İnsan SONRASI – Rosi Braidotti (ÖZet)

Yazar : Ahmet H. Çakıcı Tarih : 3 Oca 2009 3 yorum

Genel Değerlendirme:

“İnsan Sonrası”, İtalyan felsefeci ve Feminist kuramcı Rosi Braidotti’nin Kolektif Kitap’tan basılan 240 sayfalık eseri.
Kitaba girmeden önce "İnsan Sonrası" kavramının, gelişmekte olan teknoloji ile önümüze çıkması muhtemel insan/robot/ bilgisayar karışımı siborglerin dönemini kastetmediğini belirteyim. Kavram bu dönemi kapsıyorsa da, hedefi bu değil.  Bu kavramı açıklayabilmek için evvelemirde iki anahtar kavramı ve bu kavramların konu ile ilintisini açıklamak gerektiğini hissediyorum: Andropos ve Vitruvius.
Andropos: Bu kavram Eski Yunan’da hikmet sahibi olgun insanı (insan-ı kamil, aziz, evliya) karşılıyor.  (Daha açık ifade edelim; sanırım Andropos, Peygamberleri işaret ediyor.) Andropos, toplum için bir ahlaki nizam tanımlıyor. "İnsan" olmanın bir takım ahlaki sıfatlara sahip olmakla ilişkili olduğunu düşünüyor ve tanımlanan ahlaki niteliklere sahip olmayanların, “İnsan”i olarak eksik olduklarını, insanileşmede başarılı olamadıklarını iddia ediyordu. Yani, “insan” olmanın yolu; ahlaktan, erdemlerden geçiyordu. (Bizde kullanılan, “önce insan ol", “insan mısın?” , “insanlık önemli” gibi kelimeler de, muhatabından ahlak ve erdem talep eden Andropos/peygamberler düşüncesinin yansımalarıdır.) 

5000 senedir bu düşünce toplumları baskılıyor ve onlara şekil veriyor. Dolayısı ile Andropos’un (Peygamberlerin, azizlerin, evliyaların ...) ahlak ve erdem anlayışına uymayan bir kesim dışlanıyor ve ötekileştiriliyor. Bunlar fahişeler, eşcinseller, tefeciler, cimriler, hırsızlar, katiller vs. Bunların arasına "kadın"ı da eklememiz lazım, çünkü peygamberlerin arasında hiç kadın yok ve ne İncil’de ne de Tevrat’ta kadın muhatap alınlıyor. Dolayısı ile Andropos, kadını da aşağılıyor, diyorlar.

Vitruvius: Leonardo Da Vinci’nin günlük notlarının arasında bulunan meşhur olmuş bir eskiz. Bu çalışma Aydınlanmanın ve modernist dönemin (hümanizmin) İnsanlık sembolü olarak kabul ediliyor. Vitruvius insanı; batılı, beyaz, sağlıklı, yakışıklı ve erkek olarak tasvir edilmiştir. Batı Hümanizmi(insancılığı),  "İnsanı" bu değerler üzerinden tanımlayarak Batılı, beyaz, sağlıklı, güzel ve erkek olmayan herkesi aşağıladı ve Asyalı, Afrikalı, Kızılderili, sarı, siyahi, çirkin, sakat,  eşcinsel ve kadını ötekileştirdi. İnsan saymadı. Bu bilinçaltının  geliştirdiği Hümanizm düşüncesi, algılarını Vitruvis insanın üzerine odakladı ve diğerlerini görmezlikten geldi. Gördüğünü de perişan etti.
İşte İnsan Sonrası, bu Andropos ve Vitruvius’un tanımladığı "İnsan" anlayışlarının reddi ile girilen döneme verilen isim. Peygamberlerin ve aydınlanmanın tanımladığı normların hepsini yerle bir edip tarihe gömerek; erkekinsanın ürettiği dünyaya karşı teknoloji, kadın ve eşcinseller hep birlikte yeni bir dünya kurmak istiyoruz, diyorlar. Peygamberlerin, ahlak ve erdem İnsanının yerini alacak düşünceyi üretecek olan eşcinsellerin ve kadınların dünyasının hiç kimseyi hatta hayvanları ve diğer bitkisel canlıları da dışlamayarak yeni bir türün ("Zoe") müjdesini veriyorlar, iddiasında Braidotti. 

"İnsan" olmak için ahlaklı, batılı, erkek ve heteroseksüel olmaya gerek yok. Hatta İnsan olmaya gerek yok", diyorlar. 

"Hümanizm, laiklik ve bilim çok büyük bir numaraydı. Sonuç korkunç bir felakete doğru gidiyor. Bu felaket gelmeden yeni bir şey yapmalı ve bunları tasfiye etmeliyiz", derken; atılacak çöp paketinin içine, ahlakı ve erdemi de sıkıştırıveriyorlar. Yani çok daha büyük bir numara için, bu numaranın önündeki engeli (ahlak ve erdem) de eskiyen numara ile birlikte tasfiyeye çalışıyorlar, diye düşünüyorum. 

Kitap benim için bir hayal kırıklığı. Sayın Braidotti, İnsan Sonrasının kurulmakta olduğunu haber veriyor lakin insan sonrasının ne üzerine kurulduğuna dair bir şey söylemiyor. Bütün kitap eski dünya yıkılıyor, Erkekinsanın kurduğu yapı dağılıyor çok güzel şeyler olacak, harika olacak, müthiş olacak, ne güzel olacak formunda ilerliyor. Ne olacağı ve neyin üzerine olacağı konusunda hiç bir şey yok. Değerlerin yerine ne konulacağı veya değerler olmadığında insanların ne üzerine uzlaşacaklarına dair hiç bir fikir vermiyor. Fakirler ile zenginler, güçsüzler ile güçlüler arasındaki dengeyi sağlamaya çalışacak olanın ne olduğuna dair hiç bir ipucu yok kitapta. 

Bizi "Yeni Kapitalist Egemenlere" güvenmeye, eşcinseller ile kadınların birlikte inşa edecekleri yapıyı desteklemeye çağırıyor. Şikayet edilenlerden ahlak, erdem ve küçük erkeklerin tasfiyesinin işaretleri her yerde kendisini hissettirirken emperyalizmin, sömürgeciliğin, gelir eşitsizliğinin, Batı üstünlük düşüncesinin tasfiyesine dair hiç bir ip ucu yok. "İnsan Sonrasının işlevi, Yeni Kapitalist hamlenin önündeki engellerin kadınlar ve eşcinseller eli ile temizlenmesi mi" sorusu kitabın sonunda zihnime asılı kalan soru oluyor.

Braidotti’nin fikri anlamda esere bir şey katmamış olduğunu düşünsem de, yazarın konu hakkındaki birçok görüşü bir araya getirerek faydalı bir eser ortaya koyduğunu düşünüyorum.
Kitaptan aldığım notları ilgilenenler için aşağıda paylaşıyorum. Ümit ederim faydalı olur.

Giriş

Öyle ya da böyle, kendinden emin bir şekilde her daim insan olageldim veya sadece insanım, diyemez herkes.....geçmiş evreleri bırakalım şimdi bile kimileri tam manasıyla insan olarak görülmüyor.
.. muhafazakar, dini toplumsal kuvvetler insanı doğal hukuk mekanizması içine sokmaya çalışadursun, insan kavramı güncel bilimsel ilerlemeler ve küresel ekonominin baskısı altında, her iki koldan sıkıştırılmış haldedir. Postmodern, sömürgecilik sonrası, post endüstriyel ve dahi çokça tartışmalı postfeminist koşullar altında, öyle görünüyor ki insan sonrasına geçmiş durumdayız.
İnsandan sonra gelen ( o şey her neyse) bir zamanlar her şeyin merkezi olan ölçüsü olan “insan”ın ciddi bir biçimde yerinden edilme ihtimali coşku kadar kaygı da doğuruyor. (Habermas 2003)
Bu postnatüralist varsayım bedenin mükemmelliğinin sınırlarına dair oyunbaz deneylere mi, insan “tabiatına” dair yüzyıllardır süregelen inançların yıkımına ilişkin ahlaki panik haline mi, sömürgeci ve kara dönük bir genetik ve sinirsel bir sermaye arayışına mı sebep verecek göreceğiz.  
Friedrich Nietzsche “Tanrı”nın ve Tanrı fikri üzerine inşa edilen “insan” fikrinin “öldüğünü” ilan ettiğinden beri, insanlığın zor durumda olduğu düşüncesi Avrupa felsefesinin leitmotif’i (nakaratı-AHÇ) durumundadır.... Nietzsche’nin iddiası, Avrupalı hümanist öznenin metafizik olarak sabit ve evrensel geçerliliğe sahip sağduyusuyla insan doğasına atfettiği aşikar konumun sonunun geldiğine işaretti. (s:17)
İleri kapitalizm ve onun biyogenetik teknolojileri, sapkın bir insan sonrası biçime yol açıyor. İşin Aslı, insan-hayvan etkileşiminin radikal bir biçimde bozulmasıdır. Zaten bütün canlı türler, küresel ekonominin tezgahına düşmüş durumda........ Avrupa Birliğinde hayvancılığa sığır başına 803, Amerika’da 1057 ve Japonya’da 255 dolar destek veriliyor. Bu rakamlar Etyopya(120) Bengladeş(360) Angola(660) veya Honduras(920) gibi ülkelerin yıllık Gayrı safi milli gelirleri ile karşılaştırılınca endişe verici görünmektedir..... Yaşayan organizmaların bu şekilde küresel düzeyde metalaşmasının karşılığında, hayvanlar da kısmen insanlaşmaktadırlar.

1 - Hümanizm Sonrası: Benliğin Ötesinde Yaşam

Vitruvius- Erkekinsan
Leonardo da Vinci’nin Vitruvius’un Erkekinsanı olarak bilinen ikonik imge, insan yetilerinin biyolojik, söylemsel ve ahlaki düzeyde ereksel olarak düzenlenmiş, akılcı bir ilerleme fikrine uzanmasını tamama erdiren bir doktrin olarak hümanizmin amblemidir... Bu model sadece insanlar için değil, kültürler için de standartları belirler... hümanizm, kendi üzerinde tefekkür etmekte olan aklın ulaştığı sonuçları evrensel bir standart iddiası ile bir Avrupa fikrini şekillendiren bir medeniyet modeline doğru evrilmiştir. (Burada, bu düşüncenin  temeli olan fikriyata dikkat edilmesi gerekir kanaatindeyiz. Bu fikriyat, “medeniyet fikri evrimle ilişkili bir düşüncenin sonucudur. Tarih doğrusal bir harekettir. Sürekli ileri doğru gider. Bu ilerleyiş içinde insanlar sürekli bir gelişim içindedirler. Avrupa bu gelişim sürecinde gelişimin/Medeniyetin en üst noktasında yer alır. Dolayısı ile diğerleri GERi’dirler. Bu sadece teknoloji olarak bir gerilik değildir, aynı zamanda insaniyet aşaması olarak da geridirler” fikriyatıdır.  –AHÇ)
Hümanist idealin, egemen kültürel modele doğru mutasyona uğraması, Hegel’in tarih felsefesinde yüceltilmiştir. (Hümanizm fikri Batı hegemonyası ile direk ilişkili bir düşüncedir-AHÇ) Bu kibirli evham, Avrupa’nın sadece jeopolitik bir konum değil, aynı zamanda uygulanabilir tüm nesnelere kendi niteliğini ödünç verecek (baskılayabilecek –AHÇ) insan zihninin evrensel bir yüklemi olduğunu varsayar.... Husserl de Avrupa’yı eleştirel aklın ve kendi üzerine yansımasının –ki bu düşüncede hümanist dogmalara dayanır -  köken bulduğu mahal olarak görür. Ona göre sadece Avrupa kendi özgüllüğünü aşabilir.... (hümanizmin) Avrupa merkezciliği böylece olumsal bir tavır olmaktan çıkar... Bir medeniyet ideali olarak hümanizm, “on dokuzuncu yüzyıl Almanya’sının, Fransa’sının ve bilhassa da Büyük Britanya’nın emperyal kaderlerini belirlemiştir (Davies, 1997:23)
Bu Avrupa merkezci paradigmanın kalbinde... “fark” mefhumunun kınanacak bir konum olarak ele alınmasına sebep olur. Öznellik, bilinç, evrensel rasyonalizm ve kendini düzenleyen etik davranışla denk tutulurken; başkalık bunun olumsuz ve kendini yansıtan muadili olarak görülür. Fark daha aşağı bir düzeye işaret ettiği müddetçe, “öteki” damgasını yiyen çağrışımlar içerir. İnsanlar için hem özcü hem de ölümcül çağrışımlar içerir bu bakış. Görmeye değmeyecek bedenlere sahip, insandan aşağı konuma indirgenen, cinsiyetlendirilmiş, ırk üzerinden tanımlanmış ve doğal addedilmişlerdir. Hepimiz insanız ama bazılarımızın ölümleri daha katlanılabilir  (s:28).... Hümanizm mirasıyla ile başa çıkabilmek için daha fazla etik sorumluluğa ihtiyacımız var. Tony Davies bunu açıkça ortaya koyar; “Bütün hümanizmler emperyalist olagelmişlerdir. İnsandan bahsedişleri sınıf, cinsiyet, ırk ve genom vurgusuyla ve bunların çıkarları üzerindendir. Kucaklayışları görmezden geldiklerini boğar...Hümanizm adına işlenmemiş bir günah düşünmek adeta imkansızdır.”    
Hümanizm bir yandan soykırımlara ve birçok suça ortaklık etmiş, öte yandan muazzam umut ve arzulara destek çıkmış ve bu (ikiyüzlülüğü ile-AHÇ) doğrudan eleştirileri geçersiz kılmıştır. Hümanizm uzun ömürlülüğünü de kısmen buna borçludur.
Bir yanda hümanist faşizm ve Yahudi soykırımı diğer yanda hümanist komünist ve Gulag: dehşetin ölçeğini  karşılaştırdığımızda kana bulanmış bir terazinin birbirine denk kefeleri gibi duruyor... ancak bu ikisi yapıları ve amaçları gereği son derece farklı hareketlerdir. Faşizm aydınlanma temelli aklın özerkliği ve ahlaki iyilik kavramlarına beslenen saygıdan amansız bir kopuşu vaaz ederken, sosyalizm insani dayanışmaya dayalı komüniter bir mefhumun peşine düşmektedir... Faşizm ve Nazizm dönemi, Kıta Avrupa’sında eleştirel bir kuramın tarihinde temel bir yarılmaya neden olmuştur. Öyle ki yirminci yüzyılın başında felsefe açısından merkezi bir yere sahip düşünce ekollerini –Marksizm, psikanaliz ve Frankfurt okulu ile Nietzsche jeneolojisinin (Soykütük teorileri) rahatsız edici tarafları- mahvetmiş ve Avrupa’da yasaklamıştır.
Marksist hümanizmin popülerliğinin ikinci nedeni de, Sovyetler himayesinde komünizmin, faşizmin yenilmesinde asli rol oynaması ve böylece, II. Dünya Savaşından galip çıkılmasıdır.
Hümanist evrensellik, toplumsal eşitsizliklerin insan yapımı ve tarihsel olarak değişken tabiatına vurgu yapan  toplumsal inşacılıkla birleştiğinde sağlam bir ontolojinin (Ontoloji: Varlığı inceleyen bilim) temelini atmaktadır.
Hümanist feminizm, cisimleşmiş (embodied) ve iliştirilmiş (embedded) yeni bir materyalizm dalını ortaya atmaktadır... hümanist feminizmin kuramsal öncülü, yeni ve doğru iktidar analizi öncüllerini dillendiren materyalist bir cisimlendirme mefhumudur. Bu öncüller, eril evrenselliğin radikal bir eleştirisine dayanmakla beraber, yine de aktivist ve eşitliği gözeten bir hümanizm biçimine bağlıdır... Feministler aynı zamanda “sözde” devrimci solun eril ve cinsiyetçi alışkanlıklarını açıktan hedef almış, bunları kendi ideolojileriyle çelişkili ve aslen saldırgan olmaları sebebiyle eleştirmiştir. (s:35)   
Foucault’un ilan ettiği “insanerkeğin ölümü”, ikili karşıtlıkların ötesine geçen ve siyasi yelpazenin farklı kutuplarıyla kesişen  epitemolojik ve ahlaki bir krizi ifade etmektedir. Burada hedef alınan şey, Marksizm’e içkin hümanizmdir, daha da spesifik olarak, insan erkeği dünya tarihinin merkezine yerleştirmeye devam etme yönlü hümanist kibirdir.
1968 sonrası kuşağın radikal düşünürleri, klasik ve sosyalist biçimleri ile hümanizme karşı çıkmışlardır. Vitruvius’a özgü, mükemmeliyet ve mükemmel olabilirlik standardı olan erkekinsan  ideali harfi harfine kaidesinden indirilmiş ve yapıbozumuna uğratılmıştır....... Mükemmel oranların ölçütü olmak, artık doğa yasası konumuna ulaşan evrensel ideali dillendirmek bir yana, bu insanerkeğin aslında tarihsel bir inşa olduğu ve bu haliyle değerler ve konumlara nazaran olumlu olduğu anlaşılmıştır. Liberal düşünürlerin inanmaya meyl ettiği üzere, bireycilik, “insan tabiatının” bir parçası değil, daha ziyade tarihsel ve kültürel olarak belirlenmiş bir söylemsel oluşumdur ve giderek daha da sorunlu bir hal almaktadır..
Derrida ve onun takipçilerinin tamamı, “insan tabiatına” dair edinilmiş hümanist fikirlere baş kaldırma çağrısında bulunmuşlardır. Fransız Feminist felsefenin 3 önemli isminden biri olan Luce Irigaray gibi feministler, klasik anlamda insanlık sembolü olarak ele alınan sözde soyut erkekinsan idealinin türlerin erkeğine tekabül ettiğini vurgulamıştır: O bir erkektir. Dahası beyazdır, Avrupalıdır, yakışıklıdır ve güçlü kuvvetlidir...
Frantz Fanon hümanist ideale ihanet ettiğimizi ve onu kötüye kullandığımızı iddia etmiş ve hümanizmi Avrupalı faillerinden kurtarmak istemiştir. Satre’da Fanon’un “Yeryüzünün Lanetlileri” eserine yazmış olduğu ön sözde “sarı ve siyah sesler hala bizim hümanizmimizin dilinden konuşuyor; yalnız bunu, bizim kendi insanlık dışılığımız karşısında kınamak için yapıyorlar.”
Sömürgecilik sonrası düşünce; hümanizmin bir geleceği varsa, bunun Batı dışından gelmesi ve Avrupa merkezciliğin kısıtlamalarını es geçmesi gerektiğini iddia etmektedir.           
Hümanizm karşıtlığı, insan sonrası düşüncesinin önemli bir kaynağıdır.

Erkekinsanın Ölümü, Kadının Yapıbozuma Uğrayışı

Hümanizm insanı, ne bir ideal ne de nesnel istatistiki bir ortalama veya ortak bir noktadır. Daha ziyade, bütün ötekilerin kendisi üzerinden değerlendirilmesini, düzenlenmesini ve belli bir toplumsal mevkie yerleştirilmesini sağlayan sistematik bir tanınabilirlik standardını ifade eder.... Hümanizm belli bir insan oluş kipini (Avrupalı, beyaz, erkek, güçlü, estetik -AHÇ) İnsana dair aşkın değerler edinen genel bir standart olarak dayatır; Erkekten erilliğe ve buradan da insanlığın evrensel formatı olarak insana.... İnsan, “insan tabiatına” ilişkin toplumsal sözleşme halini almış tarihsel bir inşadır.
Michel Foucault, “belli anlamlara veya anlam sistemlerine bilimsel meşruiyet kazandırmak adına atfedilen siyasi geçerlilik üzerinedir: Bunlar hiç bir şekilde nötr veya verili değildir. Öyleyse bilimsel hakikat, söylemsel geçerlilik ve iktidar ilişkileri arasında eleştirel, materyalist bir bağlantı kurulmaktadır. Söylem analizine böylesi bir yaklaşım, öncelikli toplumsal olarak kodlanmış cebri “farklara” ve bunları tesis eden bilimsel doğruluk, etik değerler ve temsil sistemlerine inancı yerinden etmeyi amaçlamaktadır.
Hümanist bilginin sözde evrensele uzanmasının çelişkili/paradoksal etkilerinden biri de budur. Diğer kültürlerin ve medeniyetlerin “saldırgan biçimde hafife alınması” Edward Said’in “kendini pohpohlama hümanizm değil, hele hele aydınlanmış eleştirellik hiç değil” diyerek eleştirdiği şeydir. Batılı olmayan başkalarının insan-altı konuma indirgenmesi, onların epistemik ve toplumsal insanlık-dışılaştırılmalarından sorumlu hakim özne açısından cehalet, hata ve kötü bilinç kaynağıdır.
Tanrı’nın ölümü (Nietzsche) Erkekinsanın sonu (Foucault) ve ideolojilerin gerilemesine(Fukuyama) dair kuramlarla büyümüş biri olarak, kişinin hümanizmle bizzat kendini risk ve tehlike altına atarak temas ettiğini fark etmek benim için zaman aldı... Vitruvius’un insanerkeği tekrar tekrar küllerinden doğmakta, evrensel standartları kayırmaya devam etmekte ve ölümcül bir cazibe uyandırmaktadır.
Hümanizm karşıtı duruşun ürettiği içsel çelişkilere en iyi örnek, özgürleşmeci ve genel anlamda ilerlemeci siyasettir ki; bunların hümanist geleneğin en değerli vasıfları ve kalıcı mirası olduğunu düşünüyorum. Siyasi yelpaze içerisinde hümanizm, bireyciliğin liberal kısmında özerklik, sorumluluk ve bireysellik (Todorov 2002) daha radikal cephede ise dayanışma, topluluk bağının yaratılması, toplumsal adalet ve eşitlik ilkelerini desteklemiştir. Yönelim olarak son derece seküler olan hümanizm, kutsal metinlerin ve dini dogmanın otoritesi karşısında bilim ve kültüre saygıyı teşvik etmektedir.... Bu ilkeler düşünme alışkanlıklarımıza o kadar yerleşmiştir ki, onları hepten geride bırakmak çok güçtür. (s:44)
Derrida’nın takipçileri “Hümanizmin kati suretle geride bırakılabileceği fikri ironiktir, sanki hümanizmin “sonu” insanın kontrolüne tabi olabilecekmişiz, sanki hümanizmin izlerini şimdiden ve hayali bir gelecekten silme kapasitesine sahipmişiz gibi, irade ve faillik üzerinden temel bir hümanist varsayıma katılmaktadır. Öyleyse vurgulanması gereken, hümanizmin kurumlarından, hümanist olmayan bir konumun çıkarılmasını sağlayan epistemik şiddetin izini silmenin güçlüğüdür. Epistemik şiddetin kabulü, insan olmayan hayvanlara ve hümanist norm üzerinden insan olarak görülmeyen toplumsal ve siyasi “ötekilere” karşı uygulanmaya devam eden gerçek şiddetin tanınmasıyla yakın ilişki içindedir.

Postseküler Dönüm Noktası

İlerlemeci bir siyasi itikat olması sebebiyle hümanizm, birbirine bağlı iki fikirle daha ayrıcalıklı bir ilişki içerisindedir: Eşitlik yolunda insanın özgürleşmesi ve rasyonel yönetim aracılığı ile sekülerizm.... John Gray’in iddia ettiği gibi . “Hümanizm, Hıristiyanlığın kurtuluş doktrininin, insanın evrensel özgürleşme projesine dönüşmesidir. İlerleme fikri, Hıritiyanlık’taki Tanrı’nın inayeti inancının seküler bir versiyonudur. İşte bu yüzden kadim paganlara yabancıdır.” O halde hümanizmin düşüşünün yan etkilerinden bir de postseküler  durumdur.
.. Biz feministler, ırkçılık karşıtları, sömürgecilik sonrası düşünürler, çevreciler vs aslında ne kadar seküleriz? ... Bilim tabiatı gereği sekülerdir; sekülerlik, evrensellik, bütüncül özne ve rasyonelliğin öncelliği olmasının yanı sıra hümanizmin de temel ilkelerinden biridir. Ancak bizzat bilim, seküler temellerine karşı kendi dogmatizminden muaf değildir... Ayrıca bilimin alkış tutulan nesnelliğinin de aslında son derece kusurlu olduğu kanıtlanmıştır. Faşist rejimlerde ve sömürgeci çağda bilimsel deneylerin kullanımı ve suistimali, milliyetçi, ırkçı ve hegemonik söylem ve uygulamalardan muaf olmamıştır. Bu yüzden bilimsel arılık, nesnellik ve öznellik iddiaları şiddetle reddedilmelidir.
Sekülerlik Batı Hümanizminin köşe taşlarından biridir ve bu haliyle, din ve kilise karşısında içgüdüsel olarak hissedilen hoşnutsuzluk, özgürlükçü siyasetin ayrılmaz parçasıdır.... tıpkı diğer özgürleşme yanlısı felsefeler ve siyasi pratikler gibi, Avrupa’da kadın hakları için yürütülen feminist mücadele de, tarihsel olarak seküler mücadele üzerine inşa edilmekte... Feminist düşünce sistemi, kentlidir ve teist değildir; bütünsel düzeyde otoriterlik ve ortodoksiye karşıdır.
Sekülerliği... aceleyle kadınların özgürleşmesi ile denk tutan fikir sorun teşkil etmektedir. Joan Scott’un iddia etiği gibi bu fikir kolayca çürütülebilir. Örneğin Fransız Devrimini Avrupa’da sekülerizmin kökeni olarak ele aldığımızda, kadın erkek eşitliği, meselesinin kiliseyi devletten ayırmak için mücadele edenler açısından önem arz ettiğine dair hiç bir kanıt yoktur. Avrupa’da siyasal olarak güçlenmiş olan sekülerizm Avrupa’da kamu-özel ayrımını baştan sona cinsiyetlendirmiştir... Hümanizm ise  “Beyaz adamın derdidir”...Avrupalı kadınlar kamusal meselelere dahil olmak yerine dini etkinliklerle iştigal etmeye teşvik edilmişlerdir... Böylece sekülerizm, kadınların ezilmesini, rasyonel vatandaşlıktan ve siyasetin kamusal alandan dışlanmalarına neden olur gerçekte..
Avrupalı feministler, seküler devlet altında eşitliğin ne mantıksal ne de tarihsel olarak, - çeşitliliği bir tarafa bırakalım- farka saygıyı bile garanti etmediği gerçeği karşısında ne yapacaktır? ( Hümanizm den sonra Sekülerizmi de çöpe atmalıyız diyor Rosi Braidotti. Burada “Alanı, ne için, kimin adına boşaltıyor?” sorusunun önemli olduğunu düşünüyorum. -AHÇ)
..oluşlara dair monist felsefem, insani cisimleşme dediğimiz belli madde parçası da dahil olmak üzere, maddenin zeki olduğu ve kendi kendini örgütlediği fikrine dayanmaktadır. Bu, maddenin diyalektik olarak kültür ve teknoloji dolayımına karşı olmadığı gibi, bunlarla süreklilik içinde olduğu anlamına gelir. (Tasavvufi monist düşünce ile Rosi Braidotti’nin bahsettiği monizm arasında temel bir fark var sanırım. Tanrı fikrinde. Doğunun monizminde bütün her şey bir düzen içinde ve Tanrı’nın gözetiminde Tanrı’nın dilediği hedefe doğru gider. Her varlığın Tanrı ile olan ilişkisi (Siz bilmezsiniz ama her şey Allah’ı tespih eder. Haşr Suresi 1. Ayet) her şeyi kıymetli kılar. Ancak Rosi Braidotti eşyanın kendi arasında kendi kendini örgütleyen bir bilinci olduğunu söylerken bu bilincin bir aklı, bir hedefi olduğunu kabul etmiyor. (Yani Tanrıyı) Dolayısı ile her şey birbirine eş değer olurken aynı zamanda kıymetsizleşiyor. Hiçleşiyor. Tabi burada asıl hedef “insan”ın aslında diğer canlılardan daha değerli olmadığı ya da her şey gibi değersiz olduğu sonucuna varmak olduğu  kanaatindeyim-AHÇ)
Aydınlanma’nın hümanist mirasının büyüklenmeci bir övgüsü haline gelen Batılı “istisna sayılma” duruşunun şiddetli ve paradoksal bağlamı ve onun istisnai kültürel konum iddiası, Batı’nın tanımlayıcı unsurları olarak kadınların ve eşcinsellerin özgürleşmesini ön plana alırken, geri kalanlara karşı kapsamlı bir jeopolitik silahlı müdahale geliştirilmesini beraberinde getirmektedir. Hümanizm bir medeniyete mahsus Haçlı seferine soyunur bir kez daha... sadece seküler olmak, Batı’nın yeni sömürgeci üstünlük yanlısı konumları ile suç ortağıyken, Aydınlanma mirasının reddi, her tür eleştirel proje açısından tutarsız olacaktır. Kısır döngü boğucudur. Hümanizm ve hümanizm karşıtlığı arasındaki bitmez tükenmez görünen polemiğin çıkmaz yola girmesi bu tür çelişkilerden kaynaklanır.

İnsan Sonrası Meydan Okuma 

Hümanizm sonrası perspektif, hümanizmin tarihsel düşüşü varsayımına dayanmaktadır, ama daha da ileri giderek Erkekinsanın krizi retoriğine dalmadan alternatifleri keşfetmektir. Daha ziyade, insan öznenin alternatif biçimlerde kavramsallaştırılması için farklı yolların geliştirilmesi üzerine çalışır. (s:52)
Kadın hakları hareketi, ırkçılık ve sömürgecilik karşıtı hareketler, Modernitenin yapısal “öteki”lerinin sesleridir. Kaçınılmaz olarak bir önceki hümanist “merkezin” veya başat özne konumunun krizine işaret ederler ve sadece hümanizm karşıtı olmakla kalmaz, onun ötesine, topyekun bir insan sonrası projeye doğru ilerlerler. (Bütün direniş hareketlerinin Hümanizm karşıtlığında toparlanması ve sonuç olarak İnsan sonrasına doğru ilerlendiğinin iddia edilmesi ciddi bir tespitten çok bir zoka yedirme gibi geldi bana –AHÇ)
Bu toplumsal ve siyasi hareketler, eş zamanlı olarak öznenin krizinin de semptomları, hatta muhafazakarlar açısından “nedenidir” ve aynı zamanda olumlu ve ileriye dönük hareketlerdir.
Çağdaş insan sonrası düşüncenin üç temel kolu olduğunu düşünüyorum: İlki, ahlak felsefesinden gelmektedir ve tepkisel bir insan sonrası biçimi oluşturmaktadır. İkincisi, bilim ve teknoloji çalışmalarından gelmektedir ve analitik bir insan sonrası biçimi oluşturmaktadır. Üçüncüsü ise bizzat benim ait olduğum hümanizm karşıtı öznellik felsefeleri geleneğinden gelmektedir ve eleştirel bir insan sonrası önermektedir.
İlkini savunanlar, bizzat küreselleşmenin sonucu olan içinde bulunduğumuz döneme özgü parçalanma ve göreceli dalga karşısında çare olarak evrensel hümanist değerlere ihtiyaç duyulduğunu savunmaktadır. (Martha Nussbaum) Hümanist kozmopolit evrensellik savunusu, çağdaş dünyayı felç eden milliyetçilik ve ırksal üstünlük iddialarının ve ABD’ye özgü dünyanın geri kalanının cahil görme tutumunun panzehiri olarak sunulmaktadır. Nussbaum için insan sonrası durum, hümanist özne görüsünü değiştirerek çözülebilir. (Rosi Braidotti Nussbaum ve  takipçilerini dar kafalılıkla itham ediyor ) s:55
İkinci olarak çağdaş bilimlerin ve biyoteknolojilerin canlının dokusuyla yapısını etkilediğine dair anlayışımızı dramatik olarak değiştirdiğine yönelik insan sonrası bir uzlaşı söz konusu. Bütün canlılar üzerinde gerçekleştirilen teknolojik müdahaleler, insanlar ve diğer türler arasında olumsuz bir birlik ve karşılıklı bağımlılıklar yaratmaktadır. Örneğin İnsan genomu projesi ....insanın ahlaki konumu üzerine derin kaygılar ortaya atarken , yeni genetik teknik bilginin ticari ve kar odaklı olarak suistimal edilmesine direnme yönünde siyasi bir arzuyu da ifade etmektedir. Ancak diğer yandan güncel bilim ve teknoloji çalışmalarıysa farklı bir gündem izlemektedir: Analitik bir insan sonrası kuramı geliştirmek. Örneğin Franklin , Lury ve Stacey günümüzün teknoloji dolayımındaki dünyasına “pan-insanlık” demektedirler.
Bu yeni Paninsanlık iki açıdan paradoksaldır: birincisi, karşılıklı bağımlılığın büyük bir kısmı olumsuz ve ortak bir kırılganlık  ve içsel felaket duygusuna dayanır. İkincisi, bu yeni küresel yakınlık, her zaman illaki hoşgörü ve barış içinde bir arada var olmaya neden olmadığından. aksine, ötekini/yabancı düşmanı reddi ve giderek artan silahlı şiddet, zamanımızın temel sorunlarındandır.
Peter-Paul Verneek, insan özneler ve teknolojik insan eserleri arasındaki yakın ve üretken ortaklığın kabul edilmesinden ve bunları birbirinden ayrı tutmanın kuramsal imkansızlığından yola çıkarak, insanları insan olmayanlarla bağlantılandıran postantropolojik bir dönüm noktasına ihtiyaç duyduğumuzu işaret ederek, belli sınırları aşmamak konusunda son derece ihtiyatlıdır... O’nun temel argümanı “teknolojiler, insanların etik yaratma biçimlerine aktif katkıda bulunur”dur.... Verbeek işlerin ahlaki boyutunu ciddiye alarak teknolojimizi daha geniş sosyal topluluklara entegre edebileceğimizi ve hümanizmin insan sonrası kolunu 21. Yüzyıla taşıyabileceğimizi iddia eder. Bu da geleneksel ahlaki niyetselliğin konumunu, özerk ve aşkın bilinçten bizzat teknolojik insan eserlerine çevirmek demektir. (Neyin doğru neyin yanlış olduğunu, (Ahlakı) belirleyen Tanrı değil, Teknoloji olsun diyor –AHÇ)
Teknolojik başarılar ve bunların sağladığı zenginliğin karşısında duyulan gurur, ileri teknolojimizin yarattığı muazzam çelişkiler ve ahlaki eşitsizlik biçimlerini görmemize mani olmamalıdır.
...ancak ben bir yandan bilim ve teknoloji çalışmaları, öte yandan ileri kapitalizmin siyasi analizleri arasında son derece tuhaf ve sorunlu işgücü bölümü olduğunu fark etmeden yapamıyorum.......teknolojiyi ahlakileştirme ve yeni formaları denemeyi bir tarafa kaldırmaya dönük analitik insan sonrası girişimlerin hümanizm tortusu taşımaktan başka sorunları da vardır: Bizzat  teknolojinin ahlaki niyetselliğine fazla güvenme... Mesela The Economist şöyle bir iddia da bulunmaktadır (2012:11) “Robotlar daha özerk hale geldikçe, etik sorunlarla karşılaşan bilgisayar kontrolündeki makineler mefhumu, bilim kurgu olmaktan çıkıp gerçek dünyaya taşınmaktadır.” .... Pek çok robot ve onları bütünleyen aksamın ortak bir özellikleri vardır: “İnsan kararının rafa kaldırılmasını teknolojik olarak mümkün kılmak... Bilişsel kapasiteler mevcut olduğuna göre, özerk makinelere karar alma sorumluluğu vermek için geriye sadece etik ve hukuki mevzular kalmıştır. (Bir çocuğa ya da bir zavallıya ateş emri verildiğinde, “insan asker”  ateş etmeyebiliyor, ıskalıyor, kurşunları havayı dövüyor  vs ama robot bu emri asla sorgulamaz- AHÇ)
The Economist’e göre (2012) aktif deneyler aracılığı ile yeni bir etik yaklaşım geliştirilmelidir ve bilhassa üç alana odaklanılmalıdır: ilk olarak, makine yanlış yaparsa tasarımcı, programcı, imalatçı veya operatörün hatalı sayılıp sayılamayacağını belirlemek üzere yasalar getirilmelidir. Sorumluluk tayin etmek, karar alma sürecinin arkasındaki akıl yürütmeyi açıklayabilmek için ayrıntılı bir kayıt sistemi gereklidir. İkincisi, robotlara etik sistemler yüklenildiğinde, bulundukları yargılar insanlığın çoğu için doğru kabul edilmiş olmalıdır. ...üçüncüsü, kendi araçları üzerinden birbirinden oldukça farklı kararlar alması muhtemel mühendisler, etikçiler, hukukçular ve karar alıcı siyasiler arasında yeni bir disiplinlerarası işbirliği gerekmektedir.
The Economist gibi oldukça ihtiyatlı ve muhafazakar bir derginin, geliştirdiğimiz teknolojinin insan sonrası güçlerinin yarattığı güçlükle karşı karşıya kaldığında, hümanist değerler yerine pragmatik deneylere yüzünü dönmesi mühimdir..... görünen o ki, ileri kapitalizmin savunucuları, insan sonrasının yaratıcı potansiyelini, bu sistemin iyi niyetli ve ilerlemeci yeni-hümanist muhaliflerinden daha iyi anlıyorlar. 

Hümanizm Sonrasının Eleştirelliği   

Sömürgecilik sonrası kuram Edward Said’in, aydınlanma temelli seküler hümanizme dair makul bir akademik anlatı geliştirme ihtiyacı konusundaki uyarısını, sömürgecilik sonrası kuram; akıl, sekülerizm, hoşgörü, yasa karşısında eşitlik ve demokratik idare ideallerinin, illaki ve aslında tarihsel olarak şiddetli tahakküm, dışlama ve sistematik ve araçsal olarak terörden bağımsız olmadığı mefhumuna evriltmiştir. (s:62)
Paul Gilroy, hümanist Aydınlanma ideallerinin  uygulanmasındaki kolektif başarısızlığımızdan Avrupa’yı ve Avrupalıları sorumlu tutmaktadır. Feministler gibi ırk kuramcıları da, tarihsel olarak hiç bir zaman hak kazanamadıkları bir özne konumunun yeniden inşası karşısında şüpheci bir tutum takınmaktadır... Irkçılık ortak insanlığı bölerek, beyazlığı her türlü etik tutarlılıktan koparıp beyazları insandan öte ahlaki bir konuma indirgemektedir. Beyaz olmamayı da insanın altında bir ontolojik konuma indirgediği gibi onları cinayete varan bir şiddete maruz bırakmaktadır.....Ulus Devletlerin süregiden gücü karşısından Gilroy, kölelik karşıtı hareket, feminizm, sınır tanımayan doktorlar gibi transversal hareketlerin olumlayıcı siyasetini savunmaktadır.
Mies ve Shiva gibi düşünürlerin için önemli olan; dünya ölçeğinde, insanlar arasındaki karşılıklı  bağlantı olma anlamında yeni evrensel değerlere karşı duyulan ihtiyacın doğrulanmasıdır. Bu yüzden, evrensel ihtiyaçlar evrensel haklara dahil edilir ve yiyecek, barınma, sağlık, güvenlik gibi temel ve somut ihtiyaçlar ve eğitim, kimlik, haysiyet, bilgi, duygulanım, haz ve ihtimam gibi daha üst düzey kültürel ihtiyaçları mümkün olan en geniş haliyle kapsar.
İnsan sonrası öznellik, kuvvetli bir kolektif hissiyata, dolayısı ile toplum inşa etmeye yarayan cisimleşmiş,  iliştirilmiş ve bu haliyle de kısmi bir hesap verebilirlik biçimi ifade etmektedir... Bu görüş bireyciliği reddederken, görecelik ve nihilist yenilgiyi kabullenmeye karşı da eşit derece de mesafelidir. Klasik hümanizmin standartlaştırılmış çizgilerinin tanımladığı bireysel öznenin çıkarlarından tamamen farklı bir etik bağı savunmaktadır. Tekçi olmayan bir özne için insan sonrası etik, benmerkezci bireycilik engelini kaldırarak benlikle  -insan olmayan, yani “yeryüzüne ait” ötekiler de dahil- başkaları arasında geniş kapsamlı bir karşılıklı bağlılık öne sürmektedir.
Eleştirel hümanizm sonrası ve insan merkezciliğin ötesine geçme arasında (benim Açımdan) zaruri bir bağlantı vardır. Yaşam mefhumunu insan olmayana veya Zoe’ye doğru genişletmek istiyorum.  (s:67)

Sonuç

Yeni oluşumlar, bir zamanlar her şeyin ölçüsü olan şu “Erkekinsanın” ölümü üzerinden öne sürülmektedir. Avrupamerkezcilik, erillik ve insan merkezcilik, karmaşık, içsel olarak farklılaşmış olgular olarak ortaya konulmaktadır. Bu da tek başına, bizzat hümanizm kavramının son derece karmaşık karakterine ayak uydurarak gerçekleşmektedir.
Avrupa burjuvazisinin (modernite üzerine) tahakküm kurduğu romantik ve pozitivist hümanizmler, dünyayı sarsan devrimci hümanizm ve bunu evcilleştirmeye çalışmış liberal hümanizm, Nazilerin hümanizmi ve onların kurbanlarının ve muhaliflerinin hümanizmi, Heidegger’in hümanizm karşıtı hümanizmi ve Foucault ve Althusser’in hümanist hümanizm karşıtlığı, Huxley ve Dawkins’in seküler hümanizmi veya Gibson ve Haraway’in hümanizm sonrası. (Davies, 1997:141)
Bu farklı hümanizmlerin tek bir doğrusal anlatıya indirgenememesi, sorunun ve hümanizmin aşılması girişimlerine içkin paradoksların bir parçasını teşkil etmektedir.
Bu bölümü üç elzem görüşle bitireceğim: ilki insan sonrası dönüm noktasının envanterini çıkarabilecek, böylece hümanizmin düşüşünü üstlenebilecek bir özne kuramına ihtiyacımız olduğu (İnsanın yerine koyabilecek yeni bir Tanım bulmamız gerekiyor- AHÇ) İkincisi Batılı felsefi geleneğin içinde ve dışında eleştirel insan sonrası konumların yaygınlaşması gösterdiği üzere klasik hümanizmin sonu, bir kriz olmadığı gibi olumlu sonuçlar içermektedir, (İnsanın öldürülmesi ve onun yerine yeni bir varlık türü tanımlanmasından korkmamak gerekir -AHÇ) Üçüncüsü, ileri kapitalizm ki, Batılı hümanizmin gerilemesinin yol açtığı imkanları ve kültürel hibritleşme kaynaklı küreselleşme süreçlerini hissetme ve sömürme hususunda elini çabuk tutmuştur.
İnsan sonrası özne postmodern değildir; yani temelcilik karşıtı değildir. Yapıbozumcu da değildir çünkü dilbilimsel olarak şekillendirilmemiştir, daha ziyade materyalist ve vitalist, cisimleştirilmiş ve iliştirilmiş, feminist “mevki siyaseti” uyarınca sıkı sıkıya bir yerlere mevkilenmiş olduğunu savunuyorum
Avrupa’nın kucaklaması gereken yeni misyon, dar kafalı kişisel çıkarlar, hoşgörüsüzlük ve başkalarına yabancı düşmanlığın reddine yönelik eleştiriyi içermelidir.
Küresel kapitalizmin hem muzaffer olduğu,  hem de sürdürülebilirlik ve toplumsal adalet açısından açıkça sınıfta kaldığı bir ortamda insan sonrasının, Avrupa için yeni bir rol belirleme görevini kolaylaştıracağını umuyorum  (İnsan Tanımını yok etmenin, Kapitalizmi nasıl terbiye edeceği, daha ahlaklı kılacağı sorusu hala havada duruyor.-AHÇ)
Avrupa’nın azınlık ve göçebe oluş süreci, Avrupa’nın misyonerce kendisine biçtiği sözde dünyanın merkezi olma rolünü içermektedir. Eğer çoklu etik, multimedya toplumu yönünde toplumsal-kültürel bir mutasyon mevcutsa, dönüşüm sadece “ötekiler” kutbunu etkilemez. Eşit ölçüde “aynının” bir zamanların merkezi konumunu ve ayrıcalığını da yerinden etmelidir.

2 - İNSANMERKEZCİLİK SONRASI

Türlerin Ötesinde Yaşam

“Monist evren” madde, dünya ve insanların içsel ve dışsal karşıtlık ilkeleri uyarınca yapılandırılmış düalist teşekküller olmadığını öne süren Spinoza’nın temel bir kavramıdır. Burada eleştirinin açık hedefi Descartes’in meşhur zihin-beden ayrımıdır ancak söz konusu Spinoza olunca kavram daha da ileri gitmektedir. Madde tektir, ve kendini ifade etme arzusuyla harekete geçmektedir ve ontolojik olarak özgürdür... Spinoza’yı miras son derece aktif bir monizm kavramı içermektedir ve bu durum, modern Fransız filozofların maddeyi yaşamsal ve kendini örgütleyecek şekilde tanımlamalarına, böylelikle de sarsıcı “vitalist[1] materyalizm” bileşimini üretmelerine mahal vermiştir. Bu yaklaşım her türlü aşkınlık biçimini reddettiğinden, aynı zamanda “radikal “içkinlik” olarak da bilinmektedir. (s:74)
.. monist öncüller, klasik hümanizme bel bağlamayan ve ihtiyatla insanmerkezcilikten kaçınan insan sonrası bir öznellik kuramının yapıtaşlarıdır. Spinoza için merkezi önem taşıyan maddenin birliğine yapılan vurgu, yaşayan maddenin birliğine yapılan vurgu, yaşayan maddenin kendini örgütleyen veya “akıllı” yapısına dair güncellenmiş bilimsel anlayış tarafından pekiştirilmiştir. (Sanırım, buradaki güncelleme Tasavvufun Tevhid kavramından Tanrının çıkarılması demek oluyor-AHÇ)

Küresel Uyarı

Hümanizm sonrasına nazaran insan sonrası, esasen felsefe, tarih, kültür araştırmaları ve genel anlamda klasik beşeri bilimleri harekete geçirirken, insan merkezcilik sonrası  meselesi, aynı zamanda bilim ve teknoloji araştırmaları, yeni basın ve digital kültür, çevrecilik ve yeryüzü bilimleri, biyogenetik, sinir bilim ve robot bilimleri, evrim kuramı, eleştirel hukuk kuramı, primatoloji, hayvan hakları ve bilim kurguyu da içermektedir..... İnsanmerkezli öznenin ardından ne gelecektir?
Ben teknoloji sever biri olarak oldukça umutluyum: Teknolojilerin özgürleştirici ve hatta normları yerle bir edici potansiyelini, kendilerini ya öngörülebilir muhafazakar bir profile ya da bireyciliği benimseyen ve şişiren kar odaklı sisteme endekslemeye teşebbüs edenler karşısında her zaman şiddetle savunacağım. Çağımızın en güçlü paradokslarından biri de, teknoloji dolayımındaki dünyamız için alternatif, siyasi ve etik faillik kiplikleri bulmakla yerleşik zihinsel alışkanlıkların ataleti arasındaki gerilim olduğunu düşünüyorum... Bunu yansıtırcasına, bilim ve teknoloji araştırmaları şimdilerde akademik kurumlarda kıpır kıpır bir alanken, beşeri bilimler alanlarının başı ciddi şekilde belada.
...ileri kapitalizm, metalaştırma uğruna aktif bir biçimde farklar üreten bir eğirme tezgahıdır. “Yeni, dinamik ve müzakere edilebilir kimlikler” etiketi altında paketlenmiş, yersiz yurtsuzlaştırılmış farklar çarpanı ve tüketim malları arasında bitmez bir tercihtir. Bu mantık seçeneklerin çoğalmasını ve vampirane bir tüketimi tetiklemektedir... Jackie Stacy küresel ekonomiyi yediğimizi, küresel ekonomiyi giydiğimizi, dinlediğimizi ve ekranlarımızdan günbegün izlediğimizi  de söyler.
Çağdaş küresel ekonominin en belirgin özelliği teknobilimsel yapısıdır. Farklı ve daha önceden farklılaşmış teknoloji kolları, insan sonrası kıyametin dört atlısı olan nanoteknoloji, biyoteknoloji, bilgi teknolojisi ve bilişsel bilimler arasındaki yakınlığa dayanmaktadır. Çağdaş kapitalizmin biyogenetik yapısı, insan sonrasına dair tartışmalar açısından bilhassa mühim ve merkezidir... Esasında ileri kapitalizm, yaşayan her şeyin bilimsel ve iktisadi olarak kontrol altına alınmasına yatırım yapar ve bundan kar eder. Bu bağlam, bizzat yaşamın ticaretini yapan piyasa güçlerinin sahip olduğu paradoksal ve son derece oportünist bir insanmerkezcilik sonrasıdır.
Yaşamın biyogenetik ileri kapitalizm tarafından metalaştırması ise karmaşık bir meseledir; Mesela, moleküler biyoloji alanındaki muazzam bilimsel ilerlemeler, maddenin kendisini örgütlediğini öğretmiştir: ancak monist felsefe, maddenin aynı zamanda yapısal olarak ilişkisel, bu yüzden de pek çok ortama bağlı olduğunu da söylemektedir. Bu görüşler, canlılığın zeki olmasının veya kendini örgütleme kabiliyetinin, bireysel insan benliğinin içsel geri besleme döngülerine mahkum edilemeyeni, canlı maddenin tamamında mevcut bir kuvve olduğu fikriyle bütünleşmektedir. Ancak madde neden bu kadar zekidir? ...Benim argümanım, bunun bütün bu unsurların kümülatif etkisi ile üretilen genişlemiş bir ilişkisel benlik halini aldığıdır. İnsansonrası öznenin ilişkisel kapasitesi, sadece bizim türümüzü değil, bütün insanmerkezci olmayan unsurları kapsamaktadır. Yaşayan madde zekidir ve kendi kendini örgütlemektedir. Bu yüzden tamamen toplumsal inşacı yönde çalışmak yerine, zoe olarak kodladığım yaşamın insani olmayan yaşamsal kuvvetinin altını çiziyorum.
Bizzat yaşamın dinamik ve kendini örgütleyen yapısı olması hasebiyle zoe üretken canlılık demektir. Daha önce ayrı tutulan bu türler, kategoriler ve alanları kesen ve yeniden birbirine bağlayan transversal bir kuvvettir. Bana kalırsa zoe merkezli eşitlikçilik, insanmerkezcilik sonrası dönüm noktasının kalbidir. İleri kapitalizmin mantığını oluşturan yaşamın türler ötesi metalaştırılması karşısında materyalist, seküler, temellenmiş ve duygusal olmayan bir yanıttır bu. (Hem materyalist, hem seküler olup hem de hayatın metalaştırılmasının karşısında olmak mümkün müdür, sorusu düştü aklıma-AHÇ) (s:79)
Biyogenetik kapitalizmin oportünist siyasi ekonomisi, Yaşam/zoe’yi, yani insan ve insan olmayan zeki maddeyi, ticaret ve kar için meta haline getirir.
Neoliberal piyasa güçlerinin peşinde olduğu ve finansal olarak yatırım yaptığı şey, bizzat yaşayan maddenin bilgi gücüdür.... Bireylere ait biyogenetik, sinirsel ve medya veri bankalarında artık günümüzün gerçek sermayesi yatıyor ,“Veri madenciliği” farklı türleri ve özellikleri keşfeden ve bunları sermaye yatırımları için özel stratejik hedefler olarak öne çıkaran uygulamaları belirlemekten ibarettir. Bu türden kestirme yoldan insan çözümleme “yaşam madenciliğine” dönerken, görünürlük, öngörülebilirlik ve ihraç edilebilirlik esas kriterler halini almaktadır.
İçinde bulunduğumuz toplumsal sistemde sermaye değeri oluşturan şey, bizzat bilginin birikimi, kendine özgü canlı nitelikleri ve kendini örgütleme kapasitesidir.
Oportünist biyogenetik kapitalizmin siyasi ekonomisi, iş onlar üzerinden kar etmeye gelince, insan ve diğer türler arasındaki ayrımı gerçekten silmezse de, en azından bulanıklaştırır. Tohumlar, bitkiler, hayvanlar ve bakteriler, insanlığın pek çok farklı modeli gibi (?-AHÇ) bu doyumsuz tüketim mantığına uymaktadır.
Hümanizm karşıtı hislere sahip bir insan sonrası düşünür olarak insanın merkezi konumunun yerinden edilmesinin akıbetine dair kaygılanmaya daha az meyilli olduğumu ve ayrıca böylesi bir evrimin faydalarını da öngörebildiğimi belirtmeliyim. Bir kez bu insanmerkezcilik sonrası pratikler, sadece kategoriler (erkek/dişi, siyah/beyaz, insan/hayvan, ölü/canlı, merkez/çeper vs) arasında değil, aynı zamanda tek tek kendi içlerinde de nitel sınır çizgilerini bulanıklaştırdığında, insan, “yaşamı” asıl hedef halin getiren küresel kontrol ve metalaştırma ağlarına tabi olmaktadır. Yani jenerik insan figürünün başı derttedir.
İnsani maddenin değişkenliğini ifade eden biyokimyasal bir kiplik içerisinde türün bütünlüğü kaybolmaktadır. (Massumi  1998:60) Bana kalırsa bu analiz, kapitalizmin biyogenetik siyasi ekonomisinin kendi yapıları gereği insan merkezcilik sonrası olduğunu, ama illaki veya doğrudan hümanizm sonrası olmadığını da göstermektedir.
“.. bunun yerine genişlemiş benliğin tam da cisimleşmiş yapısında doğa-kültür sürekliliği öne çıkar. Bu değişim, yaratımın kralı olarak insana dair başat konfigürsyonlardan bir tür “antropolojik[2] hicret” ile türlerin muazzam hibritleşmesi olarak da görülebilir. Andropos[3]’un merkezi  konumu sorgulandığında, “erkek insan” ve ötekileri arasındaki sınır yerle bir olur, ki bu da hiç hesaplanmayan bakış açılarını da getiren bir domino etkisi yaratır. (Andropos yani Peygamberler, evliyalar, azizler olmazsa “İNSAN” diye özel bir canlıdan söz edilemez, diyor sanırım AHÇ) Böylece hümanizm krizi, cinsiyetlenmiş ve ırk üzerinden belirlenmiş insan “ötekilerin” kendilerini efendi-köle ilişkilerine özgü diyalektikten özgürleştirecek şekilde güçlendirerek insan sonrasını başlatır; Antropos’un krizi, doğal addedilmiş ötekilerin şeytani gücünü serbest bırakır. Hayvanlar, böcekler, bitkiler ve çevre, aslında tüm bir evren ve kozmos işin içine girer.
Yaşamsal materyalizmin bir kolu olan insan sonrası kuramı, insanmerkezciliğin kibrine ve insanın aşkın bir kategori olarak “istisna addedilmesine” karşı çıkar. Bunun yerine “zoe”nin veya insan olmayan vasıflarıyla yaşamın üretken ve içkin kuvvetiyle ittifak içerisindedir. Bu da eleştirel düşünmeyi bir yana bırakalım, düşünmenin bile ne anlama geldiğine dair ortak anlayışımızın değişmesini gerektirir.
Deleuze ve Guattari'nin felsefesine atıf yaparak "hayvan-oluş, yeryüzü-oluş ve makine oluş” olarak isimlendirdim. Böylece, dönüşümün hayvan-oluş ekseni, insanmerkezciliğin yerinden edilmesini ve çevre temelli, yani cisimleşmiş, iliştirilmiş ve diğer türlere sembiyoz içerisinde oluşumuz temelinde türler ötesi bir dayanışmanın tanınmasını içermektedir. (Margulis ve Sagan, 1995)   (Sistem defalarca krize girdi. Her krizde egemenler sistemi onarırlarken bunu sıradan insanlara olan ihtiyaçlarından yaptılar. Şimdi o ihtiyaç kalmadı ya da her geçen gün azalıyor. Dolayısı ile çöken sistemi kurtarmanın alemi yok. Sistem Fakirlerin üzerine çöküyor.  Bizim için HAyvan-oluş süreci başlattılar. İnsan Haklarının seviyesi çok yüksek. Yeni Hayvan Hakları sizin için der gibiler.-AHÇ)

Hayvan-oluş Olarak İnsan Sonrası

Hümanizm öznesi, egemen konumunu desteklemek için içsel olarak çelişkili bir iddiada bulunmaktadır. Eşzamanlı olarak hem soyut ve evrenselken hem de pekala elit türlerin sözcüsüdür: Hem insan hem Andropos..  (Hem çamur  hem Tanrının temsilcisi, hem adi bir insan hem insan-ı kamil-AHÇ) ... Başkalık diyalektiği, hümanist Erkekinsan gücünün içsel motorudur ve yönetim aracı olarak hiyerarşik bir ölçekte farkı tayin eder.... Bütün başkaları (erkek olmayan, beyaz olmayan, sağlıklı olmayan, normal olmayan, genç olmayan....)  alçaltıcı hale getirilerek patolojik addedilmekte ve normalliğin dışına, anormalliğe, sapkınlığa, canavarlığa ve hayvaniliğe itilmektedir. Bu süreç içsel olarak insanmerkezcidir, cinsiyetlenmiş ve ırksal olarak belirlenmiştir. Beyaz, eril, heteroseksüel Avrupa medeniyeti temelli estetik ve ahlaki idealleri kayırır.
Çağdaş,  insan olmayan hayvanlar ve bunların insanlara yakınlığının karmaşıklığına tekabül eden bir temel sistemi geliştirmemiz lazım. Artık mesele yeni bir ilişki türüne doğru  ilerlemek.. ileri kapitalizmin bütün kategorilerinde, her tür hayvan, küresel bir insanmerkezcilik sonrası sömürü piyasasına dahil, mübadele edilebilir, elden çıkarılabilir bedenlere dönüşmüştür. Hayvan ticareti, uyuşturucu ve silahtan sonra –kadın ticaretinden önce- dünyanın 3. Büyük yasa dışı ticaretidir.
Bu insanmerkezcilik sonrası yaklaşım temsillerimizi gerçek yaşam koşullarında ve olumlayıcı bir biçimde temellendirmek, tahayyülümüzden çok daha fazla çaba gerektirmektedir... Dolly kendi türünün hiç bir üyesinin kızı değildir, aynı zamanda yetim ve kendisinin annesidir. Yeni bir cinsiyetin ilk üyesi olan Dolly, ataerkil akrabalık sisteminin cinsiyet ikiliklerinin de ötesindedir... Dolly’i düşünmek, geçmişten miras aldığımız düşüncelerin kategorilerini bulanıklaştırır; bizzat düşüncenin boylam ve enlemini uzatır, buna derinlik, yoğunluk ve çelişki katar. Cisimleşmiş karmaşıklığından dolayı artık hayvan olmayan ama tam bir makine de olmayan bu teşekkül insan sonrası durumun ikonudur.
Dünyanın ilk patenti alınmış hayvanı, araştırma amaçlı yaratılmış transgenic bir organizma olan Onkofare (1988), kelimenin mümkün bütün anlamlarında bir insan sonrasıdır. Laboratuarlar ve piyasalar arasında kar amaçlı işlemler için yaratıldığından, patent ofisleri ve araştırma tezgahları arasında gidip gelmektedir.
İnsan sonrasına dair hevesim, çağdaş insan-hayvan etkileşimindeki vahşi çelişkiler ve güç farkları karşısında gözümü kör etmiyor... Bizzat yaşamın biyogenetik yapılarını pazarladığı ve bunlardan kar ettiği ölçüde ileri kapitalizm, insan merkezcilik sonrası söz konusu yerinden etmeye katkıda bulunuyor. Hayvanlar çifte açmazda: Bir yandan hiç bir zaman olmadığı kadar insanlık dışı sömürünün nesnesi olurken, bir yandan da, onarıcı insanlaştırmanın tortusu kalmış biçimlerinden faydalanıyorlar. Bu çelişkili durum, insanmerkezcilik sonrasının hem insanlar hem de hayvanlar için karışık bir lütuf olduğu sonucuna götürüyor beni.

Telafi Edici Hümanizm

Yirminci yüzyılın ikinci yarısı boyunca, “hayvan hakları” meselesi ileri liberal demokrasilerde ivme kazandı.... Hayvan hakları savunucuları, insanın üstün olduğu varsayımına dayanan, “insana tapınmanın” son bulmasını isterken, diğer türlerin ve yaşam biçimlerinin çıkarlarına saygı duyulmasını ve bunlara öncelik verilmesini talep ettiler.... Klasik Liberal gelenekten gelen Mardgley “     
.... Ne tür ne de bireyler olarak kendimizden menkul ve kendimize yeter olmadığımızı, doğal olarak, derin bir karşılıklı bağımlılık halinde yaşadığımızı kabul etmek gerektiğini öne sürmektedir.
İlk olarak, Empati vurgusunu,  iletişimin evrensel bir aracı olarak bir kez daha takdir etmektedir. İkincisi aklın değil, duyguların bilinç için elzem olduğunu ileri sürmektedir. (300 yıldır insanları MANAyı umursamamaya ve akla (rasyo anlamında) ikna etmeye çalışanlar, Akılcılığın işlerine gelmediği bu anda bize duygusallığa çağırıyorlar-AHÇ) Şimdi Aklı değil duyguları önemsemeliyiz. Üçüncüsü, toplumsal inşacılık geleneğine eleştirel bir biçimde mesafelenen ve ahlaki değerleri doğuştan gelen nitelikler olarak ele alan Harry Kunneman’ın “Yorumbilgisine dayalı bir natüralizm biçimi” olarak tanımladığı duruşu geliştirmektedir. Doğa-kültür sürekliliği kuramına mühim bir eklemedir bu... Ahlaki iyiliğin bulaşıcı olduğu görüşü, empatide “ayna nöronlar” kuramınca desteklenmektedir. Kendi saldırgan eğilimlerimizi hayvanlara yansıtmamızın ve iyilik niteliğini türümüz için olmazsa olmaz olarak muhafaza etmemizin çok kolay olduğunu iddia ederek, insanlar ve üst düzey primatlar arasındaki etik sürekliliğe vurgu yapmaktadır. De Waal evrimin aynı zamanda ahlaki gereksinimler de sağladığını iddia etmekte ve insanın üstünlüğünü savunanların “insana mahsus inkarına” saldırmaktadır. (s:98)
..mevzu, insanların geleceğe dair temel kaygısını insan olmayanlara yayması olmasın? İnsan olmayan hayvanların insanlaştırılmasının, bilhassa “insan” kategorisinin bir meydan okuma halini aldığı tarihsel zamanlarda bir bedeli vardır... ancak hegemonik olan insan kategorisini, cömertçe başkalarını içerecek şekilde genişletmek, insan/hayvan arasındaki ikili ayrımı onaylamaktır. İkincisi, hayvanların spesifik oluşunu hepten reddetmektir.
Doğal dölün yerini şirket mallarının imal edilmiş ve patenti alınmış biyoürünlerin aldığı bir çağda, onlara bağlanma ve refahlarından sorumlu olma yönündeki etik emir her zamankinden daha güçlüdür. Bu yeni akrabalık sistemine dair yeni ideolojilere, alternatif kuramsal ve yasal temsillere ve güçlükle başa çıkmak için uygun anlatılara ihtiyacımız var.
Cinsiyetim (Baridotti kendisinin kadınlığına işaret ediyor-AHÇ) tarihsel olarak hiç bir zaman tam manası ile insanlığın bir parçası olmadığı, bu kategori ile ittifakım en iyi ihtimalle müzakere edilebilir ama asla verili kabul edilemez olduğundan, insan sonrası oluş, feminist benliğime hitap etmektedir.

Yeryüzü-Oluş Olarak İnsan Sonrası

Gezegen ölçeğinde jeomerkezci bir yaklaşıma doğru insan merkezcilik sonrası kayma, Erkekinsanın hayvan-oluşundan tamamen farklı bir kavramsal zelzeleye tekabül etmektedir.
İlk olarak vitalist kendi kendini örgütleyen sürdürülebilir bir maddesellik mefhumuna ihtiyacımız var; ikinci olarak öznelliğin çerçevesini ve kapsamını insanmerkezcilik sonrası ilişkilere dair transversal çizgiler boyunca genişletmektir... İnsan-olmayan failleri içeren bir montaj olarak öznellik fikri öncelikle androposun (insan-ı kamilin)  münferit imtiyazı olmadığını; tanımının ve diyalektiğinin bağımsız olduğunu ve ilişkilerin içkinliğine dayandığını ima eder. Özneyi, insanı, genetik komşularımız olan hayvanları ve bütünüyle yeryüzünü kapsayan transversal bir teşekkül olarak görmeli ve bunu da anlaşılabilir bir dilde gerçekleştirebilmeliyiz.
..Marksist sol mirasın bir kısmı, doğal düzen ve yeşil siyasete dair kökleri derinlere uzanan bir şüphe içerisindedir... İklim değişimi sorunu ve insan soyunun tükenmesi kuruntusu da “savaş sonrası sömürgeleştirilmeden kurtulma ve küreselleşme senaryolarına cevaben son yirmi yıldır uygulan analitik stratejileri” etkilemektedir. (Chakrabarty 2009:198) Marksist, feminist ve sömürgecilik sonrası analizlerin toplumsal inşacı yaklaşımının, bizi insan merkezcilik sonrası veya jeomerkezli değişimin ürettiği mekansal ve zamansal ölçek değişimiyle başa çıkabilecek araçlarla donatmadığını ekleyeyim. (s:104)
Arne Naess ve James Loveloc’un “gaia” hipotezleri bütünselliğe geri dönmeyi talep eden ve bütün dünyanın tek ve kutsal bir organizma olduğunu öne süren jeomerkezli kuramlardır. Bu bütünsel yaklaşım vitalist, materyalist insan sonrası düşünürleri için oldukça sorunlu bir yaklaşımdır. Çünkü toplumsal inşacı düalist bir yönteme dayanır. Endüstrileşme karşısına yeryüzünü, kültür karşısına doğayı, toplum karşısına çevreyi koymasından ve kesinkes doğal düzenin tarafını tutmasıdır problem. Bunun sonucunda tüketime ve mülkiyetçi bireyciliğe karşı eleştirel ve teknokrat akıl ve teknolojik kültüründe şiddetle itham edildiği bir siyasi gündemden hareket edilmektedir. Ancak bunun iki sorunu vardır: Birincisi, teknofobik vasfı, içinde yaşadığımız dünyayı düşündüğümü de pek de faydalı değildir. İkincisi, paradoksal bir biçimde aşmaya çalıştığı doğal ve imal edilmiş arasındaki kategorik ayrımı yeniden tesis etmektedir.
Türler-ötesi kucaklayış, yaklaşmakta olan felaketin farkında olmaya dayanmaktadır: Çevre krizi ve küresel ısınma/uyarı sorunundan, uzayın millileştirilmesinden, bütün türlerin karşılaştırılabilir bir kırılganlık derecesine indirgenmesinden bahsetmiyorum bile.
Spinoza’nın zihin ve ruhun birliği fikri, bütün yaşamları kutsaldır ve muazzam bir saygıyı hak eder inancını destekleyecek şekilde ele alınmaktadır. Doğal düzene tapınma, Spinoza’nın Tanrı, insan ve doğanın birliği görüşü ile bağlantılandırılmaktadır. İnsan ve ekolojik habitat arasındaki uyumu, ikisinin bir tür sentezini öne sürmek üzere vurgulamaktadır. Demek ki derin ekoloji özcü bir biçimde spiritel vasıflarla doludur. Sınırlar olmadığından ve herşey birbirine bağlı olduğundan, doğayı incitmek nihayetinde bizi incitmektir. Bu yüzden yeryüzü, bir bütün olarak insanlarla aynı etik ve siyasi saygınlığı hak etmektedir. Bu konum faydalı olsa da çevreyi insanlaştırmak, yani, insan olmayan gezegen failine uygulanan iyi niyetli, bir insan biçimli normatiflik gibi geliyor bana. Telafi edici hümanizm, ikiyüzlü bir konum.
Eleştirel kuramın amacı ortak görüşleri (doxa) allak bullak etmektir, onlara uygun davranmak değil.
Chakrabarty son derece yerinde bir soru sormaktadır: “zengin ve yoksul ülkeler arasındaki karbon ayak izi farkını düşünecek olursak, iklim değişimi krizini gerçekten de ortak “insani” bir endişe olarak görmek doğru olur mu?

Makine-Oluş Olarak İnsan Sonrası

Teknoloji meselesi insanmerkezcilik sonrası koşulun kalbinde yatmaktadır... İnsan ve teknolojik öteki arasındaki ilişki, çağdaş bağlamda değişmiş ve daha önce hiç görülmemiş bir yakınlık ve ihlal düzeyine ulaşmıştır. İnsan sonrası durum, organik ve inorganik, doğmuş olan ve sonradan imal edilmiş olan, et ve metal, elektronik devreler ve organik sinir sistemleri  gibi yapısal farklar ve ontolojik kategoriler arasındaki ayrım çizgilerini yerinden eden bir kuvvettir
Vitruvius’un Erkekinsanı sibernetik olmuştur... siborglar sadece yüksek teknolojiye sahip, savaş pilotlarının, atletlerin veya film starlarının ihtişamlı bedenlerini değil, aynı zamanda, teknolojinin güdümündeki küresel ekonomiyi kendileri erişim sahibi olmaksızın körükleyen, düşük ücretli digital proletaryayı da tehdit etmektedir.
Ete kemiğe bürünmüş ve genişlemiş ilişkisel benliğe dair insan sonrası kuramı, sürdürülebilir dönüşümler etiği sayesinde tekno sarhoşluğunu kontrol altında tutar. Bu ayık duruş, hem nostaljinin ölümcül cazibesine hem de hümanizm-ötesi ve diğer tekno ütopyalara direnmeyi savunur. “Kabloya bağlanma arzusu” belagatinin karşısında, “et olmaktan gurur duyma” minvalinde daha radikal bir materyalizm hissini koyar.
Bu anlamda yaklaşılan “makine-oluş”, artık düalist bir çerçeveye sıkıştırılamayan, çoklu başkalarıyla bir bağa sahip ve teknoloji dolayımındaki gezegen ortamıyla kaynaşan bir öznenin ilişkisel güçlerini ifade ederek edimselleştirir. İnsanın teknolojik olarak kaynaşması, hayvanlar ve gezegen habitatları arasındaki sembiyotik ilişkiden çok da farklı olmayan yeni bir transversal bileşim, yeni bir ekofizik birlik oluşturur.
Bu kitap boyunca savunduğum “insanmerkezcilik sonrası hümanizm sonrası”  olarak tabir ettiğim şey işte bu süreçtir. Ahlaki rasyonellik, bütüncül kimlik, aşkın bilinç veya doğuştan gelen ve evrensel ahlaki değerler gibi mefhumlardan radikal bir biçimde yabancılaşmayı içerir.  Vurgulanan, tam da, hem özne oluşumlarının hem de mümkün etik ilişkilerin normatif olarak nötr ilişkisel yapılardır. (Burada bir şey hatırlatmak istiyorum. Ahlak ve Ahlaki yapıların hedefi güçlüyü terbiye etmektir. Güçsüzün, yenilmişin, fakirin talebi adalet, hak, ahlaktır.  Çünkü güçsüz ve kaybetmişlerin menfaatinedir adalet, ahlak gibi kavramlar. Burada sorun GÜÇlüyü, egemeni Ahlaklı olmaya nasıl ikna edeceğimizdir. Braidotti radikal ahlaki değişimler sırasında ahlakı da tamamen ters yüz ettiğimizde egemenleri sorumluluk altına sokabilecek herhangi bir değerden bahsetmiyor, diye düşünüyorum. Yani bu sürecin soncunda daha bir ÖZGÜR olacak olanlar sadece egemenler olacak gibi geldi bana. -AHÇ)
Kendi sanallıkları ve istikballeri vardır.  Sadece insanlara dönük olarak değil, kendi aralarında da kendi değişim biçimlerinden istifade eder ve bireyleşmenin önkoşulu olan yarı dengeliliği yaratma amacını taşırlar. Kendini örgütleme ve yarı dengelilik vurgusu, insan sonrası öznenin makine-oluş projesini şekillendirir. Bireysel indirgemeciliğe düşmeden, transversal teknoloji-dolayımındaki öznellik üzerine yeniden düşünmemizi sağlar.
İnsan sonrası özneyi yapılandıran unsurların karşısına daha uygun  bir anlayış arama yönlü kolektif projeye vurgu yapmak istiyorum: Hayvanlara dönük yeni bir yakınlık, gezegen boyutu ve üst düzey teknoloji dolayımı. Makinevari otopoiesis[4] teknolojik olanın insan merkezcilik sonrası bir oluş sahası bir oluş veya pek çok mümkün dünya eşiği olduğu anlamına gelmektedir.
İnsan merkezcilik sonrası özne için esas mefhum, ilişkilerin transversal (geçişken, çapraşık) olmasıdır...... Transversallık, insani-olmayan veya kişisel-olmayan Yaşama kıymet veren ilişkinin, karşılıklı bağımlılığın önceliğine dayalı bir etiği edimselleştirmesidir. İşte insan sonrası siyaset olarak tabir ettiğimiz şey budur.

Bir-Olmama İlkesi Olarak Fark

İlk olarak çağdaş kapitalizm bütün yaşamları kontrol etme amacı taşıması hasebiyle “biyopolitik”olduğunu iddia ediyorum. Üstelik çoktan bir tür “biyokorsanlık” halini aldı bile, çünkü kadınların, hayvanların, bitkilerin, genlerin ve hücrelerin üretken güçlerini sömürüyor. İkincisi, insan ve insan biçimli başkalarının, insan biçimli olmayan hayvan veya “yeryüzüne ait” başkaları ile süreklilik içerisinde yeniden konumlandırıldığı anlamına gelmektedir. İnsanı doğal addedilmiş ötekilerden ayıran kategorik ayrım değişmiş, “insan” için ortak referans biriminin ne olduğuna dair hümanist varsayımlar yörüngesinden çıkmıştır. Üçüncüsü, bu insan merkezci süreç oyun tükenme kaygısına bağlı olarak  tehlike altında bir tür şeklinde olumsuz bir insan kategorisi üretmiştir. Yine hümanist değerlerin ve hakların insan olmayan başkalarına telafi edici bir biçimde genişletilmesi biçiminde, insan ve diğer türler arasında yeni bir birliğe sebebiyet vermiştir. Dördüncü olarak, aynı sistem, benzer dışlama, baskı ve sömürü şablonlarını pekiştirmektedir.
..bedenler maddiyat ve yaşamsal kapasite açısından  bilgi, cevherlerine indirgenmiş durumdadır. .. bu noktada, disiplin toplumlarından kontrol toplumlarına, panaptikon siyasi ekonomiden  tahakküm bilişimine geçiş yaptık. Fark ve iktidarın orantısızlığı sorunları ise hiç bir zaman olmadığı kadar elzem olmayı sürdürüyor.
Teknolojik techizatın, artık cisimlenmemiş, ırk üzerinden belirlenmemiş veya doğal addedilmemiş olması yerine, transeksüelliği başat insan sonrası topos haline getirecek şekilde karışım, hibritlik ve karşılıklı bağlantısallık  olarak nötrlenmesinin sonuçları ne olacak? Makine hem kendini örgütleyen hem de cinsiyet-ötesiyse, eski organik insan bedenin başka bir yerde konumlandırılması gerekir... Ne kadar çekici olsa da, insan sonrası cisimleşmiş öznelerin, cinsiyetlenmiş veya ırk olarak belirlenmiş farkın ötesinde  olduğunu düşünmemeliyiz. BU farklar biçim değiştirmiş olsalar da hala yerli yerlerindedirler... İleri kapitalizm, üst düzey bir androjenlik ve cinsiyetler arası kategorik ayrımın mühim oranda  bulanıklaşmasını taşıyabilecek bir cinsiyet sonrası sistemdir. Yine, artık insanları ve kültürlerini, pigmentasyon üzerinden sınıflandırmayan ırkçılık sonrası bir sistemdir de ancak bunlara rağmen son derece ırkçı olmayı da sürdürmektedir.
Dilbilimsel ve toplumsal inşacı gelenekte, querr[5] kavramının önerdiği üzere (Butler,1991) bedeni yegane tarih-ötesi iktidar matriksi haline getirmek, sadece kavramsal bir hatadır....  Toplumsal cinsiyet sistemi, insan cinselliğinin karmaşıklığını heteroseksüel aile oluşumlarına ayrıcalık tanıyan ikili bir mekanizmayla işlediğinden ve harfiyen diğer bütün beden imkanlarını bizden çaldığından, cinsiyetlenmiş bedenlerin neye muktedir olduklarını bilmiyoruz. (Eğer LGBT, Ensest, Zoofili, pedofili gibi bizi farklı bedenlere de kavuşturacak imkanlarımız olsaydı çok daha iyi bir dünya kurulurdu, diyor sanırım –AHÇ) BU yüzde, insan sonrası biçimleriyle cinselliğe damgasını vuran cinsel karmaşıklık mefhumunu yeniden keşfetmemiz gerekir.
İnsan sonrası feministler, yıkımı karşı kimlik oluşumlarında değil, standartlaşmış cinsiyetlenme, ırk üzerinden belirleme ve doğal addedilme etkileşimlerinin sapkınlaştırılması aracılığı ile kimliklerin safiyane altüst edilişlerinde aramaktadır.....  Bana kalırsa insan sonrası etik, bizi yaşamsal, karmaşık karşılıklı ilişkiler ağında çoklu “başkalarına” bağlayarak, öznelliğimizin derin yapılarında yer alan Bir-olmama ilkesine katlanmaya teşvik etmektedir... Daha da olumlayıcı kanaldan, ilişkinin önceliğini ve kişinin denetimi altında olmayan karşılaşma, etkileşim, duygulanımsallık ve arzu akışlarının etkisinden ibaret olduğunun farkında olmayı vurguluyorum.... İnsan sonrası göçebe siyasi kuram, Bir-olmama durumunun üretken vasıflarını, yani üretken karmaşıklık mefhumunu vurgular.
Yeni bir pan-insanlığın insan merkezcilik sonrası yaratımı sayesinde uyandırılan ve edimselleşen “biz” işte budur. ..Ortak kırılganlık, ataların komünal şiddetten kaynaklı suçluluk duygusu veya ödenmesi imkansız ontolojik borçların melankolisi üzerinden olumsuz bir biçimde değil (Burada Hıristiyanlığın ilk günah inancına atıf yapıyor-AHÇ) daha ziyade,  çoğu bu insan sahnesi çağında, sdece insan biçimli olmayan çoklu ötekilerle karşılıklı bağımlılıklarının müşfik kabulü üzerinden kurulan bir topluluğu edimselleştirir. (s:123)

Sonuç:

İnsannerkezcilik sonrası kuramın karşısında yer alan en ciddi siyasi sorunlar, biyogenetik kapitalizmin bireycilikle, tortusu kalmış hümanist bir özne tanımı oluşturacak şekilde araçsal ittifakıdır.
Teknolojinin dolayımı üzerinden aşkınlığı bir kez daha üstlenme  ve yeni evrensel, makinevari bir ethos önerme riski ile karşı karşıyayız... Neoliberal  öforiye (coşku-AHÇ) yaraşır bu tuzaktan kaçınmak ve bunun yerine nicel dönüşümler sahnelemek için, hem heyecan yaratan cisimsizleşmeye  hem de hümanizm-ötesi  kaçış fantezilerine ve aynı zamanda, yeniden özcülük üzerinden tesis edilen merkezi liberal bireycilik mefhumlarına mesafelenmeliyiz... Bilimimizin ve küreselleşmiş ve teknoloji dolayımındaki zamanlarımızın insanmerkezcilik sonrası durumu, “yeni bir tekno-bilimsel demokrasi” üzerine çalışmayı acil hale getirmektedir. (Haraway, 1997;95)
İnsanmerkezcilik sonrası öznenin aynı zamanda hümanizm karşıtı bir projeye dayandığını da kabul ediyorum;
Zoe-eşitlikçiliğin bizzat yaşamın maddi ve yaşamın maddi ve yaşamsal kuvvetini ifade ettiğini, zoe’nin bütün türler arasındaki üretken güç olduğunu öne sürüyorum. Türler ve insan sonrası özenler arasındaki yeni transversal ittifak, toplulukların yeniden inşası, bizzat insanlık ve etik aidiyet  biçimleri arasından beklenmedik imkanlar doğurmaktadır.
Akrabalık ve etik hesap verilebilirlik, sadece insan-biçimli olmayan organik başkaları için değil, aynı zamanda teknolojinin dolayımında gezegenimizi paylaştığımız patenti alınmış yeni yaratıklar için de yeniden tanımlanmalıdır... Türler arası kesinkes ayrımlarla kısıtlanmayan böylesi bir yaşamsal materyalizm, insan-olmayan ama üretken bir yaşam-kuvvet olarak zoe mefhumunu ortaya çıkarmaktadır.... göçebe, zoe-merkezli bir yaklaşım, kapsamlı bir ekofelsefesi geliştirmek üzere insanı, insan-olmayanlarla bağlantılandırır.
Deleuze ve Guattari’nin öğrettiği üzere düşünme, yeni kavramlar ve yeni üretken etik ilişkiler icat etmeye dairdir. Bu açıdan kuram başat değerlerden örgütlü olarak yabancılaşma biçimidir. Eleştirel olmaktan ziyade klinik olan insan sonrası kuram, klasik öznellik görüleriyle göbek bağını keserek yaşamsal, transversal, ilişkisel öznelere dair daha geniş bir görüye doğru yol almaktadır. Günümüzde kuram, neyin insan sayıldığına dair temel refrans biriminde beklenmedik değişim ve dönüşümlerle uzlaşmak demektir. Bu olumlayıcı, programlanmamış mutasyon, yeni kavramların, duygulanımların ve gezegen ölçeğinde özne oluşumlarının edimselleşmesine yardımcı olabilir. İnsan sonrası bedenlerin neye muktedir olduğunu bilmediğimiz gibi, insanmerkezcilik sonrası cisimleşmiş beyinlerin gerçekte neyi düşünmeye muktedir olacağını da tahmin edemeyiz.

3 – İNSANLIK-DIŞI

Ölümün Ötesinde Yaşam

...Dişi beden ve teknolojinin ivme kazanan güçleri arasında oldukça baştan çıkarıcı bir ittifak kurulmaktadır. Teknolojiye yönelik korku ve arzu arasındaki muğlaklık, iktidar konumundaki güçlü kadınlara yönelik kadim ataerkil şüphe biçiminde yeniden ele alınmaktadır. Dişi makine-bedenin ilerlemeci ve yıkıcı potansiyeli, yakın ve iyi hesaplanmış bir denge içinde ilerlemektedir. (Bu kelimelerin bendeki çağrışımı “büyük egemen “erkek”ler diğer erkekleri devre dışı bırakarak tarihin gördüğü en büyük haremi kuruyorlar, oldu. –AHÇ)
Modernizmde insan yapımı teknolojik makine “öteki” hem cinsiyetlenmiş hem de erotikleştirilmiş ve teknoloji güdümlü bir geleceğin sembolü halini almıştır. (Huyssen, 1986)
Modernistçağ, teknolojinin gücünü yalıtılmış bir olay olarak değil, imal edilmiş nesneler, para, iktidar, toplumsal ilerleme, yahayyül ve öznelliğin inşasını içeren endüstrileşme montajının mühim bir unsuru olarak vurgular. Marsizm ve sosyalist hümanizm nesneleştirmenin, tam manasıyla insanlıklarını reddettiklerinden insanlar için gerçekten de aşağılayıcı  ve küçültücü bir deneyim olduğunu ve bu yüzden de temel bir toplumsal düzeyde  gerçekten de insan dışı olarak anılabileceğini bizlere öğretmiştir. Bizzat metalaştırma süreci , insanları imal edilen, kara dönük teknolojinin dolayımındaki nesneler statüsüne indirgemektedir... Yine, bu yeni teknolojinin organik insan bedenini, istenen veya istenmeyen yeni yakınlık biçimleriyle değiştirmeen edemeyeceğinin de çoktan farkında olarak büyüme ve ilerleme anlatısının belirgin bir unsuru olarak zalimliği de işlemektedir.
BU insan-dışı senaryoda dişinin cinselliği, hem bir tehdit hem de dayanılmaz cazibe kaynağı olarak ele alınmalıdır. Huzursuz edici geleceğe ilerleyen yolu gösteren çoklu ayrıntılara sahip tekno-Havvalar.
Zalimlik ve şiddet dahil olmak üzere insan-dışı vasıflar, modernist çağda bilimsel rasyo'nun mühim bileşenleridir: Paul Rainbow : “Yirminci yüzyıl bilgi ve ordular arasında güçlü ve habis bir bağlantının kurulduğuna şahit oldu... Zehirli gazların korkunç etkilerinden atom bombasına, Nazilerin ırksal arileşme kabusundan Soğuk Savaş döneminde bilimsel araştırma harcamalarını yüzde yetmiş beşinin askeri amaçlara ayrılmış olduğu gibi yenilir yutulur olmayan bir gerçeğe kadar... Thanatos[6] endüstrileri ve bilimi muhteşem bir yüzyıl geçirdi.
Teknolojik müdahale ve manipülasyon o düzeydedir ki, özne amansız verimlilik adına insanlıktan çıkarılmaktadır
Öznenin bütüncül-olmayan yapısını doğrulamakla beraber, bizzat insanlığın teknoloji güdümündeki kapitalizmin insanlıktan çıkarıcı işlevlerinin de nihai direnç sahasıdır. Lyortard’a göre insan-dışının üretken bir etik ve siyasi gücü olduğu gibi , insan sonrası etik ilişkilerin güzergahını da gösterir.
İnsan ve teknolojik öteki arasındaki ilişki ve bu ilişkiye dair duygulanımlar; arzu, zalimlik ve acı da dahil, ileri kapitalizmin çağdaş teknolojileriyle beraber kökten değişmiştir.
Moderniştenin ahlak krizi, insan sonrası referans sisteminde ne şekilde tüketilmektedir? İnsan sonrası durum gezegen düzeyinde etkileşimimizin insan(lık)-dışı vasıfları düzleminde de yenilikler getirmekte midir? Küresel ölçekte insanlıktan çıkmayı da getirmekte midir? Finansal krizler ve bunların istihdam ve yapısal ekonomik eşitsizlikler açısından sonuçlarından, iklim değişimi ve onu takiben çevre krizlerine –ki jeopolitik ihtilafları, terörizmi ve insanlıktan dem vuran silahlı müdahaleleri katmıyorum bile- çağdaş dünyanın karşı karşıya olduğu temel meselelerin ölçeğini düşündüğümüzde, insan sonrası durumun kendi insan(lık)-dışı boyutunu oluşturduğu aşikardır.

Ölme Biçimleri

İnsan sonrası durumun, insanmerkezcilik sonrası bir tabiata sahip olduğunu ve yaşam/zoe merkezli bir yaklaşımı gerektirdiğini ileri sürmüştük. Daha da ileri giderek insan sonrası yaşamsal siyasetin, yaşam ve ölüm arasındaki sınırları kaydırdığını ve bunun sonucunda da sadece yaşayanın idaresine değil, aynı zamanda ölme pratiklerini de ele aldığını iddia etmek istiyorum. Bunların büyük kısmı yoksulluk, açlık ve evsizlik gibi insan((lık)-dışı toplumsal ve siyasi olgularla bağlantılıdır; Zillah Einsenstein bunlara münasip bir biçimde “küresel müstehcenlik” diyor.
Çağdaş kapitalizm “biyopolitiktir” ve Foucault’nun da iddia ettiği gibi bütün bu yaşamları kontrol etmeyi hedefler, ama yaşam sadece insanların imtiyazı olmadığından zoe-siyasi veya insan merkezcilik sonrası bir boyuta açılır....  BU durum insanlığı, paylaşılan bir kırılganlık bağı üzerinden yeniden düzenleyen bir pan-insan gezegen bağı başlatmakla kalmaz, insanı diğer türlerin kaderine bağlar. Ölüm ve yıkım, bu transversal ittifakın müşterek paydalarıdır. (s:135)
Kürselelleşmenin insan sonrası vasıfları apriori insan-dışı olmasa da, yine de mühim yıkıcı vasıflara yol açan pek çok olguyu kapsar ... Küresel mali ağların ve kontrol edilemeyen serbest fonların , bilhassa yeni teknolojilere eşit erişim sahibi olmayan gençler ve kadınlar nezdinde etkisi yoksulluğu artırmak olmuştur... çocuklar konusu ise başlı başına bir bölümü hak eder, zorunlu emekten çocuk asker olgusuna, çocukluk şiddetli bir biçimde cehennem gibi sömürü döngülerine dahil edilmektedir.. SARS, Ebola, HIV gibi salgınların artışının yanı sıra sıtma ve tüberküloz gibi daha aşina olduğumuz hastalıklar da geri dönmüş ve sağlık, insan hakları kaygısının yanı sıra bir kamu politikası haline gelmiştir.
Mevzu, Yaşam/ZOe’nin üretken bir kuvvet olabileceği gibi tehditkar bir kuvvet de olabileceği ile ilgilidir... Jeopolitik kuvvetler eş zamanlı olarak yeniden doğal addedilmekte ve insan biçimli öznenin başat siyasetince belirlenen eski hiyerarşik iktidar ilişkilerine tabi kılınmaktadır. Kamusal alanda yürütülen söylem, çevrenin insan-dışı kuvveti karşısında ahlakçıyken, aynı zamanda insanmerkezli kibri devam ettirme hususundaysa son derece riyakardır... Teknolojik ilerlemelerimizin ürettiği hasarın karmaşıklığının yarattığı meydan okuma okumanın boyutunu, kamusal ahlakımız karşılamaktadır. Bu durum iki uçlu bir etik aciliyete neden olmaktadır: ilki kaygı ve doğal düzenin kaybına yas tutma eğilimine verimli bir toplumsal ve siyasi edime nasıl dönüştürmeli; ikincisi böylesi bir edimi toplumsal sürdürülebilirlik ruhuyla gelecek nesle sorumluluğumuz üzerine nasıl temellendirmeli?
Siber evrenimizde oldukça karmaşık bir sembiyotik ilişki peydah olmuştur: et ve makine arasındaki bir tür karşılıklı bağımlılık. BU da kimi mühim paradokslar üretmiştir: insan geliştirme pratikleri ve tekno-aşkınlık aracılığı ile kaçış fantezileriyle öznelliğin bedensel alanı eşzamanlı olarak inkar edilmiş ve giderek artan kırılganlık halinde yeniden tesis edilmiştir.
Öldürmeye her iki cinsiyetinde daha eşitlikçi bir yerden katılımını sağlayacak toplumsal cinsiyet rollerinin evrimi, çağdaş toplumsal cinsiyet siyasetinin en sorunlu vasıflarından biridir... bu durum savaş dullarının, hamile intihar bombacılarının  “insancıl” savaşların askeri “hümanizminde” giderek artan rolünde görülebilir.
Çağdaş kültürde yasal (Ritalin, Prozac) ve yasa dışı uyuşturucuların geçerliliği, kendi kendine zarar verme ve yaygın davranış arasındaki sınırları muğlaklaştırırken, “bizzat yaşamın” değerinin ne olduğunu yeniden gözden geçirmeye zorlamaktadır.... Genellikle ileri kapitalizm, şizoid veya içsel olarak çelişkili hamlelerle hareket etmektedir... Toplumsal olarak güçlendirilen bir fit olma, sağlık ve sonsuz gençlik ideolojisi, sağlık bakımı ve çocuklarda/gençlerde görülen ölüm oranlarındaki eşitsizliklerin artışı ile baş başa gitmektedir. Sonsuza kadar genç kalma” takıntısı, ötenazi ve hekim destekli intihar gibi toplumsal pratiklerle birlikte çalışırken bunlara eşdeğer olmaktadır.
Toplumsal ve kişisel ölme pratiklerinde , öldürme yollarında ve soyun tükenmesi biçimlerinde görülen değişimlerin niceliği ve ölçeği yasa tutma ritüellerinin yaratıcılığı ve yitirmenin gerekliliği, sosyokültürel gündemin genişleyişini destekleyecek şekilde işlemektedir. 

Biyopolitiğin Ötesi

Yaşam/Zoe’nin yaşamsal ve kendini örgütleyen vasfına odaklanmanın, yaşayan ve ölü olan arasındaki her türlü kesin ayrımı ortadan kaldırdığını iddia ediyorum.... yaşamın ve ölümün biyopolitik idaresine dair pek çok yeni eğilim görüyorum. Mesela kısıtlayıcı olduğu kadar güçlendirici bir yönetim şekli olarak “biyoiktidarın” etk çıkarımlarına vurgu yapan bir biyopolitik vatandaşlık ekolü ortaya çıkmıştır.... ancak bu durumun dezavantajı  refah devletinin köşe taşlarından  olan ulusal sağlık hizmetinin neoliberal politikalarla alaşağı edilmesi ve giderek özelleşmesi ile  sorumluluk mefhumunu bireyciliğe doğru saptırmasıdır. Biyoetik vatandaşlık, sağlık gibi temel sosyal hizmetlere erişimi ve bunların maliyetini, yanlış yaşam tarzına ilişkin risk ve zahmetleri azaltarak açıkça bireyin sorumlu davranma kabiliyetine bağlanmaktadır. Diğer bir deyişle burada biyoetik faillik, kişinin kendi genetik sermayesine layıkıyla bakması anlamını kazanmaktadır.
Ancak psikolojik mizaç veya sinirsel özellikler gibi genetiik bilgiler de eşit dağıtılmadığından, bu sistem içsel olarak ayrımcı olduğu gibi, terimin gerçek anlamında ırkçıdır da. .. Hem batılı dünyada hem küresel ekonomilerde , genetik olarak aşırı, toplumsal olarak yeterince sigortalanmamış koca bir gözden ve elden çıkarılabilir alt-sınıf silsilesi bedenler üretilmektedir.
Mark Hasley’in belirttiği üzere “bir zamanlar tek amaç delileri , gençleri, dişileri, aylakları ve sapkınları kontrol etmekken, son zamanlarda amaç insan-olmayanı, inorganik olanı, atıl olanı, kısaca sözde “doğal dünyaları” zapturapt altına almaktır. Bu insan sonrası zoe-siyasetidir, biyopolitik yönetimsellik değil.
İstatistiksel olarak risk şeklinde simüle edilen bedenlerin( her türden beden kadın, erkek, hayvan, çocuk, robot..-AHÇ) duygulanımsal kapasitesi, özne olmadan, hatta tek bir öznenin bedeni olmadan (fiziksel temas sağlanmadan-AHÇ) da idrak edilebilir. Bunun sonucunda, nüfusun devamını güvence alma terimleriyle ifade edilen bürokratik kontrol ve siyasi talimat prosedürleri ortaya çıkmaktadır. (Bütün bunların altında fakirlerin nüfusunu azaltmak derdinin olduğunu düşünüyorum -AHÇ) (s:143)
İnsan merkezcilik sonrasının ölümle-bağı veya nekro-politik yüzü, insan(lık)-dışı karakterinin kalbidir: “Bazı nüfusların sağlıklı yaşaması için, doğanın yoz ve sağlıksız ötekileri konumundakilerin ölümlerinin gerekliliğine yol açar.” (Clough)
...biyogenetik imgelem ceset olarak bedenle ilişkisinde  ve artık kontrol edemediği yaşamın izlerine dair arafyışında adli bir hal almıştır. Günümüzde cisimleşmiş özneler, bir yandan biyogenetik taşıyıcılar, öte yandan küresel bir nakit akışı devresinde dönüşüm halindeki görsel metalarolarak artı değerleri üzerinden ela alınmalıdır. Bu bilginin büyük bir kısmı bilgi güdümlü değil, medya tarafından şişirilmiştir ve böylece eğlenceden ayırt edilemez.
..biyoiktidar aynı zamanda  ölümün idaresini de içermektedir. Diğer bir deyişle yaşamın yönetimi sorununu, aynı zamanda soyun tükenmesini de içermektedir.

Adli Toplumsal Kuram

Toplumsal ve siyasi kuramın, adli olana dönüşmesine en önemli yanıt Agamben’den gelir...”Sömürge palantasyonları bu siyasi ekonominin prototipidir ve köleleştirilmiş insan neredeyse “homo sacer”in somut örneğidir. (Homo Sacer[7]: çok beğenilen bir bluza bir şey dökülüp lekelendiği zaman artık o  sırta geçirilecek değerini kaybetmiştir. Giyilemez. Ancak Atılmaya yok edilmeye de kıyılamaz. Yer bezi olur. O bir Homo Sacer’dir-AHÇ)
Agamben’e göre “çıplak hayat” üretken canlılık değil, daha izyade egemenin öldürebildiği insan öznenin kurucu kırılganlığıdır; kontrolsüz iktidarın despot kuvveti eliyle bedeni elden çıkarılabilir maddeye çevirendir.
Ölümü yani nihai eksiltmeyi, üretken bir sürecin bir başka evresi olarakyeniden düşünmemiz gerek. Ölümün inatçı üretken güçlerinin  bana en yakın ve benim için en kıymetli olan şeyi, yani  beni, benim en yaşamsal orada-olmamı zaptetmesi ne kötü. Psikianalizin öğrettiği üzere, narsist insan özne için Yaşamın ben olmadan da devam etmesi düşünülemez. (Laplance,1976)

Çağdaş Nekro-Politika Üzerine

Çağdaş siyaset mevcut vahşetten ziyadesiyle payını alıyor...biyoiktidar ve nekro-politika aynı madalyonun iki yüzü...insan varoluşunun genel anlamda araçsallaştırılması ve insan bedenleri ve nüfusların maddi yıkımı” (Mbembe, 2013,s:19) sadece insan değil, tüm gezegen de.... yeni savaşma biçimleri aynı zamanda “akıllı” insan-sız teknolojik silahların nefes kesen verimliliğini ve parçalanmış aşağılanmış insan bedenlerinin hamlığını barındırıyor.
İktidarın işleyişini yapılandırmak hukukun rasyonelliğine ve ahlaki değerlerin evrenselliğine kalmaz, daha ziyade egemenin sınırsız öldürme, sakat bırakma, tecavüz etme, başkalarının yaşamını mahvetme hakkının salıverilmesidir.
Çağdaş nekro-politika ölüm siyasetini küresel bir ölçeğe taşımıştır. Yeni endüstri-ölçeğinde savaşma biçimleri, orduların ticari olarak özelleştirilmesine ve ihtilafların küresel erişimine  dayanmaktadırve bunlar da silahlı kuvvetlerin kullanımını ve mantığını yersiz yurtsuzlaştırmaktadır. ... savaş sivil toplumun işlemesine izin veren bütün hizmetlerin yıkımını hedeflemektedir:Yollar, elektrik hatları, hava limanları, hastahaneler  ve diğer gereksinimler. Eski, moda ordular artık “kent milislerine; özel ordulra, bölgesel lordların ordularına, özel güvenlik şirketlerine dönüşmüş durumda ve her biri şiddet uygulama ve öldürme hakkına sahip olduğunu iddia etmektedir. (Mbembe, 2003:32)
Sonuçta “nüfus” da, “korkunç bir toplu göç sonrası “hayatta kalanlar” kamplara ve istisnai bölgelere mahkum edilirken, asiler, çocuk askerler, kurbanlar veya sığınmacılar modeline uygun olarak sakat bırakılan veya katledilenlere dönüşürler. Günümüzde Batı koalisyonları tarafından “insani yardım” kisvesi altında açılan savaşların çoğu, genellikle yer altı kaynaklarının çıkarılması ve küresel ekonominin ihtiyaç duyduğu dieğer temel jeofiziksel kaynağı temin etme amacı taşıyan yeni-sömürgeci girişimlerdir.
Arjun Apadurai, “Vahşet ve haysizyetsizlikle özdeşleştirilen sakat bırakma, yamayamlık, tecavüz, cinsel suistimal ve sivil mekanlara ve nüfuslara yönelik şiddet içeren”  bu ihtilafların şiddeti karşısında şaşkınlık içinde kalmamak mümkün değildir. Burada altı çizilen nokta sıraan insanların, öncesinde dostluk içerisinde yaşayabildiği insanlara uyguladığı şiddettir. İnsan sonrası durumun bilhassa insanlık-dışı yanı budur.  
Kitle askeri teknolojik başarıların karmaşıklığı hususunda büyülenmeden edemez, ama bir yandan da insanmerkezcilik sonrası cephanenin insan-dışı risklerini merak edeceklerdir.... Katil robotların geliştirilmesinde önde gelen üniversitelerin akademik araştırmalarının rolü çarpıcıdır. Akademiyle ordular arasındaki çok eskilere dayanan bağ, insan sonrası dünyamızda yeni ve son derece üretken bir çağa girmiştir.
Duffield’e göre “Müreffeh yaşam esasen, tarihsel olarak endüstriyel kapitalizm ve refah devletinin büyümesine tekabül eden toplumsal sigorta ve bürokratik koruma rejimlerince sürdürülür. .. Bu iki kategori arasındaki temel fark ve gerilimler, “küresel iç savaş” sahasını teşkil eder, ki küresel ileri kapitalizmin tanımı da budur ve sömürgecilikle de bağlantısı açıktır”
Hanafin’e göre ölümlülüğün varlığın tanımlayıcı, kısmen-metafizik ufku olduğunu öne süren geleneksel görüşten uzaklaşmak gerekir. Çoğunlukçu, eril hukuki sözleşme, hayatta kalma arzusu üzerine inşa edilmiştir. Bir tür güçlenme siyaseti olmadığı gibi, disiplin ve bedenlerin kontrolü rejimine dönüşen tahayyül ürünü bir doğal düzende kapana kısılmışlık siyasetidir.

Ölüm Üzerine İnsan Sonrası Kuram

Ölüm insanlara özgü bir imtiyaz değil; bilhassa yok olmaya yüz tutmuş doğa çağında.... sorun türün soyunun tükenmesinin nasıl önleneceğidir. Bu biyopolitik bir sorudur: Hangi türlerin hayatta kalmasına izin verilecek, hangileri ölecek?
..Şiddet, hastalıklar, yoksulluk, kazalar, savaşlar ve felaketler. Siaysi şiddetin sürekliliği ve “adil savaşlar” mefhumu, tıpkı eleştirel filozofların ölümle başa çıkma biçimlerine dair incelemeleri gibi, bu tartışmanın bir parçasıdırlar (Critchley)
Yaşamın yoğunluğunun dalgalanmalarını seküler bir tutumla yakalamak ve ona bağlı kalmak, sınırları veya limitleri aşarken açığa çıkarmak hayli zorlu bir taleptir. George Eliot’un ferasetle gözlemlediği gibi, çoğumuzun bu kozmik enerji kükremesine sırtını dönmesi şaşırtıcı değil. Genellikle yaşamla yüzleşme sürecinde zorlanır ve buna katlanamayız. Ölüm, olmasa da –ki zoe inatla devam etmektedir- nihai altarımdır.
Ölüm, insan-dışı kavramsal fazlalıktır: hepimizin korktuğu temsil edilemez, düşünülemez ve üretken olmayan bir kara deliktir. Ama aynı zamanda akışların, enerjilerin ve her daim oluşun yaratıcı sentezidir. (s:158).... Yaşayan her şeyin fani tabiatının farkındalığının yarattığı infilak, mevcudiyetimizin tanımlayıcı anıdır. Özne-oluşumuzu, ilişki kurma kapasitemizi ve güçlerimizi ve etik farkındalık edinme sürecini yapılandırır.. Ölümlü olmamız hasebiyle hepimiz “olmuş olanlarız”
Her daim şimdi olan bir geçmişe ait bu ölüm bireysel değil, kişisel olmayandır; mevcudiyetimizin, geleceğin önkoşuludur... Kişisel-olmayan ölüm gereksinimiyle dost olmak, kişinin kendini fani, hafif yaralanmış bir ziyaretçi olarak yaşama yerleştirmesinin etik yoludur. Tabiri caizse evimizi uçuruma inşa ederiz. Oyunun daha başlamadan bittiğine şoke edici farkındalık karşısında iyileşmek için yaşarız.
Ölüm her daim bilinç düzeyinde çoktan olmuş olandır.. Hepimiz ölümle senkronize bir haldeyiz, hepimiz ödünç alınmış bir zamanda yaşadığımızdan ölüm, yaşayışımızın zamanıdır.
“Ölüme” farklı yaklaşmak için, kültürümüzde “Yaşama” atfedilen sözde kendinden menkul  değerler karşısında eleştirel mesafe alarak işe başlayabiliriz. Kimlerinin kutsal “Yaşam Hakkı” adına diğerlerini öldürdüğü bir dünyada yaşıyoruz.... “yaşam” edinilmiş bir “tat”, diğerlerine benzer bir bağımlılık, açık uçlu bir projedir. Bunun üzerine çalışmalıyız. Yaşam akıp gidiyor ve bizler ona sahip değiliz; sadece onu işgal ediyoruz, tıpkı zamanda paylaşılan bir mevki gibi.

Bir Özenin Ölümü

Her birimiz fani varlıklar olmamız hasebiyle, her daim bir çoktan “olmuş “olan”ızdır. Ontolojik oluş itkisi olarak arzu(potentia) yaşamaya devam etmemiz için bizi baştan çıkarır. Yeterince uzun süre idame ettirildiğinde, yaşam alışkanlığa dönüşür. Alışkanlık, kendini tatmin eder hale gelirse, bağımlılık olur, ki bu da zaruri veya kendinden menkul olanın tam tersidir. “sadece bir hayatı” yaşama, verili değil, projedir öyleyse, çünkü burada doğal ve doğrudan olan bir şey yoktur. Kişinin düzenli olarak, arzunun elektromanyetik yükünü yenileyerek yaşama “hızlı bir başlangıca” ihtiyacı vardır; her ne kadar gün boyu otomatik pilotta idare eder bulsa da kendini.. Yaşam zorlayıcı ancak zorunlu değildir. Haz ve acının ötesinde yaşam, bir oluş, direnç sınırlarını esnetme sürecidir.
Şüphe ve acının felç eden etkilerinin ötesine geçmek, bunlar arasında çalışmak, etiğin cevheridir... Yaşam, esasen kendini ifade amacı taşıyan arzudur... amacına erer ve sonra çözülür... Tıpkı yumurtlamak ve ölmek için akıntıya karşı yüzen somon balığı gibi.
İnsan sonrası yaşamsal-materyalizm, yaşamla ölüm arasındaki sınırları yok eder.  Yaşam veya zoe, esassen, kendini sürdürmeyi ve bir kez amacına ulaştığında da çözülmeyi amaçlar.Bu yüzden zoe olarak Yaşamın da “ölüm” tabir ettiğimiz şeyi kapsadığı iddia edilebilir. Sonuç olarak biz insanların en derinden istediği şey, yok olmak değil kendi yaşamımıza ait mekanda  kendimizce bunu gerçekleştirmektir (Philips) Sanki her birimiz kendimizce ölmek isteriz.
Kendisine doğru uzandığımız şey, kendini örgütleyen olduğu kadar amansız da olan sonsuz kozmik enerjidir. (Tanrı dememek için uzun bir tanım giriyor. Tanrı dediğinde sistemi kurmak ya da Etik i tanımlamak Güçlünün keyfine kalmıyor.-AHÇ)
Bilinçli düzeyde hepimiz hayatta kalma mücadelesinin içerisinde olsa da, bilinç dışı yapılarımızın daha derininde aradığımız tek şey sessizce uzanmak ve zamanın yaşam-olmayan sükunetinde bizi alıp götürmesine izin vermektir.
Ne kadar kendimizi narsist poz kesmlerle kandırsak da direnci, zaman içerisinde ölümsüzlüğü, yani yaşamda ölümü beslemek zorundayız.

Algılanamaz-Oluş

İnsan  olarak gerçekte özlem duyduğumuz şey, bu üretken oluş akışıyla kaynaşıp yok olmaktır, ki bunun ön koşulu da bireysel benliğin parçalanmasıdır. İdeal olan yanına yalnızca anlılarını almak ve arkada sadece ayak izleri bırakmaktır.
İçimizdeki insa-dışı olarak ölüm, yoğun dönüşüm veya oluş süreçlerinin en uzak sınırı olarak öznenin algılanamaz-oluşuna damgasını vurur.. Evrenin muazzam hayvan-makinesi zoe’nin bireysel ölümün ötesindeki üretken kuvvetini gösterir. Bunun, bütün maddenin zeki olduğunu ve kendini örgütlediğini düşünen monist bir ontoloji içerisinde doğa-kültür sürekliliğini sonuna kadar düşünmek isteyen eleştirel bir kuramın ürettiği seküler bir söylem olduğunu hatırlatarak, Bu sürekliliği tanımak, başımıza gelen her şeye layık olmamızı sağlar: İnsan sonrası öznenin, ontolojik motor olan zoe güdümlü birbirni takip eden oluş dalgalarının ifadesi olduğunun  pragmatik kabulü olan amor fati.[8]  Bu ne insanidir ne de ilahi, amansızca maddidir ve çok yönlü ve türler arası ilişkiselliğe adanır. Kendisine can veren yaşamsal güç içerisinde amansızca insan-olmayan yaşam devam eder.
Algılanamaz-oluş, sınırlı benliklerin tahliye veya gözden kayboluş noktası, ortam ve ortak noktalarla, bizzat yeryüzünün radikal içselliğiyle ve kozmik rezonansıyla kaynaşmasıdır.  Algılanamaz-oluş temsili olmayan olaydır, çünkü bireyleşmiş benliğin kayboluşuna dayanmaktadır. (İnsan olmanın kendisinin bir kıymeti kalmayınca, kimsenin birey olarak da egemenler karşısında değeri kalmaz-AHÇ)
Egonun spesifik ve son derece kısıtlı bakış açısından bir süreç olarak ölümün hiç bi rönemi yoktur. Böylesi bir süreç boyunca “tasarlanan” benlik türü “Bir-değildir, aynı zamanda anonim bir çokluk da değildir. Benlik difrensiyeldir ve cisimleşmiş güçlerinin içkinliği sayesinde bir arada dtutulur. İçerdiği direnç fikrinin altını çizerek, bu süreci, sürdürüleblirlik üzerinden tanımlıyorum. Sürdürülebilirlik geleceğe inancı ve gelecek nesillere , yaşanabilir ve yaşamay değer bir dünya “bırakma” sorumluluğudur.
Ölüm yaşamın her vasfında aktşf olan ilkelerin, yani potentianın kişsel olmayan kudretinin sarih dışa vurumudur. İnsan sonrası özne bu tarz bir çokluğun olumlanmasına ve kozmik, sonsuz bir “dışarısıyla” ilişkisel bağlantıya dayanmaktadır.

Sonuç: İnsan Sonrası Etik Üzerine

Şu ana kadar zamanımızın insanlık-dışılığını ve şiddetini vurguladım ve içine düştüğümüz nekro-politik ekonomiye karşı durabilecek olumlayıcı pratikleri savundum. ....Şimdi nekro-politik dönüm noktasının bazı özelliklerini özetlemek istiyorum:
İlk olarak, bu yaşam-ölüm yönetimselliği rejiminin siyasi ve hukuki öznesinin, insanmerkezcilik sonrası ekofizik[9] bir teşekkül olmasıdır.  Zoe güdümlü özneye, karmaşık ve yoğunluklu karşılıklı-bağlantılılık şeklinde yapılandırılan karşılıklı akış ve veri aktarımı yapısı en iyi anlatır.
İkincisi, bu çevreye bağlı fani özne, kolektif bir teşekküldür. Ve klasik hümanizm ve insanmerkezcilik paradigmalarının ötesine geçmektedir. İnsan organizması bir dizi mümkün kaynak  ve kuvvete bağlanmış bir “arada-kalandır”. Bu haliyle onu makine diye tanımlamak faydalı olacaktır; ki bu makine , bir aparat veya faydacı bir amacı olan herhangi bir şey değil, daha ziyade hem daha soyut hem de daha maddi olarak iliştirilmiş bir şeydir. Bir beden makinenin minimalist tanımı, süreçleri elegeçiren ve enerjileri ve kuvvetleri dönüştüren cisimleşmiş, duygulanımsal ve zeki bir teşekküldür. Bu yüksel teknolojili ekolojik cisimleşme, sürekli akış ve dönüşüm alanlarına tam manası ile dalmayı gerektirmektedir. Elbette bunların tamamı olumlu değildir, çünkü insanlık-dışı vasıflar her ne kadar böylesi bir dinamik sistemde apriori bilinemez ve yargılanamaz olsalar da, çoklu kırılganlık biçimlerini içerirler.
Üçüncüsü, böylesi bir zoe-iktidar öznesi, aciliyeti olan etik ve siyasi sorular ortaya çıkarmaktadır... Bu dönüşümlere hiç bir yekpare veya durağan model münasip cevaplar veremez: Daha pragmatik bir açıkuçluluğa  ve mümkün stratejilerin çeşitlendirilmesine ihtiyacımız var. Başlangıç noktası... belli bir tür-ötesi eşitlik ayağıdır. Mevzu kuvvetler ve etolojidir.
Dördüncü olarak, insan sonrası öznenin kendine özgü zamansallığı, ölümlülük metafiziğinin ötesinden yeniden düşünülmelidir... Farklı bir özne görüsü ve bununla beraber doğa-kültür etkileşimine dair yeni bir mefhum benimseyerek, eleştirel kuramın modernist ve son derece indirgemeci insan-dışı anlayışlarından öteye geçebileceğimizi düşünüyorum.
Beşinci olarak, bu etik yaklaşım iktidar tasarımlarından ayrı tutulamaz. Postmodernitenin veya ileri kapitalizmin zoe-merkezli teknoloji dolayımındaki özne görüsü içsel çelişkilerle doludur...Zoe’nin kudreti, ileri kapitalizmin sömürgeci ve nekro-politik yer çekimini yerinden etmektedir. Tarihsel koşullarımızdan kaynaklanan toplumsal ve sembolik dönüşümler hem liberal bireyciliği hem de klasik hümanizmi temellerinden sarsmaktadır. Sadece bir değerler krizi olmak şöyle dursun, bizi bir dizi inanılmaz fırsatla  karşı karşıya bırakan bu durum , farklı güzergahlardan birleşerek tür olarak insana dair ortak anlayışımızı yeniden oluşturmaktadır.
... Tohum, tahıl, bitki ve su kaynaklarında dünyanın biyoçeşitlilik rezervlerinin aşırı tüketimi ve fakirleşmesi, öyle görünüyor ki sömürü ve bizzat Yaşamın kutsanmasına siyasi ekonomiyle bir arada var olabilmektedir.
Biyogenetik kapitalizmin nekro-politik yönetimselliğiyle ve egzotik kuşların ve kısmen soyu tükenmiş türlerin, küresel seks ticaretinde  ve endüstrisinde kadınların, çocukların ve diğerlerinin elden çıkarılabilir bedenleriyle kıyaslanabileceğinin farkındalığı üzerinde düşünüyorum. Joseph Conrad’ın dehşete düşüren “Yabanileri yok edin!” ifadesinde günümüzde tür tanımıyor.

3 – İNSAN SONRASI BEŞERİ BİLİMLER

Kuramın Ötesinde Yaşam

Son otuz yıl boyunca hümanizm karşıtları, hümanist insan tanımında varsayılan benlik temsili ve düşünce imgesini bilhassa da aşkın akıl ve öznenin bilince tekabül etmesi mefhumunu sorgulamıştır. BU erkekinsana diar pohpohlayıcı benlik-imgesi, sorunlu olduğu kadar benmerkezci bir tavrı teşvik ettiğinden  kısmidir de. Dahası farklılıkları, giderek azalan değerlerde  hiyerarşik bir ölçekte örgütlediğinden, bu hümanist özne kendini , benlik temsilinde içerdiği şey kadar dışladığı şey üzerinden de tanımlamaktadır, ki bu da genellikle değersiz kılınmış payına sahip cinsiyetlendirilmiş, ırk üzerinden belirlenmiş ve doğal addedilmiş “başkalarıyla” şiddet içeren ve muharip bir ilişkiyi meşru kılan bir yaklaşımdır. Ayrıca evrensellik iddiaları da seçkinci, erkek-merkezli ve Avrupa merkezli olmakla eleştirilmiştir. Kültürel özgüllüğü sahte bir evrensele ve normalliği de normatif bir ihtara dönüştüren eril, ırkçı veya belli bir ırkın üstünlüğüne dayalı ideolojileri desteklemektedir.  
Foucault’un gayet yerinde “Erkekinsanın” ölümü teşhisinden itibaren.....
İnsanmerkezciliğin yerinden edilmesi ve tür hiyerarşisinin karışması İnsanı dayanaksız ve desteksiz bırakırken, beşeri bilimler  sahasını da ihtiyaç duyduğu epistemolojik temellerden yoksun bırakmaktadır. Beşeri bilimlerin geleceği sorusu, yenilenmeleri mevzusu ve nükseden disiplinlerin ölümü tehdidi, tek bir merkezi unsur üzerinde daha da ciddiye binmektedir: Yeni “insan, insan-olmayan bağlantıları, biyolojik “beyin gücüne dayanan” makine montajları ve biyolojik olmayan “donanım” da dahil karmaşık arayüzler mevcuttur.
Kıyamet tellallarına karşılık, teknoloji dolayımında insanmerkezcilik sonrasının biyogenetik kod ve telekominikasyon, yeni medya ve bilgiteknolojileri kaynaklarını, beşeri bilimleri yenileme işine koşulabileceğini iddia ediyorum. İnsansonrası öznellik, özerklik ve kendine dönük disipliner saflık yerine, heteronomi ve çokyüzlülüğü vurgulayarak hümanist pratiklerin  kimliğini yeniden şekillendirmektedir.
İnsanmerkezcilik, bilimsel çalışmalar ve teknolojik bilginin hakim olduğu bu karmaşık bilgi yapılandırmaları tarafından tehdit edilmektedir... Sabırsız bir beklentiden yoksun olmayan bu insan sonrası heves, bana kalırsa hümanizm karşıtı ve feminist arkaplanına dayanmaktadır.....  Öyleyse görünen o ki bilim olarak insan ya insan-dışı olma kapasitesini sergileyecek ya da bunun yerine pek bilimsel olmadan hümanist olacak (Sam Whimster)
İnsanmerkezcilik sonrası beşeri bilimlerin mükemmel esenliğine ilişkin en mühim örnek, belki de “hayvan araştırmaları” ve “eko-eleştirellik” sahalarında görülen yakın zamanlı akademik çalışma patlamasıdır. (İnsan sonrasının mükemmel esenliğine dair  tek delilimizin zaten hocalarının dolayısı ile egemenlerin yönlendirmesi ile öğrencilerin hazırladığı çalışmalar olması bu mükemmel esenlik konusunda bizi endişelendirmemeli mi?- AHÇ)
Grozs(2011) “evrim kuramının, hümanist savların içini boşalttığını, insana atfedilen hümanist konumun , içinde bulunduğu şu anda ayyuka çıkan krizin öncüllerinden olduğunu iddia etmektedir. Grozs buna dayanarak tür eşitliği, genetik olarak kodlanmış cinsel fark vurgusu, cinsel seçimin önceliği ve diğer bütün türlerin yanı sıra, insanın ereksel olmayan evrimi (Ereksel olmayan evrimi şöyle anlayabiliriz sanırım: çocuk yaparken bize başvuracaksınız biz sizin genlerinizi inceleyeceğiz ve huysuzluk, tembellik, inatçılık , asilik gibi atadan aldığınız genleri ayıklayacağız –AHÇ) yaklaşımını benimseyen “insan-dışı beşeri bilimlerin” geliştirilmesi çağrısında bulunmaktadır.
Vitalist ve kendi kendini örgütleyen “madde” mefhumu ön plana çıktığında, beşeri bilimlerin mutasyon geçirmesi ve insan sonralaşması, yahut acı çekmenin giderek daha da manasızlaştığını kabul etmesi gerekir. (Herkesin “şey”leştiği vitalist bir zeminde hamam böceğinin acı çekmesi ile insanın acı çekmesi arasında bir fark da kalmıyor. BU Hamam böceğini öldürmekle insan öldürmek arasında fark yok mu demek de değil mi?-AHÇ)   
Toplumsal cinsiyet, feminist ve sömürgecilik sonrası araştırmalar hem araç hem de yaratıcı kavram olarak bize bunca şey sunan yeni deneysel sahaların prototipleridir. (Bunca şey ???-AHÇ) ... “differend”(farklılık hoşgörülemez olanın veya telafi edilemeyenin trajedisine verilen etik yanıttır, ama bu dehşetin büyük bir kısmının ifade edilmez olduğu düşünüldüğünde, beşeri bilimler onu ne ölçüde inceleyebilir. Yine bir yandan kadın, toplumsal cinsiyet, querr ve feminist çalışmalar gibi radikal epitemolojiler, öte yandan sömürgecilik sonrası çalışmalar ve ırk araştırmaları bu açıdan mühim bir rol oynamıştır. (s:177)
Çoklu domino etkilerinin sonucunda, insana ve insanileşme sürecine dair klasik varsayımlara bel bağlayamadığımızda beşeri bilimlere ne olacağı sorusu, toplumsal ve akademik gündemlerin üst sıralarında yer almaktadır ... Pratik ölçüde beşeri, bilimler fakültesinin aslında ne ölçüde kar odaklı olduğunu , genellikle yüksek öğrenci harçları ve yoğun eğitimle, üniversitelerine ne kadar çok para kazandırdığını görememektedir.... Nusbaum liberal eğitim lehine risalesini yazdığında , üniversite önemli  -ama tek değil- bir şirket yapısı olarak çoktan piyasa ekonomisine dahil olmuştu. ... Öyleyse evrensel aşkın aklın ve içsel ahlaki iyiliğin muhafazası ve idarecisi olarak nostaljik bir beşeri bilimler görüşüne dönmektense, çoklu insan sonrası geleceklere yüzümüzü dönmeyi öne sürüyorum. (Çokludan, çok olanın ne olduğu hala belli değil. Ancak heyecanla kabul edin, diye anladım- AHÇ) ... Nostalji değil, olumlama yolunu takip etmeliyiz: Felsefi meta-söylemin idealleştirilmesi değil, daha pragmatik mütevazi deneyler aracılığı ile kendini dönüştürme ödevi.

Kuramsal Uyumsuzluk Modelleri 

Kuramsal kriz benlik temsili mevzularının ötesine geçmiş, en hafif tabiriyle değişip duran üniversite yapısı içerisinde çağdaş beşeri bilimlerde neyin bilimsel bilgiyi oluşturacağını başat paradigmanın sorgulamasına varmıştır.
Tarihselliğimizin değişen koşulları, hümanist “erkekinsanın” gerilemesinden sorumludur. (Kadın hareketinin güçlenmesi ile gerileyen Erkekinsana , hümanizmi de sarmalayarak onu da geçmişe paketlemeyi teklif ediyor.-AHÇ) Kötü haberi yaydığı için postyapısalcılığı suçlamak, haberden elçiyi sorumlu tutmak olacaktır. Foucault’un ifadesi ile bu ölüme direniş, İnsan Soyunun tükenmesine değil “Eski-erkekinsanın” nezdinde bir direnç biçimidir. Gayatri Spivak bu “ölümün”, Avrupa merkezli “eski-erkekinsanın” zayıflamış olsa da yine de hegemonik olmayı sürdüren modus vivendi’si (yaşama biçimi) olduğunu ifşa eder. Bu anddan itibaren eleştirel kuramın, Erkekinsanın ölümünden evrenselin, ulus devletin ölümüne, tarihin ve ideolojinin sonundan basılı kitabın ortadan kaybolmasına değin sonsuz ölümlerle uzlaşmaya çalışması da Spivak’ın bilgeliğini göstermektedir.
Beşeri bilimlerin kalbinde ölümcül olması muhtemel bir hata gibi beliren, yapısal insanmerkezcilikleri ve kesintisiz yöntemsel milliyetçilikleri yatar... Avrupa birliği şu anda hem neoliberal iktisadın sağ-kanat gündeminin, hem de yabancı düşmanlığı, popülist toplumsal ve kültürel gündemlerin hakimiyeti altında. Bunun sonucu olarak, bir kurum olarak üniversite ve bilhassa beşeri bilimler saldırı altında. Yaklaşımlarında narsist, esli kafalı ve üretken olmamakla ve ayrıca çağdaş bilim ve teknoloji kültüründen bihaber olmakla suçlanıyorlar. Beşeri bilimler, genellikle kurumsal üniversite ortamında marjinalleştirilen postyapısalclar, feministler ve sömürgeciliik sonrası disiplinler arası “çalışmalar” gibi radikal felsefelerce kurumsallaştırılan “Erkekinsanın” krizini tam da ilk elden deneyimliyor.... İlerleyen sayfalarda çağdaş üniversitenin değişen kurumsal yapısının ulusdevletlerin gerilemesine dayandığını ve milliyetçilik sonrası bir perspektife katkıda bulunma potansiyeline sahip olduğunu göreceğiz.
Beşeri bilimlerin kendi bilgi üretim süreçlerini açıklamalarını sağlayacak epistemolojik  bir değişim çağrısına tamamen katılıyorum. Ancak bunun önünde iki engel var: İlki, sahada kendi üzerine epistemolojik düşünme geleneğinin olmayışı...ikincisi Avrupa merkezciliği ve insanmerkezciliği düşünmeyen içe dönük bir disipliner tecrit halinin elim bir şekilde devam ediyor olması.... Üstelik saha hümanizme doğru çekime kapılmanın ölümcül cazibesine dayanmakta zorlanıyor.... Bunlar için de perspektif lazım, ama bu formal kriterlerin ötesinde beşeri bilimlerin, ,ster hümanist ister insanmerkezci Erkekinsan olsun, insana dönük sınırlı kaygının ötesine geçecek ve daha gezegene özgü entellektüel güçlükleri kucaklayacak şekilde ilham verici bir cesaretle donanması gerek.    (s:182)   

Yirmibirinci Yüzyılda Beşeri Bilimler

İlk olarak beşeri bilimler içerisinde ve boyunca bu yenilikçi, disiplinler arası akademik çalışmaların zenginliği, sahanın krizinin değil canlılığının göstergesidir.. İkinci olarak, bu yeni araştırmaların çoğu  “disiplinler arası” çalışmalar sahasında yürütülmektedir. Üçüncü olarak, bunlar epistemolojik olarak temellendirilmişlerdir ve bu yüzden de çağdaş beşeri bilimlerin kendi bilgi üretim yöntemlerini ve mekanizmalarınının açıklamasını sağlamaktadır.
Beşeri bilimlerde ilkeler, yöntemler ve sorun belirleme biçimleri veya ... ilkeleri ya da anlatı biçimleri üzerine hiçbir fikir birliğine varılamamıştır.
Ancak birlik olmayışı eksiklik değil, aşırı bolluğa işaret ettiğini vurgulamak gerekir. Sonuç olarak “Andropos (kamil insan-AHÇ) çok fazla logos’tan (söz, yasa, düzen, bilgi ..) muzdarip olan varlıktır. .. androposun söylemsel birliğinin parçalanmasını daha da öteye taşıyıp söz konusu bilimsel coşkunluğa( Hangi çoşku ??-AHÇ) son derece yaratıcı katkılar sunarlar.
Her ne kadar beşeri bilimlerin, biraz “biyo-okuryazarlık” ve siber-seyir yeteneği geliştirmesine dönük çağrılar kuvvetlense de , hem beşeri bilimlerde hem de daha geniş bilimsel toplulukta direnç hala yoğundur.... İnsan merkezcilik sonrası, hümanizm sonrası  bizler her iki bilimsel toplulukta da yankısını bulacak bir nota çalmak istiyorsak, karşılıklı saygıya dayalı bir kültür üzerinde ısrarcı olmalıyız (Burada bize saygı gösterin diyor. Değilse kendilerinin saygı göstereceklerini vaad etmiyor yazar. Eğer bunu vaad etseydi ilk andan Bilimsel (yani bizim standartlarımıza uygun) şartını koşmaması gerekirdi.-AHÇ) Kültürel ve toplumsal bilim çalışmaları, özne kuramlarına karşı geliştirdikleri dirençlerin üzerinde durmalı, özne felsefeleri de biyobilimlere duydukları güvensizlik ve yanlış-bilişsellikle yüzleşmelidir. İnsan sonrası zamanlar insan sonrası, insan sonrası beşeri bilim çalışmalarını gerektirmektedir.
Felix Guattari “vitalist monizmin muazzam avantajının, doğa-kültürüyle farklılaşma ekolojisi üzerinden evrilen bir süreklilik olarak tanımlanması olduğunu vurgular... bu genetik maddenin ontolojik fark temellerinden azade oluş süreçlerine maruz kaldığı, ama toplumsal inşacılıkla da sınırlanamayacağı anlamına gelir.
Madde-gerçekçi monist ve vitalist yaklaşımın kuramsal avantajı, yine bilgi ve ağ toplumu olarak da bilinen ileri veya bilişsel kapitalizmin akışkan iktidar işleyişlerini, bunları özgül mevkilerde ve içkin ilişkilerle temellendirerek açıklama kabiliyetidir. Bu da yine aynı araçlarla onlara direnmemize mahal verir. (Vitalizm, yeni kapitalist ilişkileri temellendirerek açıklama imkanı verir, demeye çalışıyor sanırım.-AHÇ)  
Yeni Özne, karmaşık bir insan, insan-olmayan, gezegene ait olan ve kozmik, verili ve imal edilmiş olanın montajıdır ve düşünme biçimlerimizde temel yeniden düzenlemeler gerekmektedir...
Sürdürülebilir Beşeri Bilimler, ilk olarak, çevresel ve organik temellerinden kopuk doğallıktan-muaf bir toplumsal düzen fikrinin sona erdiğini ,lan etmekte ve içinde yaşadığımız .çok katmanlı karşılıklı-bağımlılık biçimini anlamak üzere daha karmaşık şemalar aramaktadır.İkincisi iklim değişiminin ölçeği ve sonuçları, temsile kafa tutacak kadar mühimdir. Bu toplumsal imgelem yoksunluğunu telafi etmeye ve düşünülemeyeni düşünmeye yardımcı olmaya en mazhar olan yine beşeri, ilimler ve bilhassa da kültür araştırmalarıdır. (İklim değişikliği tartışmaları, gelecekte de egemenlerin yapacaklarını meşrulaştırma gerekçesi olarak kullanılacak diye anladım –AHÇ)
Bilimsel İnsansonrası konumun avantajlarına dair yolumuzu aydınlatan bir örnek de “Tek sağlık İnisiyatifidir.”(One Health İnitiative) : Söz konusu hareket, hayvan ve insan tıbbı arasında ayrıştırıcı çizgiler olmaması gerektiğini iddia eden ve bu amaçla “zoonosis” terimini sözcük dağarcığına katan Rudolf Virchow’dan ilham almıştır. Bu duruş son 15 senedir ivme kazanmıştır.

Tek sağlık, insan sağlığı hizmetleri uygulamacıları, veterinerler ve kamu sağlığı uzmanları, çevresel, toplumsal ve bireysel sürdürülebilirlik için bir araya getiren mükemmel insan sonrası kavramdır.  (Kadın doğum diye bir şey söz konusu olamaz. İnek ne ise kadın da odur. Tek Sağlık hizmeti ineği de, kadını da, köpeği de doğurtmalıdır. Vetrinerlik, doktorluk diye ayrı bir kavram olmamalı diyorlar-AHÇ)
  ...dijital beşeri bilimleri destekleyen tercüme süreçleri, insan sonrası duruma girişi dizginleyen unsurlar olarak toplumsal cinsiyet ve etnisitenin rolü ve bütün bunların kuramsal çıkarlarına dair yeni bir anlatı dizisi yaratılabilir..

İnsan Sonrası Eleştirel Kuram:

Altın kurallarım: Doğru Kartografi, bunu takiben etik hesap verebilirlik: disiplinler ötesilik; eleştiriyi yaratıcı tasvirlerle birleştirmenin önemi; doğrusal-olMAma ilkesi; bellek ve tahayyül güçleri ve aşinalığımızın tersyüz edilmesi stratejisi. Kartografi şimdinin kuram temelli ve siyasal bilince sahip okumasıdır. Kartografiler özne konumumuzu yapılandıran iktidar mevkilerini göstermek yoluyla epistemik ve etik hesap verebilirlik amacı taşır... iktidar mevkilerine dair eleştiriler yeterli değildir... Örneğin feminist/kadıncı/querr/ siborg/diyasporik/yerli/göçebe özneler OnkoFare ve koyun Dolly sadece metafor değil, belli jeopolitik ve tarihsel mevkilerin işaretçisidir.
Zikzak yapmak, gerçekten de insan sonrası eleştirel kuramın bir sonraki yapıtaşı olan doğrusal-olmama açısından işlevsel bir sözcüktür. Çağdaş bilimin karmaşıklığını ve kürsel ekonominin doğrusal değil ağımsı, dağınık ve çok merkezli işleyişini düşündüğümüzde, otomatik olarak doğrusal düşünceyi benimsemek yoluyla geleneksel görselleştirme kuralına bağlı kalmak, beşeri bilimlerin kendi önünü tıkamasına neden olacaktır. Sonuç olarak, insan sonrası çağın paradokslarını açıklayabilmek için iktidar kartografileri geliştirmek üzere doğrusal-olmamamız gerekmektedir. (İnsanlar toplumsal statülerini mevcut düşüncelerden tayin edemeyiz. Bu konuda bir önerimiz de yok. Egemenler nasıl istiyorlarsa ona teslim olmalıyız der gibi-AHÇ)
.. Geçmişin otoritesine itaat etmek yerine, sabit kimlikleri harekete geçiren ve yersiz yurtsuzlaştıran, zamansal doğrusallığı parçalayan çoklu zaman alanlarının anlık bir arada mevcudiyetine sahibiz.
Göçebe düşünce, “kaozmos” boyutunun jeofelsefi veya gezegene özgü boyutuna yönelik duygulanımsal bir açılmayı ifade eder.Düşünen özneyi, dönüştürücü oluşun yaşamsal enerjisini ifade eden nedensiz ve amaçsız edimler eşiğine dönüştürmek demektir bu.
Kronolojik doğrusallıktan ve logos mantığına özgü yerçekiminden muaf, insan sonrası göçebe kiplik içerisinde bellek, yas içerisinden bir tutarlılık karşısında neşeyle süreksiz bir benliğin aktif yeniden yaratısıdır.
Aşinalığımızın tersyüz edilmesi Özneyi, normatif  benlik görüsünden koparıp kendine getiren süreçtir. Vitrivius çerçevesini geri dönmemek üzere  geri bırakan özne, karmaşık bir biçimde ilişkisel hale gelir ve böylece çoklu başkalarına bağlanır.. Sömürgecilik sonrası ve ırkçılık karşıtı söylem, insan özneyi teşekkül eden şeyin ne olduğuna dair, beyaza ayrıcalık tanıyan ve diğer ırksal varsayımlara sahip görüşleri kesintiye uğratmaktadır. (Sadece beyaz insanı değil İNSANI kesintiye uğratıyor. Eğer İnsan Sonrasına razı olursanız beyaz insana ayrıcalık yapmayacağız hepiniz Hayvanlarla eşit olacaksınız diye anladım-AHÇ)
Özdeşleşme  rejimlerinin tersyüz edilmesi, sevilen düşünce ve temsil alışkanlıklarının yitirilmesini içermektedir ve korku, güvensizlik hissi ve nostalji de üretebilen bir hamledir.
Aşinalığımızın tersyüz edilmesi, metodolojik cephesinde insan-olmayan başkalarıyla ilişkimizi değiştirir ve insan merkezci düşüncenin ve hümanist kibrin yüzyıllardır süren alışkanlıklarıyla özdeşleş-memeyi gerektirir; ve bunun da beşeri bilimlerin kabiliyetini ve hevesini sınama ihtimali vardır. Derin Tarih ve Tek Sağlık Hareketinde gördüğümüz gibi “katı” veya “deneysel” bilimler, insan merkezcilikten uzaklaşma hamlesini nispeten daha kolay gerçekleştiriyor.
İnsansonrası eleştirel kuram, hala tipik Avrupalı vatandaş olarak modası geçmiş hümanist “aklın Erkekinsanı” modeline bağlı kalan bilim insanı pratiğine ve bunun kamu nezdindeki algısına yeni bir öznellik görüşü geliştirmelidir. Bu modeli aşmaya yoğun bir disiplinler arası ve transversalliğe ve bir dizi söylemler yelpazesinin sınırlarını aşmaya ihtiyacımız var. Bu disiplinler ötesi yaklaşım, bizzat düşüncenin yapısını etkilediği gibi, akademik araştırmalarda kavramsal çeşitliliğin rizom[10] vari kucaklanmasına da mahal vermektedir. İnsan sonrası yöntem, disipliner hibritleşme içermektedir ve kurumsal aklın protokollerinin düz bir biçimde tekrarlanmasını sarsan karşılaşmalara doğru  aşina olduğumuz düşünce alışkanlıklarımızın tersyüz edilmesine de bağlıdır.

Beşeri Bilimlerin “Asıl” Konusu “Erkekinsan” Değildir    

Kolektif dağıtılmış bir bilinç ve bizi birbirimize bağlayan ilişkisel bağa dair transversal, sentetik olmayan bir anlayış ortaya çıkar. Bu da yapıların, biz yandan da insan sonrası özne stratejilerinin merkezine yerleşmektedir. (s:200)
Bilimsel çıkarıma göre başat görü, bilimsel araştırma pratiğini disiplin altına alan ve neyin saygıdeğer, kabul edilebilir ve finanse edilebilir bilim olduğunu belirleyen tematik ve yöntemsel sınırları kontrol eden bir dizi yasanın kurumsal olarak uygulanmasına dayanmaktadır. Bu şekilde bilimsel pratiğin yasaları, bir zihnin ne yapmaya müsait olduğunu düzenleyerek düşünme yapılarımızı kontrol eder.... DEleuze ve Guattarinin düşüncenin görevinin yeni kavramlar yaratmak olduğunu öne süren fikri, beşeri bilimler için muazzam bir ilham kaynağıdır, çünkü felsefe, bilimle sanat arasındaki paralelliğe dayanmaktadır... Düşünme ilişki kiplerine dahil olma, etkileme ve etki altında kalma kabiliyetinin kavramsal muadilidir ve bunu takiben niteliksel değişimler ve yaratıcı gerilimleri sürdürülebilir kılar, ki bu da yine sanatın ayrıcalığıdır.
Göçebe vitalizmin mühim vasfı, organikçi veya özcü değil pragmatik ve özgün oluşudur. Diğer bir tabirle yaşamsal materyalizm, her şeyi kapsayan bir yaşam kavramı değil sadece pratikler ve oluş akışları, karmaşık montajlar ve heterojen ilişkiler öne sürer. İdealleştirilmiş aşkın yoktur, sanal çokluk vardır.
..İnsan sonrası insan sahnesinde, beşeri bilimlerin esas araştırma nesnesi olarak “Erkekinsan” şöyle dursun, insana takılıp kalmaması  fikrine varılmaktadır. Aksine alan, bilimsel ve teknolojik ilerlemeler, ekolojik ve toplumsal sürdürülebilirlik ve küreselleşmenin pek çok güçlüğü gibi dışsal ve hatta gezegene özgü mevzulara, insanmerkezcilik sonrası bakış açısını benimseyerek erişim sağlayabilmek üzere, hümanist Erkekinsan imparatorluğundan azade olmanın keyfini çıkarmalıdır.
Mevzu beşeri bilimlerin, çağdaş bilim ve teknoloji ile ilişkisinde kendi gündemini belirleme iznine sahip olup olmadığı, bulunmayı tercih etmedikleri mekanlarda mahsur kalıp kalmadığıdır... İnsan ve insan olmayan başkalarıyla ilişkiler temelinde özdeşleşme sonrası, tekçi olmayan ve transversal bir öznellik.
Demek istediğim: beşeri bilimlerin insan sonrası durumun sunduğu pek çok fırsatı kucaklaması gerektiği....Öylese soru, insan sonrası çağda ve “Erkekinsanın” ve antroposun’un üstünlüğünün gerilemesinin akabinde beşeri bilimlerin ne olacağıdır.

Küresel Çoklu Üniversite

Üniversite fikri üzerine tartışmalara dair kısa bir tarihsel araştırma, bu krizin boyutlarına dair bir fikir verir. Akademisyeni, sanatçı veya uzun bir zaman içerisinde kendi araştırmasını sabırla ve hiç bir kısıtlama olmaksızın yontan zanaatkar olarak resmeden hümanist Rönesans modeli sona ermiştir. Bunun yehrini, kitlesel olarak akademik iyiyi seri olarak üreten modern “Fordist” üniversite modeli almıştır.
Ulus devletlerin gerilemesinin bir bütün olarak üniversite ve bilhassa da beşeri bilimler açısından olumsuz sonuçları vardır. Redings’e göre günümüzde akademik yaşamın merkezi figürü profesör değil idarecidir ve üniversite artık ulusal kimliğin direği veya ulus devletin ve devlet aygıtının ideolojik silahı değildir.
Olumsuz cephede, belli referansların olmayışı , “mükemmeliyetin” paraya, piyasaların taleplerine ve tüketicilerin tatminine endekslendiği anlamına gelir.
Richard Rorty, “akılcılığa bunca vurgu yapılmasını “Batılı tektanrı geleneğinin seküler bir versiyonudur”diyerek eleştirir. “Gerçeklik” ve “gerçeğe mütekabiliyet” oldukça anlamsız kavramlar, hatta “içeriği olmayan terimlerdir”. Çokça övülen “bilimin nesnelliği” Rorty’e göre aktif öznellikler-arasılığa ve toplumsal etkileşime dayanmaktadır.
Rorty “Sağlıklı ve özgür bir üniversite, nesiller arası değişimi, radikal dini ve siyasi anlaşmazlıkları ve yeni toplumsal sorumlulukları mümkün mertebe uzlaştırır. Bunlarla cedelleşir.
Üçüncü milenyumun karmaşık manzaralarında, epistemoloji ve etik el ele yürümektedir (Bilimi anlayabiliyorum da, kitabın başından beri mevcut değerlerin alt üst edilmesi gerektiğinden bahsederken hangi Etik, nasıl bir etikten bahsettiğini anlamadım yazarın-AHÇ) Üstesinden gelebilmek için kavramsal yaratıcılığa ve entellektüel cesarete ihtiyacımız var.; öyle ki geri dönüş yolu yok artık. (s:209)
Wernick’e göre üniversite 1960’lardan itibaren “çoklu-versite” şeklinde mutasyona uğramıştır...Üniversite mutasyona uğramaya devam etmiştir; öyle ki sonraki yirmi yl boyunca “üniversiteler ticari, performans odaklı ve gelenekten koparılmış duruma geldi. Profesyonel idarecilerin himayesinde, belleği olmayan tarihsellik sonrası kurumlar haline geldiler.... Yeni kampüsler sanal ve tanımı gereği küresel olacak.
Küresel çoklu-versite, teknoloji ve metafiziğin, infilak etmeye hazır ama bir o kadar da heyecan verici sonuçlar üretecek şekilde kavuştuğu yerdir. (Metafizik nasıl girdi araya anlamadım-AHÇ)... diğer bir deyişle çağdaş üniversite, konumlandığı küresel kentte yeni bir ilişki üzerinden insan sonrası gezegenin tümüne yayılan misyonunu yeniden tanımlamalıdır. Buda kentsel mekanın gözden geçirilmesini ve sivil sorumluluğun yeniden tanımlanmasını gerektirir.
Yarının kentleri, yoğun bir sosyal ağ temelinde yaşayan öğrenme,  bilgi alışverişi ve ortak bilişsel pratik merkezleri olacaktır. Askeri limanlar ve hava alanlarının ardından internet limanları, üçüncü milenyum kentlerinin seyrü sefer kapıları olacaktır.
Akademinin çoğu bölümünde günümüzde görülen telaşlı, sayılara boğulmuş, denetimlerden deliye dönmüş, para ve hibe peşinde koşmaktan ibaret hayat , klasik düşünsel yaşam, hayalini kurduğumuz ideal yaşamdan çok uzaktır. (Collini, 2012:19) İin aslı akademistler daha ziyade,  kendini örgütleyen bir topluluktan, bağımsız araştırmacılardan çok  muhasebeciler ve mali danışmanlar tarafından idare edilen orta halli bir şirketin orta halli yöneticileri gibi işlev görmektedirler.... En başarılıları hibe ve finansman sağlamada en başarılı olanlarıdır.
Çağdaş kültür ve kurumsal eğitim , genellikle bu gerçeklikleri doğru biçimde temsil edememektedir. Bunun yerine “yeniye” yönelik bir savunmayla beraber, ideolojilerin sonuna dair tahmin edildiği üzere sızlanıp duran nakaratları tercih ediyorlar. Nostalji ve aşırı tüketimcilik, neoliberal korumacı bireyciliğin restorasyonuna sadık kalacak şekilde el ele yürür..
Bizzat yaratmadığımız ve yok edilmesi de bize düşmeyen karmaşık bir entellektüel mirasın mevcut neslinin vasilerinden başka bir şey değiliz.”(Collini) İnsan sonrası beşeri bilimler, sadece soyun tükenmesini savuşturmak değil, aynı zamanda da sürdürülebilir insan sonrası gelecekleri edimselleştirmek için de küresel çoklu-versite çoktan işe koyulmuş durumdadır.

Sonuç

Bazılarımız ... bilinmez bir zamandan beri aşina olduğumuz o yaratığa, “insana”, son derece bağlı hissetmekte ısrarcı... İnsan sonrası kavramı kaygı kadar coşku da uyandırıyor ve ihtilaflı kültürel temsillere sebebiyet veriyor. 
..Genetiği yeniden oluşturulan bitkiler, hayvanlar ve sebzeler, bilgisayar ve diğer virüslerle birlikte çoğalmaya devam ediyor; öte yandan insansız hava ve kara araçları, yeni ölme biçimleri ile çıkıyor karşımıza. İnsanlık, ortak kırılganlık ve soyun tükenmesi ihtimali üzerinden bir araya gelen olumsuz bir kategori  olarak yeniden yaratılırken, sonsuz “yeni” savaşlar, ıslah evleri ve göçmen akını içerisinde yeni ve eski salgınların saldırısı altında
Dört temel soru bu kitabı yapılandırdı: Bizi insan sonrasına götürebilecek olan entelektüel ve tarihi güzergahın hakkını nasıl verebiliriz? İkincisi, insan sonrası durum, insanlığı hangi noktaya taşıyor ve daha da spesifik olarak ne tür yeni öznellik biçimleri yaratabilir? Üçüncüsü, insan sonrasının insan(lık)-dışı olmasına nasıl mani olabiliriz? BU sorular doğrusal değil birbiri içine girmiş durumdadır ve karmaşık bir manzarada zikzaklar çizen bir rotayı takip ederler.
İnsan Sonrası göçebe özne, materyalist ve vitalisttir; cisimleşmiş ve iliştirilmiştir, “mevkiler siyasetine” özgü radikal içkinlik uyarınca sıkı sıkıya bir yere konumlanmıştır. (Nereye ?-AHÇ) Bizzat insan sonrası düşünceye damgasını vuran ilişkisel yaşamsallık ve temel karmaşa aracılığı ile edimselleştirilen öznedir.... Sözde işaretlenmemiş bu öznenin ister fallus, ister logos, ister Avrupamerkezci aşkın akıl veya heteresosyal normatiflik olsun, iktidar matriksince orijinal veya ölümcül kapılması diye bişi yoktur. İktidar, tek bir egemen sahip tarafından işletilen durağan bir mevki değildir... Çoklu kapılma mekanizmları aynı zamanda çoklu direniş biçimleri de yaratır. .. Hareket ve hız, tortulaşma çizgileri  ve kaçış çizgileri, tekçi, olmayan, insan sonrası özne oluşumunun temel unsurlarıdır.
Göçebe öznellik görüsü, iyi bir başlangıç noktasıdır, lakin bunu daha ileri taşımamız, diğer iki fikirle bağantılandırmamız gerekir: Çokluk olarak arzu ve insan sonrası etik.... Göçebe özne, karmaşıklık kuramının bir dalıdır. Ve radikal dönüşüm etiğine vurgu yapılmaya devam edilmesini teşvik eder..... İleri kapitalizmin, tam manasıyla yıkıcı bir tornadan geçirerek bunlara yatırım yaptığı bir tarihsel zamanda, aile ve diğer öznellikler arası ilişkileri donmuş bir çerçevede yakalamaktadır. 
Bütün vitalist “Madde gerçekçiler” için kendi kudretsizliğinin koşullarına çaresizce bağlı böylesi matemli bir özne imgesi, sadece olma halinde olduğumuz şeyin yanlış bir temsilinden ibarettir. “Şimdiye layık olmalıyız” ve bu sebeple tam da bu dünyanın öznesini cisimleştiren ve iliştirilmiş olmasını sağlayan çağdaş kültürün bir parçası olmalıyız. Gerçekten kaçış şöyle dursun, insan sonrası düşünce, çağdaş özneyi kendi tarihselliğinin koşullarına kaybeder.
Bu açıdan yaşam, ne metafizik bir mefhum ne de semiyotik bir anlamlar sistemidir; kendisini ampirik edimler çokluğu üzerinden ifade eder.... İşte bu yüzden amor fati fikrini şimdi, burada, çoklu başkalarıyla paylaştığımız bir hayatın yaşamsal süreçlerini ve ifadesel yoğunluğunu kabul etme biçimi olarak görüyorum.

İnsan Sonrası Etik

İnsan sonrası olmak, insanlara karşı kayıtsız olmak veya insanlıktan çıkma demek değildir. Aksine etik değerleri, kişinin alanıyla veya çevresel karşılıklı bağlarını da içeren genişlemiş bir topluluk hissinin refahıyla birleştirmek üzere yeni bir yol demektir. BU, klasik hümanizmin standart çizgilerinin tanımlandığı haliyle bireysel bir öznenin çıkarlarından veya Kantçıların ahlaki evrenselliğinden ve insan haklarının bütün türleri sanal teşekkülleri ve hücre bileşenlerini içerecek şekilde genişletme dertlerinden tamamen farklı bir etik bağ biçimidir. İnsan sonrası kuram, aynı zamanda ilişkiyi, ortak projelerin ve faaliyetlerin olumlu zemininde temellendirmektedir, ortak kırılganlığın olumsuz veya tepkisel zemininde değil.
Kar Amacı gütmeme; kolektifliğe vurgu yapma; ilişkiselliğin ve viral bulaşmaların kabulü;potansiyel veya sanal seçeneklerle deney yapma ve bunları edimselleştirmeye dair çabalar; yaratıcılığın merkezi rolünü kabul ederek ( Boyun eğmeye kabul edilecek Yaratıcı, burada Tanrı değil, Bilim ya da yeni Kapitalist zümre olsa gerek-AHÇ) kuram ve pratik arasında yeni bir bağlantı. Bunlar ahlaki emirler değil, yoğunlukla süregiden deneylere dönük dinamik çerçevelerdir. Kolektif olarak sahnelenmelidirler ki, bedenlerin ne kadarını kaldırabileceğine üretken kartografiler yaratılabilsin. Bu yüzden bunlara “sürdürülebilirlik eşikleri” diyoruz.
BU görüşlere çağrı konusunda feministlerin uzun ve zengin bir jeneolojisi[11] vardır. Feminizmin bu yaratıcı boyutu merkezi bir rol edinmiştir. Ve radikal feminizm, toplumsal cinsiyet, ırk ve sömürgecilik sonrası çalışmaların olumlayıcı ve yaratıcı özünü oluşturmaktadır... Kavramsal yaratıcılık biraz da bu görüsel teşvik olmadan hayal bile edilmez.
Peygambervari veya görüye dayalı zihinler geleceğin düşünürleridir... Sürdürülebilir bir gelecek özlemi ile yaşanabilir bir şimdi inşa edilir. BU gözünü karartmak değil aktif bir yer değiştirme, derinlemesine bir dönüşümdür.

Olumlayıcı Siyaset

Gündelik hayatın mikro pratiklerine dayanan, umudun olumlanmasını amaçlayan kolektif projelerin peşine düşülmesi, sürdürülebilir dönüşümler belirleme, bunları devam ettirme ve planlama stratejisidir. Umudun toplumsal inşasının ardında yatan motivasyon kaynağı, sorumluluk ve nesiller arası hesap verilebilirlik hissinde temellenmektedir. .. Umut  mümkün gelecekler hayal etme becerisidir. Yaşamlarımıza nüfuz eden ve onları harekete geçiren  öngörü erdemidir. Sadece toplumsal imgelemi değil, bunları destekleyen arzuların, duygulanımların ve yaratıcılığın siyasi ekonomisini de  yeniden inşa etmeyi amaçlayan projeler üzerine temellenen güçlü bir motivasyon kaynağıdır.
Öyleyse insan sonrası oluş, kişinin kendi bağlılık hissini ve ortak bir dünyaya, bölgesel bir mekana bağını yeniden tanımlama sürecidir; Kentsel, toplumsal, ekolojik ve gezegen ölçeğindedir. Çoklu aidiyet ekolojilerini ifade etmektedir ve bunun duygusal ve algısal koordinatlarının, hala benlik tabir ettiğimiz şeyin kolektif tabiatının ve dışa dönük yöneliminin tanınması amacıyla dönüşümü sahnelemektedir. BU esasen, öznenin ne hükmettiği ne de sahip olduğu, her daim bir topluluk, sürü, grup veya yığın içerisinde işgal etmekle, katetmekle yetindiği ortak bir yaşam mekan dahilinde hareket halindeki bir montajdır. İnsan sonra kuram için özne, insan-olmayan (hayvan, bitki, virüs) ağına tamamen karışmış, ona içkin transversal bir karışımdır. Zoe merkezli cisimleşmiş özne, kendisini çevre veya eko-başkalarından başlayarak, teknolojik tertibat da dahil olmak üzere, başkalarından ibaret bir çeşitliliğe karşılıklı bağlayan bulaşıcı/viral ilişkisel bağlantılarla bağlıdır.
Dışarının, açık alanlarının cisimleşmiş sahnelerinin felsefesi olan göçebe insan sonrası düşünce , günümüzün teknoloji dolayımındaki dünyasında, tarihsel mevkimizin açtığı dokunulmamış imkanlara bel bağlayarak, aşina olunandan uzağa nitel bir sıçrayış arayışındadır. Zamanımıza layık olma, özgürlüğümüzü artırma ve ne insanmerkezci ne de insan-biçimli olmadan, jeopolitik, ekofelsefi ve onurla zoe-merkezci olan bir dünyada yaşadığımız karmaşıklıklar karşısında özgürlüğümüzü ve anlayışımızı artırma biçimidir. 

İnsan Sonrası Pek İnsanca

.. İnsan sonrası ile alakam insanca, pek insanca, kolektif ve kişisel yoğunluğumuzu  çerçevelendiren kaynaklar ve sınırlamalar karşısında hissettiğim hüsran hissiyle doğrudan ilişkilidir.. bu sürecin hümanist düşünce üzerine inşa edilen insanmerkezciliğin büyüsünden kopanları etkilemesi muhtemeldir... Bioiktidarın ucunda yaşıyorum; yani yaşayan her şeyin amansız nekro-politik tüketiminin tam ortasında. Buradan başlamaya kararlıyım; her şeyi kapsayan aşkın bir modelin, romantize edilmiş bir marjın veya bütüncül bir fikrin nostaljik bir biçimde yeniden icadından değil... Beni kalpten insan sonrası bir düşünür ve uygulama halinde bulunan çoklu yoldaş türlerin neşeli bir üyesi kılan türden bir materyalizmdir bu.
İnsan sonrası dönüm noktasını, ne veya kim olmaya muktedir olduğumuza hep beraber karar vermek için muazzam bir fırsat, insanlık için, kendini sadece kırılganlık ve korku üzerinden olumsuzluk biçiminde değil, yaratıcılık ve güçlendirilen ilişkiler değil aracılığı ile olumlayıcı bir biçimde yeniden icat etmek.
Şahit olduğumuz sarsıcı dönüşümleri açıklayabilmek için ortak referans noktalarımızın ve değerlerimizin belirlenmesinde yeni çerçevelere ihtiyacımız var.
İnsan cisimleşmesi ve öznelliği şu anda yoğun bir mutasyondan geçmektedir. Geçiş çağında yaşayan diğer bütün insanlar gibi bizler de nereye yöneldiğimiz hususunda  her zaman berrak ve net değiliz; hatta başımıza tam olarak ne geldiğini, etrafımızda ne olup bittiğini bile açıklamaya muktedir değiliz. Bu olaylardan bazıları  dehşet ve korku içinde kalmamıza neden olurken, diğerleri keyifle sarsıyor bizleri.. hemen her gün rüyaların yapıldığı şeyden ibaret olduğumuzun ve yeni ihtimallerin muazzam olduğunun anımsatılması, hem heyecan verici hem de huzursuz edici.
Huxley’İn Cesur Yeni Dünyasındaki en korkunç modernist kabusların distopik bir yorumunda değiliz Çağdaş insanın bedensel  çerçevesinde insan-ötesi aşkınlık sanrısı da değil bu. Kendimizi içinde bulduğumuz yeni bir durum.





[1] Genel olarak: Hayat olaylarının Fiziko-Şimik (Fizik-Kimya'ya ait) olaylara irca edilemiyeceğini, varlığın canlı olduğunu, canlı varlıkta özel bir yaşama gücünün varlığını kabul eden her doktrin.
http://www.ygslyssistemi.com/bilgi-nedir-ne-demek/kavramlar-terimler/vitalizm-nedir-ne-demek.html
[2] Antropoloji: İnsanın kökenini, evrimini ve meydana getirdiği ırkları inceleyen bilim, yani insanların tabii tarihidir.
[3] Yunanca insan demektir. Aynı zamanda gnostik bir terim olan anthropos, gerçek tanrısal varlık tarafından yaratılmış göksel bir insanlık prototipidir. İnsan-ı kamil, adam kadmon, übermensch... çeşitlendirilebilir.
https://eksisozluk.com/anthropos--2370420
[4] Yunanca αὐτo- (oto-, kendi kendine) ve ποίησις (poiesis, yaratmak, meydana getirmek) sözcüklerinden türetilen bir neolojizmdir, yani bilinen sözcükleri kullanarak yeni anlam kazandırılmış bir kavramdır. Temel olarak kendi devamlılığını sağlayan ve kendini yeniden üreten sistemleri tarif etmek üzere ilk kez 1971’de iki Şilili biyolog Humberto R. Maturana ve Francisco J. Varela tarafından ortaya atılmıştır. Yeniden üretimlerini sağlayan bileşenlerin bizzat sistem tarafından üretildiği otopoietik sistemler, ilk olarak canlılığın organizasyonunu açıklamak ve canlı sistemlerin ayırt edici özelliğini ortaya koymak üzere kullanılmıştır. Sonrasında toplum, hukuk, şirketler gibi sistemleri tarif etmek için ele alınmış ve biyoloji yanında sosyoloji ve sistem teorisi gibi alanlara taşınmıştır.
[5] Cinsel kimliklerin sayısız ve sınırsız olduğunu, bu kimliklerin kültürel, toplumsal ve psikolojik olarak şekillendiğini savunan teori. bu teoriye göre homoseksüellik ve heteroseksüellik gibi iki "karşı" kavram yoktur; bu kavramlar kimliklere belirli bir norm vermeye çalışan toplumun ortaya attığı kavramlardır.
https://eksisozluk.com/queer-teorisi--2238395
[6] Yunan mitolojisinde ölümü simgeleyen tanrı.
[7] Homo Sacer için istifade edilebilecek bir değerlendirme: https://eksisozluk.com/homo-sacer--1209594
[8] Nietzsche’nin sık sık kullandığı  “kaderini sevmek” anlamına gelen bir kelimedir.
[9] Ekofizik: Yeryuvarlağını ve atmosferi etkileyen doğal fiziksel olayları inceleyen fizik dalı.
[10] Rizom, yani köksap, örneğin bir ağacın, toprağın altındaki kısmı demektir. Ağacın üstü büyür, gelişir, yaşlanır ve ölür. altının ise ömrü ve yapısı, üstteki bu devinme bağlı değildir. Rizom, ağacın dalları gibi hiyerarşik bir yapıda ve doğrusal şekilde de yapılanmamıştır. Ağacın üstü doğrusal mantığa ve hiyerarşik düzene karşılık gelirken, altı bulanık mantığın ve otonomluğun temsilcisidir.
https://www.uludagsozluk.com/k/rizom/
[11] Jeneoloji: Soy bilimi ya da jenealoji, ailelerin kökenlerini ve akrabalık ilişkilerini inceleyen bilim dalıdır. 


Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın

3 yorum:

Unknown dedi ki...

Bu emek mahsulü paylaşım için teşekkürler...

ciritahmet dedi ki...

ZEİTGEİST
videoyu izlediniz mi bilmiyorum ama... kurulmak istenen yeni düzenin ipuçları var.
Emeğiniz ve ve paylaşımınız için müteşekkirim. uygun bir zamanda daha detaylı okuyacağım inşallah.
Selam ile.

Ercüment Şendil.... dedi ki...

GÜZEL BİR YAZI.EMEĞİNİZE SAĞLIK...

Yorum Gönder