İnsan Haklarını ihlal olduğunu söylüyorlar. Ve bunu,
“çocukların seks hakkı engellenemez” şeklinde insan hakları beyannamesine de
sokmak için mücadele veriyorlar. (Bahsi edilen, çocukların kendi
aralarındaki ilişkisi gibi görünse de, öyle değil. Zira Yeşiller Partisi’nin
içinden bile “Çocuğun partnerini seçme özgürlüğüne de karışılamaz. Kim
çocuğun gönlünü ederse şiddet içermediği sürece onunla seks yapabilmelidir
iddiası[179] dillendirilebiliyor.)
Bu istek, çok daha devrimci bir şekilde İstanbul
Sözleşmesine girdi: “’kadın’’ kelimesi 18 yaşın altındaki kız çocuklarını da
içerir [180] denilerek, kız
çocuklarının seks hakkı “0” yaşa kadar koruma altına alınmış oldu. Böylece
evlenirken 18 yaşında “çocuk” sayılan kızlar, cinsel ilişkide “0” yaşında
“kadın” sayılabildiler.[181]
Erkek çocuklar da kız çocuklar da daha dişi |
Aslında pedofilik uygulamalar uzun süredir çocuk modelliği adı altında, reklam ve gösteri sektöründe yasallaşmış durumda. (Modellik adı altında çocuklara çektirilen resimlerin, yaptırılan showların pedofilik bir sektörün ihtiyacını karşılamak üzere kurgulandığını ve bunun legal olduğunu hatırlatırım.)
Vlada
Dzyuba, 13 yaşında mankenlik yaparken sahnede yorgunluktan öldüğü iddia edildi. |
Eğer, “1 yaşındaki bir bebeğin nasıl bir cinsel isteği
olacak ki?” diye sorabilecek olan olursa Freud’un “bebeğin
dudaklarını annesinin memesine doğru uzatmasını seks isteği” olarak
tanımladığını hatırlatmak isterim.
Üstelik, kendisi de pedofil olduğu iddia edilen[183] Seksolog Alfred Kinsey’in
Amerikan toplumu ve hatta dünya toplumunun cinselliğe bakışını değiştirdiği
iddia edilen raporlarında "bir çocuğun, kültürel şartlanma dışında
genital organlarına dokunulmasından ya da seksüel ilişkilerde bulunmaktan
rahatsızlık duymak zorunda olduğuna dair hiçbir sebep görünmemektedir"
ve "tecavüz kolayca unutulabilir" dediğini hatırlatırım.[184] Aynı raporlarda
11 aylık bir bebeğin 1 saat içinde 10 kere orgazm olduğuna, 4 yaşındaki bir
bebeğin 24 saat içinde 26 kez orgazm olduğuna dair iddiaları da var.
Yine Kinsey’in “Seks hiçbir şey değildir ve bu yüzden
hayvanlar, eşcinsel ilişkiden, yetişkinlerden ve her yaştan çocuktan
iyidir.[185] kelimesindeki her yaştan ibaresine
de dikkat çekmek istiyorum. Bu tanımlamaya göre Kinsey Skalasındaki gökkuşağı
renklerinden biri de pedofili olsa gerek.
Pedofilik ilişkilerde de çocuk olmuyor ve yine ahlakın
alt üst edilmesi ile tanımlanmış farklı bir birliktelik formu.
-- Hayvan Partnerler
Feminist kuramcı zoolog Donna Haraway Siborg Manifesto eserinde "Feminist kültürün bir çok kolu, insan ile diğer canlılar arasında kurulan temasların verdiği hazza olumlu bir gözle bakmaktadır. Hayvan haklarını savunan hareketler, doğa ile kültür arasındaki bağın istenmeyen bir şekilde koparılması karşısında hayvanlar ile insanlar arasında doğrudan bir temas kurulmasından yanadırlar." derken hayvanlarla cinsel ilişki kurma yasağının insani kibre işaret eden arızalı bir durum olduğunu düşünür.
(Tanrı'nın olmadığı yerde ahlakın, ahlakın olmadığı yerde de partnerin robot, hayvan, eş cins vs. olmasının farkının da izahı kalmıyor. AHÇ)
Kanada Mahkemeleri
Hayvanların cinsel zevkler için
kullanılabileceğine karar verdi. (2016) |
Hayvanlarla MUTLU yuva kuran |
Bu bölgenin insanına sapıkça geliyor olsa bile Avrupa’da ZOOfili (hayvanlarla seks) özgürlüğü için çalışan dernekler kuruldu bile.[187] Almanya'da ZETA (Zoofil İlişkilere Karşı Hoşgörü ve Bilgi) adlı grubun www.zeta-verein.de adlı bir de sitesi var. Zoofili, Michael Kiok verdiği beyanatta davasını, “köpeğim benimle cinsel ilişki kurmak istediği zaman gelip bana sürtünüyor ve iniltileri ile bana isteğini belli ediyor. Bir hayvanın insanlarla ilişki kurmak istemesi hayvan hakkıdır. Kimse bunu engelleyemez.”[188] şeklinde savunuyor. Hayvan genel evlerinin önünde de bir engel yok. Danimarka ve Norveç’te hayvan genelevleri resmi olarak çalışıyor.[189]
Ücretler 85 ile 170$ arası değişiyormuş. Danimarka’nın gelir kalemlerinin arasına “hayvanlarla seks“
turizmi de dahil olmuş.
Hayvanlarla insanların eşit görüldüğü bir hukuki düzlemde elbette hayvanlarla insanların evlenmesine de engel konulamaz. Hayvan Hakları üzerinden bunun da meşrulaştırılacağını yakın zamanda göreceğimizi düşünüyorum.
Hayvanlarla insanların eşit görüldüğü bir hukuki düzlemde elbette hayvanlarla insanların evlenmesine de engel konulamaz. Hayvan Hakları üzerinden bunun da meşrulaştırılacağını yakın zamanda göreceğimizi düşünüyorum.
Alt üst edilmiş bir ahlak kavramı ve bir çocuksuz birliktelik formu daha.
Tüm bu acayip partnerli yeni aile formlarının insan
nüfusunu etkileyebilecek yaygınlığa erişebilmesi için öncelikle kadının ve
erkeğin birbirlerinden uzaklaşmaları yani ailenin yoldan çekilmesi gerekiyor.
--Kadim Ailenin Hayat Damarlarının Kesilmesi: İstanbul Sözleşmesi
Zehiri altın tas
içinde sundular, balı da ona suç ortağı ettiler
Celaleddin-i Rumi
Süreç tek boyutlu değil. Bir taraftan çocuksuz, “haz yönelimli
“ farklı aile formları (LGBT birliktelikleri) meşrulaştırılıp özendirilirken,
diğer taraftan da “çocuk yönelimli aile”[190] formu yıpratılmaya, “uzun süreli kadın erkek birlikteliğinin” önü tıkanmaya
çalışılıyor.
olmazken, erken nikahlı birlikteliklerin çocuk sayısını artırması olduğunu düşünüyoruz. (Çocukların, cinsel bilgilendirme, güvenli seks ya da tacize karşı bilinçlendirme adı altında sekse karşı ilgilerinin, meraklarının kışkırtılıp uyandırılması, erken olgunlaştırma, nikahsız cinselliğe yönlendirme ve bunların kozmetik sektörü ile ilintisi, bir başka yazının konusu olmaya aday.) Çocukların yetişkinlerle veya kendi aralarındaki nikahsız beraberlikleri hamilelikle neticelenmiş olsa bile “çocuğa” dönüşmüyor. Yani nüfus artışına sebep olmuyor.
Çünkü kadın, erkeğin sorumluluk alıp kadınla uzun süreli
bir birliktelik kurduğuna inandığında çocuk yapmaya razı oluyor. (Ya da
çocuğunu kürtaj ile öldürmeyip dünyaya gelmesine izin veriyor.)Gündelik
ilişkilerin neticesinde çocuk olmuyor. Bu nedenle olsa gerek ki, erkeğin
kadınla gündelik ve sorumluluk almayan ilişkilerle beraber olması “kişisel
özgürlük” alanı ile korumaya alınırken, kadınla uzun süreli ilişkiye giren
erkekler çeşitli şekillerde cezalandırılıyor.
Bu cezalandırmada da en önemli enstrümanın, İstanbul
Sözleşmesi'nin 4. maddesiyle[191] kabul edilen “kadının
korunması“ söylemi çerçevesinde erkeğe yapılacak ayrımcılığın devlet
politikasına dönüştürülmesi olduğu kanaatindeyiz. Erkeğe yapılan ayrımcılık, ilk etapta kadını
koruyor gibi görünse de, “erkeğe” her an cezalandırılabilirsin mesajı vererek,
“kadınla uzun süreli beraberlikten” kaçınması gerektiği tehdidine dönüşüyor. Yani
maddenin asıl işlevinin kadının erkeğe karşı kışkırtılarak yalnızlaştırılması
olduğu kanaatindeyiz.
(Bu madde, Hırvatistan[192] ve Bulgaristan’da[193] “cinsiyet ideolojisi” üreterek kadını yüceltip erkeği aşağılayan “cinsiyetçi” bir madde olarak eleştirildi. Bulgaristan gençlik ve Spor Bakanı Slavço Atanasov İstanbul Sözleşmesi hakkında “İlke olarak, kadınları şiddetten korumaktan tarafız. Bunu tartışmıyoruz. Fakat bu sözleşme zehirli meyve içeren güzel bir şeker gibi; içinde tehlikeli metinler var” diyerek sözleşmeyi imzalamayı reddetti.
Macaristan ise “İnsanlar ya erkek, ya da dişi olarak doğarlar; toplumsal olarak kurgulanmış cinsiyetten söz etmeyi uygun bulmuyoruz[194] ” diyerek “haz” yönelimli kurgulanmış cinsiyet tanımlamasına ve İstanbul Sözleşmesine itiraz eti. Macaristan Başbakanı Victor Orban’ın “Her ülke, ailesini ve her çocuğun bir anne ile bir babaya sahip olma hakkını savunma hakkına sahiptir” demesi ise meselenin sadece eşitlik meselesi olmadığına işaret etmektedir.)
(Bu madde, Hırvatistan[192] ve Bulgaristan’da[193] “cinsiyet ideolojisi” üreterek kadını yüceltip erkeği aşağılayan “cinsiyetçi” bir madde olarak eleştirildi. Bulgaristan gençlik ve Spor Bakanı Slavço Atanasov İstanbul Sözleşmesi hakkında “İlke olarak, kadınları şiddetten korumaktan tarafız. Bunu tartışmıyoruz. Fakat bu sözleşme zehirli meyve içeren güzel bir şeker gibi; içinde tehlikeli metinler var” diyerek sözleşmeyi imzalamayı reddetti.
Macaristan ise “İnsanlar ya erkek, ya da dişi olarak doğarlar; toplumsal olarak kurgulanmış cinsiyetten söz etmeyi uygun bulmuyoruz[194] ” diyerek “haz” yönelimli kurgulanmış cinsiyet tanımlamasına ve İstanbul Sözleşmesine itiraz eti. Macaristan Başbakanı Victor Orban’ın “Her ülke, ailesini ve her çocuğun bir anne ile bir babaya sahip olma hakkını savunma hakkına sahiptir” demesi ise meselenin sadece eşitlik meselesi olmadığına işaret etmektedir.)
Erkeğe yapılacak ayrımcılık bir haksızlık olarak
değerlendirilemez ve yapılacak ayrımcılığa itiraz edilemez maddesi, bir başka
madde ile de takviye ediliyor. Erkeğin ne söylediğinin veya iddiasının, hatta
olayın gerçekte ne olduğunun bir önemi yok; ”kadının beyanı esas alınır”[195] deniliyor. Üstelik kadın,
iddiasını ispatla yükümlü de değildir[196]
hükmü ile de pozisyon kuvvetlendiriliyor. Yani kadın ne söylerse söylesin ne
iddia ederse etsin inanılacak, diyor.
Özellikle dikkat edilmesi gerekir ki, “kadının beyanı
esastır” ilkesi ile hukukun en temel ilkesi olan “suç ispat edilene kadar
masumiyet karinesi” ters yüz edilip suçun ispatı, iddia edenin sorumluğundan
çıkarılıp, iddia edileni yükümlülük altında bırakıyor.[197] Hatırlatılması gerekir ki, “işlenmiş
bir suç” ispat edilebilen bir şeydir, “işlenmemiş suç” değil.
Ancak erkeğin cezalandırılması için bir suç işlemiş
olması da gerekmiyor; İstanbul Sözleşmesi bu konuda “... kadınların fiziksel,
cinsel, psikolojik veya ekonomik zararı veya ızdırabı ile sonuçlanan veya
sonuçlanması muhtemel olan tüm eylemler toplumsal cinsiyete dayalı şiddet
anlamına gelir.[198]” diyor. Yani olmamış,
yapılmamış, teşebbüs edilmemiş ancak kadının önsezisi ile yapılacağından
şüphelendiği muhtemel ekonomik, cinsel veya fiziksel zarara yönelik bir hareket
ya da “psikolojimi bozuyor” dediği her şey, erkek için cezalandırılma
gerekçesidir.
İstanbul Sözleşmesi tüm kadınları, adeta niyet
okuyabilen ve niyet okurken yanılma ihtimali bulunmayan saf, iyi niyetli,
hatasız ve kusursuz bir melek; tüm
erkekleri ise her an, kadının psikolojisini yüksek kalitede tutmaktan sorumlu
potansiyel kötülük makinesi olarak görüyor.
Böyle bir süreç, ahlaki/ruhi herhangi problemi
bulunmayan bir kadın için, şiddetten koruma misyonu görebilir. Ancak kadın,
ahlaken ve ruhen sağlığı yerinde olmayan, hırslı, intikamcı, ahmak, menfaatçi,
düzenbaz veya öfke, kıskançlık, kin gibi nedenlerle kontrolünü kaybetmiş biri
ise ne olacak? Mesela 2016 yılında
Şanlıurfa’da “kocam bana 1 senedir tecavüz ediyor, beni zorla hamile bıraktı”
diyen bir kadının iddiaları savcı tarafından çelişkili ve mesnedsiz bulunup
davanın reddi istenmesine rağmen, “kadının beyanı esastır” denilerek kocaya 18
yıl hapis cezası verildi.[199] Bu davada kadının ahlaken
ve ruhen ne durumda olduğunu veya gerçekte hangi saikle hareket ettiğini
bilmiyoruz ancak kocanın 18 yıl “tecavüzcü koğuşunda kalmak üzere” ceza aldığını biliyoruz.
Şu an kocasına kızarak intikam duygusu ile 20 senelik
evliliğinin ardından, “bana 20 senedir zorla tecavüz ediyor” diyerek kocasını
cezalandırmak isteyebilecek bir kadının önünde hiç bir engel yok. (Ancak aile içi tecavüz kavramı İngiltere Yüksek
Mahkemesince “Cinsellik bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyacın giderilmesi için gidecek başka
alternatifi olmayan erkeğin eşiyle cinsel ilişkiye girmesi insan hakkıdır” denilerek
reddedilmiştir.)
Böyle bir uygulamanın erkeklere verilmiş; “kadının,
her an psikolojisinin bozulması, kıskançlık, hırs ya da intikam duygusu ile seni,
senelerce tecavüzcü koğuşuna atılabileceği bir birliktelikten uzak dur”,
mesajı olduğu kanaatindeyiz.
6284 no’lu “kadına karşı şiddetin” önlenmesine yönelik
kanunun, kadının beyanı ile “erkeğin sert bakışını” bile “şiddet” saymasını, bu
mesajı anlamayan erkeklere yönelik bir yaptırım olarak düşünüyoruz. İnsanın
sürekli güler yüzlü olması, mümkün olmadığına göre, erkeğin suratının “asık”
mı, yoksa “sert”mi olduğuna kim karar verecek? Elbette kadının keyfiyeti.
Ev hayvanlarını bile sokağa atarken merhamete gelip[200] hayvanı sokağa atan
keyfiyet sahibine ceza veren kanunların ailenin erkeğini, kadının keyfine göre
sokağa atarken hiç bir şeyi umursamamasını başka türlü izah edemiyoruz.
(Çocukların babalarını sokağa atmanın, çocukların üzerindeki psikolojik etkisi
ile ilgili tartışmaları ise sadece hatırlatıp geçiyoruz.)
İstanbul Sözleşmesi'nin kadını sahiplenen ve onu
"güçlü" kılan adeta, "Senin keyfini kaçırdı. Hadi onu
cezalandır. Arkandayız." der gibi kışkırtan tavrı birliktelik
sonlandıktan sonra birden değişiyor: Kadın polise telefon ettiği an erkeği evden
6 ay uzaklaştırabiliyor. Ama kadının pişman olup, şikayeti geri çekme hakkı da
yok. Erkek eve dönemiyor. İstanbul Sözleşmesi diyor ki; “... şikâyette
bulunulmasına bağlı olmamasını ve mağdur şikayetini veya ifadesini geri
alsa bile kovuşturmanın devam etmesini sağlamak üzere...” [201] Yani
kadın, “erkeği evden atarken” güvenilir ve güçlü biri olup, beyanı esas kabul
edilirken, erkekle beraberliğine geri dönmek istediğinde, "kadın
gücünün" arkasındaki kudret ortadan kayboluyor ve kadın ne istediğini
bilmeyen, beyanının hiç bir hükmü olmayan, güvensiz, aciz birine dönüşüyor.
Ancak erkeğin cezalandırılabilmesi ve birlikteliğe ara
verilmesi için “kadının şikayet etmesine de gerek yok” diyor İstanbul
Sözleşmesi; “Kadın, erkekten şikayet etmiyorsa, mutlaka erkekten korktuğu için şikayet
etmiyordur” şüphesini bahane ederek: Hizmetlerin sunumu mağdurun fail
hakkında şikayette bulunması veya aleyhinde tanıklık etmesine bağlı
olmayacaktır.[202] ” hükmünü getiriyor. Yani
kadın, “Biraz tartıştık sesimiz yükseldi, hepsi bu. Şikayetçi değilim.
Mahkemeye de çıkmam, aleyhinde şahitlik de etmem, size ne” dese de adam cezalandırılır,
diyor sözleşme. Sözleşmenin “hizmet” dediğinin, erkeğin kadına yaklaştırılmaması
olduğunu da hatırlatalım.
İstanbul Sözleşmesi, “kadın, şiddet ortamına çevre
baskısı sebebi ile dönüyor” bahanesinden hareketle parçalanmakta olan aile
yeniden birleşmesin diye de, tedbir alıyor ve şiddet döngüsünü kırma adına,
çiftlerin arasını yapabilecek uzlaşmacılara da yasak getiriyor. Devlet, “...uzlaştırma da dahil zorunlu
alternatif uyuşmazlık çözüm süreçlerini yasaklamak üzere gerekli
hukuki veya diğer tedbirleri alır” [203]
diyor ve uzlaşmacılık yapan sivil biri ise 15 günden 3 aya kadar, resmi kolluk
kuvveti ise 3 yıla kadar ceza veriyor ve kolluk kuvvetlerine de sorumluluk
yüklüyor.[204] Yani olur da
polis memuru, “Ablam, yıkma yuvanı” gibi bir cümle ağzından kaçırırsa cezası 3
yılı buluyor.
Üstelik kadının ya da erkeğin kendi yuvasından
atılabileceği düşüncesi toplum tarafından olumlu olarak algılanamadığından bu
evlilikler devam edemiyor ve boşanma ile neticeleniyor.
Aynı
uygulamaları 2016 yılında hayata geçiren Rusya, “erkekleri evden uzaklaştırılan
ailelerin” devam etmediğini ve boşanma oranlarının hızla yükseldiğini fark
edince 1,5 senelik bir uygulamanın ardından bu kanun tasarısını geri çekti.[207]
Yasanın geri çekilmesinin mimarlarından Olga Batalina "Bizim için, bir kurum olarak aileyi korumak çok önemlidir" diyerek kanunun geri çekiliş sebebini açıklarken, Rus milletvekili Vitaly Milonov, "Aile içindeki sorunlardan bahsediyoruz. Bu soruna liberal açıdan bakamazsınız. Bu, bir yatakta üç kişi olması gibi olur. Eşinizle ve bir insan hakları kuruluşuyla beraber yatıyormuşsunuz gibi"[208] diyor.
Yasanın geri çekilmesinin mimarlarından Olga Batalina "Bizim için, bir kurum olarak aileyi korumak çok önemlidir" diyerek kanunun geri çekiliş sebebini açıklarken, Rus milletvekili Vitaly Milonov, "Aile içindeki sorunlardan bahsediyoruz. Bu soruna liberal açıdan bakamazsınız. Bu, bir yatakta üç kişi olması gibi olur. Eşinizle ve bir insan hakları kuruluşuyla beraber yatıyormuşsunuz gibi"[208] diyor.
Anladığım kadarı ile ruh sağlığı bozuk birkaç kadını
tatmin etmek için aile kurumunu yıkmaya neden olabilecek uygulamaları
sahiplenemeyiz demeye çalışıyor. Bizim kanaatimizde, aile konusunda bize yol
gösterecek olanlar, hayatları boyunca hiç bir insanla uzun süreli sağlıklı bir
beraberlik kurmayı başaramamış; aile nedir, sorumluluk nedir bilmeyen, hayatı cedelleşmekten
ibaret olarak algılayan insanlar olmamalıdır. Bu insan tiplerinin kanun
yapıcı veya uygulayıcı konumlardan uzak tutulmaları gerekir, yönündedir.
Buna tersten bakmanızı rica ediyorum: Hangi kadın her an
sokağa atılabileceği, ispatı gerekmeyen bir iftira ile onlarca yıl hapis yatalabileceği,
ayrılsa da ömrünün sonuna kadar erkeğe hizmet etmeye mahkum edileceği, erkek
hangi ahlaksızlığın içinde olursa olsun öz çocuğuna sahip çıkamayacağı bir
birlikteliğe normal şartlarda razı olur? Bu nedenle uygulamalar yayılıp kanunlar
toplumda anlaşıldıkça erkeklerin aile kurmaktan çok daha uzaklaşacaklarını
tahmin etmek zor değil.
Zaten 2009 ve 2014 yıllarında Aile ve Sosyal
Politikalar Bakanlığı tarafından yayınlanan araştırmada “ailenin” kadın için
“güvensiz” bir ortam olarak kabul edilmesi[217] ve 2014 yılı raporunda evliliğin,
şiddetin sebebi olarak gösterilmesi, nihai hedefin ailelerin parçalanması ve
çiftlerin birbirinden uzaklaştırılması olduğunu düşünmemize sebep oluyor.
Diğer taraftan da İstanbul Sözleşmesinin cinsiyete
ideolojik yaklaşımı ile şiddetin cinsiyetlileştirilmesi veya şiddete
cinsiyet atfedilmesi (“erkek şiddeti”, “kadına yönelik şiddet”) çiftleri rakip
olarak tanımlayan ve birbirlerine karşı kışkırtan bir zeminden hareket ederek,
daha ilk andan sağlıklı bir beraberliği dinamitliyor. Birlikteliği bir mücadele
ortamı olarak algılayan, birbirlerinden hak kapma ya da birbirlerine hak
kaptırmama mücadelesine girmiş “Rakipleştirilmiş Çiftler”in evliliklerinin çok
uzun süreli olmadığını da fark etmek gerektiğini düşünüyorum.
e)
Anti-natalizm:
Çocuk Doğurma!
David Benatar’ın “Misantropik” diye adlandırdığı
sav; “İnsanlar, diğer insan ve insan olmayan hayvanların milyarlarcasının
acısından ve ölümünden sorumlu olan son derece kusurlu ve yıkıcı bir türdür. Bu
raddede bir yıkımın sorumlusu eğer başka bir tür olsaydı, biz derhal o türün
devamının durdurulmasını tavsiye ederdik[220a]” iddiasında bulunarak insanlığın neslinin
devam etmemesi gerektiği fikrini savunur. Bu düşüncenin devamı olan
Anti-natalist (çocuk doğurma karşıtı hareket) insanlığın üremekten vazgeçmesi
gerektiği iddia eden bir harekettir.
Doğum karşıtı hareket bizim toplumumuza da, “çocuk
yapmamak için 7 iyi neden[220c]”, “Çocuk Yapmak İstemeyen
İnsanların Duyduğu 15 Daraltıcı Cümle[220d]”,
“Anne Olmayı İstemeyen Bir Kadının Bunun İçin Sunabileceği 13 Makul Neden[220e]”, “Çocuk sahibi olmamaya
karar veren kadınlar anlatıyor[220f]”
gibi haberlerle medya üzerinden taşındı.
Bütün bu politikaların uygulayıcıları, uyguladıkları politikalar ile oldukça başarılı(!) sonuçlar almayı başardılar.[221]
Uygulamaların hayata geçirildiği
ülkelerde boşanma oranları hızla yükselirken evlenme oranları da
düşüyor. Dolayısı ile nüfus artış hızları da azalıyor.
Ailesiz doğum oranları -2014 |
Ailesiz ve babasız çocuk yapmaya karar veren kadınlardan
ikinci çocuğa sahip olan kadın sayısı da çok azalıyor.
Bu noktada bir şey daha hatırlatmak istiyorum. Bütün bu
düzenlemeler “çocuğun terbiyesinin” devletin sorumluluğunda olduğu bir bilinci
de dayatıyorlar. Yani çocuğun terbiyesinde ailenin devre dışı bırakıldığı
(özellikle babanın) bir zeminden hareket ediyorlar. Böylece daha önce
bahsettiğimiz egemenlerin kontrolünün dışında kalan son alan da işgal edilmiş
oluyor. Ve egemenlerin öğretileriyle terbiyelenmemiş, ailenin keyfince
yetiştirdiği insan modelinin de sonunu getirmiş oluyorlar. Üstelik İstanbul
Sözleşmesinin daha önce üzerinde durduğumuz bölümlerinde dile getirilen Yeni
Kapitalist dönemin, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği modeline uymayan dini, ahlaki,
edebi bütün kavramların bitmez bir şekilde döngüye girdiği, nesilden nesillere
aktarıldığı, yayıldığı, aile-çocuk döngüsü de kırılarak bu kavramların gelecek
nesillere devrinin de önüne geçilmiş oluyor.
Bütün bunlar kadın-erkek ilişkileri dönüştürülerek ya da
yeniden düzenleyerek yapılıyor. Kadın erkek ilişkilerini düzenlemek o toplumu,
o toplumun dinini yeniden tanımlamak da demek oluyor.
f) Siber Dulluk: Porno
Moden zamanlarda gençler için porno cinsellik hakkında bilgi edinilen tek kaynak konumundadır. Özellikle hardcore porno videolar içinde gerçeklik algısını kaybeden ve gerçek cinsellikten uzaklaşan, karşı cinse olan hassasiyetini yitiren, kadın güzelliğini porno oyuncularının standartları ile özdeşleştiren, gerçek hayatta cesaret edemeyecekleri bir çok şeyi pornonun sağladığı hayal âleminde yaşayan, beyninin içinde sürekli dolanan meme, bacak, vulva, penis vs. görüntüleri ile beyni dumanlanmış, dikkat ve odaklanma yeteneği dumura uğramış, hafıza problemleri zirve yapmış gençlerin de evlenip yuva kurmaları, derslerinde, işlerinde başarılı olmaları çok zordur. Ortalık boş bakışlı, hiçbir şeyden zevk almayan/alamayan, heyecanlanamayan delikanlılar ve onların ilgilerini çekebilmek için en uç çıplaklık ve kışkırtma denemelerine giren genç kızlar ile dolar.
Özellikle Porno videoların kitleleri anal ve oral sekse yönlendiriyor olmasını, hatta bu ilişkileri normal seksin yerine ikame etme gayretini, egemenlerin çocuksuz ilişkileri yaygınlaştırma çabaları ile paralel değerlendiriyoruz.
Egemenler için çocuksuz bir form daha; sanal dulluk. Ya da Elizabeth ile evlilik. PMO.
Bu yazının tamamı için https://ahmethakancakici.blogspot.com/2019/09/porno-siber-seks-ya-da-siber-dulluk1.html
Bir de hatırlatmada bulunalım: İlle de çocuk isterim
diyen kadınlar artık erkeğe ihtiyaç duymadan kendi vücutlarında bulunan
babalarından aldıkları kök hücre ile kendi kendilerine hamile kalabilecekler.
Yani hiç bir erkeği yanlarına yaklaştırmalarına gerek yok.[222]
Bütün bu anlattıklarımızın özeti şu;
Bütün bu anlattıklarımızın özeti şu;
Eğer toplumlarda kadın-erkek birlikteliğinin % 10’unu
eşcinsel, pedofili, robot, hayvan gibi ilişkilere yönlendirebilirlerse 1-2
nesilde dünya nüfusunun 800 milyon ila 1 milyar arasında azalacağını, eğer
çocuğun terbiyesini aileden alabilirlerse egemenlere itiraz eden düşünce
biçimlerinin gelecek nesillere intikalinin de önüne geçebileceklerini ümit
ediyorlar. (Mücahit Gültekin, "10-15 sene içinde Türkiye’de her lise
sınıfında 5-6 LGBT’li çocuk oturacak" iddiasında. Keşke elimizde devletin,
bu konularda yaptırmış olduğu anketlerin sonuçları olsa da durumu daha net
görebilsek. Ancak öğretmen arkadaşlar, şimdiden hemen her okulda 4-5 çocuğa
rastlandığını iddia ediyorlar.)
-- Erkeklere Ne Olacak?
"İş bulabilenler, daha çok kadınlar olacak"
diyor Prof. Harari; çünkü çalışan kadın kapitalizmin olmazsa olmazlarından. Kadın
sanayiye girdiğinde işçi açığını kapatıp işsiz bir sınıfın oluşturulabilmesini
sağlıyor. İşçi arzının artması maaşları düşürüyor. Düşen maaşlarla sermaye, bir
kişinin ücreti ile iki kişiyi üstelik daha uzun mesailerle çalıştırabiliyor. Kadın
çalışınca ev içi ekonomi diye bir şey kalmıyor; ev bütünüyle dışarıya bağımlı
hale geliyor. Kozmetikten estetiğe, konfeksiyondan
hazır yemeğe, kreşlerden huzur evlerine kadar birçok sektör canlanıyor ve böylece
kadın sermayeden aldığını hemen geri iade etmiş oluyor. Ancak bunlar geçmiş
dönem kapitalizm eleştirileri.
Şimdi ise kadının iş dünyasında olmasını, kadının iş
dünyasında olduğunda erkekle uzun süreli beraberliği götürebilme yeteneğinin
azalması ve çok daha az çocuk yapması nedeni ile istiyorlar. Üstelik “kadının
güçlenince” babasına ve kocasına karşı güçlenmiş oluyor, egemene karşı değil. Kocasından
ya da babasından kopan kadınlar egemen/patron/amir karşısında çok daha
itaatkarlar ve emirleri erkeklere oranla çok daha az sorguluyorlar.
Düşündükleri dünyada kadın; evi, işi, ekonomiyi, -izin
verilirse- çocuğu tek başına (yalnızlık içinde) yüklenecek gibi duruyor.
Yani kadınlara ağır hayat şartlarında, yalnızlık ve depresyon hapları ile
donatılmış bir hayat öngörülüyor.
Ya erkekler?
İşsiz erkekler bütün gün nasıl oyalanacaklar?
Sanırım bütün dünyada uyuşturucunun serbest bırakılması
için başlatılan kamuoyu çalışmaları da bu sebeple.
Dünya kamuoyunu hazırlamak için “uyuşturucunun insan
hakkı olduğuna ve dileyenin kendisini uyuşturabileceğine” dair yayınları
dolandırmaya başladılar bile.[224]
Egemenlerin uyuşturucuya olan ilgisinin bir nedeninin de
uyuşturucu kullananlarda ömür ortalamasının çok kısalıyor olması olduğu kanaatindeyiz.
Avrupa’da uyuşturucu kullanan 15-39 yaş arasındaki erkeklerde ölüm oranı 3 kat
fazla. Bunun içine uyuşturucu ile ilgili HIV, Hepatit B ve C vs ölümleri dahil
değil.[225] Üstelik bu oranlar her yıl daha da artıyor.[226]
Türkiye’de
de durum çok farklı değil.[227] 2017 yılından itibaren Emniyet Genel
Müdürlüğü’ne bağlı Türkiye Uyuşturucu ve Uyuşturucu Bağımlılığı İzleme Merkezi
(TUBİM) uyuşturucu bağımlılığı ile ilgili veri, istatistik vs
yayınlamayı
durdurma kararı aldı[228].
Ancak Türkiye’de uyuşturucudan ölüm vakasının 2016 yılında 611 iken[229]
2017 yılı içinde büyük bir sıçrama ile 940’a çıktığını biliyoruz.[230]
Diğer taraftan uyuşturucudan yakayı kurtarabilen
erkekler için, içine hapsedilecekleri 3
boyutlu simülasyon dünyaları kurmaktalar.
Küçük bir “tanrı” olarak seviyesi
yüksek hayallerle büyütülmüş ancak reel hayata giriş arefesinde büyük bir
hüsranı işaret eden, şişirilmiş egoları ile her türlü beklentinin enkazı altındaki
gençliğe, kendilerinden ve sorumluluklarından kaçış alanları/fantezileri var ediyor
oyunlar. Ve o fanteziler, onların ömürlerini yiyor.
Tüm bunlar kulağa uçuk kaçık iddialar
gibi gelebilir. Ancak LGBT ilişkilerin sadece 5 senelik süreçte toplum nezdinde
"ahlaksızlık " olarak görülmekten "cinsel eğilim" olarak
görülmeye başlandığını ve gittikçe normalleştiğini hatırlatarak şu an
garipsediğimiz bu kelimelerin çok uzun olmayan bir süreçte toplumun algılarında
normalleştirileceğini iddia etmek zor değil, diye düşünüyorum.
Prof Harari, “‘21. yüzyılda ilerlemenin trenine
yetişenler, yaratmanın ve yürütmenin ilahi kudretine ererlerken, geride
kalanlar yok olma tehlikesi ile karşı karşıyalar... Yeni Dünya, "Süper
Seçkinler” ve “gereksizler” arasında bir dünya olabilir.” Diyor.
Sanırım söylemeye gerek yok; biz “gereksizler”
kısmındayız, “süper seçkinler” de bu işleri yürütenler. (Nietzsche'nin
"üst insan"larını hatırlayın.)
Harari,
insanın bilgi ile ilişkisinin tamamen değiştiğini ve bu değişimin insanı da
değiştireceğini iddia ediyor ve “Biz son normal insan nesliyiz” diyor. Yüce(!) insanların beyinlerini big dataya
bağlayarak, tüm sistemi kontrol eden bir seviyeye ulaşacaklarını[231] ortaya
makinelerle entegre, yarı insan yarı robot formlar çıkacağını[232] ,
genleri ile oynayarak domatesleri, mısırları tasarladıkları gibi yeni insan
nesillerini de tasarlayacakları, insan ömrünün yapay organ, genetik ve hücre
yenileme çalışmaları ile uzatılacağını,[233] tonlarca ağırlığı
kaldırabilen mekanik kolların[234],
jet motorlara entegre edilen
süper ayakların geleceğini, bilgisayarlardan beyne, beyinden
bilgisayarlara bilgi yüklenebileceğini (Blogchain,[235] in
bunun alt yapısı -AHÇ) vs söylüyor. Yani artık “süper insanlar” dediğimiz
“Tanrı insanlar” döneminin başlamakta olduğunu iddia ediyor.
"Ölümsüzlüğün, sonsuz mutluluğun ve Tanrı
olmanın derdindeler", diyor ve ekliyor Prof. Harari:“Artık
insanları tanrı seviyesine yükseltmek için çalışıp Homo sapiens’i, Homo Deus’a
dönüştürmenin vakti geldi.”[236]
Prof. Harari kitabının ismini, Antik Yunan Tanrılarının
Tanrısı Zeus’tan alıyor. Ancak Zeus’un Z’sini Dataizmin (Yeni Dünya’nın Dini’nin
Dataizim olacağını iddia ediyor. Rosi Braidotti ise yeni dini, Paganizme dönüş,
Yeni Paganizm olarak tanımlıyor) D’si ile değiştiriyor ve Homo Deus diyor. Böylece
“Data-Veri/ bilgi” ile güçlendirilerek TANRI olmuş insana atıf yapıyor. Kitabın
içinde sürekli Yunan Tanrılarına yapılan atıflar kurulmakta olan düzenin
Hıristiyanlık öncesi antik Yunan mitolojisine benzemesinden olsa gerek.
Yeni tanrılar da en az Olimpos'un tepesinde, bulutların üstündeki
tanrılar kadar görünmez ve erişilmez oldular. Ekmek aldığı süpermarketin, iş
yaptığı şirketin, deposunu doldurduğu istasyonun, parasını yatırdığı bankanın
sahibinin kim olduğunu, nerede yaşadığını, ne ile uğraştığını kimseler
bilmiyor. Ama o patronların sıradan insanların hayatları ile ilgili aldıkları
kararlar milyonlarca insanın hayatını altüst edebiliyor veya karartabiliyor ama
umursamıyor, ilgilenmiyor, dönüp bakmıyorlar.[237] Yüce patronlar aralarında örgütler kurup, alt
sınıfların menfaatine uzun ömürlü cep telefonu, ampul, tv, çorap, bilgisayar
üreten diğer Yüce Tanrıları Prometeus’u cezalandırır gibi cezalandırıyorlar..[238]
Görünen
o ki putperestlik ya da Paganizm kendini yeniden ihya ediyor.
Prof. Harari bu yüce
Tanrı insanların gelecekten beklentilerini anlatırken, "Askeri ve
ekonomik olarak vazgeçilmez olan yoksullar yerine kendi çıkarları için hareket
eden 20. Yüzyıl elitleri, 21. yüzyılda üçüncü sınıf insanları taşıyan
vagonları (her ne kadar acımasız olsa da) tamamen geride bırakmak ve sadece
birinci sınıfla geleceğe doğru ilerlemek istiyorlar[239]” diyor.
Bunlar devasa
servetler biriktirmiş ve bu servetlerden tek kuruşu bile fakirlere harcamak
istemeyen 1. Vagondaki egemenler ve onlar, devasa şehirlere yığılmış sanayi
toplumlarının atığı işsizlerden en kolay şekilde kurtulmak isteyenler.
(Burada Kur’an’da geçen “Eğer onların ellerine güç geçse, size zırnık bile
koklatmazlar[240]”
mealindeki ayet aklıma geliyor.)
-- Önlerinde Hiç Mi Engel Yok?
Müsaadenizle bir görüş belirtmek yerine birkaç yazardan
alıntılayacağım görüşleri buraya taşımak istiyorum:
Alain Touraine, Modernizmin Eleştirisi’nde;
“Tarihin hiç bir döneminde insanlık bu kadar zengin ve bu kadar çok servetin
yığıldığı bir dönem yaşamadı. Tarihin hiç bir döneminde fakirler, bu kadar çok
ve uzun mesailerle bu kadar geç yaşlara kadar çalışmadı. Tarihin hiç bir
döneminde fakirler bu kadar çok yerlerinden yurtlarından göç etmek zorunda
kalıp yollarda ölmedi, katliamlara ve soykırımlara uğramadı. Tarihin hiç bir
döneminde fakirler bu kadar çok takip edilmedi, kontrol edilmedi, zihinsel
yönlendirmelere tabi kılınmadı ve tarihin hiç bir döneminde fakirlerin
sermayeden aldığı pay bu kadar az olmadı. Ancak tarihin hiç bir döneminde
fakirler bu kadar itaatkar da olmadı” diyordu.
Zygmunt Baumann, bunun sebebini tanımlarken; “Fakirlere medyadan düzenli olarak “özgürlük, akılcılık ve bireysellik” diye üç zehir veriliyor. Bu zehirler onların bir araya gelebilme yetilerini yok ediyor. Ortak bir lider, ortak bir akıl etrafında toplanıp fedakarlıkta bulunamıyor ve bu nedenle de onlara dayatılanlara direnemiyorlar” diyordu.
Zygmunt Baumann, bunun sebebini tanımlarken; “Fakirlere medyadan düzenli olarak “özgürlük, akılcılık ve bireysellik” diye üç zehir veriliyor. Bu zehirler onların bir araya gelebilme yetilerini yok ediyor. Ortak bir lider, ortak bir akıl etrafında toplanıp fedakarlıkta bulunamıyor ve bu nedenle de onlara dayatılanlara direnemiyorlar” diyordu.
Fakirlerin bir araya gelebilme yetilerini kaybetmeleri
onları, “tarihin en dırdırcı lakin en itaatkar figürü”ne dönüştürdü,
diyen de Wendy Brown'dı.
Bir araya gelemeyen zerreciklerine kadar bölünmüş toplumlar
egemenler karşısında itaatten başka bir yol bulamıyorlar.
Bunu gören Terry Eagleton Tanrı’nın ölümü ve Kültür
eserinde fakirlerin tek bir şansı olabilir diyordu: "Eğer
“peygamberimsi” biri çıkar da kelimeleri yeniden dizip (Yeni kelimeler bilmeye
ihtiyacımız yok. Onların kalabalıkları ikna edecek şekilde yeniden dizilmesine
ihtiyacımız var.) kalabalıkları yeniden kanaat etmeye ikna edebilirse belki bir
araya gelebilmek için bir şansımız daha olabilir" diyordu. Şöyle bir
örnekle anlatabilirim: Yapıştırıcı sürülmüş zeminin tam ortasına bir peynir
parçası bırakıldığında farenin tek kurtuluşu vardır; peynir hevesine dur
diyebilmek.
Haz vaadi yapıştırıcı sürülmüş zeminin ortasındaki
peynir. Kalabalıkların haz vaadine verecekleri tepki bundan sonraki
süreci belirleyecek. Eğer kendilerine sunulan sapkın hazlara "hayır"
diyemezlerse "insan onuru ve haysiyetinin", hatta “insanın” tamamen
yok edileceği bir sürece uyanabiliriz: Erkeklerin hazdan, "güçlü"
kadınların yalnızlıktan ölecekleri bir sürece.
Aldoux Huxley, Cesur Yeni Dünya isimli ütopik romanında
"Uyuşturucu, ilaçlar, yeni propaganda teknikleri, yeni masallar ve
hatta insan fizyolojisiyle oynayarak insanı, köleliğini sever hale getirmeye
çalışıyorlar. "İnsan onurunu" korumak için ebedi bir teyakkuz
gerekir" diyordu. Üstadın öngörülerinden pek çoğu çıktı.
Ama onların "süper insanlar ve gelişmiş hayvanlar" diye bir dünya
kurup; "insan” kelimesinden (mana olarak insandan) tamamen kurtulmak
isteyebileceklerini daha 1930’larda görebilmesini hayretle karşılıyorum.[241]
Tüm bunları Prof Harari’den yapacağımız şu alıntılar ile
birleştirelim : “İnsanlığın geldiği bu noktada “Tanrı olmayı” istemesi değil,
istememesi ahlaksızlıktır.” Ancak Prof Harari bu cümleyi herkes için kurmuyor
çünkü sadece birkaç sayfa sonra fakirler için kurmuş olduğu cümle farklı: “İnsanlar
haz arayışlarını hızlandırmamalı aksine yavaşlatmalıdırlar.[242]"
Fakirlere, "daha az yemek, daha az sağlık, daha az konfor,
daha az eğlence ve daha az rahata kendinizi alıştırın" diyerek, beklentilerini
kısmalarını tavsiye ederken, büyük bir heyecanla zenginler için Tanrı olma vaktinin
geldiğini söylüyor Prof Harari. Ancak fark etmek gerekir ki, fakirlere teklif
edilen bir seçenek değil. Bir dayatma.
Dayatmanın, dayatma olduğunun fark ettirilmemesi
kurulmuş oyunun büyüsü. Kanaatimize göre Henry Ford’un, “Müşterinin, SİYAH bir
araba alması kaydı ile hangi renk araba alacağına müdahale edilemez. Bu onun en
doğal hakkıdır” cümlesi modern dönemin belki de en çarpıcı tanımıdır. Tüm
alternatifleri yok ettikten sonra kalan tek seçeneği, kitlelere dilediğinizi
“özgürce” seçin diye teklif etmek, bunu “özgürlük” olarak yutturmak modern
zamanların en güçlü büyüsüdür diye düşünüyorum.
Toplumlara dayatılmakta olan Yeni Kapitalist Diktaya
itiraz edebilecek, direnebilecek hiç kimse yok mu?
İtiraz Veya İşbirlikçilik Arasında
Müslümanlar
Harari,“Bilim, uçaktan atılan bir bombanın ne kadar
etkili olabileceğini, kaç kişinin öleceğini söyleyebilir ancak oradaki
insanları öldürmenin iyi mi kötü mü olduğunu söyleyemez. Çünkü hiç bir veri ya
da matematik formülü, insan öldürmenin iyi ya da kötü olduğu hakkında bir fikir
vermez. Bunu ancak değerler söyleyebilir. Bu yüzden hala dinlere ihtiyacımız
var. Herhangi bir dinin rehberliği olmadan büyük çapta bir sosyal düzeni
sürdürmek imkansız gibi görünüyor,[243] diyor.
Dinler olmadan, bir düzen kuramadıklarını gayet iyi
bildikleri için dinlere muhtaç olduklarını da biliyorlar. Yani dertleri dinler
değil. Ancak dinler yürümekte oldukları yolda, önlerine bir engel olarak çıktığı
için kaçınılmaz bir şekilde dinlerle hesaplaşmak zorunda kalıyorlar. Bu
kaçınılmaz hesaplaşmada Yeni Kapitalist Düzen’in karşısında ciddiye
alınabilecek rakiplerinin sayısı çok fazla değil.
Ernest Gellner, “Müslüman Toplum” eserinde kurulmakta
olan Yeni Kapitalist Düzen’e itirazın ancak 4 büyük cemaatten gelebileceğini
söylüyor:
Abdurraman Arslan Bey, “İslam’dan daha eski olan iki
din; öncelikle Hıristiyanlık sonra da Musevilik modernite karşısındaki
mücadelelerini kaybettiler. Aslında bünyelerinde taşıdıkları sebepler nedeniyle
bu mücadeleyi kaybetmeleri de gerekiyordu[247]”
diyor. Hıristiyanlığın, “Avrupa
Merkezcilik”le kurmuş olduğu ilişki, kendi değerlerini yok saymak pahasına
sömürgecilik uygulamaları ve Batınının Batı dışı dünya üzerindeki tahakkümü karşısında
aldığı pozisyon, tüm kendi değerlerinin/varlığının eriyerek yok olması ile neticelenmek
üzere. Dolayısı ile Hıristiyanlık adına bir tepki beklemek mümkün değil gibi
görünüyor.
İkinci cemaat bir milyara yaklaşan nüfusları ile Hindular:
Ancak Hindularda da Modernizme veya egemen düzene olan itirazlar, salikin
toplumsal statüsünün yükselmesi ile yok oluyor. Alt tabakalarda etkili olan
Hinduizm üst tabakalarda varlığını koruyamıyor.
Üçüncü cemaat Taoizm ve onun bir versiyonu olan Şintoizm:
Çin ve Japonya’da takipçileri 1 milyarın üstünde olmasına rağmen sosyal ve
ekonomik hayatta hemen hemen tüm varlığı yok olmuş durumda. Evlerde birkaç örf
ve tapınaklarda turistlere yönelik gösterinin bir parçası haline gelmiş olan
rahiplerin seremonilerinden başka bir şey geriye kalmamış gibi görünüyor.
Dördüncüsü ise İslam toplumu: Müntesiplerini bir
ideal etrafında toplayıp harekete geçirebilme kapasitesi ve onların ekonomik ve
sosyal yaşamlarına yön verebilme gücü ile İslam Toplumları, tarihlerinin en
büyük travmasını yaşıyor olsalar bile, canlılar. Üstelik İslam çok güçlü geri
dönüşleri olan bir din. (30-40 yıl gayet süfli yollarda ömür geçirenlerin 40
yıl sonra hacca gidip namaza başlamaları son derece normaldir. Toplumsal bazda
150 yıl komünist ve diktatoryal bir rejim altında Tanrısız bir ideoloji ile
baskılanmalarına rağmen Kazakistan, Özbekistan, Tacikistan gibi ülkelerde
sadece 20 senelik bir süreç içinde iktidarları endişeye düşürecek bir geri
dönüş yapabildiler.-AHÇ)
“... Geleceğin Modernist yapısı ile uyumlu
olabilecek tek din İslam. Çünkü Modernizmle hesaplaşıp varlığını hala
koruyabilen başka bir topluluk yok. Eğer Modernizm’le uyuşmayan tarafları
çözülebilirse, Yeni Modernist toplumun maneviyat ihtiyacına pekala cevap
verebilir,” diyor Ernest Gellner.[248]
Anladığım kadarı ile Ernest Gellner; Batı Medeniyeti 1000 yıldır Hıristiyanlığın dinamik
unsurları üzerinden büyüdü ama bu süreçte Hıristiyanlığı da yürüyen bir kadavraya
dönüştürdü. Artık onunla yürüyebilmenin imkanı yok. Şimdi İslam’ı Modernizm’e
uyarlayıp gelecek bin sene de onunla idare edelim, çünkü sadece onda modernizm
karşısında varlığını koruyabilecek enerji var diyor.
Bu görüşün müşterileri yok değil. Mesela, ABD Merkezi
Haber Alma Teşkilatı'nın(CIA) Milli Haberleşme Konseyi eski başkan yardımcısı
ve Amerikan RAND Corporation düşünce kuruluşunun daimi politik danışmanı olan
Graham Fuller, 2000’li yıllarda bunu çok daha açık ifade etmişti: “Bugün
İslam dünyasındaki fosilleşmiş, dinazorlaşmış siyasal rejimlere karşı, değişim
talepleri olan ve o değişim dinamizmine sahip olan sadece Müslümanlardır. O
halde gelin bunları törpüleyip adam edelim. Arzuladığımız değişimi de bunların
eliyle gerçekleştirelim.[249]
Amerikalı sosyal bilimler profesörü Mark Juergensmeyer
da aynı fikirde: “Dini nasyonalistlerle [köktendincilerle] birlikte
yaşamamızı imkansız kılacak şeylerin listesini çıkarırsak, bu liste hayli
kabarık olacaktır; Amerika’yı şeytan olarak görmeleri, Batı Medeniyetine düşman
olmaları, küresel değerlere karşı ilahi olanı dayatmaları... bu halleri
ile birlikte olamayız[250]”
diyordu. Burada hatırlatmak gerekir ki; küresel değerler, egemenlerin medya
üzerinden tüm dünyaya yaydıkları ideolojik değerlerdir. Onları küresel yapan
sadece egemenlerin yaygın medya ağı tarafından sürekli tekrarlanmalarıdır.
Anladığım kadarı ile İslam’ı, sosyal hayata, ekonomiye,
cinselliğe müdahale etmeyen, “Tanrısı göğe çekilip günlük hayattan çıkmış” bir
manevi tatmin ideolojisine, yeni bir yoga biçimine indirgeyelim diyorlar. Bu
konuda işbirliği yapmak için[251] heveslilerin de çıkacağını
tahmin etmek zor değil.[252]
Bununla birlikte, aynı zamanda kurulmakta olan düzene
direnebilecek ve ona itiraz geliştirebilecek tek alternatif de İslam.
Gücü, Modernizmin zehirlerini (akılcılık,
bireysellik ve özgürlük) aşıp kitleleri etrafında toparlamayı başarabiliyor
olmasından kaynaklanıyor. Hala İslami Cemaatler ekonomik veya bürokratik
statüsü yükselen kesimlerden bile salikler toplayıp milyonları peşlerinde
koşturabiliyorlar. Eğer o cemaatlerin
birinden peygamberimsi bir lider çıkıp büyük kitleleri ikna etmeyi
başarabilirse, fakirler için ümit, egemenler için tehdit kapıları
açılabilir. (Dünya çapında (Müslüman, Hindu, Hıristiyan vs) cemaatlere yapılan
itibar suikastlerini de bu gözle de okumak gerektiği
kanaatindeyim.)
Ancak Müslüman Dünya, 1. Dünya Savaşında aldığı ağır
yenilginin travmasını henüz üzerinden atabilmiş değil. Özellikle zihinsel
sindirilmişlik ve sömürgecilik hali tüm coğrafyada hakim. Tüm coğrafya bin
senelik meselelerle manipüle edilip, vaktin ve gerçeğin dışına düşürülüyor. İç
çatışmalar ile enerjileri ve gençlikleri harcanıyor.
Atasoy Müftüoğlu’nun bize göre isabetli tanımı ile:
“Müslümanlar masalsı dünyalarda yaşıyorlar. Henüz bunaltıcı gerçekliklerle
yüzleşebilecek iradeye sahip değiller.” Prof Harari ‘de hemen hemen aynı
fikirde, “20. Yüzyılı ıskalayan Müslümanlar, 21. Yüzyılda sorduğumuz soruların
ne anlama geldiğini bile kavramaktan acizler[253]”
diyor.
Sert otoriter rejimlerin baskısı ile sersemletilmiş/ahmaklaştırış
Müslüman Toplumlar, -ölümü görüp sıtmaya razı olmak kabilinden- canlarını
kurtarmanın sevinci ile yeni dönemin otoriterliğini ve şiddetini
tanımlayabilecek durumda değiller. Bu nedenle olsa gerek, kanunlar üzerinden
kendilerine dayatılan seçeneksiz yaptırımların aslında toplumsal şiddet
olduğunu da çözemiyorlar. Binlerce yıllık tecrübe ile diktatöryal rejimlere
karşı kendilerini, nesillerini ve ailelerini nasıl koruyabileceklerine dair
iyi-kötü bir fikri ve tecrübesi olan Müslümanlar, demokrasi kılıfı ile “haz”
objesi üzerinden kendilerine uygulanan şiddete karşı nasıl direneceklerini
konusunda hiç bir fikre sahip değiller.[254] Kanunlar
üzerinden seçilmiş iktidarların dinlerini “gelenek” dairesine alıp geçmişe ait
bir seremoniye indirgemesine, ahlaki değerlerini alt üst etmesine, erdemlerini
çürütmesine, ailelerini dağıtmasına, mahrem alanlara tasallut etmesine,
çocuklarının terbiyesine saldırmasına, “özgürlük” adı altında gençlerini LGBT
ilişkilere yönlendirmesine vb karşı duramıyorlar. Bunu bir devlet şiddeti
olarak algılayamıyorlar tanımlayamıyorlar.
Yalnız, bu durumu kabul etse de Abdurrahman Arslan Bey
bir itirazda bulunuyor: “Müslümanlar dünyada ne olup bittiğini görebilecek
ve tepki verebilecek canlılık izlerini taşımıyorlar. Lakin Müslümanlar
direnmese de İslam, “insaniyet” merkezli bir uyarıyı, bir nasihatı ve
hatırlatmayı sahiplenmeye devam ederek direnmeye devam ediyor”[255] diyor.
Yani şu halleri ile Müslümanlar ümit vaat edemezlerse de;
İslam, hala Sermayeye, Modernizme, mevcut ekonomik yapıya, gelir
adaletsizliğine itiraz edip ısrarla, “Fakirlerin, zenginlerin mallarında
hakları vardır, küçük balığın hesabı büyük balıktan sorulur, “İnsan” şerefini
Tanrıdan alarak Hak sahibi olur” demeye devam ediyor. Bu anlamda
değiştirilemezlik iddiası ile Kur’an, potansiyel olarak aşağı tabakalara ümit
verebilme pozisyonunu koruyor diyebileceğimizi düşünüyorum.
Son Bir Şey Daha
Kırsaldaki toprakların devletin, bankaların ve büyük
şirketlerin elinden kurtarılarak toplumlara geri dağıtımının sağlanması için
acil bir mücadele başlatılması gerektiği fikrindeyiz. Eğer bu başarılamazsa
(Devletler ölürken bu toprakları fakirlere yeniden geri vermeyi
başarabilirlerse insanlığa belki de son büyük hizmetlerini yapmış olurlar.-AHÇ)
devasa şehirlere sıkışmış devasa kitleler için - 5,10 sene içinde sıkıntıları
çok net hissedilmeye başlanacak olan- çok büyük acıların kapılarını çalacağını
görmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Demokrasi, liberalizm, bireysellik, akılcılık, özgürlük
gibi Modernizmin temel sloganlarının da sonuna geldik. Tarihin en özgür çağında
tarihin hiç bir döneminde olmadığı kadar tek düze bir dünya kuruldu. Herkes
aynı şehirlerde, aynı parklarda, aynı evlerde, aynı kıyafetlerle, aynı
eğitimle, aynı sloganlarla yaşamaya çalışıyor. Her şeyi aynileştiren süreç,
devletleri de ortadan kaldırarak ŞİRKETlerin hakim olduğu sorgulanamaz,
eleştirilemez YÜCE insanların (Homo DEUS) yönettiği bir dünya kurmakta.
Resimde görünmeyen robotun ipinin kimin elinde olduğu... |
Ne demişti Harari, “Biz hangi maymuna fikrini sorduk ki,
Tanrı İnsanlar (Homo Deus) bize fikirlerimizi sorsun.” Son söz Tage Lindbom’dan;
"Kimsenin, "ailenin yok edileceği"
öngörüsüne inanası gelmiyor; lakin ne aşk, ne de hayrın olduğu bir yerde bütün
kapıların sadece barbarlığa açılacağını fark etmek gerek."[256]
Ahmet H. Çakıcı
Muharrem 1440 / ALANYA
Sonraki Yazı: 2- Ahlak Sonrası Toplum: Queer Teori
Kaynaklar:
[i] Bazen isim
vererek, bazen isim vermeden faydalandığım kaynaklar:
Wendy Brown, Tarihten Çıkan Siyaset
Zygmunt Baumann, Cemaatler
Zygmunt Baumann, Akışkan Gözetim
Zygmunt Baumann, Akışkan Modern Dünyadan 44 Mektup
Alain Touraine, Modernizmin Eleştirisi
Terry Eagleton, Tanrı’ın Ölümü ve Kültür
Ernest Gellner, Müslüman Toplum
Abduvehhap El Messiri, Hamburger Medeniyeti
Gayatri Chakravorty Spivak, Madun Konuşabilir mi?
Yuval Noah Harari, Homo Deus
Ayrıca kendilerinden çok faydalandığım Abdurrahman
Arslan ve Atasoy Müftüoğlu beyefendilere çok teşekkür ederim.
[25]
Halil Oduncu
[26]
http://t24.com.tr/haber/turkiyede-nufus-80-milyonu-gecti-koylerde-yasayanlarin-orani-ise-yuzde-75,550346
[34]
http://www.diken.com.tr/ingilterede-iscilere-cip-takma-uygulamasina-tepki-isverenleri-uzak-durmaya-cagiriyoruz/
https://www.timeturk.com/cin-de-ogrenciler-cipli-uniformayla-takip-ediliyor/haber-1013935
[35] http://arsiv.ntv.com.tr/news/138154.asp
https://www.timeturk.com/cin-de-ogrenciler-cipli-uniformayla-takip-ediliyor/haber-1013935
[35] http://arsiv.ntv.com.tr/news/138154.asp
[37]
Noah Harari, Homo Deus
[38]
https://www.youtube.com/watch?v=bg27nJb7Rck
[38-a] [1] Robotların Yükselişi & Yapay Zeka ve İşsiz Bir Gelecek Tehlikesi-Martin Ford'dan derleme
[38-a] [1] Robotların Yükselişi & Yapay Zeka ve İşsiz Bir Gelecek Tehlikesi-Martin Ford'dan derleme
[39]
Zygmunt Baumann, Iskarta Hayatlar,
Modernite ve Safraları
[40]
http://www.hurriyet.com.tr/kitap-sanat/iskarta-zamanlar-iskarta-hayatlar-40962170
[42]
(Noah Harari- Homo Deus s:364)
[43]
Aynı eser.
[44]
Alıntıların bir kısmı “Spivak Gayatri’nin : Madun Konuşabilir mi?” eserinden
bir kısmı da Wendy Brown’ın “Tarihten Çıkan Siyaset” eserinden.
[47]
Türkiye Cumhuriyetinin Ordusunun da artık tamamen “maaşla askerlik” dönemine
geçişinin bununla ilişkisi var mıdır acaba?
[49] Alain Touraine, Modernizmin Eleştirisi
[50]
“Medeniyette ulaştığımız nokta hayvanlığa geri dönmek mi?” sorusunu Alain
Touraine, Modernizmin Eleştirisi'nde dile getiriyor.
[51]
Zariat Suresi 19.Ayeti kerime.
[52]
Regan 1983,357 syf.
[53]
Terry Eagleton da bu meyandaki görüşleri Tanrı’nın Ölümü ve Kültür eserinde
toplamış.
[54]
Nussbaum 373 (Zoopolis- s: 184)
[55] Homo Deus, Yuval Noah
Harari
[56]
Wendy Brown bu alıntılar için kaynak olarak : Ahlakın Soykütüğü Üzerine, Şen
Bilim, İyinin ve Kötünün Üzerinde,
Putların Alacakaranlığında, Güç İstenci ve Alacakaranlık eserlerini kaynak olarak veriyor.
[57]
Wendy Brown, Tarihten Çıkan Siyaset
[58]
https://yazarumit.com/suriyede-evlendi-bursada-16-yil-hapis-yedi/
[59]
TCK. Madde 102
(1) Cinsel davranışlarla bir kimsenin
vücut dokunulmazlığını ihlâl eden kişi, mağdurun şikâyeti üzerine, iki yıldan
yedi yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(2) Fiilin vücuda organ veya sair bir
cisim sokulması suretiyle işlenmesi durumunda, yedi yıldan oniki yıla kadar
hapis cezasına hükmolunur. Bu fiilin eşe karşı işlenmesi hâlinde, soruşturma ve
kovuşturmanın yapılması mağdurun şikâyetine bağlıdır.
[62]
https://www.morcati.org.tr/tr/yayinlarimiz/makaleler/99-aile-icinde-kadina-yonelik-siddete-karsi-mucadele-ve-feminizm
[65]
(bkz: http://www.decentfilms.com/articles/kinsey)
(Ekşi Sözlük’ün Kinsey Maddesinden alınmıştır.)
[68]
Terry Eagleton, Tanrı’nın Ölümü ve Kültür.
[69]
Hicr Suresi 29. Ayet
[70]
Rosi Braidotti, İnsan Sonrası s:99
[71]
ZOOpolis, Hayvan Haklarının Siyasal Kuramı
[72]
Aynı eser.
[74]
Rosi Braidotti, İnsan Sonrası s:192
[77]
ZOOpolis, Hayvan Haklarının Siyasal Kuramı
[78]
Homo Deus, Noah Harari s:266
[79]
Aynı Eser.
[80]
Rosi Braidotti , İnsan Sonrası s: 40
[81]
ZOOpolis, Hayvan Haklarının Siyasal Kuramı
[82]
Jack Goody, Batıdaki Doğu
[83]
Aynı eser.
[87]
Alıntılayan: Rosi Braidotti, İnsan Sonrası s:41
[88]
Sen Fernando Vadisi'nde dünya porno pazarının kurulmasına ve bunların basın ve
sinema yoluyla toplumlara yayılmasına da öncülük etmiş Rockefeller Vakfı,
kendisinin "Sexuel Behavior in the Human Male" ve "Sexuel Behavior in the Human Female" gibi insanlık üzerinde cinsî cihetten
tahribat yaratmaya yönelik çalışmalarını finanse etmiş; Dr. Kinsey, 1941'den
itibaren Rockefeller tarafından fonlanmış, 1954'ten sonra 75.000 ve 240.000
arasında değişen çeklerle toplam 1.750.000 dolar almış.
Şöhrete kavuştuktan sonra kendisinin ve karısının başrolde oynadığı porno filimler çekmesi nedeni ile gözden düşmüş bir bilim adamı.
Şöhrete kavuştuktan sonra kendisinin ve karısının başrolde oynadığı porno filimler çekmesi nedeni ile gözden düşmüş bir bilim adamı.
[89]
Kinsey’in araştırmaları ve bu araştırmanın Amerikan Devleti ve toplumu üzerine etkisi konulu geniş bir yazı:
http://islamianaliz.com/yazi/cinsel-istismar-ve-hukukun-manipulasyonu-amerika-3581#sthash.WP6rKvCC.dpbs
http://islamianaliz.com/yazi/cinsel-istismar-ve-hukukun-manipulasyonu-amerika-3581#sthash.WP6rKvCC.dpbs
[94]
Alfred Kinsey ve araştırmaları üzerine bir inceleme: Kinsey : Seks ve
Sahtekarlık, Prof. William Simon
[98]
İstanbul Sözleşmesi 3/c ; ’toplumsal cinsiyet’’ belli bir toplumun kadınlar ve
erkekler için uygun gördüğü sosyal olarak inşa edilen roller, davranışlar,
etkinlikler ve yaklaşımlar anlamına gelir.
[99]
İstanbul Sözleşmesi 12-5.
[100]
İstanbul Sözleşmesi 14. Eğitim Maddesi: Taraflar, gerektiğinde, öğrencilerin
gelişen kapasitesine uygun olarak, kadın erkek eşitliği, kalıplaşmamış
toplumsal cinsiyet rolleri, karşılıklı saygı, kişisel ilişkilerde şiddet
içermeyen çatışma çözümleri, kadına yönelik toplumsal cinsiyete dayalı şiddet
ve kişisel bütünlük hakkı gibi konulara ilişkin öğretim materyallerine resmi
müfredata ve eğitimin her seviyesine eklenmesi için gerekli adımları atar.
[102]
Toplumsal Cinsiyet: Toplumsal cinsiyet ise; toplumun verdiği roller, görev ve
sorumluluklar, toplumun bireyi nasıl gördüğü, algıladığı ve beklentileri ile
ilgili bir kavramdır.”
Cinsiyet: http://aileakademisi.org/arastirma/arastirma-toplumsal-cinsiyet-esitligine-dayali-politika-uygulayan-uelkelerde-kadin-ve-aile
Cinsiyet: http://aileakademisi.org/arastirma/arastirma-toplumsal-cinsiyet-esitligine-dayali-politika-uygulayan-uelkelerde-kadin-ve-aile
[113]
Aile ve Soayal Politikalar Bakanlığı Çocuk Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nün
hazırladığı ANKA Katılımcı Kılavuz Kitabı
https://cocukhizmetleri.aile.gov.tr/haberler/anka-cocuk-destek-programi-bireysel-danismanlik-ve-aile-ile-calisma-egitici-egitimi
https://cocukhizmetleri.aile.gov.tr/haberler/anka-cocuk-destek-programi-bireysel-danismanlik-ve-aile-ile-calisma-egitici-egitimi
[114]
Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine Duyarlı Üniversite Çalıştayı Sonuç Raporu ile
ilgili YÖK Genel Kurulunda Alınan Karar (29.05.2015)
[117]
“Taraf devletler kadınların daha aşağı düzeyde olduğu düşüncesine veya
kadınların ve erkeklerin toplumsal
olarak klişeleşmiş rollerine dayalı önyargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların kökünün kazınması amacıyla kadınların ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesine yardımcı olacak önlemleri alacaklardır” (İstanbul Sözleşmesi VII. madde 1-1 Bend) (Vurgu bana ait-AHÇ)
olarak klişeleşmiş rollerine dayalı önyargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların kökünün kazınması amacıyla kadınların ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesine yardımcı olacak önlemleri alacaklardır” (İstanbul Sözleşmesi VII. madde 1-1 Bend) (Vurgu bana ait-AHÇ)
[118]
https://www.tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa_2018.pdf
D. Milletlerarası andlaşmaları uygun bulma MADDE 90- Türkiye Cumhuriyeti adına yabancı devletlerle ve milletlerarası kuruluşlarla yapılacak andlaşmaların onaylanması, Türkiye Büyük Millet Meclisinin onaylamayı bir kanunla uygun bulmasına bağlıdır. Ekonomik, ticarî veya teknik ilişkileri düzenleyen ve süresi bir yılı aşmayan antlaşmalar, Devlet Maliyesi bakımından bir yüklenme getirmemek, kişi hallerine ve Türklerin yabancı memleketlerdeki mülkiyet haklarına
D. Milletlerarası andlaşmaları uygun bulma MADDE 90- Türkiye Cumhuriyeti adına yabancı devletlerle ve milletlerarası kuruluşlarla yapılacak andlaşmaların onaylanması, Türkiye Büyük Millet Meclisinin onaylamayı bir kanunla uygun bulmasına bağlıdır. Ekonomik, ticarî veya teknik ilişkileri düzenleyen ve süresi bir yılı aşmayan antlaşmalar, Devlet Maliyesi bakımından bir yüklenme getirmemek, kişi hallerine ve Türklerin yabancı memleketlerdeki mülkiyet haklarına
dokunmamak
şartıyla, yayımlanma ile yürürlüğe konabilir. Bu takdirde bu antlaşmalar,
yayımlarından başlayarak iki ay içinde Türkiye Büyük Millet Meclisinin
bilgisine sunulur. Milletlerarası bir antlaşmaya dayanan uygulama antlaşmaları
ile kanunun verdiği yetkiye dayanılarak yapılan ekonomik, ticarî, teknik veya
idarî antlaşmaların Türkiye Büyük Millet Meclisince uygun bulunması zorunluluğu
yoktur; ancak, bu fıkraya göre yapılan ekonomik, ticarî veya özel kişilerin
haklarını ilgilendiren antlaşmalar, yayımlanmadan yürürlüğe konulamaz. Türk
kanunlarına değişiklik getiren her türlü antlaşmaların yapılmasında birinci
fıkra hükmü uygulanır. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar
kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa
Mahkemesine başvurulamaz. (Ek cümle: 7/5/2004-5170/7 md.) Usulüne 18 göre
yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla
kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek
uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.
[142]
Sağlık bakanlığı şikayet hatt 184’den alınmış cevaptır.
[144]
Bundan sonraki süreçte LGBT’liler için kamuda işçi olma hususunda “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği”nin sağlanması
için LGBT personel istihdamı içinde çalışmalara başlanması açılacak ilk davayı
beklemektedir.
[146]
Annamarie Jagose: Queer Teori
[147]
Gökçen Ezber’in aynı kitaba yazdığı önsözden alıntıdır. http://www.kaosgl.org/sayfa.php?id=20864
[148]
Selma Aliye Kavaf, Türk siyasetçi, öğretmen. Devlet Bakanı Kavaf, 2007'den
2009'a kadar Adalet ve Kalkınma Partisi Denizli Milletvekili olarak Mecliste
yer aldı.
[149]
http://www.kaosgldernegi.org/resim/yayin/dl/icisleri_bakanligi_icin_lgbt_haklari_el_kitabi.pdf
İstanbul Sözleşmesi 4. Madde:Bireylerin cinsiyet,
toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi görüş veya farklı görüşe sahip
olma, ulusal veya sosyal menşe, herhangi bir etnik azınlık, mülkiyet, doğum,
cinsel tercih/yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği, yaş, sağlık durumu,
medeni durum, göçmen ya da mülteci olma, yaş veya engelinin ve diğer bir
durumunun bulunmasına bakılmaksızın özellikle mağdurların haklarını korumaya
yönelik tedbirler başta olmak üzere işbu Sözleşme hükümlerinin Taraflar
tarafından uygulanması güvence altına alınmıştır.
[150] İstanbul Sözleşmesi 36/3. Taraflar, 1.
paragrafta yer alan hükümlerin iç hukuk tarafından tanındığı şekliyle eski veya
şu anki eşe veya partnerlere karşı işlenen eylemler için geçerli
olmasını sağlamak üzere gerekli hukuki veya diğer tedbirleri alacaklardır.
[154]
Transparent: Trans bir baba, karısı ve 3 uçarı çocuğunun hikayesi; Six Feet
Under, biri gay biri lezbiyen 3 kardeş ve onların özgürlük sevdalısı anneleri,
Modern Family; kadının çocuğu, erkeğin çocuğu, evlat edinilmiş çocuk, kendi
lezbiyen çocuklarının ailesi, Grace and Frankie: lezbiyenler ailesi; 2 gayli
aile; biri gay, biri trans, biri lezbiyen çocuklu aile;vs ama hepsi de
komedi formunda)
[162]
Daha önce okumuş olduğum bu araştırmaya tekrar aradığımda ulaşamadım.
[180]
İstanbul Sözleşmesi 3-f : ’kadın’’ kelimesi 18 yaşın altındaki kız çocuklarını
da içerir.
[184]
"Human female"de (s.21)
Bilgi Ekşi Sözlük’ün Alfred Kinsey maddesinden alınmıştır: https://eksisozluk.com/alfred-kinsey--267738?p=2
Bilgi Ekşi Sözlük’ün Alfred Kinsey maddesinden alınmıştır: https://eksisozluk.com/alfred-kinsey--267738?p=2
[185]
Tekrar 118. Madde
[187]
Hollanda’da kurulan PNVD (Kardeşçe Sevgi, Özgürlük ve Farklılık Partisi!)
isimli bir parti çocuklarla ve hayvanlarla cinsel ilişki kurulmasını
savunuyordu. Halk partinin kapatılması için Lahey Bölge Mahkemesi’ne başvurdu.
Ancak mahkeme başvuruyu “özgürlük” gerekçesiyle reddetti ve parti yasallaştı.
[190]
Tanımlama Jack Goody’den alınmıştır.
[191]
İstanbul Sözleşmesi 4.4 Madde : Kadına yönelik toplumsal cinsiyete dayalı
şiddetin önlenmesi ve kadınların korunması için gerekli olan özel tedbirler,
hali hazırdaki Sözleşme kapsamında ayrımcılık olarak kabul edilmeyecektir.
[195]
Ankara 9. Sulh Ceza Mahkemesi’nin 2001/01496E. ve 2002/00310K. sayılı kararı ve
Yargıtay 5. Ceza Dairesi’nin 2003/4048E. ve 2004/2528K. sayılı onama kararları
[196] 18 OCAk 2013 tarihli 6284 sayılı kanunun
uygulama yönetmeliği madde 30’a 3 :"Koruyucu
tedbir kararı verilebilmesi için, şiddetin uygulandığı hususunda delil
veya belge aranmaz.Önleyici tedbir kararı, geciktirilmeksizin verilir.
Kararın verilmesi, Kanunun amacını gerçekleştirmeyi tehlikeye sokabilecek
şekilde geciktirilemez.
[198]
İstanbul Sözleşmesi 3/a : “kadına
yönelik şiddet’’ kadına yönelik ayrımcılığın bir türü ve bir insan hakkı ihlali
olarak anlaşılmaktadır. İster kamu hayatında ister özel hayatta meydana gelsin
baskı veya rastgele özgürlüğünü engelleme de dâhil kadınların fiziksel, cinsel,
psikolojik veya ekonomik zararı veya ızdırabı ile sonuçlanan veya sonuçlanması
muhtemel olan tüm eylemler toplumsal cinsiyete dayalı şiddet anlamına gelir.
[200]
https://ilerihaber.org/icerik/evde-baktigi-hayvani-sokaga-terk-edenlere-para-cezasi-geliyor-72059.html
[201]Taraflar, işbu Sözleşmenin 35, 36, 37, 38 ve 39. maddeleri
uyarınca belirlenen suçların soruşturulması veya kovuşturmalarının; suçun o
bölgenin tamamında veya bir kısmında işlenmesi durumunda, suçun mağdur tarafından bildirilmesi veya şikâyette
bulunulmasına bağlı olmamasını ve mağdur şikayetini veya ifadesini geri alsa
bile kovuşturmanın devam etmesini sağlamak üzere gerekli hukuki veya diğer
tedbirleri alır.
[202]
İstanbul Sözleşmesi 18/4: izmetlerin sunumu mağdurun fail hakkında şikayette
bulunması veya aleyhinde tanıklık etmesine bağlı olmayacaktır.
[203]
İstanbul Sözleşmesi Madde 48.1: Taraflar, işbu Sözleşme kapsamındaki şiddet
eylemlerinde arabuluculuk ve uzlaştırma da dahil zorunlu alternatif uyuşmazlık
çözüm süreçlerini yasaklamak üzere gerekli hukuki veya diğer tedbirleri alır.
[204]
İstanbul Sözleşmesi Madde 50.2: Taraflar, işlevsel tedbirlerin alınması ve
kanıt toplama da dahil olmak üzere, kolluk kuvvetlerinin işbu Sözleşme
kapsamında yer alan her türlü şiddetin önlenmesinde ve mağdurların korunmasında
acil ve yerinde müdahale etmelerini sağlamak üzere gerekli hukuki veya diğer
tedbirleri alır.
[218]İstanbul
Sözleşmesi 36. Madde 3. Taraflar, 1. paragrafta yer alan hükümlerin iç hukuk
tarafından tanındığı şekliyle eski veya şu anki eşe veya partnerlere karşı
işlenen eylemler için geçerli olmasını sağlamak üzere gerekli hukuki veya diğer
tedbirleri alacaklardır.
[220]
Mahkemenin, kararına dayanak yaptığı İstanbul Sözleşmesi'nin 3/b bendi şöyle:
“‘Aile içi şiddet’, aile içerisinde veya hanede veya
mağdur faille aynı evi paylaşsa da paylaşmasa da eski veya şimdiki eşler veya
partnerler arasında meydana gelen her türlü fiziksel, cinsel psikolojik veya
ekonomik şiddet eylemi anlamına gelir.”
[236]
Harari –Homo Deus s:32
[239]
. Noah Harari- Homo Deus s:364)
[240]
Nisa Sursi 53. Ayet: “Allah'ın rahmetinden kovulmuş tiplerin Allah'ın mülkü
üzerinde bir güçleri mi var? Öyle olsa; hiç kimseye hurma çekirdeği kadar bile
bir şey vermezlerdi ki. (Nisa 53)
[241]
Aldoux Huxley, Cesur Yeni Dünya
[242]
Noah HArari, Homo Deus s:53
[243]
Aynı Eser
[247]
Abdurrahman Arslan, Kıbleyi Kaybettiren Dönüşüm s:41
[248]
Ernest Gellner, Müslüman Toplum
[249]
Abdurrahman Arslan, Kıbleyi Kaybettiren Dönüşüm s:23
[250]
Aynı eser, s:20
[251]
https://www.dunyabulteni.net/aa-analizleri/bir-siyasi-proje-olarak-alman-islami-h430742.html
https://www.dunyabulteni.net/avrupa/muslumanlar-kongresi-nde-gundem-fransa-islami-projesi-h434315.html
https://www.dunyabulteni.net/avrupa/rus-islmi-mumkun-mu-h434939.html
https://www.ensonhaber.com/abdnin-suudiler-uzerinden-yaydigi-modern-islam-algisi.html
[252] https://www.galgale.com/once-bayanlarfeminist-cami-acildi-ayrica-cami-herkese-acik-kadinlar-erkekler-transeksuel-gey-heteroseksueller-herkes-hos-geldiniz/
https://www.dunyabulteni.net/avrupa/muslumanlar-kongresi-nde-gundem-fransa-islami-projesi-h434315.html
https://www.dunyabulteni.net/avrupa/rus-islmi-mumkun-mu-h434939.html
https://www.ensonhaber.com/abdnin-suudiler-uzerinden-yaydigi-modern-islam-algisi.html
[252] https://www.galgale.com/once-bayanlarfeminist-cami-acildi-ayrica-cami-herkese-acik-kadinlar-erkekler-transeksuel-gey-heteroseksueller-herkes-hos-geldiniz/
[253]
Prof. Noah Harar, Homo Deus
[254]
Abdurrahman Arslan, Kıleyi Kaybettiren Dönüşüm
[255]
Abdurrahman Arslan, Dünyaya Müslümanca Bakmak
[256]
Tage Lindbom - Başaklar ve Ayrık Otları
Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın
Konu yorumu: 1- Ailesiz Toplum, Modern Family ... Ya Sonrası? ( Tam Metin)
Açıklama:
Değerlendirme: 5
Yorum: Ahmet H. Çakıcı
Etiketler:
Ailesiz Toplum,
Alfred Kinsey,
Alternatif Aileleler,
biseksüel,
Farklı aile formları,
gay,
harari,
homo deus,
Kinsey Scalası,
lezbiyen,
LGBT,
onemli,
robot,
Toplumsal Cinsiyet Eşitliği,
trans
15 yorum:
Şöyle bir göz gezdirdim.. toplumda temelinin AİLE olduğunu bilmeyen amma aile içinde yaşayan insanlarla yürüyen bir gereksinim gidişi var.. "insan" tarladan hasat edemezsiniz.. raftan indiremezsiniz.. ancak THE MATRIX kehaneti gerçekleşirse.. insanın giderek hayvanlaştığı.. makinenin giderek insanlaştığı bir gelecekte.. bu mümkün.
ancak biz mümkünün üzerinde TANRI'ya inanıyoruz.. ancak bu inanç bu kötü geleceği kurtarmayı Tanrı'ya bırakmayı gerektirmez.. tam tersine önlem almayı gerektirir.. zaten dinde bunun için.. kitap ve rasul de bunun için.. amma ne yapmak gerekiyor.. siz sorundan yakınmışsınız.. çözüme ilişkin yanıtınızı bulamadım.
www.yontembilim.com sayfamın FORUM kısmında çözüme ilişkin önerim var; bütün yaşantı ve davranışlarımızın.. tüm görüş ve tutumlarımızın.. hatta inançlarımız tabanında bulunan DÜŞÜNME'yi harekete geçirmek; düşünmenin de temelinde duran YÖNTEM'i sağlam ve sağlıklı bilgi ve buyruk taşıyan sözlere duyarlılığını geliştirmek.. zaten bu imanın ve akidenin de sağlam tabanı ve kaidesi değil mi ?
Osman Bey;
Şöyle bir göz gezdirmenize teşekkür ederim. Yazının Soykütük, Hayvan Hakları meselesinin anlatıldığı bölüm ve bunlarla bağlantılı olan Son bölüm bahsettiğiniz konu ile ilgili. Sanırım göz gezdirme esnasında gözünüzden kaçmış.
Bahsettiğiniz yazıya da bakmak istiyorum. İlginize teşekkür ederim.
Ahmet Hakan Bey merhaba. Bu yazınızı Ufuk Çoşkun'un bir yazısının en altında link olarak görünce dikkatimi çekti. Zaten Ufuk Coşkun'un yazısının da çoğu da sizin yazınızdan alıntıydı. PDF formatında indirip bir çırpıda dikkatlice okudum. Arkadaşlara da tavsiye ettim. Yazı, 6284 sayılı yasayı, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği projesini ve feminist hareketlerin aileye yönelik yıkıcı eylemlerinin temel sebebini çok temelden ve sağlam argümanlarla okuyucuya sunuyor. Tebrik ediyorum. Kaleminize sağlık! Kitaplarla ilgili yazdığınız yazılar dışında bütün yazılarınızı okudum. Hepsini çok beğendim. Kitaplarla ilgili olanların ise birkaç tanesini tam olarak okudum. Diğerlerini ise sadece göz gezdirdim. Tabii yukardaki beyfendi gibi değil. Videolarınızın da hepsini izledim. Aşağı yukarı birçok fikrinizi öğrenmiş bulunuyorum. Faydalandım. Özellikle Ailesiz Toplum, Selam serisi, Avrupa'nın Travmaları yazılarınızı beğendim. Büyük emek vermişsiniz. Teşekkür ederim.
Bu arada bir gün Alanya'ya yolum düşerse mutlaka yüz yüze tanışmak isterim. Saygılarımla!
Eyüp Bey,
İlgi ve iltifatınıza çok teşekkür ederim. Çok sağolun.
Eğer Alanya'ya yolunuz düşerse görüşmekten tanışmaktan çok memnun olurum, çok sevinirim.
Allah Yar ve yardımcınız olsun.
Allah razı olsun. Çok faydalandığım bir çalışma. Rabbim kaleminize kuvvet versin, hayırlı çalışmalarınızı ziyadeleştirsin, amel defterinizi kapatmayacak sadaka-i cariyeye çevirsin inşAllah.
Konuyu çok güzel ifade etmissiniz.
Teşekkürler..
Ankara Radyo Dengede konustuklarinizi da dinledim..
Videolarınızı da izlemeye çalıştım.Allah razı olsun..
Video ve sesskalitesi maalesef çok kötü..
Bundan sonra bu konuları konuştuğumuz bir mecra olursa youtube icin kaliteli kayıt alırsanız daha çok insana ulaşır...
Yazınızdan çok istifde ettim, ama şu cümlenizi biraz açabilirmisiniz lütfen;
. Eğer o cemaatlerin birinden peygamberimsi bir lider çıkıp büyük kitleleri ikna etmeyi başarabilirse, fakirler için ümit, egemenler için tehdit kapıları açılabilir
BU Terry Eagleton'un sözü. Şöyle anlatmaya çalışayım. Bir zemin düşünün her tarafı yapıştırıcı sürülmüş. ve tam ortasına da bir peynir konmuş. Fare yapıştırıcı sürülmüş zeminin hemen önüne geliyor. BU durumda farenin kurtulabilmesinin yolu nedir?
Tek yolu vardır. Peynir yemeyi reddetmek.
Yazar eğer Peygamberimsi biri çıkıp kitleleri kendilerine sunulan ayartıcıları yememeye ikna edebilirse ve parçalanmış bir araya gelemeyen, kendi akıllarına tapıp ortak akıl etrafında toplanamayan kitleleri yeniden bir akıl etrafında birleşmeye ikna edebilirse fakirlerin bir şansı daha olabilir, diyor diye anladım.
Oldukça müstefid olduk. Arkadaşlarımızla paylaşmak üzere çoğaltıyorum. Var olun..
Gayların çalışma ortamlarının kusursuz olmasına dayalı bir çaba içerisinde yer aldıkları gözlemlenebilen bir durum olarak ifade edilmektedir. Gerek müşterilerle gerekse de iş arkadaşları ile herhangi bir tartışmaya dayalı girişim içerisinde yer almayan Ankara Gay bireyleri; aynı zamanda da ortamın iyileşmesi adına ellerinden geleni yapmalarıyla da kendilerini ön plana çıkarmaktadırlar. Bundan dolayı da her işyerinde olması gereken kişiler olarak görülen Gay bireylerin; işlerini haklarıyla gerçekleştirmesinden ötürü bu tip taleplerin her zaman ortada olduğu bilinen bir gerçektir. Herhangi bir alanda aktif olarak çalışabilecek potansiyele sahip olan Gay bireylerin; önemli ölçüde destek vererek; bulundukları iş kulvarında gelişime açık oldukları da bilinen bir ayrıntı olarak adlandırılabilmektedir.
Hakan abi selamlar. Meb ve yok bu etcep uygulamalarını kaldırdı bildiğim kadarıyla. Su an bu uygulamalarin ne kadarı yürürlükte ya da ne zamana kadar ulke olarak bu aşağılık kureselcilere direnecegiz bilemiyorum. Özellikle ilköğretim kitaplarini inceleyecegim gerçekten merak ediyorum. Bahsettiğiniz gibi çok önemli bir konu bu.
son derece kapsamlı bir çalışma olmuş emeğinize sağlık. meğer ne zehirleri bize "iyi niyetle" yedirilmek istenmiş yazınızı okuyunca daha iyi anladım. çok teşekkür ederim. müsaadeniz olursa bu çalışmanızı paylaşmak isterim.
Ahmet Bingöl Bey Çok teşekkür ederim. Yayılmasına sevinirim elbet.
Yorum Gönder