Genel Değerlendirme:
“İnsan Sonrası”, İtalyan felsefeci ve Feminist kuramcı Rosi Braidotti’nin Kolektif Kitap’tan basılan 240 sayfalık eseri.Kitaba girmeden önce "İnsan Sonrası" kavramının, gelişmekte olan teknoloji ile önümüze çıkması muhtemel insan/robot/ bilgisayar karışımı siborglerin dönemini kastetmediğini belirteyim. Kavram bu dönemi kapsıyorsa da, hedefi bu değil. Bu kavramı açıklayabilmek için evvelemirde iki anahtar kavramı ve bu kavramların konu ile ilintisini açıklamak gerektiğini hissediyorum: Andropos ve Vitruvius.
Andropos: Bu kavram
Eski Yunan’da hikmet sahibi olgun insanı (insan-ı kamil, aziz, evliya) karşılıyor. (Daha açık ifade edelim; sanırım Andropos, Peygamberleri işaret ediyor.) Andropos, toplum için bir ahlaki nizam tanımlıyor. "İnsan" olmanın bir takım ahlaki sıfatlara sahip olmakla ilişkili olduğunu düşünüyor ve tanımlanan ahlaki niteliklere sahip olmayanların, “İnsan”i olarak eksik olduklarını, insanileşmede başarılı olamadıklarını iddia ediyordu. Yani, “insan” olmanın yolu; ahlaktan,
erdemlerden geçiyordu. (Bizde kullanılan, “önce insan ol", “insan mısın?” ,
“insanlık önemli” gibi kelimeler de, muhatabından ahlak ve erdem talep eden
Andropos/peygamberler düşüncesinin yansımalarıdır.)
5000 senedir bu düşünce toplumları baskılıyor ve onlara şekil veriyor. Dolayısı ile Andropos’un (Peygamberlerin, azizlerin, evliyaların ...) ahlak ve erdem anlayışına uymayan bir kesim dışlanıyor ve ötekileştiriliyor. Bunlar fahişeler, eşcinseller, tefeciler, cimriler, hırsızlar, katiller vs. Bunların arasına "kadın"ı da eklememiz lazım, çünkü peygamberlerin arasında hiç kadın yok ve ne İncil’de ne de Tevrat’ta kadın muhatap alınlıyor. Dolayısı ile Andropos, kadını da aşağılıyor, diyorlar.
Vitruvius: Leonardo Da Vinci’nin günlük notlarının arasında bulunan meşhur olmuş bir eskiz. Bu çalışma Aydınlanmanın ve modernist dönemin (hümanizmin) İnsanlık sembolü olarak kabul ediliyor. Vitruvius insanı; batılı, beyaz, sağlıklı, yakışıklı ve erkek olarak tasvir edilmiştir. Batı Hümanizmi(insancılığı), "İnsanı" bu değerler üzerinden tanımlayarak Batılı, beyaz, sağlıklı, güzel ve erkek olmayan herkesi aşağıladı ve Asyalı, Afrikalı, Kızılderili, sarı, siyahi, çirkin, sakat, eşcinsel ve kadını ötekileştirdi. İnsan saymadı. Bu bilinçaltının geliştirdiği Hümanizm düşüncesi, algılarını Vitruvis insanın üzerine odakladı ve diğerlerini görmezlikten geldi. Gördüğünü de perişan etti.
5000 senedir bu düşünce toplumları baskılıyor ve onlara şekil veriyor. Dolayısı ile Andropos’un (Peygamberlerin, azizlerin, evliyaların ...) ahlak ve erdem anlayışına uymayan bir kesim dışlanıyor ve ötekileştiriliyor. Bunlar fahişeler, eşcinseller, tefeciler, cimriler, hırsızlar, katiller vs. Bunların arasına "kadın"ı da eklememiz lazım, çünkü peygamberlerin arasında hiç kadın yok ve ne İncil’de ne de Tevrat’ta kadın muhatap alınlıyor. Dolayısı ile Andropos, kadını da aşağılıyor, diyorlar.
Vitruvius: Leonardo Da Vinci’nin günlük notlarının arasında bulunan meşhur olmuş bir eskiz. Bu çalışma Aydınlanmanın ve modernist dönemin (hümanizmin) İnsanlık sembolü olarak kabul ediliyor. Vitruvius insanı; batılı, beyaz, sağlıklı, yakışıklı ve erkek olarak tasvir edilmiştir. Batı Hümanizmi(insancılığı), "İnsanı" bu değerler üzerinden tanımlayarak Batılı, beyaz, sağlıklı, güzel ve erkek olmayan herkesi aşağıladı ve Asyalı, Afrikalı, Kızılderili, sarı, siyahi, çirkin, sakat, eşcinsel ve kadını ötekileştirdi. İnsan saymadı. Bu bilinçaltının geliştirdiği Hümanizm düşüncesi, algılarını Vitruvis insanın üzerine odakladı ve diğerlerini görmezlikten geldi. Gördüğünü de perişan etti.
İşte İnsan Sonrası, bu
Andropos ve Vitruvius’un tanımladığı "İnsan" anlayışlarının reddi ile girilen döneme verilen isim. Peygamberlerin ve aydınlanmanın tanımladığı normların hepsini yerle bir
edip tarihe gömerek; erkekinsanın ürettiği dünyaya karşı teknoloji, kadın ve
eşcinseller hep birlikte yeni bir dünya kurmak istiyoruz, diyorlar. Peygamberlerin, ahlak
ve erdem İnsanının yerini alacak düşünceyi üretecek olan eşcinsellerin ve kadınların dünyasının hiç kimseyi hatta hayvanları ve diğer bitkisel canlıları da dışlamayarak yeni bir türün ("Zoe") müjdesini veriyorlar, iddiasında Braidotti.
"İnsan" olmak için ahlaklı, batılı, erkek ve heteroseksüel olmaya gerek yok. Hatta İnsan olmaya gerek yok", diyorlar.
"Hümanizm, laiklik ve bilim çok büyük bir numaraydı. Sonuç korkunç bir felakete doğru gidiyor. Bu felaket gelmeden yeni bir şey yapmalı ve bunları tasfiye etmeliyiz", derken; atılacak çöp paketinin içine, ahlakı ve erdemi de sıkıştırıveriyorlar. Yani çok daha büyük bir numara için, bu numaranın önündeki engeli (ahlak ve erdem) de eskiyen numara ile birlikte tasfiyeye çalışıyorlar, diye düşünüyorum.
"İnsan" olmak için ahlaklı, batılı, erkek ve heteroseksüel olmaya gerek yok. Hatta İnsan olmaya gerek yok", diyorlar.
"Hümanizm, laiklik ve bilim çok büyük bir numaraydı. Sonuç korkunç bir felakete doğru gidiyor. Bu felaket gelmeden yeni bir şey yapmalı ve bunları tasfiye etmeliyiz", derken; atılacak çöp paketinin içine, ahlakı ve erdemi de sıkıştırıveriyorlar. Yani çok daha büyük bir numara için, bu numaranın önündeki engeli (ahlak ve erdem) de eskiyen numara ile birlikte tasfiyeye çalışıyorlar, diye düşünüyorum.
Kitap benim için bir
hayal kırıklığı. Sayın Braidotti, İnsan Sonrasının kurulmakta olduğunu haber
veriyor lakin insan sonrasının ne üzerine kurulduğuna dair bir şey söylemiyor.
Bütün kitap eski dünya yıkılıyor, Erkekinsanın kurduğu yapı dağılıyor çok
güzel şeyler olacak, harika olacak, müthiş olacak, ne güzel olacak formunda ilerliyor. Ne
olacağı ve neyin üzerine olacağı konusunda hiç bir şey yok. Değerlerin yerine ne konulacağı veya değerler olmadığında insanların ne üzerine uzlaşacaklarına dair hiç bir fikir vermiyor. Fakirler ile zenginler, güçsüzler ile güçlüler arasındaki dengeyi sağlamaya çalışacak olanın ne olduğuna dair hiç bir ipucu yok kitapta.
Bizi "Yeni Kapitalist Egemenlere" güvenmeye, eşcinseller ile kadınların birlikte inşa edecekleri yapıyı desteklemeye çağırıyor. Şikayet edilenlerden ahlak, erdem ve küçük erkeklerin tasfiyesinin işaretleri her yerde kendisini hissettirirken emperyalizmin, sömürgeciliğin, gelir eşitsizliğinin, Batı üstünlük düşüncesinin tasfiyesine dair hiç bir ip ucu yok. "İnsan Sonrasının işlevi, Yeni Kapitalist hamlenin önündeki engellerin kadınlar ve eşcinseller eli ile temizlenmesi mi" sorusu kitabın sonunda zihnime asılı kalan soru oluyor.
Braidotti’nin fikri anlamda esere bir şey katmamış olduğunu düşünsem de, yazarın konu hakkındaki birçok görüşü bir araya getirerek faydalı bir eser ortaya koyduğunu düşünüyorum.
Bizi "Yeni Kapitalist Egemenlere" güvenmeye, eşcinseller ile kadınların birlikte inşa edecekleri yapıyı desteklemeye çağırıyor. Şikayet edilenlerden ahlak, erdem ve küçük erkeklerin tasfiyesinin işaretleri her yerde kendisini hissettirirken emperyalizmin, sömürgeciliğin, gelir eşitsizliğinin, Batı üstünlük düşüncesinin tasfiyesine dair hiç bir ip ucu yok. "İnsan Sonrasının işlevi, Yeni Kapitalist hamlenin önündeki engellerin kadınlar ve eşcinseller eli ile temizlenmesi mi" sorusu kitabın sonunda zihnime asılı kalan soru oluyor.
Braidotti’nin fikri anlamda esere bir şey katmamış olduğunu düşünsem de, yazarın konu hakkındaki birçok görüşü bir araya getirerek faydalı bir eser ortaya koyduğunu düşünüyorum.
Kitaptan aldığım notları
ilgilenenler için aşağıda paylaşıyorum. Ümit ederim faydalı olur.
Giriş
Öyle ya da böyle,
kendinden emin bir şekilde her daim insan olageldim veya sadece insanım,
diyemez herkes.....geçmiş evreleri bırakalım şimdi bile kimileri tam manasıyla
insan olarak görülmüyor.
.. muhafazakar, dini
toplumsal kuvvetler insanı doğal hukuk mekanizması içine sokmaya çalışadursun,
insan kavramı güncel bilimsel ilerlemeler ve küresel ekonominin baskısı
altında, her iki koldan sıkıştırılmış haldedir. Postmodern, sömürgecilik
sonrası, post endüstriyel ve dahi çokça tartışmalı postfeminist koşullar
altında, öyle görünüyor ki insan sonrasına geçmiş durumdayız.
İnsandan sonra gelen (
o şey her neyse) bir zamanlar her şeyin merkezi olan ölçüsü olan “insan”ın
ciddi bir biçimde yerinden edilme ihtimali coşku kadar kaygı da doğuruyor.
(Habermas 2003)
Bu postnatüralist
varsayım bedenin mükemmelliğinin sınırlarına dair oyunbaz deneylere mi, insan
“tabiatına” dair yüzyıllardır süregelen inançların yıkımına ilişkin ahlaki
panik haline mi, sömürgeci ve kara dönük bir genetik ve sinirsel bir sermaye
arayışına mı sebep verecek göreceğiz.
Friedrich Nietzsche
“Tanrı”nın ve Tanrı fikri üzerine inşa edilen “insan” fikrinin “öldüğünü” ilan
ettiğinden beri, insanlığın zor durumda olduğu düşüncesi Avrupa felsefesinin
leitmotif’i (nakaratı-AHÇ) durumundadır.... Nietzsche’nin iddiası, Avrupalı
hümanist öznenin metafizik olarak sabit ve evrensel geçerliliğe sahip
sağduyusuyla insan doğasına atfettiği aşikar konumun sonunun geldiğine
işaretti. (s:17)
İleri kapitalizm ve onun
biyogenetik teknolojileri, sapkın bir insan sonrası biçime yol açıyor. İşin
Aslı, insan-hayvan etkileşiminin radikal bir biçimde bozulmasıdır. Zaten bütün
canlı türler, küresel ekonominin tezgahına düşmüş durumda........ Avrupa
Birliğinde hayvancılığa sığır başına 803, Amerika’da 1057 ve Japonya’da 255
dolar destek veriliyor. Bu rakamlar Etyopya(120) Bengladeş(360) Angola(660)
veya Honduras(920) gibi ülkelerin yıllık Gayrı safi milli gelirleri ile
karşılaştırılınca endişe verici görünmektedir..... Yaşayan organizmaların bu
şekilde küresel düzeyde metalaşmasının karşılığında, hayvanlar da kısmen
insanlaşmaktadırlar.
1 - Hümanizm Sonrası: Benliğin Ötesinde Yaşam
Vitruvius- Erkekinsan |
Leonardo da Vinci’nin
Vitruvius’un Erkekinsanı olarak bilinen ikonik imge, insan yetilerinin
biyolojik, söylemsel ve ahlaki düzeyde ereksel olarak düzenlenmiş, akılcı bir
ilerleme fikrine uzanmasını tamama erdiren bir doktrin olarak hümanizmin
amblemidir... Bu model sadece insanlar için değil, kültürler için de
standartları belirler... hümanizm, kendi üzerinde tefekkür etmekte olan aklın
ulaştığı sonuçları evrensel bir standart iddiası ile bir Avrupa fikrini
şekillendiren bir medeniyet modeline doğru evrilmiştir. (Burada, bu
düşüncenin temeli olan fikriyata dikkat
edilmesi gerekir kanaatindeyiz. Bu fikriyat, “medeniyet fikri evrimle ilişkili
bir düşüncenin sonucudur. Tarih doğrusal bir harekettir. Sürekli ileri doğru
gider. Bu ilerleyiş içinde insanlar sürekli bir gelişim içindedirler. Avrupa bu
gelişim sürecinde gelişimin/Medeniyetin en üst noktasında yer alır. Dolayısı
ile diğerleri GERi’dirler. Bu sadece teknoloji olarak bir gerilik değildir,
aynı zamanda insaniyet aşaması olarak da geridirler” fikriyatıdır. –AHÇ)
Hümanist idealin,
egemen kültürel modele doğru mutasyona uğraması, Hegel’in tarih felsefesinde
yüceltilmiştir. (Hümanizm fikri Batı hegemonyası ile direk ilişkili bir
düşüncedir-AHÇ) Bu kibirli evham, Avrupa’nın sadece jeopolitik bir konum değil,
aynı zamanda uygulanabilir tüm nesnelere kendi niteliğini ödünç verecek
(baskılayabilecek –AHÇ) insan zihninin evrensel bir yüklemi olduğunu
varsayar.... Husserl de Avrupa’yı eleştirel aklın ve kendi üzerine yansımasının
–ki bu düşüncede hümanist dogmalara dayanır -
köken bulduğu mahal olarak görür. Ona göre sadece Avrupa kendi
özgüllüğünü aşabilir.... (hümanizmin) Avrupa merkezciliği böylece olumsal bir
tavır olmaktan çıkar... Bir medeniyet ideali olarak hümanizm, “on dokuzuncu
yüzyıl Almanya’sının, Fransa’sının ve bilhassa da Büyük Britanya’nın emperyal
kaderlerini belirlemiştir (Davies, 1997:23)
Bu Avrupa merkezci
paradigmanın kalbinde... “fark” mefhumunun kınanacak bir konum olarak ele
alınmasına sebep olur. Öznellik, bilinç, evrensel rasyonalizm ve kendini
düzenleyen etik davranışla denk tutulurken; başkalık bunun olumsuz ve kendini
yansıtan muadili olarak görülür. Fark daha aşağı bir düzeye işaret ettiği
müddetçe, “öteki” damgasını yiyen çağrışımlar içerir. İnsanlar için hem özcü
hem de ölümcül çağrışımlar içerir bu bakış. Görmeye değmeyecek bedenlere sahip,
insandan aşağı konuma indirgenen, cinsiyetlendirilmiş, ırk üzerinden
tanımlanmış ve doğal addedilmişlerdir. Hepimiz insanız ama bazılarımızın
ölümleri daha katlanılabilir (s:28)....
Hümanizm mirasıyla ile başa çıkabilmek için daha fazla etik sorumluluğa ihtiyacımız
var. Tony Davies bunu açıkça ortaya koyar; “Bütün hümanizmler emperyalist
olagelmişlerdir. İnsandan bahsedişleri sınıf, cinsiyet, ırk ve genom vurgusuyla
ve bunların çıkarları üzerindendir. Kucaklayışları görmezden geldiklerini
boğar...Hümanizm adına işlenmemiş bir günah düşünmek adeta imkansızdır.”
Hümanizm bir yandan
soykırımlara ve birçok suça ortaklık etmiş, öte yandan muazzam umut ve arzulara
destek çıkmış ve bu (ikiyüzlülüğü ile-AHÇ) doğrudan eleştirileri geçersiz
kılmıştır. Hümanizm uzun ömürlülüğünü de kısmen buna borçludur.
Bir yanda hümanist
faşizm ve Yahudi soykırımı diğer yanda hümanist komünist ve Gulag: dehşetin
ölçeğini karşılaştırdığımızda kana
bulanmış bir terazinin birbirine denk kefeleri gibi duruyor... ancak bu ikisi
yapıları ve amaçları gereği son derece farklı hareketlerdir. Faşizm aydınlanma
temelli aklın özerkliği ve ahlaki iyilik kavramlarına beslenen saygıdan amansız
bir kopuşu vaaz ederken, sosyalizm insani dayanışmaya dayalı komüniter bir
mefhumun peşine düşmektedir... Faşizm ve Nazizm dönemi, Kıta Avrupa’sında
eleştirel bir kuramın tarihinde temel bir yarılmaya neden olmuştur. Öyle ki
yirminci yüzyılın başında felsefe açısından merkezi bir yere sahip düşünce
ekollerini –Marksizm, psikanaliz ve Frankfurt okulu ile Nietzsche
jeneolojisinin (Soykütük teorileri) rahatsız edici tarafları- mahvetmiş ve
Avrupa’da yasaklamıştır.
Marksist hümanizmin
popülerliğinin ikinci nedeni de, Sovyetler himayesinde komünizmin, faşizmin
yenilmesinde asli rol oynaması ve böylece, II. Dünya Savaşından galip
çıkılmasıdır.
Hümanist evrensellik,
toplumsal eşitsizliklerin insan yapımı ve tarihsel olarak değişken tabiatına
vurgu yapan toplumsal inşacılıkla
birleştiğinde sağlam bir ontolojinin (Ontoloji: Varlığı inceleyen bilim)
temelini atmaktadır.
Hümanist feminizm,
cisimleşmiş (embodied) ve iliştirilmiş (embedded) yeni bir materyalizm dalını
ortaya atmaktadır... hümanist feminizmin kuramsal öncülü, yeni ve doğru iktidar
analizi öncüllerini dillendiren materyalist bir cisimlendirme mefhumudur. Bu
öncüller, eril evrenselliğin radikal bir eleştirisine dayanmakla beraber, yine
de aktivist ve eşitliği gözeten bir hümanizm biçimine bağlıdır... Feministler
aynı zamanda “sözde” devrimci solun eril ve cinsiyetçi alışkanlıklarını açıktan
hedef almış, bunları kendi ideolojileriyle çelişkili ve aslen saldırgan
olmaları sebebiyle eleştirmiştir. (s:35)
Foucault’un ilan ettiği
“insanerkeğin ölümü”, ikili karşıtlıkların ötesine geçen ve siyasi yelpazenin
farklı kutuplarıyla kesişen epitemolojik
ve ahlaki bir krizi ifade etmektedir. Burada hedef alınan şey, Marksizm’e içkin
hümanizmdir, daha da spesifik olarak, insan erkeği dünya tarihinin merkezine
yerleştirmeye devam etme yönlü hümanist kibirdir.
1968 sonrası kuşağın
radikal düşünürleri, klasik ve sosyalist biçimleri ile hümanizme karşı
çıkmışlardır. Vitruvius’a özgü, mükemmeliyet ve mükemmel olabilirlik standardı
olan erkekinsan ideali harfi harfine
kaidesinden indirilmiş ve yapıbozumuna uğratılmıştır....... Mükemmel oranların
ölçütü olmak, artık doğa yasası konumuna ulaşan evrensel ideali dillendirmek
bir yana, bu insanerkeğin aslında tarihsel bir inşa olduğu ve bu haliyle
değerler ve konumlara nazaran olumlu olduğu anlaşılmıştır. Liberal düşünürlerin
inanmaya meyl ettiği üzere, bireycilik, “insan tabiatının” bir parçası değil,
daha ziyade tarihsel ve kültürel olarak belirlenmiş bir söylemsel oluşumdur ve
giderek daha da sorunlu bir hal almaktadır..
Derrida ve onun
takipçilerinin tamamı, “insan tabiatına” dair edinilmiş hümanist fikirlere baş
kaldırma çağrısında bulunmuşlardır. Fransız Feminist felsefenin 3 önemli
isminden biri olan Luce Irigaray gibi feministler, klasik anlamda insanlık
sembolü olarak ele alınan sözde soyut erkekinsan idealinin türlerin erkeğine
tekabül ettiğini vurgulamıştır: O bir erkektir. Dahası beyazdır, Avrupalıdır,
yakışıklıdır ve güçlü kuvvetlidir...
Frantz Fanon hümanist
ideale ihanet ettiğimizi ve onu kötüye kullandığımızı iddia etmiş ve hümanizmi
Avrupalı faillerinden kurtarmak istemiştir. Satre’da Fanon’un “Yeryüzünün
Lanetlileri” eserine yazmış olduğu ön sözde “sarı ve siyah sesler hala bizim
hümanizmimizin dilinden konuşuyor; yalnız bunu, bizim kendi insanlık
dışılığımız karşısında kınamak için yapıyorlar.”
Sömürgecilik sonrası
düşünce; hümanizmin bir geleceği varsa, bunun Batı dışından gelmesi ve Avrupa
merkezciliğin kısıtlamalarını es geçmesi gerektiğini iddia etmektedir.
Hümanizm karşıtlığı,
insan sonrası düşüncesinin önemli bir kaynağıdır.
Erkekinsanın Ölümü, Kadının Yapıbozuma Uğrayışı
Hümanizm insanı, ne bir
ideal ne de nesnel istatistiki bir ortalama veya ortak bir noktadır. Daha
ziyade, bütün ötekilerin kendisi üzerinden değerlendirilmesini, düzenlenmesini
ve belli bir toplumsal mevkie yerleştirilmesini sağlayan sistematik bir
tanınabilirlik standardını ifade eder.... Hümanizm belli bir insan oluş kipini
(Avrupalı, beyaz, erkek, güçlü, estetik -AHÇ) İnsana dair aşkın değerler edinen
genel bir standart olarak dayatır; Erkekten erilliğe ve buradan da insanlığın
evrensel formatı olarak insana.... İnsan, “insan tabiatına” ilişkin toplumsal
sözleşme halini almış tarihsel bir inşadır.
Michel Foucault, “belli
anlamlara veya anlam sistemlerine bilimsel meşruiyet kazandırmak adına
atfedilen siyasi geçerlilik üzerinedir: Bunlar hiç bir şekilde nötr veya verili
değildir. Öyleyse bilimsel hakikat, söylemsel geçerlilik ve iktidar ilişkileri
arasında eleştirel, materyalist bir bağlantı kurulmaktadır. Söylem analizine
böylesi bir yaklaşım, öncelikli toplumsal olarak kodlanmış cebri “farklara” ve
bunları tesis eden bilimsel doğruluk, etik değerler ve temsil sistemlerine
inancı yerinden etmeyi amaçlamaktadır.
Hümanist bilginin sözde
evrensele uzanmasının çelişkili/paradoksal etkilerinden biri de budur. Diğer
kültürlerin ve medeniyetlerin “saldırgan biçimde hafife alınması” Edward
Said’in “kendini pohpohlama hümanizm değil, hele hele aydınlanmış eleştirellik
hiç değil” diyerek eleştirdiği şeydir. Batılı olmayan başkalarının insan-altı
konuma indirgenmesi, onların epistemik ve toplumsal
insanlık-dışılaştırılmalarından sorumlu hakim özne açısından cehalet, hata ve
kötü bilinç kaynağıdır.
Tanrı’nın ölümü
(Nietzsche) Erkekinsanın sonu (Foucault) ve ideolojilerin
gerilemesine(Fukuyama) dair kuramlarla büyümüş biri olarak, kişinin hümanizmle
bizzat kendini risk ve tehlike altına atarak temas ettiğini fark etmek benim
için zaman aldı... Vitruvius’un insanerkeği tekrar tekrar küllerinden doğmakta,
evrensel standartları kayırmaya devam etmekte ve ölümcül bir cazibe
uyandırmaktadır.
Hümanizm karşıtı
duruşun ürettiği içsel çelişkilere en iyi örnek, özgürleşmeci ve genel anlamda
ilerlemeci siyasettir ki; bunların hümanist geleneğin en değerli vasıfları ve
kalıcı mirası olduğunu düşünüyorum. Siyasi yelpaze içerisinde hümanizm,
bireyciliğin liberal kısmında özerklik, sorumluluk ve bireysellik (Todorov
2002) daha radikal cephede ise dayanışma, topluluk bağının yaratılması,
toplumsal adalet ve eşitlik ilkelerini desteklemiştir. Yönelim olarak son
derece seküler olan hümanizm, kutsal metinlerin ve dini dogmanın otoritesi
karşısında bilim ve kültüre saygıyı teşvik etmektedir.... Bu ilkeler düşünme
alışkanlıklarımıza o kadar yerleşmiştir ki, onları hepten geride bırakmak çok
güçtür. (s:44)
Derrida’nın takipçileri
“Hümanizmin kati suretle geride bırakılabileceği fikri ironiktir, sanki
hümanizmin “sonu” insanın kontrolüne tabi olabilecekmişiz, sanki hümanizmin
izlerini şimdiden ve hayali bir gelecekten silme kapasitesine sahipmişiz gibi,
irade ve faillik üzerinden temel bir hümanist varsayıma katılmaktadır. Öyleyse
vurgulanması gereken, hümanizmin kurumlarından, hümanist olmayan bir konumun
çıkarılmasını sağlayan epistemik şiddetin izini silmenin güçlüğüdür. Epistemik
şiddetin kabulü, insan olmayan hayvanlara ve hümanist norm üzerinden insan
olarak görülmeyen toplumsal ve siyasi “ötekilere” karşı uygulanmaya devam eden
gerçek şiddetin tanınmasıyla yakın ilişki içindedir.
Postseküler Dönüm Noktası
İlerlemeci bir siyasi
itikat olması sebebiyle hümanizm, birbirine bağlı iki fikirle daha ayrıcalıklı
bir ilişki içerisindedir: Eşitlik yolunda insanın özgürleşmesi ve rasyonel
yönetim aracılığı ile sekülerizm.... John Gray’in iddia ettiği gibi .
“Hümanizm, Hıristiyanlığın kurtuluş doktrininin, insanın evrensel özgürleşme
projesine dönüşmesidir. İlerleme fikri, Hıritiyanlık’taki Tanrı’nın inayeti
inancının seküler bir versiyonudur. İşte bu yüzden kadim paganlara yabancıdır.”
O halde hümanizmin düşüşünün yan etkilerinden bir de postseküler durumdur.
.. Biz feministler,
ırkçılık karşıtları, sömürgecilik sonrası düşünürler, çevreciler vs aslında ne
kadar seküleriz? ... Bilim tabiatı gereği sekülerdir; sekülerlik, evrensellik,
bütüncül özne ve rasyonelliğin öncelliği olmasının yanı sıra hümanizmin de
temel ilkelerinden biridir. Ancak bizzat bilim, seküler temellerine karşı kendi
dogmatizminden muaf değildir... Ayrıca bilimin alkış tutulan nesnelliğinin de
aslında son derece kusurlu olduğu kanıtlanmıştır. Faşist rejimlerde ve
sömürgeci çağda bilimsel deneylerin kullanımı ve suistimali, milliyetçi, ırkçı
ve hegemonik söylem ve uygulamalardan muaf olmamıştır. Bu yüzden bilimsel arılık,
nesnellik ve öznellik iddiaları şiddetle reddedilmelidir.
Sekülerlik Batı
Hümanizminin köşe taşlarından biridir ve bu haliyle, din ve kilise karşısında
içgüdüsel olarak hissedilen hoşnutsuzluk, özgürlükçü siyasetin ayrılmaz
parçasıdır.... tıpkı diğer özgürleşme yanlısı felsefeler ve siyasi pratikler
gibi, Avrupa’da kadın hakları için yürütülen feminist mücadele de, tarihsel
olarak seküler mücadele üzerine inşa edilmekte... Feminist düşünce sistemi,
kentlidir ve teist değildir; bütünsel düzeyde otoriterlik ve ortodoksiye
karşıdır.
Sekülerliği... aceleyle
kadınların özgürleşmesi ile denk tutan fikir sorun teşkil etmektedir. Joan
Scott’un iddia etiği gibi bu fikir kolayca çürütülebilir. Örneğin Fransız
Devrimini Avrupa’da sekülerizmin kökeni olarak ele aldığımızda, kadın erkek
eşitliği, meselesinin kiliseyi devletten ayırmak için mücadele edenler
açısından önem arz ettiğine dair hiç bir kanıt yoktur. Avrupa’da siyasal olarak
güçlenmiş olan sekülerizm Avrupa’da kamu-özel ayrımını baştan sona cinsiyetlendirmiştir...
Hümanizm ise “Beyaz adamın
derdidir”...Avrupalı kadınlar kamusal meselelere dahil olmak yerine dini
etkinliklerle iştigal etmeye teşvik edilmişlerdir... Böylece sekülerizm,
kadınların ezilmesini, rasyonel vatandaşlıktan ve siyasetin kamusal alandan
dışlanmalarına neden olur gerçekte..
Avrupalı feministler,
seküler devlet altında eşitliğin ne mantıksal ne de tarihsel olarak, -
çeşitliliği bir tarafa bırakalım- farka saygıyı bile garanti etmediği gerçeği
karşısında ne yapacaktır? ( Hümanizm den sonra Sekülerizmi de çöpe atmalıyız
diyor Rosi Braidotti. Burada “Alanı, ne için, kimin adına boşaltıyor?”
sorusunun önemli olduğunu düşünüyorum. -AHÇ)
..oluşlara dair monist
felsefem, insani cisimleşme dediğimiz belli madde parçası da dahil olmak üzere,
maddenin zeki olduğu ve kendi kendini örgütlediği fikrine dayanmaktadır. Bu,
maddenin diyalektik olarak kültür ve teknoloji dolayımına karşı olmadığı gibi,
bunlarla süreklilik içinde olduğu anlamına gelir. (Tasavvufi monist düşünce ile
Rosi Braidotti’nin bahsettiği monizm arasında temel bir fark var sanırım. Tanrı
fikrinde. Doğunun monizminde bütün her şey bir düzen içinde ve Tanrı’nın
gözetiminde Tanrı’nın dilediği hedefe doğru gider. Her varlığın Tanrı ile olan
ilişkisi (Siz bilmezsiniz ama her şey Allah’ı tespih eder. Haşr Suresi 1. Ayet)
her şeyi kıymetli kılar. Ancak Rosi Braidotti eşyanın kendi arasında kendi
kendini örgütleyen bir bilinci olduğunu söylerken bu bilincin bir aklı, bir
hedefi olduğunu kabul etmiyor. (Yani Tanrıyı) Dolayısı ile her şey birbirine eş
değer olurken aynı zamanda kıymetsizleşiyor. Hiçleşiyor. Tabi burada asıl hedef
“insan”ın aslında diğer canlılardan daha değerli olmadığı ya da her şey gibi
değersiz olduğu sonucuna varmak olduğu
kanaatindeyim-AHÇ)
Aydınlanma’nın hümanist
mirasının büyüklenmeci bir övgüsü haline gelen Batılı “istisna sayılma”
duruşunun şiddetli ve paradoksal bağlamı ve onun istisnai kültürel konum
iddiası, Batı’nın tanımlayıcı unsurları olarak kadınların ve eşcinsellerin
özgürleşmesini ön plana alırken, geri kalanlara karşı kapsamlı bir jeopolitik
silahlı müdahale geliştirilmesini beraberinde getirmektedir. Hümanizm bir
medeniyete mahsus Haçlı seferine soyunur bir kez daha... sadece seküler olmak,
Batı’nın yeni sömürgeci üstünlük yanlısı konumları ile suç ortağıyken, Aydınlanma
mirasının reddi, her tür eleştirel proje açısından tutarsız olacaktır. Kısır
döngü boğucudur. Hümanizm ve hümanizm karşıtlığı arasındaki bitmez tükenmez
görünen polemiğin çıkmaz yola girmesi bu tür çelişkilerden kaynaklanır.
İnsan Sonrası Meydan Okuma
Hümanizm sonrası
perspektif, hümanizmin tarihsel düşüşü varsayımına dayanmaktadır, ama daha da
ileri giderek Erkekinsanın krizi retoriğine dalmadan alternatifleri
keşfetmektir. Daha ziyade, insan öznenin alternatif biçimlerde
kavramsallaştırılması için farklı yolların geliştirilmesi üzerine çalışır.
(s:52)
Kadın hakları hareketi,
ırkçılık ve sömürgecilik karşıtı hareketler, Modernitenin yapısal
“öteki”lerinin sesleridir. Kaçınılmaz olarak bir önceki hümanist “merkezin”
veya başat özne konumunun krizine işaret ederler ve sadece hümanizm karşıtı
olmakla kalmaz, onun ötesine, topyekun bir insan sonrası projeye doğru
ilerlerler. (Bütün direniş hareketlerinin Hümanizm karşıtlığında toparlanması
ve sonuç olarak İnsan sonrasına doğru ilerlendiğinin iddia edilmesi ciddi bir
tespitten çok bir zoka yedirme gibi geldi bana –AHÇ)
Bu toplumsal ve siyasi
hareketler, eş zamanlı olarak öznenin krizinin de semptomları, hatta
muhafazakarlar açısından “nedenidir” ve aynı zamanda olumlu ve ileriye dönük
hareketlerdir.
Çağdaş insan sonrası
düşüncenin üç temel kolu olduğunu düşünüyorum: İlki, ahlak felsefesinden
gelmektedir ve tepkisel bir insan sonrası biçimi oluşturmaktadır. İkincisi,
bilim ve teknoloji çalışmalarından gelmektedir ve analitik bir insan sonrası
biçimi oluşturmaktadır. Üçüncüsü ise bizzat benim ait olduğum hümanizm karşıtı
öznellik felsefeleri geleneğinden gelmektedir ve eleştirel bir insan sonrası
önermektedir.
İlkini savunanlar,
bizzat küreselleşmenin sonucu olan içinde bulunduğumuz döneme özgü parçalanma
ve göreceli dalga karşısında çare olarak evrensel hümanist değerlere ihtiyaç
duyulduğunu savunmaktadır. (Martha Nussbaum) Hümanist kozmopolit evrensellik
savunusu, çağdaş dünyayı felç eden milliyetçilik ve ırksal üstünlük
iddialarının ve ABD’ye özgü dünyanın geri kalanının cahil görme tutumunun
panzehiri olarak sunulmaktadır. Nussbaum için insan sonrası durum, hümanist
özne görüsünü değiştirerek çözülebilir. (Rosi Braidotti Nussbaum ve takipçilerini dar kafalılıkla itham ediyor )
s:55
İkinci olarak çağdaş
bilimlerin ve biyoteknolojilerin canlının dokusuyla yapısını etkilediğine dair
anlayışımızı dramatik olarak değiştirdiğine yönelik insan sonrası bir uzlaşı
söz konusu. Bütün canlılar üzerinde gerçekleştirilen teknolojik müdahaleler,
insanlar ve diğer türler arasında olumsuz bir birlik ve karşılıklı
bağımlılıklar yaratmaktadır. Örneğin İnsan genomu projesi ....insanın ahlaki
konumu üzerine derin kaygılar ortaya atarken , yeni genetik teknik bilginin
ticari ve kar odaklı olarak suistimal edilmesine direnme yönünde siyasi bir
arzuyu da ifade etmektedir. Ancak diğer yandan güncel bilim ve teknoloji
çalışmalarıysa farklı bir gündem izlemektedir: Analitik bir insan sonrası
kuramı geliştirmek. Örneğin Franklin , Lury ve Stacey günümüzün teknoloji
dolayımındaki dünyasına “pan-insanlık” demektedirler.
Bu yeni Paninsanlık iki
açıdan paradoksaldır: birincisi, karşılıklı bağımlılığın büyük bir kısmı
olumsuz ve ortak bir kırılganlık ve
içsel felaket duygusuna dayanır. İkincisi, bu yeni küresel yakınlık, her zaman
illaki hoşgörü ve barış içinde bir arada var olmaya neden olmadığından. aksine,
ötekini/yabancı düşmanı reddi ve giderek artan silahlı şiddet, zamanımızın
temel sorunlarındandır.
Peter-Paul Verneek,
insan özneler ve teknolojik insan eserleri arasındaki yakın ve üretken
ortaklığın kabul edilmesinden ve bunları birbirinden ayrı tutmanın kuramsal
imkansızlığından yola çıkarak, insanları insan olmayanlarla bağlantılandıran
postantropolojik bir dönüm noktasına ihtiyaç duyduğumuzu işaret ederek, belli
sınırları aşmamak konusunda son derece ihtiyatlıdır... O’nun temel argümanı
“teknolojiler, insanların etik yaratma biçimlerine aktif katkıda
bulunur”dur.... Verbeek işlerin ahlaki boyutunu ciddiye alarak teknolojimizi
daha geniş sosyal topluluklara entegre edebileceğimizi ve hümanizmin insan
sonrası kolunu 21. Yüzyıla taşıyabileceğimizi iddia eder. Bu da geleneksel
ahlaki niyetselliğin konumunu, özerk ve aşkın bilinçten bizzat teknolojik insan
eserlerine çevirmek demektir. (Neyin doğru neyin yanlış olduğunu, (Ahlakı) belirleyen
Tanrı değil, Teknoloji olsun diyor –AHÇ)
Teknolojik başarılar ve
bunların sağladığı zenginliğin karşısında duyulan gurur, ileri teknolojimizin
yarattığı muazzam çelişkiler ve ahlaki eşitsizlik biçimlerini görmemize mani
olmamalıdır.
...ancak ben bir yandan
bilim ve teknoloji çalışmaları, öte yandan ileri kapitalizmin siyasi analizleri
arasında son derece tuhaf ve sorunlu işgücü bölümü olduğunu fark etmeden
yapamıyorum.......teknolojiyi ahlakileştirme ve yeni formaları denemeyi bir
tarafa kaldırmaya dönük analitik insan sonrası girişimlerin hümanizm tortusu
taşımaktan başka sorunları da vardır: Bizzat
teknolojinin ahlaki niyetselliğine fazla güvenme... Mesela The Economist
şöyle bir iddia da bulunmaktadır (2012:11) “Robotlar daha özerk hale geldikçe,
etik sorunlarla karşılaşan bilgisayar kontrolündeki makineler mefhumu, bilim
kurgu olmaktan çıkıp gerçek dünyaya taşınmaktadır.” .... Pek çok robot ve
onları bütünleyen aksamın ortak bir özellikleri vardır: “İnsan kararının rafa
kaldırılmasını teknolojik olarak mümkün kılmak... Bilişsel kapasiteler mevcut
olduğuna göre, özerk makinelere karar alma sorumluluğu vermek için geriye
sadece etik ve hukuki mevzular kalmıştır. (Bir çocuğa ya da bir zavallıya ateş
emri verildiğinde, “insan asker” ateş
etmeyebiliyor, ıskalıyor, kurşunları havayı dövüyor vs ama robot bu emri asla sorgulamaz- AHÇ)
The Economist’e göre
(2012) aktif deneyler aracılığı ile yeni bir etik yaklaşım geliştirilmelidir ve
bilhassa üç alana odaklanılmalıdır: ilk olarak, makine yanlış yaparsa tasarımcı,
programcı, imalatçı veya operatörün hatalı sayılıp sayılamayacağını belirlemek
üzere yasalar getirilmelidir. Sorumluluk tayin etmek, karar alma sürecinin
arkasındaki akıl yürütmeyi açıklayabilmek için ayrıntılı bir kayıt sistemi
gereklidir. İkincisi, robotlara etik sistemler yüklenildiğinde, bulundukları
yargılar insanlığın çoğu için doğru kabul edilmiş olmalıdır. ...üçüncüsü, kendi
araçları üzerinden birbirinden oldukça farklı kararlar alması muhtemel
mühendisler, etikçiler, hukukçular ve karar alıcı siyasiler arasında yeni bir
disiplinlerarası işbirliği gerekmektedir.
The Economist gibi
oldukça ihtiyatlı ve muhafazakar bir derginin, geliştirdiğimiz teknolojinin
insan sonrası güçlerinin yarattığı güçlükle karşı karşıya kaldığında, hümanist
değerler yerine pragmatik deneylere yüzünü dönmesi mühimdir..... görünen o ki,
ileri kapitalizmin savunucuları, insan sonrasının yaratıcı potansiyelini, bu
sistemin iyi niyetli ve ilerlemeci yeni-hümanist muhaliflerinden daha iyi
anlıyorlar.
Hümanizm Sonrasının Eleştirelliği
Sömürgecilik sonrası
kuram Edward Said’in, aydınlanma temelli seküler hümanizme dair makul bir
akademik anlatı geliştirme ihtiyacı konusundaki uyarısını, sömürgecilik sonrası
kuram; akıl, sekülerizm, hoşgörü, yasa karşısında eşitlik ve demokratik idare
ideallerinin, illaki ve aslında tarihsel olarak şiddetli tahakküm, dışlama ve
sistematik ve araçsal olarak terörden bağımsız olmadığı mefhumuna evriltmiştir.
(s:62)
Paul Gilroy, hümanist
Aydınlanma ideallerinin uygulanmasındaki
kolektif başarısızlığımızdan Avrupa’yı ve Avrupalıları sorumlu tutmaktadır.
Feministler gibi ırk kuramcıları da, tarihsel olarak hiç bir zaman hak
kazanamadıkları bir özne konumunun yeniden inşası karşısında şüpheci bir tutum
takınmaktadır... Irkçılık ortak insanlığı bölerek, beyazlığı her türlü etik
tutarlılıktan koparıp beyazları insandan öte ahlaki bir konuma indirgemektedir.
Beyaz olmamayı da insanın altında bir ontolojik konuma indirgediği gibi onları
cinayete varan bir şiddete maruz bırakmaktadır.....Ulus Devletlerin süregiden
gücü karşısından Gilroy, kölelik karşıtı hareket, feminizm, sınır tanımayan
doktorlar gibi transversal hareketlerin olumlayıcı siyasetini savunmaktadır.
Mies ve Shiva gibi
düşünürlerin için önemli olan; dünya ölçeğinde, insanlar arasındaki karşılıklı bağlantı olma anlamında yeni evrensel
değerlere karşı duyulan ihtiyacın doğrulanmasıdır. Bu yüzden, evrensel
ihtiyaçlar evrensel haklara dahil edilir ve yiyecek, barınma, sağlık, güvenlik
gibi temel ve somut ihtiyaçlar ve eğitim, kimlik, haysiyet, bilgi, duygulanım,
haz ve ihtimam gibi daha üst düzey kültürel ihtiyaçları mümkün olan en geniş
haliyle kapsar.
İnsan sonrası öznellik,
kuvvetli bir kolektif hissiyata, dolayısı ile toplum inşa etmeye yarayan
cisimleşmiş, iliştirilmiş ve bu haliyle
de kısmi bir hesap verebilirlik biçimi ifade etmektedir... Bu görüş bireyciliği
reddederken, görecelik ve nihilist yenilgiyi kabullenmeye karşı da eşit derece
de mesafelidir. Klasik hümanizmin standartlaştırılmış çizgilerinin tanımladığı
bireysel öznenin çıkarlarından tamamen farklı bir etik bağı savunmaktadır.
Tekçi olmayan bir özne için insan sonrası etik, benmerkezci bireycilik engelini
kaldırarak benlikle -insan olmayan, yani
“yeryüzüne ait” ötekiler de dahil- başkaları arasında geniş kapsamlı bir karşılıklı
bağlılık öne sürmektedir.
Eleştirel hümanizm
sonrası ve insan merkezciliğin ötesine geçme arasında (benim Açımdan) zaruri
bir bağlantı vardır. Yaşam mefhumunu insan olmayana veya Zoe’ye doğru
genişletmek istiyorum. (s:67)
Sonuç
Yeni oluşumlar, bir zamanlar
her şeyin ölçüsü olan şu “Erkekinsanın” ölümü üzerinden öne sürülmektedir.
Avrupamerkezcilik, erillik ve insan merkezcilik, karmaşık, içsel olarak
farklılaşmış olgular olarak ortaya konulmaktadır. Bu da tek başına, bizzat
hümanizm kavramının son derece karmaşık karakterine ayak uydurarak
gerçekleşmektedir.
Avrupa burjuvazisinin
(modernite üzerine) tahakküm kurduğu romantik ve pozitivist hümanizmler,
dünyayı sarsan devrimci hümanizm ve bunu evcilleştirmeye çalışmış liberal
hümanizm, Nazilerin hümanizmi ve onların kurbanlarının ve muhaliflerinin
hümanizmi, Heidegger’in hümanizm karşıtı hümanizmi ve Foucault ve Althusser’in
hümanist hümanizm karşıtlığı, Huxley ve Dawkins’in seküler hümanizmi veya
Gibson ve Haraway’in hümanizm sonrası. (Davies, 1997:141)
Bu farklı hümanizmlerin
tek bir doğrusal anlatıya indirgenememesi, sorunun ve hümanizmin aşılması
girişimlerine içkin paradoksların bir parçasını teşkil etmektedir.
Bu bölümü üç elzem
görüşle bitireceğim: ilki insan sonrası dönüm noktasının envanterini çıkarabilecek,
böylece hümanizmin düşüşünü üstlenebilecek bir özne kuramına ihtiyacımız olduğu
(İnsanın yerine koyabilecek yeni bir Tanım bulmamız gerekiyor- AHÇ) İkincisi
Batılı felsefi geleneğin içinde ve dışında eleştirel insan sonrası konumların
yaygınlaşması gösterdiği üzere klasik hümanizmin sonu, bir kriz olmadığı gibi
olumlu sonuçlar içermektedir, (İnsanın öldürülmesi ve onun yerine yeni bir
varlık türü tanımlanmasından korkmamak gerekir -AHÇ) Üçüncüsü, ileri kapitalizm
ki, Batılı hümanizmin gerilemesinin yol açtığı imkanları ve kültürel
hibritleşme kaynaklı küreselleşme süreçlerini hissetme ve sömürme hususunda
elini çabuk tutmuştur.
İnsan sonrası özne
postmodern değildir; yani temelcilik karşıtı değildir. Yapıbozumcu da değildir
çünkü dilbilimsel olarak şekillendirilmemiştir, daha ziyade materyalist ve
vitalist, cisimleştirilmiş ve iliştirilmiş, feminist “mevki siyaseti” uyarınca
sıkı sıkıya bir yerlere mevkilenmiş olduğunu savunuyorum
Avrupa’nın kucaklaması
gereken yeni misyon, dar kafalı kişisel çıkarlar, hoşgörüsüzlük ve başkalarına
yabancı düşmanlığın reddine yönelik eleştiriyi içermelidir.
Küresel kapitalizmin
hem muzaffer olduğu, hem de
sürdürülebilirlik ve toplumsal adalet açısından açıkça sınıfta kaldığı bir
ortamda insan sonrasının, Avrupa için yeni bir rol belirleme görevini
kolaylaştıracağını umuyorum (İnsan
Tanımını yok etmenin, Kapitalizmi nasıl terbiye edeceği, daha ahlaklı kılacağı
sorusu hala havada duruyor.-AHÇ)
Avrupa’nın azınlık ve
göçebe oluş süreci, Avrupa’nın misyonerce kendisine biçtiği sözde dünyanın
merkezi olma rolünü içermektedir. Eğer çoklu etik, multimedya toplumu yönünde
toplumsal-kültürel bir mutasyon mevcutsa, dönüşüm sadece “ötekiler” kutbunu
etkilemez. Eşit ölçüde “aynının” bir zamanların merkezi konumunu ve ayrıcalığını
da yerinden etmelidir.
2 - İNSANMERKEZCİLİK SONRASI
Türlerin Ötesinde Yaşam
“Monist evren” madde,
dünya ve insanların içsel ve dışsal karşıtlık ilkeleri uyarınca yapılandırılmış
düalist teşekküller olmadığını öne süren Spinoza’nın temel bir kavramıdır.
Burada eleştirinin açık hedefi Descartes’in meşhur zihin-beden ayrımıdır ancak
söz konusu Spinoza olunca kavram daha da ileri gitmektedir. Madde tektir, ve
kendini ifade etme arzusuyla harekete geçmektedir ve ontolojik olarak
özgürdür... Spinoza’yı miras son derece aktif bir monizm kavramı içermektedir
ve bu durum, modern Fransız filozofların maddeyi yaşamsal ve kendini
örgütleyecek şekilde tanımlamalarına, böylelikle de sarsıcı “vitalist[1]
materyalizm” bileşimini üretmelerine mahal vermiştir. Bu yaklaşım her türlü
aşkınlık biçimini reddettiğinden, aynı zamanda “radikal “içkinlik” olarak da
bilinmektedir. (s:74)
.. monist öncüller,
klasik hümanizme bel bağlamayan ve ihtiyatla insanmerkezcilikten kaçınan insan
sonrası bir öznellik kuramının yapıtaşlarıdır. Spinoza için merkezi önem
taşıyan maddenin birliğine yapılan vurgu, yaşayan maddenin birliğine yapılan
vurgu, yaşayan maddenin kendini örgütleyen veya “akıllı” yapısına dair
güncellenmiş bilimsel anlayış tarafından pekiştirilmiştir. (Sanırım, buradaki
güncelleme Tasavvufun Tevhid kavramından Tanrının çıkarılması demek oluyor-AHÇ)
Küresel Uyarı
Hümanizm sonrasına
nazaran insan sonrası, esasen felsefe, tarih, kültür araştırmaları ve genel
anlamda klasik beşeri bilimleri harekete geçirirken, insan merkezcilik sonrası meselesi, aynı zamanda bilim ve teknoloji
araştırmaları, yeni basın ve digital kültür, çevrecilik ve yeryüzü bilimleri,
biyogenetik, sinir bilim ve robot bilimleri, evrim kuramı, eleştirel hukuk
kuramı, primatoloji, hayvan hakları ve bilim kurguyu da içermektedir.....
İnsanmerkezli öznenin ardından ne gelecektir?
Ben teknoloji sever
biri olarak oldukça umutluyum: Teknolojilerin özgürleştirici ve hatta normları
yerle bir edici potansiyelini, kendilerini ya öngörülebilir muhafazakar bir
profile ya da bireyciliği benimseyen ve şişiren kar odaklı sisteme endekslemeye
teşebbüs edenler karşısında her zaman şiddetle savunacağım. Çağımızın en güçlü
paradokslarından biri de, teknoloji dolayımındaki dünyamız için alternatif,
siyasi ve etik faillik kiplikleri bulmakla yerleşik zihinsel alışkanlıkların
ataleti arasındaki gerilim olduğunu düşünüyorum... Bunu yansıtırcasına, bilim
ve teknoloji araştırmaları şimdilerde akademik kurumlarda kıpır kıpır bir
alanken, beşeri bilimler alanlarının başı ciddi şekilde belada.
...ileri kapitalizm,
metalaştırma uğruna aktif bir biçimde farklar üreten bir eğirme tezgahıdır.
“Yeni, dinamik ve müzakere edilebilir kimlikler” etiketi altında paketlenmiş,
yersiz yurtsuzlaştırılmış farklar çarpanı ve tüketim malları arasında bitmez bir
tercihtir. Bu mantık seçeneklerin çoğalmasını ve vampirane bir tüketimi
tetiklemektedir... Jackie Stacy küresel ekonomiyi yediğimizi, küresel ekonomiyi
giydiğimizi, dinlediğimizi ve ekranlarımızdan günbegün izlediğimizi de söyler.
Çağdaş küresel ekonominin
en belirgin özelliği teknobilimsel yapısıdır. Farklı ve daha önceden
farklılaşmış teknoloji kolları, insan sonrası kıyametin dört atlısı olan
nanoteknoloji, biyoteknoloji, bilgi teknolojisi ve bilişsel bilimler arasındaki
yakınlığa dayanmaktadır. Çağdaş kapitalizmin biyogenetik yapısı, insan
sonrasına dair tartışmalar açısından bilhassa mühim ve merkezidir... Esasında
ileri kapitalizm, yaşayan her şeyin bilimsel ve iktisadi olarak kontrol altına
alınmasına yatırım yapar ve bundan kar eder. Bu bağlam, bizzat yaşamın
ticaretini yapan piyasa güçlerinin sahip olduğu paradoksal ve son derece
oportünist bir insanmerkezcilik sonrasıdır.
Yaşamın biyogenetik
ileri kapitalizm tarafından metalaştırması ise karmaşık bir meseledir; Mesela,
moleküler biyoloji alanındaki muazzam bilimsel ilerlemeler, maddenin kendisini
örgütlediğini öğretmiştir: ancak monist felsefe, maddenin aynı zamanda yapısal
olarak ilişkisel, bu yüzden de pek çok ortama bağlı olduğunu da söylemektedir.
Bu görüşler, canlılığın zeki olmasının veya kendini örgütleme kabiliyetinin,
bireysel insan benliğinin içsel geri besleme döngülerine mahkum edilemeyeni,
canlı maddenin tamamında mevcut bir kuvve olduğu fikriyle bütünleşmektedir.
Ancak madde neden bu kadar zekidir? ...Benim argümanım, bunun bütün bu unsurların
kümülatif etkisi ile üretilen genişlemiş bir ilişkisel benlik halini aldığıdır.
İnsansonrası öznenin ilişkisel kapasitesi, sadece bizim türümüzü değil, bütün
insanmerkezci olmayan unsurları kapsamaktadır. Yaşayan madde zekidir ve kendi
kendini örgütlemektedir. Bu yüzden tamamen toplumsal inşacı yönde çalışmak
yerine, zoe olarak kodladığım yaşamın insani olmayan yaşamsal kuvvetinin altını
çiziyorum.
Bizzat yaşamın dinamik
ve kendini örgütleyen yapısı olması hasebiyle zoe üretken canlılık demektir.
Daha önce ayrı tutulan bu türler, kategoriler ve alanları kesen ve yeniden
birbirine bağlayan transversal bir kuvvettir. Bana kalırsa zoe merkezli
eşitlikçilik, insanmerkezcilik sonrası dönüm noktasının kalbidir. İleri
kapitalizmin mantığını oluşturan yaşamın türler ötesi metalaştırılması
karşısında materyalist, seküler, temellenmiş ve duygusal olmayan bir yanıttır
bu. (Hem materyalist, hem seküler olup hem de hayatın metalaştırılmasının
karşısında olmak mümkün müdür, sorusu düştü aklıma-AHÇ) (s:79)
Biyogenetik
kapitalizmin oportünist siyasi ekonomisi, Yaşam/zoe’yi, yani insan ve insan
olmayan zeki maddeyi, ticaret ve kar için meta haline getirir.
Neoliberal piyasa
güçlerinin peşinde olduğu ve finansal olarak yatırım yaptığı şey, bizzat
yaşayan maddenin bilgi gücüdür.... Bireylere ait biyogenetik, sinirsel ve medya
veri bankalarında artık günümüzün gerçek sermayesi yatıyor ,“Veri madenciliği”
farklı türleri ve özellikleri keşfeden ve bunları sermaye yatırımları için özel
stratejik hedefler olarak öne çıkaran uygulamaları belirlemekten ibarettir. Bu
türden kestirme yoldan insan çözümleme “yaşam madenciliğine” dönerken,
görünürlük, öngörülebilirlik ve ihraç edilebilirlik esas kriterler halini
almaktadır.
İçinde bulunduğumuz
toplumsal sistemde sermaye değeri oluşturan şey, bizzat bilginin birikimi,
kendine özgü canlı nitelikleri ve kendini örgütleme kapasitesidir.
Oportünist biyogenetik
kapitalizmin siyasi ekonomisi, iş onlar üzerinden kar etmeye gelince, insan ve
diğer türler arasındaki ayrımı gerçekten silmezse de, en azından
bulanıklaştırır. Tohumlar, bitkiler, hayvanlar ve bakteriler, insanlığın pek
çok farklı modeli gibi (?-AHÇ) bu doyumsuz tüketim mantığına uymaktadır.
Hümanizm karşıtı
hislere sahip bir insan sonrası düşünür olarak insanın merkezi konumunun
yerinden edilmesinin akıbetine dair kaygılanmaya daha az meyilli olduğumu ve
ayrıca böylesi bir evrimin faydalarını da öngörebildiğimi belirtmeliyim. Bir
kez bu insanmerkezcilik sonrası pratikler, sadece kategoriler (erkek/dişi,
siyah/beyaz, insan/hayvan, ölü/canlı, merkez/çeper vs) arasında değil, aynı
zamanda tek tek kendi içlerinde de nitel sınır çizgilerini
bulanıklaştırdığında, insan, “yaşamı” asıl hedef halin getiren küresel kontrol
ve metalaştırma ağlarına tabi olmaktadır. Yani jenerik insan figürünün başı
derttedir.
İnsani maddenin
değişkenliğini ifade eden biyokimyasal bir kiplik içerisinde türün bütünlüğü
kaybolmaktadır. (Massumi 1998:60) Bana
kalırsa bu analiz, kapitalizmin biyogenetik siyasi ekonomisinin kendi yapıları
gereği insan merkezcilik sonrası olduğunu, ama illaki veya doğrudan hümanizm
sonrası olmadığını da göstermektedir.
“.. bunun yerine
genişlemiş benliğin tam da cisimleşmiş yapısında doğa-kültür sürekliliği öne
çıkar. Bu değişim, yaratımın kralı olarak insana dair başat konfigürsyonlardan
bir tür “antropolojik[2]
hicret” ile türlerin muazzam hibritleşmesi olarak da görülebilir. Andropos[3]’un
merkezi konumu sorgulandığında, “erkek
insan” ve ötekileri arasındaki sınır yerle bir olur, ki bu da hiç hesaplanmayan
bakış açılarını da getiren bir domino etkisi yaratır. (Andropos yani
Peygamberler, evliyalar, azizler olmazsa “İNSAN” diye özel bir canlıdan söz
edilemez, diyor sanırım AHÇ) Böylece hümanizm krizi, cinsiyetlenmiş ve ırk
üzerinden belirlenmiş insan “ötekilerin” kendilerini efendi-köle ilişkilerine
özgü diyalektikten özgürleştirecek şekilde güçlendirerek insan sonrasını
başlatır; Antropos’un krizi, doğal addedilmiş ötekilerin şeytani gücünü serbest
bırakır. Hayvanlar, böcekler, bitkiler ve çevre, aslında tüm bir evren ve
kozmos işin içine girer.
Yaşamsal materyalizmin
bir kolu olan insan sonrası kuramı, insanmerkezciliğin kibrine ve insanın aşkın
bir kategori olarak “istisna addedilmesine” karşı çıkar. Bunun yerine “zoe”nin
veya insan olmayan vasıflarıyla yaşamın üretken ve içkin kuvvetiyle ittifak
içerisindedir. Bu da eleştirel düşünmeyi bir yana bırakalım, düşünmenin bile ne
anlama geldiğine dair ortak anlayışımızın değişmesini gerektirir.
Deleuze ve Guattari'nin
felsefesine atıf yaparak "hayvan-oluş, yeryüzü-oluş ve makine oluş” olarak
isimlendirdim. Böylece, dönüşümün hayvan-oluş ekseni, insanmerkezciliğin
yerinden edilmesini ve çevre temelli, yani cisimleşmiş, iliştirilmiş ve diğer
türlere sembiyoz içerisinde oluşumuz temelinde türler ötesi bir dayanışmanın
tanınmasını içermektedir. (Margulis ve Sagan, 1995) (Sistem defalarca krize girdi. Her krizde
egemenler sistemi onarırlarken bunu sıradan insanlara olan ihtiyaçlarından
yaptılar. Şimdi o ihtiyaç kalmadı ya da her geçen gün azalıyor. Dolayısı ile
çöken sistemi kurtarmanın alemi yok. Sistem Fakirlerin üzerine çöküyor. Bizim için HAyvan-oluş süreci başlattılar.
İnsan Haklarının seviyesi çok yüksek. Yeni Hayvan Hakları sizin için der
gibiler.-AHÇ)
Hayvan-oluş Olarak İnsan Sonrası
Hümanizm öznesi, egemen
konumunu desteklemek için içsel olarak çelişkili bir iddiada bulunmaktadır.
Eşzamanlı olarak hem soyut ve evrenselken hem de pekala elit türlerin
sözcüsüdür: Hem insan hem Andropos..
(Hem çamur hem Tanrının
temsilcisi, hem adi bir insan hem insan-ı kamil-AHÇ) ... Başkalık diyalektiği,
hümanist Erkekinsan gücünün içsel motorudur ve yönetim aracı olarak hiyerarşik
bir ölçekte farkı tayin eder.... Bütün başkaları (erkek olmayan, beyaz olmayan,
sağlıklı olmayan, normal olmayan, genç olmayan....) alçaltıcı hale getirilerek patolojik addedilmekte
ve normalliğin dışına, anormalliğe, sapkınlığa, canavarlığa ve hayvaniliğe
itilmektedir. Bu süreç içsel olarak insanmerkezcidir, cinsiyetlenmiş ve ırksal
olarak belirlenmiştir. Beyaz, eril, heteroseksüel Avrupa medeniyeti temelli
estetik ve ahlaki idealleri kayırır.
Çağdaş, insan olmayan hayvanlar ve bunların insanlara
yakınlığının karmaşıklığına tekabül eden bir temel sistemi geliştirmemiz lazım.
Artık mesele yeni bir ilişki türüne doğru
ilerlemek.. ileri kapitalizmin bütün kategorilerinde, her tür hayvan,
küresel bir insanmerkezcilik sonrası sömürü piyasasına dahil, mübadele
edilebilir, elden çıkarılabilir bedenlere dönüşmüştür. Hayvan ticareti,
uyuşturucu ve silahtan sonra –kadın ticaretinden önce- dünyanın 3. Büyük
yasa dışı ticaretidir.
Bu insanmerkezcilik
sonrası yaklaşım temsillerimizi gerçek yaşam koşullarında ve olumlayıcı bir
biçimde temellendirmek, tahayyülümüzden çok daha fazla çaba gerektirmektedir...
Dolly kendi türünün hiç bir üyesinin kızı değildir, aynı zamanda yetim ve
kendisinin annesidir. Yeni bir cinsiyetin ilk üyesi olan Dolly, ataerkil
akrabalık sisteminin cinsiyet ikiliklerinin de ötesindedir... Dolly’i düşünmek,
geçmişten miras aldığımız düşüncelerin kategorilerini bulanıklaştırır; bizzat
düşüncenin boylam ve enlemini uzatır, buna derinlik, yoğunluk ve çelişki katar.
Cisimleşmiş karmaşıklığından dolayı artık hayvan olmayan ama tam bir makine de
olmayan bu teşekkül insan sonrası durumun ikonudur.
Dünyanın ilk patenti
alınmış hayvanı, araştırma amaçlı yaratılmış transgenic bir organizma olan
Onkofare (1988), kelimenin mümkün bütün anlamlarında bir insan sonrasıdır.
Laboratuarlar ve piyasalar arasında kar amaçlı işlemler için yaratıldığından,
patent ofisleri ve araştırma tezgahları arasında gidip gelmektedir.
İnsan sonrasına dair
hevesim, çağdaş insan-hayvan etkileşimindeki vahşi çelişkiler ve güç farkları
karşısında gözümü kör etmiyor... Bizzat yaşamın biyogenetik yapılarını
pazarladığı ve bunlardan kar ettiği ölçüde ileri kapitalizm, insan merkezcilik
sonrası söz konusu yerinden etmeye katkıda bulunuyor. Hayvanlar çifte açmazda:
Bir yandan hiç bir zaman olmadığı kadar insanlık dışı sömürünün nesnesi
olurken, bir yandan da, onarıcı insanlaştırmanın tortusu kalmış biçimlerinden
faydalanıyorlar. Bu çelişkili durum, insanmerkezcilik sonrasının hem insanlar
hem de hayvanlar için karışık bir lütuf olduğu sonucuna götürüyor beni.
Telafi Edici Hümanizm
Yirminci yüzyılın
ikinci yarısı boyunca, “hayvan hakları” meselesi ileri liberal demokrasilerde
ivme kazandı.... Hayvan hakları savunucuları, insanın üstün olduğu varsayımına
dayanan, “insana tapınmanın” son bulmasını isterken, diğer türlerin ve yaşam
biçimlerinin çıkarlarına saygı duyulmasını ve bunlara öncelik verilmesini talep
ettiler.... Klasik Liberal gelenekten gelen Mardgley “
.... Ne tür ne de bireyler olarak kendimizden menkul ve kendimize yeter olmadığımızı, doğal olarak, derin bir karşılıklı bağımlılık halinde yaşadığımızı kabul
etmek gerektiğini öne sürmektedir.
İlk olarak, Empati
vurgusunu, iletişimin evrensel bir aracı
olarak bir kez daha takdir etmektedir. İkincisi aklın değil, duyguların bilinç
için elzem olduğunu ileri sürmektedir. (300 yıldır insanları MANAyı umursamamaya
ve akla (rasyo anlamında) ikna etmeye çalışanlar, Akılcılığın işlerine
gelmediği bu anda bize duygusallığa çağırıyorlar-AHÇ) Şimdi Aklı değil
duyguları önemsemeliyiz. Üçüncüsü, toplumsal inşacılık geleneğine eleştirel bir
biçimde mesafelenen ve ahlaki değerleri doğuştan gelen nitelikler olarak ele
alan Harry Kunneman’ın “Yorumbilgisine dayalı bir natüralizm biçimi” olarak
tanımladığı duruşu geliştirmektedir. Doğa-kültür sürekliliği kuramına mühim bir
eklemedir bu... Ahlaki iyiliğin bulaşıcı olduğu görüşü, empatide “ayna
nöronlar” kuramınca desteklenmektedir. Kendi saldırgan eğilimlerimizi
hayvanlara yansıtmamızın ve iyilik niteliğini türümüz için olmazsa olmaz olarak
muhafaza etmemizin çok kolay olduğunu iddia ederek, insanlar ve üst düzey
primatlar arasındaki etik sürekliliğe vurgu yapmaktadır. De Waal evrimin aynı
zamanda ahlaki gereksinimler de sağladığını iddia etmekte ve insanın
üstünlüğünü savunanların “insana mahsus inkarına” saldırmaktadır. (s:98)
..mevzu, insanların
geleceğe dair temel kaygısını insan olmayanlara yayması olmasın? İnsan olmayan
hayvanların insanlaştırılmasının, bilhassa “insan” kategorisinin bir meydan
okuma halini aldığı tarihsel zamanlarda bir bedeli vardır... ancak hegemonik
olan insan kategorisini, cömertçe başkalarını içerecek şekilde genişletmek,
insan/hayvan arasındaki ikili ayrımı onaylamaktır. İkincisi, hayvanların
spesifik oluşunu hepten reddetmektir.
Doğal dölün yerini
şirket mallarının imal edilmiş ve patenti alınmış biyoürünlerin aldığı bir
çağda, onlara bağlanma ve refahlarından sorumlu olma yönündeki etik emir her
zamankinden daha güçlüdür. Bu yeni akrabalık sistemine dair yeni ideolojilere,
alternatif kuramsal ve yasal temsillere ve güçlükle başa çıkmak için uygun
anlatılara ihtiyacımız var.
Cinsiyetim (Baridotti kendisinin
kadınlığına işaret ediyor-AHÇ) tarihsel olarak hiç bir zaman tam manası ile
insanlığın bir parçası olmadığı, bu kategori ile ittifakım en iyi ihtimalle
müzakere edilebilir ama asla verili kabul edilemez olduğundan, insan sonrası
oluş, feminist benliğime hitap etmektedir.
Yeryüzü-Oluş Olarak İnsan Sonrası
Gezegen ölçeğinde
jeomerkezci bir yaklaşıma doğru insan merkezcilik sonrası kayma, Erkekinsanın
hayvan-oluşundan tamamen farklı bir kavramsal zelzeleye tekabül etmektedir.
İlk olarak vitalist kendi
kendini örgütleyen sürdürülebilir bir maddesellik mefhumuna ihtiyacımız var;
ikinci olarak öznelliğin çerçevesini ve kapsamını insanmerkezcilik sonrası
ilişkilere dair transversal çizgiler boyunca genişletmektir... İnsan-olmayan
failleri içeren bir montaj olarak öznellik fikri öncelikle androposun (insan-ı
kamilin) münferit imtiyazı olmadığını;
tanımının ve diyalektiğinin bağımsız olduğunu ve ilişkilerin içkinliğine
dayandığını ima eder. Özneyi, insanı, genetik komşularımız olan hayvanları ve
bütünüyle yeryüzünü kapsayan transversal bir teşekkül olarak görmeli ve bunu da
anlaşılabilir bir dilde gerçekleştirebilmeliyiz.
..Marksist sol mirasın
bir kısmı, doğal düzen ve yeşil siyasete dair kökleri derinlere uzanan bir
şüphe içerisindedir... İklim değişimi sorunu ve insan soyunun tükenmesi
kuruntusu da “savaş sonrası sömürgeleştirilmeden kurtulma ve küreselleşme
senaryolarına cevaben son yirmi yıldır uygulan analitik stratejileri”
etkilemektedir. (Chakrabarty 2009:198) Marksist, feminist ve sömürgecilik sonrası
analizlerin toplumsal inşacı yaklaşımının, bizi insan merkezcilik sonrası veya
jeomerkezli değişimin ürettiği mekansal ve zamansal ölçek değişimiyle başa
çıkabilecek araçlarla donatmadığını ekleyeyim. (s:104)
Arne Naess ve James
Loveloc’un “gaia” hipotezleri bütünselliğe geri dönmeyi talep eden ve bütün
dünyanın tek ve kutsal bir organizma olduğunu öne süren jeomerkezli
kuramlardır. Bu bütünsel yaklaşım vitalist, materyalist insan sonrası
düşünürleri için oldukça sorunlu bir yaklaşımdır. Çünkü toplumsal inşacı
düalist bir yönteme dayanır. Endüstrileşme karşısına yeryüzünü, kültür
karşısına doğayı, toplum karşısına çevreyi koymasından ve kesinkes doğal
düzenin tarafını tutmasıdır problem. Bunun sonucunda tüketime ve mülkiyetçi
bireyciliğe karşı eleştirel ve teknokrat akıl ve teknolojik kültüründe şiddetle
itham edildiği bir siyasi gündemden hareket edilmektedir. Ancak bunun iki
sorunu vardır: Birincisi, teknofobik vasfı, içinde yaşadığımız dünyayı
düşündüğümü de pek de faydalı değildir. İkincisi, paradoksal bir biçimde aşmaya
çalıştığı doğal ve imal edilmiş arasındaki kategorik ayrımı yeniden tesis
etmektedir.
Türler-ötesi
kucaklayış, yaklaşmakta olan felaketin farkında olmaya dayanmaktadır: Çevre
krizi ve küresel ısınma/uyarı sorunundan, uzayın millileştirilmesinden, bütün
türlerin karşılaştırılabilir bir kırılganlık derecesine indirgenmesinden
bahsetmiyorum bile.
Spinoza’nın zihin ve
ruhun birliği fikri, bütün yaşamları kutsaldır ve muazzam bir saygıyı hak eder
inancını destekleyecek şekilde ele alınmaktadır. Doğal düzene tapınma,
Spinoza’nın Tanrı, insan ve doğanın birliği görüşü ile
bağlantılandırılmaktadır. İnsan ve ekolojik habitat arasındaki uyumu, ikisinin
bir tür sentezini öne sürmek üzere vurgulamaktadır. Demek ki derin ekoloji özcü
bir biçimde spiritel vasıflarla doludur. Sınırlar olmadığından ve herşey
birbirine bağlı olduğundan, doğayı incitmek nihayetinde bizi incitmektir. Bu
yüzden yeryüzü, bir bütün olarak insanlarla aynı etik ve siyasi saygınlığı hak
etmektedir. Bu konum faydalı olsa da çevreyi insanlaştırmak, yani, insan
olmayan gezegen failine uygulanan iyi niyetli, bir insan biçimli normatiflik
gibi geliyor bana. Telafi edici hümanizm, ikiyüzlü bir konum.
Eleştirel kuramın amacı
ortak görüşleri (doxa) allak bullak etmektir, onlara uygun davranmak değil.
Chakrabarty son derece
yerinde bir soru sormaktadır: “zengin ve yoksul ülkeler arasındaki karbon ayak
izi farkını düşünecek olursak, iklim değişimi krizini gerçekten de ortak
“insani” bir endişe olarak görmek doğru olur mu?
Makine-Oluş Olarak İnsan Sonrası
Teknoloji meselesi
insanmerkezcilik sonrası koşulun kalbinde yatmaktadır... İnsan ve teknolojik
öteki arasındaki ilişki, çağdaş bağlamda değişmiş ve daha önce hiç görülmemiş
bir yakınlık ve ihlal düzeyine ulaşmıştır. İnsan sonrası durum, organik ve
inorganik, doğmuş olan ve sonradan imal edilmiş olan, et ve metal, elektronik
devreler ve organik sinir sistemleri
gibi yapısal farklar ve ontolojik kategoriler arasındaki ayrım
çizgilerini yerinden eden bir kuvvettir
Vitruvius’un
Erkekinsanı sibernetik olmuştur... siborglar sadece yüksek teknolojiye sahip,
savaş pilotlarının, atletlerin veya film starlarının ihtişamlı bedenlerini
değil, aynı zamanda, teknolojinin güdümündeki küresel ekonomiyi kendileri
erişim sahibi olmaksızın körükleyen, düşük ücretli digital proletaryayı da
tehdit etmektedir.
Ete kemiğe bürünmüş ve
genişlemiş ilişkisel benliğe dair insan sonrası kuramı, sürdürülebilir
dönüşümler etiği sayesinde tekno sarhoşluğunu kontrol altında tutar. Bu ayık
duruş, hem nostaljinin ölümcül cazibesine hem de hümanizm-ötesi ve diğer tekno
ütopyalara direnmeyi savunur. “Kabloya bağlanma arzusu” belagatinin karşısında,
“et olmaktan gurur duyma” minvalinde daha radikal bir materyalizm hissini
koyar.
Bu anlamda yaklaşılan
“makine-oluş”, artık düalist bir çerçeveye sıkıştırılamayan, çoklu başkalarıyla
bir bağa sahip ve teknoloji dolayımındaki gezegen ortamıyla kaynaşan bir
öznenin ilişkisel güçlerini ifade ederek edimselleştirir. İnsanın teknolojik
olarak kaynaşması, hayvanlar ve gezegen habitatları arasındaki sembiyotik
ilişkiden çok da farklı olmayan yeni bir transversal bileşim, yeni bir ekofizik
birlik oluşturur.
Bu kitap boyunca
savunduğum “insanmerkezcilik sonrası hümanizm sonrası” olarak tabir ettiğim şey işte bu süreçtir.
Ahlaki rasyonellik, bütüncül kimlik, aşkın bilinç veya doğuştan gelen ve
evrensel ahlaki değerler gibi mefhumlardan radikal bir biçimde yabancılaşmayı
içerir. Vurgulanan, tam da, hem özne
oluşumlarının hem de mümkün etik ilişkilerin normatif olarak nötr ilişkisel
yapılardır. (Burada bir şey hatırlatmak istiyorum. Ahlak ve Ahlaki yapıların
hedefi güçlüyü terbiye etmektir. Güçsüzün, yenilmişin, fakirin talebi adalet,
hak, ahlaktır. Çünkü güçsüz ve
kaybetmişlerin menfaatinedir adalet, ahlak gibi kavramlar. Burada sorun
GÜÇlüyü, egemeni Ahlaklı olmaya nasıl ikna edeceğimizdir. Braidotti radikal
ahlaki değişimler sırasında ahlakı da tamamen ters yüz ettiğimizde egemenleri
sorumluluk altına sokabilecek herhangi bir değerden bahsetmiyor, diye
düşünüyorum. Yani bu sürecin soncunda daha bir ÖZGÜR olacak olanlar sadece
egemenler olacak gibi geldi bana. -AHÇ)
Kendi sanallıkları ve
istikballeri vardır. Sadece insanlara
dönük olarak değil, kendi aralarında da kendi değişim biçimlerinden istifade
eder ve bireyleşmenin önkoşulu olan yarı dengeliliği yaratma amacını taşırlar.
Kendini örgütleme ve yarı dengelilik vurgusu, insan sonrası öznenin makine-oluş
projesini şekillendirir. Bireysel indirgemeciliğe düşmeden, transversal
teknoloji-dolayımındaki öznellik üzerine yeniden düşünmemizi sağlar.
İnsan sonrası özneyi
yapılandıran unsurların karşısına daha uygun
bir anlayış arama yönlü kolektif projeye vurgu yapmak istiyorum:
Hayvanlara dönük yeni bir yakınlık, gezegen boyutu ve üst düzey teknoloji
dolayımı. Makinevari otopoiesis[4]
teknolojik olanın insan merkezcilik sonrası bir oluş sahası bir oluş veya pek
çok mümkün dünya eşiği olduğu anlamına gelmektedir.
İnsan merkezcilik
sonrası özne için esas mefhum, ilişkilerin transversal (geçişken, çapraşık)
olmasıdır...... Transversallık, insani-olmayan veya kişisel-olmayan Yaşama
kıymet veren ilişkinin, karşılıklı bağımlılığın önceliğine dayalı bir etiği
edimselleştirmesidir. İşte insan sonrası siyaset olarak tabir ettiğimiz şey
budur.
Bir-Olmama İlkesi Olarak Fark
İlk olarak çağdaş
kapitalizm bütün yaşamları kontrol etme amacı taşıması hasebiyle
“biyopolitik”olduğunu iddia ediyorum. Üstelik çoktan bir tür “biyokorsanlık”
halini aldı bile, çünkü kadınların, hayvanların, bitkilerin, genlerin ve
hücrelerin üretken güçlerini sömürüyor. İkincisi, insan ve insan biçimli
başkalarının, insan biçimli olmayan hayvan veya “yeryüzüne ait” başkaları ile
süreklilik içerisinde yeniden konumlandırıldığı anlamına gelmektedir. İnsanı
doğal addedilmiş ötekilerden ayıran kategorik ayrım değişmiş, “insan” için
ortak referans biriminin ne olduğuna dair hümanist varsayımlar yörüngesinden
çıkmıştır. Üçüncüsü, bu insan merkezci süreç oyun tükenme kaygısına bağlı
olarak tehlike altında bir tür şeklinde
olumsuz bir insan kategorisi üretmiştir. Yine hümanist değerlerin ve hakların
insan olmayan başkalarına telafi edici bir biçimde genişletilmesi biçiminde,
insan ve diğer türler arasında yeni bir birliğe sebebiyet vermiştir. Dördüncü
olarak, aynı sistem, benzer dışlama, baskı ve sömürü şablonlarını
pekiştirmektedir.
..bedenler maddiyat ve
yaşamsal kapasite açısından bilgi, cevherlerine indirgenmiş durumdadır. .. bu noktada, disiplin toplumlarından
kontrol toplumlarına, panaptikon siyasi ekonomiden tahakküm bilişimine geçiş yaptık. Fark ve
iktidarın orantısızlığı sorunları ise hiç bir zaman olmadığı kadar elzem olmayı
sürdürüyor.
Teknolojik techizatın,
artık cisimlenmemiş, ırk üzerinden belirlenmemiş veya doğal addedilmemiş olması
yerine, transeksüelliği başat insan sonrası topos haline getirecek şekilde
karışım, hibritlik ve karşılıklı bağlantısallık
olarak nötrlenmesinin sonuçları ne olacak? Makine hem kendini örgütleyen
hem de cinsiyet-ötesiyse, eski organik insan bedenin başka bir yerde
konumlandırılması gerekir... Ne kadar çekici olsa da, insan sonrası cisimleşmiş
öznelerin, cinsiyetlenmiş veya ırk olarak belirlenmiş farkın ötesinde olduğunu düşünmemeliyiz. BU farklar biçim
değiştirmiş olsalar da hala yerli yerlerindedirler... İleri kapitalizm, üst
düzey bir androjenlik ve cinsiyetler arası kategorik ayrımın mühim oranda bulanıklaşmasını taşıyabilecek bir cinsiyet
sonrası sistemdir. Yine, artık insanları ve kültürlerini, pigmentasyon
üzerinden sınıflandırmayan ırkçılık sonrası bir sistemdir de ancak bunlara
rağmen son derece ırkçı olmayı da sürdürmektedir.
Dilbilimsel ve toplumsal inşacı gelenekte,
querr[5]
kavramının önerdiği üzere (Butler,1991) bedeni yegane tarih-ötesi iktidar
matriksi haline getirmek, sadece kavramsal bir hatadır.... Toplumsal cinsiyet sistemi, insan
cinselliğinin karmaşıklığını heteroseksüel aile oluşumlarına ayrıcalık tanıyan
ikili bir mekanizmayla işlediğinden ve harfiyen diğer bütün beden imkanlarını
bizden çaldığından, cinsiyetlenmiş bedenlerin neye muktedir olduklarını
bilmiyoruz. (Eğer LGBT, Ensest, Zoofili, pedofili gibi bizi farklı bedenlere de
kavuşturacak imkanlarımız olsaydı çok daha iyi bir dünya kurulurdu, diyor
sanırım –AHÇ) BU yüzde, insan sonrası biçimleriyle cinselliğe damgasını vuran
cinsel karmaşıklık mefhumunu yeniden keşfetmemiz gerekir.
İnsan sonrası
feministler, yıkımı karşı kimlik oluşumlarında değil, standartlaşmış
cinsiyetlenme, ırk üzerinden belirleme ve doğal addedilme etkileşimlerinin
sapkınlaştırılması aracılığı ile kimliklerin safiyane altüst edilişlerinde
aramaktadır..... Bana kalırsa insan
sonrası etik, bizi yaşamsal, karmaşık karşılıklı ilişkiler ağında çoklu
“başkalarına” bağlayarak, öznelliğimizin derin yapılarında yer alan Bir-olmama
ilkesine katlanmaya teşvik etmektedir... Daha da olumlayıcı kanaldan, ilişkinin
önceliğini ve kişinin denetimi altında olmayan karşılaşma, etkileşim, duygulanımsallık
ve arzu akışlarının etkisinden ibaret olduğunun farkında olmayı
vurguluyorum.... İnsan sonrası göçebe siyasi kuram, Bir-olmama durumunun
üretken vasıflarını, yani üretken karmaşıklık mefhumunu vurgular.
Yeni bir pan-insanlığın
insan merkezcilik sonrası yaratımı sayesinde uyandırılan ve edimselleşen “biz”
işte budur. ..Ortak kırılganlık, ataların komünal şiddetten kaynaklı suçluluk
duygusu veya ödenmesi imkansız ontolojik borçların melankolisi üzerinden
olumsuz bir biçimde değil (Burada Hıristiyanlığın ilk günah inancına atıf
yapıyor-AHÇ) daha ziyade, çoğu bu insan
sahnesi çağında, sdece insan biçimli olmayan çoklu ötekilerle karşılıklı
bağımlılıklarının müşfik kabulü üzerinden kurulan bir topluluğu edimselleştirir.
(s:123)
Sonuç:
İnsannerkezcilik
sonrası kuramın karşısında yer alan en ciddi siyasi sorunlar, biyogenetik
kapitalizmin bireycilikle, tortusu kalmış hümanist bir özne tanımı oluşturacak
şekilde araçsal ittifakıdır.
Teknolojinin dolayımı
üzerinden aşkınlığı bir kez daha üstlenme
ve yeni evrensel, makinevari bir ethos önerme riski ile karşı
karşıyayız... Neoliberal öforiye
(coşku-AHÇ) yaraşır bu tuzaktan kaçınmak ve bunun yerine nicel dönüşümler
sahnelemek için, hem heyecan yaratan cisimsizleşmeye hem de hümanizm-ötesi kaçış fantezilerine ve aynı zamanda, yeniden
özcülük üzerinden tesis edilen merkezi liberal bireycilik mefhumlarına
mesafelenmeliyiz... Bilimimizin ve küreselleşmiş ve teknoloji dolayımındaki
zamanlarımızın insanmerkezcilik sonrası durumu, “yeni bir tekno-bilimsel demokrasi”
üzerine çalışmayı acil hale getirmektedir. (Haraway, 1997;95)
İnsanmerkezcilik
sonrası öznenin aynı zamanda hümanizm karşıtı bir projeye dayandığını da kabul
ediyorum;
Zoe-eşitlikçiliğin
bizzat yaşamın maddi ve yaşamın maddi ve yaşamsal kuvvetini ifade ettiğini,
zoe’nin bütün türler arasındaki üretken güç olduğunu öne sürüyorum. Türler ve
insan sonrası özenler arasındaki yeni transversal ittifak, toplulukların
yeniden inşası, bizzat insanlık ve etik aidiyet
biçimleri arasından beklenmedik imkanlar doğurmaktadır.
Akrabalık ve etik hesap
verilebilirlik, sadece insan-biçimli olmayan organik başkaları için değil, aynı
zamanda teknolojinin dolayımında gezegenimizi paylaştığımız patenti alınmış
yeni yaratıklar için de yeniden tanımlanmalıdır... Türler arası kesinkes
ayrımlarla kısıtlanmayan böylesi bir yaşamsal materyalizm, insan-olmayan ama
üretken bir yaşam-kuvvet olarak zoe mefhumunu ortaya çıkarmaktadır.... göçebe,
zoe-merkezli bir yaklaşım, kapsamlı bir ekofelsefesi geliştirmek üzere insanı,
insan-olmayanlarla bağlantılandırır.
Deleuze ve Guattari’nin
öğrettiği üzere düşünme, yeni kavramlar ve yeni üretken etik ilişkiler icat
etmeye dairdir. Bu açıdan kuram başat değerlerden örgütlü olarak yabancılaşma
biçimidir. Eleştirel olmaktan ziyade klinik olan insan sonrası kuram, klasik
öznellik görüleriyle göbek bağını keserek yaşamsal, transversal, ilişkisel
öznelere dair daha geniş bir görüye doğru yol almaktadır. Günümüzde kuram,
neyin insan sayıldığına dair temel refrans biriminde beklenmedik değişim ve
dönüşümlerle uzlaşmak demektir. Bu olumlayıcı, programlanmamış mutasyon, yeni
kavramların, duygulanımların ve gezegen ölçeğinde özne oluşumlarının
edimselleşmesine yardımcı olabilir. İnsan sonrası bedenlerin neye muktedir
olduğunu bilmediğimiz gibi, insanmerkezcilik sonrası cisimleşmiş beyinlerin
gerçekte neyi düşünmeye muktedir olacağını da tahmin edemeyiz.
3 – İNSANLIK-DIŞI
Ölümün Ötesinde Yaşam
...Dişi beden ve
teknolojinin ivme kazanan güçleri arasında oldukça baştan çıkarıcı bir ittifak
kurulmaktadır. Teknolojiye yönelik korku ve arzu arasındaki muğlaklık, iktidar
konumundaki güçlü kadınlara yönelik kadim ataerkil şüphe biçiminde yeniden ele
alınmaktadır. Dişi makine-bedenin ilerlemeci ve yıkıcı potansiyeli, yakın ve
iyi hesaplanmış bir denge içinde ilerlemektedir. (Bu kelimelerin bendeki
çağrışımı “büyük egemen “erkek”ler diğer erkekleri devre dışı bırakarak tarihin
gördüğü en büyük haremi kuruyorlar, oldu. –AHÇ)
Modernizmde insan
yapımı teknolojik makine “öteki” hem cinsiyetlenmiş hem de erotikleştirilmiş ve
teknoloji güdümlü bir geleceğin sembolü halini almıştır. (Huyssen, 1986)
Modernistçağ,
teknolojinin gücünü yalıtılmış bir olay olarak değil, imal edilmiş nesneler,
para, iktidar, toplumsal ilerleme, yahayyül ve öznelliğin inşasını içeren
endüstrileşme montajının mühim bir unsuru olarak vurgular. Marsizm ve sosyalist
hümanizm nesneleştirmenin, tam manasıyla insanlıklarını reddettiklerinden
insanlar için gerçekten de aşağılayıcı
ve küçültücü bir deneyim olduğunu ve bu yüzden de temel bir toplumsal
düzeyde gerçekten de insan dışı olarak
anılabileceğini bizlere öğretmiştir. Bizzat metalaştırma süreci , insanları
imal edilen, kara dönük teknolojinin dolayımındaki nesneler statüsüne
indirgemektedir... Yine, bu yeni teknolojinin organik insan bedenini, istenen
veya istenmeyen yeni yakınlık biçimleriyle değiştirmeen edemeyeceğinin de
çoktan farkında olarak büyüme ve ilerleme anlatısının belirgin bir unsuru
olarak zalimliği de işlemektedir.
BU insan-dışı senaryoda
dişinin cinselliği, hem bir tehdit hem de dayanılmaz cazibe kaynağı olarak ele
alınmalıdır. Huzursuz edici geleceğe ilerleyen yolu gösteren çoklu ayrıntılara
sahip tekno-Havvalar.
Zalimlik ve şiddet
dahil olmak üzere insan-dışı vasıflar, modernist çağda bilimsel rasyo'nun mühim
bileşenleridir: Paul Rainbow : “Yirminci yüzyıl bilgi ve ordular arasında güçlü
ve habis bir bağlantının kurulduğuna şahit oldu... Zehirli gazların korkunç etkilerinden atom bombasına, Nazilerin ırksal arileşme kabusundan Soğuk Savaş
döneminde bilimsel araştırma harcamalarını yüzde yetmiş beşinin askeri amaçlara
ayrılmış olduğu gibi yenilir yutulur olmayan bir gerçeğe kadar... Thanatos[6] endüstrileri
ve bilimi muhteşem bir yüzyıl geçirdi.
Teknolojik müdahale ve
manipülasyon o düzeydedir ki, özne amansız verimlilik adına insanlıktan
çıkarılmaktadır
Öznenin
bütüncül-olmayan yapısını doğrulamakla beraber, bizzat insanlığın teknoloji
güdümündeki kapitalizmin insanlıktan çıkarıcı işlevlerinin de nihai direnç sahasıdır. Lyortard’a göre insan-dışının üretken bir etik ve siyasi gücü olduğu
gibi , insan sonrası etik ilişkilerin güzergahını da gösterir.
İnsan ve teknolojik
öteki arasındaki ilişki ve bu ilişkiye dair duygulanımlar; arzu, zalimlik ve
acı da dahil, ileri kapitalizmin çağdaş teknolojileriyle beraber kökten
değişmiştir.
Moderniştenin ahlak
krizi, insan sonrası referans sisteminde ne şekilde tüketilmektedir? İnsan
sonrası durum gezegen düzeyinde etkileşimimizin insan(lık)-dışı vasıfları
düzleminde de yenilikler getirmekte midir? Küresel ölçekte insanlıktan çıkmayı
da getirmekte midir? Finansal krizler ve bunların istihdam ve yapısal ekonomik
eşitsizlikler açısından sonuçlarından, iklim değişimi ve onu takiben çevre
krizlerine –ki jeopolitik ihtilafları, terörizmi ve insanlıktan dem vuran silahlı
müdahaleleri katmıyorum bile- çağdaş dünyanın karşı karşıya olduğu temel
meselelerin ölçeğini düşündüğümüzde, insan sonrası durumun kendi
insan(lık)-dışı boyutunu oluşturduğu aşikardır.
Ölme Biçimleri
İnsan sonrası durumun,
insanmerkezcilik sonrası bir tabiata sahip olduğunu ve yaşam/zoe merkezli bir
yaklaşımı gerektirdiğini ileri sürmüştük. Daha da ileri giderek insan sonrası
yaşamsal siyasetin, yaşam ve ölüm arasındaki sınırları kaydırdığını ve bunun
sonucunda da sadece yaşayanın idaresine değil, aynı zamanda ölme pratiklerini
de ele aldığını iddia etmek istiyorum. Bunların büyük kısmı yoksulluk, açlık ve
evsizlik gibi insan((lık)-dışı toplumsal ve siyasi olgularla bağlantılıdır;
Zillah Einsenstein bunlara münasip bir biçimde “küresel müstehcenlik” diyor.
Çağdaş kapitalizm
“biyopolitiktir” ve Foucault’nun da iddia ettiği gibi bütün bu yaşamları
kontrol etmeyi hedefler, ama yaşam sadece insanların imtiyazı olmadığından
zoe-siyasi veya insan merkezcilik sonrası bir boyuta açılır.... BU durum insanlığı, paylaşılan bir kırılganlık
bağı üzerinden yeniden düzenleyen bir pan-insan gezegen bağı başlatmakla
kalmaz, insanı diğer türlerin kaderine bağlar. Ölüm ve yıkım, bu transversal
ittifakın müşterek paydalarıdır. (s:135)
Kürselelleşmenin insan
sonrası vasıfları apriori insan-dışı olmasa da, yine de mühim yıkıcı vasıflara
yol açan pek çok olguyu kapsar ... Küresel mali ağların ve kontrol edilemeyen
serbest fonların , bilhassa yeni teknolojilere eşit erişim sahibi olmayan
gençler ve kadınlar nezdinde etkisi yoksulluğu artırmak olmuştur... çocuklar
konusu ise başlı başına bir bölümü hak eder, zorunlu emekten çocuk asker
olgusuna, çocukluk şiddetli bir biçimde cehennem gibi sömürü döngülerine dahil
edilmektedir.. SARS, Ebola, HIV gibi salgınların artışının yanı sıra sıtma ve
tüberküloz gibi daha aşina olduğumuz hastalıklar da geri dönmüş ve sağlık,
insan hakları kaygısının yanı sıra bir kamu politikası haline gelmiştir.
Mevzu, Yaşam/ZOe’nin
üretken bir kuvvet olabileceği gibi tehditkar bir kuvvet de olabileceği ile
ilgilidir... Jeopolitik kuvvetler eş zamanlı olarak yeniden doğal addedilmekte
ve insan biçimli öznenin başat siyasetince belirlenen eski hiyerarşik iktidar
ilişkilerine tabi kılınmaktadır. Kamusal alanda yürütülen söylem, çevrenin
insan-dışı kuvveti karşısında ahlakçıyken, aynı zamanda insanmerkezli kibri
devam ettirme hususundaysa son derece riyakardır... Teknolojik
ilerlemelerimizin ürettiği hasarın karmaşıklığının yarattığı meydan okuma
okumanın boyutunu, kamusal ahlakımız karşılamaktadır. Bu durum iki uçlu bir
etik aciliyete neden olmaktadır: ilki kaygı ve doğal düzenin kaybına yas tutma
eğilimine verimli bir toplumsal ve siyasi edime nasıl dönüştürmeli; ikincisi
böylesi bir edimi toplumsal sürdürülebilirlik ruhuyla gelecek nesle
sorumluluğumuz üzerine nasıl temellendirmeli?
Siber evrenimizde
oldukça karmaşık bir sembiyotik ilişki peydah olmuştur: et ve makine arasındaki
bir tür karşılıklı bağımlılık. BU da kimi mühim paradokslar üretmiştir: insan
geliştirme pratikleri ve tekno-aşkınlık aracılığı ile kaçış fantezileriyle
öznelliğin bedensel alanı eşzamanlı olarak inkar edilmiş ve giderek artan
kırılganlık halinde yeniden tesis edilmiştir.
Öldürmeye her iki
cinsiyetinde daha eşitlikçi bir yerden katılımını sağlayacak toplumsal cinsiyet
rollerinin evrimi, çağdaş toplumsal cinsiyet siyasetinin en sorunlu
vasıflarından biridir... bu durum savaş dullarının, hamile intihar
bombacılarının “insancıl” savaşların
askeri “hümanizminde” giderek artan rolünde görülebilir.
Çağdaş kültürde yasal
(Ritalin, Prozac) ve yasa dışı uyuşturucuların geçerliliği, kendi kendine zarar
verme ve yaygın davranış arasındaki sınırları muğlaklaştırırken, “bizzat
yaşamın” değerinin ne olduğunu yeniden gözden geçirmeye zorlamaktadır....
Genellikle ileri kapitalizm, şizoid veya içsel olarak çelişkili hamlelerle
hareket etmektedir... Toplumsal olarak güçlendirilen bir fit olma, sağlık ve
sonsuz gençlik ideolojisi, sağlık bakımı ve çocuklarda/gençlerde görülen ölüm
oranlarındaki eşitsizliklerin artışı ile baş başa gitmektedir. Sonsuza kadar
genç kalma” takıntısı, ötenazi ve hekim destekli intihar gibi toplumsal
pratiklerle birlikte çalışırken bunlara eşdeğer olmaktadır.
Toplumsal ve kişisel
ölme pratiklerinde , öldürme yollarında ve soyun tükenmesi biçimlerinde görülen
değişimlerin niceliği ve ölçeği yasa tutma ritüellerinin yaratıcılığı ve
yitirmenin gerekliliği, sosyokültürel gündemin genişleyişini destekleyecek
şekilde işlemektedir.
Biyopolitiğin Ötesi
Yaşam/Zoe’nin yaşamsal
ve kendini örgütleyen vasfına odaklanmanın, yaşayan ve ölü olan arasındaki her
türlü kesin ayrımı ortadan kaldırdığını iddia ediyorum.... yaşamın ve ölümün
biyopolitik idaresine dair pek çok yeni eğilim görüyorum. Mesela kısıtlayıcı
olduğu kadar güçlendirici bir yönetim şekli olarak “biyoiktidarın” etk
çıkarımlarına vurgu yapan bir biyopolitik vatandaşlık ekolü ortaya
çıkmıştır.... ancak bu durumun dezavantajı
refah devletinin köşe taşlarından
olan ulusal sağlık hizmetinin neoliberal politikalarla alaşağı edilmesi
ve giderek özelleşmesi ile sorumluluk
mefhumunu bireyciliğe doğru saptırmasıdır. Biyoetik vatandaşlık, sağlık gibi
temel sosyal hizmetlere erişimi ve bunların maliyetini, yanlış yaşam tarzına
ilişkin risk ve zahmetleri azaltarak açıkça bireyin sorumlu davranma
kabiliyetine bağlanmaktadır. Diğer bir deyişle burada biyoetik faillik, kişinin
kendi genetik sermayesine layıkıyla bakması anlamını kazanmaktadır.
Ancak psikolojik mizaç
veya sinirsel özellikler gibi genetiik bilgiler de eşit dağıtılmadığından, bu
sistem içsel olarak ayrımcı olduğu gibi, terimin gerçek anlamında ırkçıdır da.
.. Hem batılı dünyada hem küresel ekonomilerde , genetik olarak aşırı, toplumsal
olarak yeterince sigortalanmamış koca bir gözden ve elden çıkarılabilir
alt-sınıf silsilesi bedenler üretilmektedir.
Mark Hasley’in
belirttiği üzere “bir zamanlar tek amaç delileri , gençleri, dişileri,
aylakları ve sapkınları kontrol etmekken, son zamanlarda amaç insan-olmayanı,
inorganik olanı, atıl olanı, kısaca sözde “doğal dünyaları” zapturapt altına
almaktır. Bu insan sonrası zoe-siyasetidir, biyopolitik yönetimsellik değil.
İstatistiksel olarak
risk şeklinde simüle edilen bedenlerin( her türden beden kadın, erkek, hayvan,
çocuk, robot..-AHÇ) duygulanımsal kapasitesi, özne olmadan, hatta tek bir
öznenin bedeni olmadan (fiziksel temas sağlanmadan-AHÇ) da idrak edilebilir.
Bunun sonucunda, nüfusun devamını güvence alma terimleriyle ifade edilen
bürokratik kontrol ve siyasi talimat prosedürleri ortaya çıkmaktadır. (Bütün
bunların altında fakirlerin nüfusunu azaltmak derdinin olduğunu düşünüyorum
-AHÇ) (s:143)
İnsan merkezcilik
sonrasının ölümle-bağı veya nekro-politik yüzü, insan(lık)-dışı karakterinin
kalbidir: “Bazı nüfusların sağlıklı yaşaması için, doğanın yoz ve sağlıksız
ötekileri konumundakilerin ölümlerinin gerekliliğine yol açar.” (Clough)
...biyogenetik imgelem
ceset olarak bedenle ilişkisinde ve
artık kontrol edemediği yaşamın izlerine dair arafyışında adli bir hal
almıştır. Günümüzde cisimleşmiş özneler, bir yandan biyogenetik taşıyıcılar,
öte yandan küresel bir nakit akışı devresinde dönüşüm halindeki görsel
metalarolarak artı değerleri üzerinden ela alınmalıdır. Bu bilginin büyük bir
kısmı bilgi güdümlü değil, medya tarafından şişirilmiştir ve böylece eğlenceden
ayırt edilemez.
..biyoiktidar aynı
zamanda ölümün idaresini de
içermektedir. Diğer bir deyişle yaşamın yönetimi sorununu, aynı zamanda soyun
tükenmesini de içermektedir.
Adli Toplumsal Kuram
Toplumsal ve siyasi
kuramın, adli olana dönüşmesine en önemli yanıt Agamben’den gelir...”Sömürge
palantasyonları bu siyasi ekonominin prototipidir ve köleleştirilmiş insan
neredeyse “homo sacer”in somut örneğidir. (Homo Sacer[7]:
çok beğenilen bir bluza bir şey dökülüp lekelendiği zaman artık o sırta geçirilecek değerini kaybetmiştir.
Giyilemez. Ancak Atılmaya yok edilmeye de kıyılamaz. Yer bezi olur. O bir Homo
Sacer’dir-AHÇ)
Agamben’e göre “çıplak
hayat” üretken canlılık değil, daha izyade egemenin öldürebildiği insan öznenin
kurucu kırılganlığıdır; kontrolsüz iktidarın despot kuvveti eliyle bedeni elden
çıkarılabilir maddeye çevirendir.
Ölümü yani nihai
eksiltmeyi, üretken bir sürecin bir başka evresi olarakyeniden düşünmemiz
gerek. Ölümün inatçı üretken güçlerinin
bana en yakın ve benim için en kıymetli olan şeyi, yani beni, benim en yaşamsal orada-olmamı
zaptetmesi ne kötü. Psikianalizin öğrettiği üzere, narsist insan özne için
Yaşamın ben olmadan da devam etmesi düşünülemez. (Laplance,1976)
Çağdaş Nekro-Politika Üzerine
Çağdaş siyaset mevcut
vahşetten ziyadesiyle payını alıyor...biyoiktidar ve nekro-politika aynı
madalyonun iki yüzü...insan varoluşunun genel anlamda araçsallaştırılması ve
insan bedenleri ve nüfusların maddi yıkımı” (Mbembe, 2013,s:19) sadece insan
değil, tüm gezegen de.... yeni savaşma biçimleri aynı zamanda “akıllı”
insan-sız teknolojik silahların nefes kesen verimliliğini ve parçalanmış
aşağılanmış insan bedenlerinin hamlığını barındırıyor.
İktidarın işleyişini
yapılandırmak hukukun rasyonelliğine ve ahlaki değerlerin evrenselliğine
kalmaz, daha ziyade egemenin sınırsız öldürme, sakat bırakma, tecavüz etme,
başkalarının yaşamını mahvetme hakkının salıverilmesidir.
Çağdaş nekro-politika
ölüm siyasetini küresel bir ölçeğe taşımıştır. Yeni endüstri-ölçeğinde savaşma
biçimleri, orduların ticari olarak özelleştirilmesine ve ihtilafların küresel
erişimine dayanmaktadırve bunlar da silahlı
kuvvetlerin kullanımını ve mantığını yersiz yurtsuzlaştırmaktadır. ... savaş
sivil toplumun işlemesine izin veren bütün hizmetlerin yıkımını
hedeflemektedir:Yollar, elektrik hatları, hava limanları, hastahaneler ve diğer gereksinimler. Eski, moda ordular
artık “kent milislerine; özel ordulra, bölgesel lordların ordularına, özel
güvenlik şirketlerine dönüşmüş durumda ve her biri şiddet uygulama ve öldürme
hakkına sahip olduğunu iddia etmektedir. (Mbembe, 2003:32)
Sonuçta “nüfus” da,
“korkunç bir toplu göç sonrası “hayatta kalanlar” kamplara ve istisnai
bölgelere mahkum edilirken, asiler, çocuk askerler, kurbanlar veya sığınmacılar
modeline uygun olarak sakat bırakılan veya katledilenlere dönüşürler. Günümüzde
Batı koalisyonları tarafından “insani yardım” kisvesi altında açılan savaşların
çoğu, genellikle yer altı kaynaklarının çıkarılması ve küresel ekonominin
ihtiyaç duyduğu dieğer temel jeofiziksel kaynağı temin etme amacı taşıyan
yeni-sömürgeci girişimlerdir.
Arjun Apadurai, “Vahşet
ve haysizyetsizlikle özdeşleştirilen sakat bırakma, yamayamlık, tecavüz, cinsel
suistimal ve sivil mekanlara ve nüfuslara yönelik şiddet içeren” bu ihtilafların şiddeti karşısında şaşkınlık
içinde kalmamak mümkün değildir. Burada altı çizilen nokta sıraan insanların,
öncesinde dostluk içerisinde yaşayabildiği insanlara uyguladığı şiddettir.
İnsan sonrası durumun bilhassa insanlık-dışı yanı budur.
Kitle askeri teknolojik
başarıların karmaşıklığı hususunda büyülenmeden edemez, ama bir yandan da
insanmerkezcilik sonrası cephanenin insan-dışı risklerini merak edeceklerdir....
Katil robotların geliştirilmesinde önde gelen üniversitelerin akademik
araştırmalarının rolü çarpıcıdır. Akademiyle ordular arasındaki çok eskilere
dayanan bağ, insan sonrası dünyamızda yeni ve son derece üretken bir çağa
girmiştir.
Duffield’e göre
“Müreffeh yaşam esasen, tarihsel olarak endüstriyel kapitalizm ve refah
devletinin büyümesine tekabül eden toplumsal sigorta ve bürokratik koruma
rejimlerince sürdürülür. .. Bu iki kategori arasındaki temel fark ve
gerilimler, “küresel iç savaş” sahasını teşkil eder, ki küresel ileri
kapitalizmin tanımı da budur ve sömürgecilikle de bağlantısı açıktır”
Hanafin’e göre
ölümlülüğün varlığın tanımlayıcı, kısmen-metafizik ufku olduğunu öne süren
geleneksel görüşten uzaklaşmak gerekir. Çoğunlukçu, eril hukuki sözleşme,
hayatta kalma arzusu üzerine inşa edilmiştir. Bir tür güçlenme siyaseti
olmadığı gibi, disiplin ve bedenlerin kontrolü rejimine dönüşen tahayyül ürünü
bir doğal düzende kapana kısılmışlık siyasetidir.
Ölüm Üzerine İnsan Sonrası Kuram
Ölüm insanlara özgü bir
imtiyaz değil; bilhassa yok olmaya yüz tutmuş doğa çağında.... sorun türün
soyunun tükenmesinin nasıl önleneceğidir. Bu biyopolitik bir sorudur: Hangi
türlerin hayatta kalmasına izin verilecek, hangileri ölecek?
..Şiddet, hastalıklar,
yoksulluk, kazalar, savaşlar ve felaketler. Siaysi şiddetin sürekliliği ve
“adil savaşlar” mefhumu, tıpkı eleştirel filozofların ölümle başa çıkma
biçimlerine dair incelemeleri gibi, bu tartışmanın bir parçasıdırlar (Critchley)
Yaşamın yoğunluğunun
dalgalanmalarını seküler bir tutumla yakalamak ve ona bağlı kalmak, sınırları
veya limitleri aşarken açığa çıkarmak hayli zorlu bir taleptir. George Eliot’un
ferasetle gözlemlediği gibi, çoğumuzun bu kozmik enerji kükremesine sırtını
dönmesi şaşırtıcı değil. Genellikle yaşamla yüzleşme sürecinde zorlanır ve buna
katlanamayız. Ölüm, olmasa da –ki zoe inatla devam etmektedir- nihai
altarımdır.
Ölüm, insan-dışı
kavramsal fazlalıktır: hepimizin korktuğu temsil edilemez, düşünülemez ve
üretken olmayan bir kara deliktir. Ama aynı zamanda akışların, enerjilerin ve
her daim oluşun yaratıcı sentezidir. (s:158).... Yaşayan her şeyin fani
tabiatının farkındalığının yarattığı infilak, mevcudiyetimizin tanımlayıcı
anıdır. Özne-oluşumuzu, ilişki kurma kapasitemizi ve güçlerimizi ve etik
farkındalık edinme sürecini yapılandırır.. Ölümlü olmamız hasebiyle hepimiz
“olmuş olanlarız”
Her daim şimdi olan bir
geçmişe ait bu ölüm bireysel değil, kişisel olmayandır; mevcudiyetimizin,
geleceğin önkoşuludur... Kişisel-olmayan ölüm gereksinimiyle dost olmak,
kişinin kendini fani, hafif yaralanmış bir ziyaretçi olarak yaşama
yerleştirmesinin etik yoludur. Tabiri caizse evimizi uçuruma inşa ederiz.
Oyunun daha başlamadan bittiğine şoke edici farkındalık karşısında iyileşmek
için yaşarız.
Ölüm her daim bilinç
düzeyinde çoktan olmuş olandır.. Hepimiz ölümle senkronize bir haldeyiz,
hepimiz ödünç alınmış bir zamanda yaşadığımızdan ölüm, yaşayışımızın zamanıdır.
“Ölüme” farklı
yaklaşmak için, kültürümüzde “Yaşama” atfedilen sözde kendinden menkul değerler karşısında eleştirel mesafe alarak
işe başlayabiliriz. Kimlerinin kutsal “Yaşam Hakkı” adına diğerlerini öldürdüğü
bir dünyada yaşıyoruz.... “yaşam” edinilmiş bir “tat”, diğerlerine benzer bir
bağımlılık, açık uçlu bir projedir. Bunun üzerine çalışmalıyız. Yaşam akıp
gidiyor ve bizler ona sahip değiliz; sadece onu işgal ediyoruz, tıpkı zamanda
paylaşılan bir mevki gibi.
Bir Özenin Ölümü
Her birimiz fani
varlıklar olmamız hasebiyle, her daim bir çoktan “olmuş “olan”ızdır. Ontolojik
oluş itkisi olarak arzu(potentia) yaşamaya devam etmemiz için bizi baştan
çıkarır. Yeterince uzun süre idame ettirildiğinde, yaşam alışkanlığa dönüşür.
Alışkanlık, kendini tatmin eder hale gelirse, bağımlılık olur, ki bu da zaruri
veya kendinden menkul olanın tam tersidir. “sadece bir hayatı” yaşama, verili
değil, projedir öyleyse, çünkü burada doğal ve doğrudan olan bir şey yoktur.
Kişinin düzenli olarak, arzunun elektromanyetik yükünü yenileyerek yaşama
“hızlı bir başlangıca” ihtiyacı vardır; her ne kadar gün boyu otomatik pilotta
idare eder bulsa da kendini.. Yaşam zorlayıcı ancak zorunlu değildir. Haz ve
acının ötesinde yaşam, bir oluş, direnç sınırlarını esnetme sürecidir.
Şüphe ve acının felç
eden etkilerinin ötesine geçmek, bunlar arasında çalışmak, etiğin cevheridir...
Yaşam, esasen kendini ifade amacı taşıyan arzudur... amacına erer ve sonra
çözülür... Tıpkı yumurtlamak ve ölmek için akıntıya karşı yüzen somon balığı
gibi.
İnsan sonrası
yaşamsal-materyalizm, yaşamla ölüm arasındaki sınırları yok eder. Yaşam veya zoe, esassen, kendini sürdürmeyi
ve bir kez amacına ulaştığında da çözülmeyi amaçlar.Bu yüzden zoe olarak
Yaşamın da “ölüm” tabir ettiğimiz şeyi kapsadığı iddia edilebilir. Sonuç olarak
biz insanların en derinden istediği şey, yok olmak değil kendi yaşamımıza ait
mekanda kendimizce bunu
gerçekleştirmektir (Philips) Sanki her birimiz kendimizce ölmek isteriz.
Kendisine doğru
uzandığımız şey, kendini örgütleyen olduğu kadar amansız da olan sonsuz kozmik
enerjidir. (Tanrı dememek için uzun bir tanım giriyor. Tanrı dediğinde sistemi
kurmak ya da Etik i tanımlamak Güçlünün keyfine kalmıyor.-AHÇ)
Bilinçli düzeyde
hepimiz hayatta kalma mücadelesinin içerisinde olsa da, bilinç dışı
yapılarımızın daha derininde aradığımız tek şey sessizce uzanmak ve zamanın
yaşam-olmayan sükunetinde bizi alıp götürmesine izin vermektir.
Ne kadar kendimizi
narsist poz kesmlerle kandırsak da direnci, zaman içerisinde ölümsüzlüğü, yani
yaşamda ölümü beslemek zorundayız.
Algılanamaz-Oluş
İnsan olarak gerçekte özlem duyduğumuz şey, bu
üretken oluş akışıyla kaynaşıp yok olmaktır, ki bunun ön koşulu da bireysel
benliğin parçalanmasıdır. İdeal olan yanına yalnızca anlılarını almak ve arkada
sadece ayak izleri bırakmaktır.
İçimizdeki insa-dışı
olarak ölüm, yoğun dönüşüm veya oluş süreçlerinin en uzak sınırı olarak öznenin
algılanamaz-oluşuna damgasını vurur.. Evrenin muazzam hayvan-makinesi zoe’nin
bireysel ölümün ötesindeki üretken kuvvetini gösterir. Bunun, bütün maddenin
zeki olduğunu ve kendini örgütlediğini düşünen monist bir ontoloji içerisinde
doğa-kültür sürekliliğini sonuna kadar düşünmek isteyen eleştirel bir kuramın
ürettiği seküler bir söylem olduğunu hatırlatarak, Bu sürekliliği tanımak,
başımıza gelen her şeye layık olmamızı sağlar: İnsan sonrası öznenin, ontolojik
motor olan zoe güdümlü birbirni takip eden oluş dalgalarının ifadesi
olduğunun pragmatik kabulü olan amor
fati.[8] Bu ne insanidir ne de ilahi, amansızca
maddidir ve çok yönlü ve türler arası ilişkiselliğe adanır. Kendisine can veren
yaşamsal güç içerisinde amansızca insan-olmayan yaşam devam eder.
Algılanamaz-oluş,
sınırlı benliklerin tahliye veya gözden kayboluş noktası, ortam ve ortak
noktalarla, bizzat yeryüzünün radikal içselliğiyle ve kozmik rezonansıyla
kaynaşmasıdır. Algılanamaz-oluş temsili
olmayan olaydır, çünkü bireyleşmiş benliğin kayboluşuna dayanmaktadır. (İnsan
olmanın kendisinin bir kıymeti kalmayınca, kimsenin birey olarak da egemenler
karşısında değeri kalmaz-AHÇ)
Egonun spesifik ve son
derece kısıtlı bakış açısından bir süreç olarak ölümün hiç bi rönemi yoktur.
Böylesi bir süreç boyunca “tasarlanan” benlik türü “Bir-değildir, aynı zamanda
anonim bir çokluk da değildir. Benlik difrensiyeldir ve cisimleşmiş güçlerinin
içkinliği sayesinde bir arada dtutulur. İçerdiği direnç fikrinin altını
çizerek, bu süreci, sürdürüleblirlik üzerinden tanımlıyorum. Sürdürülebilirlik
geleceğe inancı ve gelecek nesillere , yaşanabilir ve yaşamay değer bir dünya
“bırakma” sorumluluğudur.
Ölüm yaşamın her
vasfında aktşf olan ilkelerin, yani potentianın kişsel olmayan kudretinin sarih
dışa vurumudur. İnsan sonrası özne bu tarz bir çokluğun olumlanmasına ve
kozmik, sonsuz bir “dışarısıyla” ilişkisel bağlantıya dayanmaktadır.
Sonuç: İnsan Sonrası Etik Üzerine
Şu ana kadar
zamanımızın insanlık-dışılığını ve şiddetini vurguladım ve içine düştüğümüz
nekro-politik ekonomiye karşı durabilecek olumlayıcı pratikleri savundum. ....Şimdi
nekro-politik dönüm noktasının bazı özelliklerini özetlemek istiyorum:
İlk olarak, bu yaşam-ölüm yönetimselliği rejiminin
siyasi ve hukuki öznesinin, insanmerkezcilik sonrası ekofizik[9]
bir teşekkül olmasıdır. Zoe güdümlü
özneye, karmaşık ve yoğunluklu karşılıklı-bağlantılılık şeklinde yapılandırılan
karşılıklı akış ve veri aktarımı yapısı en iyi anlatır.
İkincisi, bu çevreye
bağlı fani özne, kolektif bir teşekküldür. Ve klasik hümanizm ve
insanmerkezcilik paradigmalarının ötesine geçmektedir. İnsan organizması bir
dizi mümkün kaynak ve kuvvete bağlanmış
bir “arada-kalandır”. Bu haliyle onu makine diye tanımlamak faydalı olacaktır;
ki bu makine , bir aparat veya faydacı bir amacı olan herhangi bir şey değil,
daha ziyade hem daha soyut hem de daha maddi olarak iliştirilmiş bir şeydir.
Bir beden makinenin minimalist tanımı, süreçleri elegeçiren ve enerjileri ve
kuvvetleri dönüştüren cisimleşmiş, duygulanımsal ve zeki bir teşekküldür. Bu
yüksel teknolojili ekolojik cisimleşme, sürekli akış ve dönüşüm alanlarına tam
manası ile dalmayı gerektirmektedir. Elbette bunların tamamı olumlu değildir,
çünkü insanlık-dışı vasıflar her ne kadar böylesi bir dinamik sistemde apriori
bilinemez ve yargılanamaz olsalar da, çoklu kırılganlık biçimlerini içerirler.
Üçüncüsü, böylesi bir
zoe-iktidar öznesi, aciliyeti olan etik ve siyasi sorular ortaya çıkarmaktadır...
Bu dönüşümlere hiç bir yekpare veya durağan model münasip cevaplar veremez:
Daha pragmatik bir açıkuçluluğa ve
mümkün stratejilerin çeşitlendirilmesine ihtiyacımız var. Başlangıç noktası...
belli bir tür-ötesi eşitlik ayağıdır. Mevzu kuvvetler ve etolojidir.
Dördüncü olarak, insan
sonrası öznenin kendine özgü zamansallığı, ölümlülük metafiziğinin ötesinden
yeniden düşünülmelidir... Farklı bir özne görüsü ve bununla beraber doğa-kültür
etkileşimine dair yeni bir mefhum benimseyerek, eleştirel kuramın modernist ve
son derece indirgemeci insan-dışı anlayışlarından öteye geçebileceğimizi
düşünüyorum.
Beşinci olarak, bu etik
yaklaşım iktidar tasarımlarından ayrı tutulamaz. Postmodernitenin veya ileri
kapitalizmin zoe-merkezli teknoloji dolayımındaki özne görüsü içsel
çelişkilerle doludur...Zoe’nin kudreti, ileri kapitalizmin sömürgeci ve
nekro-politik yer çekimini yerinden etmektedir. Tarihsel koşullarımızdan
kaynaklanan toplumsal ve sembolik dönüşümler hem liberal bireyciliği hem de
klasik hümanizmi temellerinden sarsmaktadır. Sadece bir değerler krizi olmak
şöyle dursun, bizi bir dizi inanılmaz fırsatla
karşı karşıya bırakan bu durum , farklı güzergahlardan birleşerek tür
olarak insana dair ortak anlayışımızı yeniden oluşturmaktadır.
... Tohum, tahıl, bitki
ve su kaynaklarında dünyanın biyoçeşitlilik rezervlerinin aşırı tüketimi ve
fakirleşmesi, öyle görünüyor ki sömürü ve bizzat Yaşamın kutsanmasına siyasi
ekonomiyle bir arada var olabilmektedir.
Biyogenetik
kapitalizmin nekro-politik yönetimselliğiyle ve egzotik kuşların ve kısmen soyu
tükenmiş türlerin, küresel seks ticaretinde
ve endüstrisinde kadınların, çocukların ve diğerlerinin elden
çıkarılabilir bedenleriyle kıyaslanabileceğinin farkındalığı üzerinde
düşünüyorum. Joseph Conrad’ın dehşete düşüren “Yabanileri yok edin!” ifadesinde
günümüzde tür tanımıyor.
3 – İNSAN SONRASI
BEŞERİ BİLİMLER
Kuramın Ötesinde Yaşam
Son otuz yıl boyunca
hümanizm karşıtları, hümanist insan tanımında varsayılan benlik temsili ve
düşünce imgesini bilhassa da aşkın akıl ve öznenin bilince tekabül etmesi mefhumunu
sorgulamıştır. BU erkekinsana diar pohpohlayıcı benlik-imgesi, sorunlu olduğu
kadar benmerkezci bir tavrı teşvik ettiğinden
kısmidir de. Dahası farklılıkları, giderek azalan değerlerde hiyerarşik bir ölçekte örgütlediğinden, bu
hümanist özne kendini , benlik temsilinde içerdiği şey kadar dışladığı şey
üzerinden de tanımlamaktadır, ki bu da genellikle değersiz kılınmış payına
sahip cinsiyetlendirilmiş, ırk üzerinden belirlenmiş ve doğal addedilmiş
“başkalarıyla” şiddet içeren ve muharip bir ilişkiyi meşru kılan bir
yaklaşımdır. Ayrıca evrensellik iddiaları da seçkinci, erkek-merkezli ve
Avrupa merkezli olmakla eleştirilmiştir. Kültürel özgüllüğü sahte bir evrensele
ve normalliği de normatif bir ihtara dönüştüren eril, ırkçı veya belli bir
ırkın üstünlüğüne dayalı ideolojileri desteklemektedir.
Foucault’un gayet
yerinde “Erkekinsanın” ölümü teşhisinden itibaren.....
İnsanmerkezciliğin
yerinden edilmesi ve tür hiyerarşisinin karışması İnsanı dayanaksız ve
desteksiz bırakırken, beşeri bilimler
sahasını da ihtiyaç duyduğu epistemolojik temellerden yoksun
bırakmaktadır. Beşeri bilimlerin geleceği sorusu, yenilenmeleri mevzusu ve
nükseden disiplinlerin ölümü tehdidi, tek bir merkezi unsur üzerinde daha da
ciddiye binmektedir: Yeni “insan, insan-olmayan bağlantıları, biyolojik “beyin
gücüne dayanan” makine montajları ve biyolojik olmayan “donanım” da dahil
karmaşık arayüzler mevcuttur.
Kıyamet tellallarına
karşılık, teknoloji dolayımında insanmerkezcilik sonrasının biyogenetik kod ve
telekominikasyon, yeni medya ve bilgiteknolojileri kaynaklarını, beşeri
bilimleri yenileme işine koşulabileceğini iddia ediyorum. İnsansonrası öznellik,
özerklik ve kendine dönük disipliner saflık yerine, heteronomi ve çokyüzlülüğü
vurgulayarak hümanist pratiklerin
kimliğini yeniden şekillendirmektedir.
İnsanmerkezcilik,
bilimsel çalışmalar ve teknolojik bilginin hakim olduğu bu karmaşık bilgi
yapılandırmaları tarafından tehdit edilmektedir... Sabırsız bir beklentiden
yoksun olmayan bu insan sonrası heves, bana kalırsa hümanizm karşıtı ve
feminist arkaplanına dayanmaktadır.....
Öyleyse görünen o ki bilim olarak insan ya insan-dışı olma kapasitesini
sergileyecek ya da bunun yerine pek bilimsel olmadan hümanist olacak (Sam
Whimster)
İnsanmerkezcilik
sonrası beşeri bilimlerin mükemmel esenliğine ilişkin en mühim örnek, belki de
“hayvan araştırmaları” ve “eko-eleştirellik” sahalarında görülen yakın zamanlı
akademik çalışma patlamasıdır. (İnsan sonrasının mükemmel esenliğine dair tek delilimizin zaten hocalarının dolayısı
ile egemenlerin yönlendirmesi ile öğrencilerin hazırladığı çalışmalar olması bu
mükemmel esenlik konusunda bizi endişelendirmemeli mi?- AHÇ)
Grozs(2011) “evrim
kuramının, hümanist savların içini boşalttığını, insana atfedilen hümanist
konumun , içinde bulunduğu şu anda ayyuka çıkan krizin öncüllerinden olduğunu
iddia etmektedir. Grozs buna dayanarak tür eşitliği, genetik olarak kodlanmış
cinsel fark vurgusu, cinsel seçimin önceliği ve diğer bütün türlerin yanı sıra,
insanın ereksel olmayan evrimi (Ereksel olmayan evrimi şöyle anlayabiliriz
sanırım: çocuk yaparken bize başvuracaksınız biz sizin genlerinizi inceleyeceğiz
ve huysuzluk, tembellik, inatçılık , asilik gibi atadan aldığınız genleri ayıklayacağız
–AHÇ) yaklaşımını benimseyen “insan-dışı beşeri bilimlerin” geliştirilmesi
çağrısında bulunmaktadır.
Vitalist ve kendi
kendini örgütleyen “madde” mefhumu ön plana çıktığında, beşeri bilimlerin
mutasyon geçirmesi ve insan sonralaşması, yahut acı çekmenin giderek daha da
manasızlaştığını kabul etmesi gerekir. (Herkesin “şey”leştiği
vitalist bir zeminde hamam böceğinin acı çekmesi ile insanın acı çekmesi
arasında bir fark da kalmıyor. BU Hamam böceğini öldürmekle insan öldürmek
arasında fark yok mu demek de değil mi?-AHÇ)
Toplumsal cinsiyet,
feminist ve sömürgecilik sonrası araştırmalar hem araç hem de yaratıcı kavram
olarak bize bunca şey sunan yeni deneysel sahaların prototipleridir. (Bunca şey
???-AHÇ) ... “differend”(farklılık hoşgörülemez olanın veya telafi edilemeyenin
trajedisine verilen etik yanıttır, ama bu dehşetin büyük bir kısmının ifade
edilmez olduğu düşünüldüğünde, beşeri bilimler onu ne ölçüde inceleyebilir.
Yine bir yandan kadın, toplumsal cinsiyet, querr ve feminist çalışmalar gibi
radikal epitemolojiler, öte yandan sömürgecilik sonrası çalışmalar ve ırk araştırmaları
bu açıdan mühim bir rol oynamıştır. (s:177)
Çoklu domino
etkilerinin sonucunda, insana ve insanileşme sürecine dair klasik varsayımlara
bel bağlayamadığımızda beşeri bilimlere ne olacağı sorusu, toplumsal ve
akademik gündemlerin üst sıralarında yer almaktadır ... Pratik ölçüde beşeri,
bilimler fakültesinin aslında ne ölçüde kar odaklı olduğunu , genellikle yüksek
öğrenci harçları ve yoğun eğitimle, üniversitelerine ne kadar çok para
kazandırdığını görememektedir.... Nusbaum liberal eğitim lehine risalesini
yazdığında , üniversite önemli -ama tek
değil- bir şirket yapısı olarak çoktan piyasa ekonomisine dahil olmuştu. ...
Öyleyse evrensel aşkın aklın ve içsel ahlaki iyiliğin muhafazası ve idarecisi
olarak nostaljik bir beşeri bilimler görüşüne dönmektense, çoklu insan sonrası
geleceklere yüzümüzü dönmeyi öne sürüyorum. (Çokludan, çok olanın ne olduğu
hala belli değil. Ancak heyecanla kabul edin, diye anladım- AHÇ) ... Nostalji
değil, olumlama yolunu takip etmeliyiz: Felsefi meta-söylemin idealleştirilmesi
değil, daha pragmatik mütevazi deneyler aracılığı ile kendini dönüştürme ödevi.
Kuramsal
Uyumsuzluk Modelleri
Kuramsal kriz benlik
temsili mevzularının ötesine geçmiş, en hafif tabiriyle değişip duran
üniversite yapısı içerisinde çağdaş beşeri bilimlerde neyin bilimsel bilgiyi
oluşturacağını başat paradigmanın sorgulamasına varmıştır.
Tarihselliğimizin
değişen koşulları, hümanist “erkekinsanın” gerilemesinden sorumludur. (Kadın
hareketinin güçlenmesi ile gerileyen Erkekinsana , hümanizmi de sarmalayarak
onu da geçmişe paketlemeyi teklif ediyor.-AHÇ) Kötü haberi yaydığı için
postyapısalcılığı suçlamak, haberden elçiyi sorumlu tutmak olacaktır.
Foucault’un ifadesi ile bu ölüme direniş, İnsan Soyunun tükenmesine değil
“Eski-erkekinsanın” nezdinde bir direnç biçimidir. Gayatri Spivak bu “ölümün”,
Avrupa merkezli “eski-erkekinsanın” zayıflamış olsa da yine de hegemonik olmayı
sürdüren modus vivendi’si (yaşama biçimi) olduğunu ifşa eder. Bu anddan
itibaren eleştirel kuramın, Erkekinsanın ölümünden evrenselin, ulus devletin
ölümüne, tarihin ve ideolojinin sonundan basılı kitabın ortadan kaybolmasına
değin sonsuz ölümlerle uzlaşmaya çalışması da Spivak’ın bilgeliğini
göstermektedir.
Beşeri bilimlerin
kalbinde ölümcül olması muhtemel bir hata gibi beliren, yapısal
insanmerkezcilikleri ve kesintisiz yöntemsel milliyetçilikleri yatar... Avrupa
birliği şu anda hem neoliberal iktisadın sağ-kanat gündeminin, hem de yabancı
düşmanlığı, popülist toplumsal ve kültürel gündemlerin hakimiyeti altında.
Bunun sonucu olarak, bir kurum olarak üniversite ve bilhassa beşeri bilimler
saldırı altında. Yaklaşımlarında narsist, esli kafalı ve üretken olmamakla ve
ayrıca çağdaş bilim ve teknoloji kültüründen bihaber olmakla suçlanıyorlar.
Beşeri bilimler, genellikle kurumsal üniversite ortamında marjinalleştirilen
postyapısalclar, feministler ve sömürgeciliik sonrası disiplinler arası
“çalışmalar” gibi radikal felsefelerce kurumsallaştırılan “Erkekinsanın”
krizini tam da ilk elden deneyimliyor.... İlerleyen sayfalarda çağdaş üniversitenin
değişen kurumsal yapısının ulusdevletlerin gerilemesine dayandığını ve
milliyetçilik sonrası bir perspektife katkıda bulunma potansiyeline sahip
olduğunu göreceğiz.
Beşeri bilimlerin kendi
bilgi üretim süreçlerini açıklamalarını sağlayacak epistemolojik bir değişim çağrısına tamamen katılıyorum.
Ancak bunun önünde iki engel var: İlki, sahada kendi üzerine epistemolojik
düşünme geleneğinin olmayışı...ikincisi Avrupa merkezciliği ve
insanmerkezciliği düşünmeyen içe dönük bir disipliner tecrit halinin elim bir
şekilde devam ediyor olması.... Üstelik saha hümanizme doğru çekime kapılmanın
ölümcül cazibesine dayanmakta zorlanıyor.... Bunlar için de perspektif lazım,
ama bu formal kriterlerin ötesinde beşeri bilimlerin, ,ster hümanist ister
insanmerkezci Erkekinsan olsun, insana dönük sınırlı kaygının ötesine geçecek
ve daha gezegene özgü entellektüel güçlükleri kucaklayacak şekilde ilham verici
bir cesaretle donanması gerek. (s:182)
Yirmibirinci Yüzyılda Beşeri Bilimler
İlk olarak beşeri
bilimler içerisinde ve boyunca bu yenilikçi, disiplinler arası akademik
çalışmaların zenginliği, sahanın krizinin değil canlılığının göstergesidir..
İkinci olarak, bu yeni araştırmaların çoğu
“disiplinler arası” çalışmalar sahasında yürütülmektedir. Üçüncü olarak,
bunlar epistemolojik olarak temellendirilmişlerdir ve bu yüzden de çağdaş
beşeri bilimlerin kendi bilgi üretim yöntemlerini ve mekanizmalarınının
açıklamasını sağlamaktadır.
Beşeri bilimlerde
ilkeler, yöntemler ve sorun belirleme biçimleri veya ... ilkeleri ya da anlatı
biçimleri üzerine hiçbir fikir birliğine varılamamıştır.
Ancak birlik olmayışı
eksiklik değil, aşırı bolluğa işaret ettiğini vurgulamak gerekir. Sonuç olarak
“Andropos (kamil insan-AHÇ) çok fazla logos’tan (söz, yasa, düzen, bilgi ..)
muzdarip olan varlıktır. .. androposun söylemsel birliğinin parçalanmasını daha
da öteye taşıyıp söz konusu bilimsel coşkunluğa( Hangi çoşku ??-AHÇ) son derece
yaratıcı katkılar sunarlar.
Her ne kadar beşeri
bilimlerin, biraz “biyo-okuryazarlık” ve siber-seyir yeteneği geliştirmesine
dönük çağrılar kuvvetlense de , hem beşeri bilimlerde hem de daha geniş
bilimsel toplulukta direnç hala yoğundur.... İnsan merkezcilik sonrası,
hümanizm sonrası bizler her iki bilimsel
toplulukta da yankısını bulacak bir nota çalmak istiyorsak, karşılıklı saygıya
dayalı bir kültür üzerinde ısrarcı olmalıyız (Burada bize saygı gösterin diyor.
Değilse kendilerinin saygı göstereceklerini vaad etmiyor yazar. Eğer bunu vaad
etseydi ilk andan Bilimsel (yani bizim standartlarımıza uygun) şartını
koşmaması gerekirdi.-AHÇ) Kültürel ve toplumsal bilim çalışmaları, özne
kuramlarına karşı geliştirdikleri dirençlerin üzerinde durmalı, özne
felsefeleri de biyobilimlere duydukları güvensizlik ve yanlış-bilişsellikle
yüzleşmelidir. İnsan sonrası zamanlar insan sonrası, insan sonrası beşeri
bilim çalışmalarını gerektirmektedir.
Felix Guattari
“vitalist monizmin muazzam avantajının, doğa-kültürüyle farklılaşma ekolojisi
üzerinden evrilen bir süreklilik olarak tanımlanması olduğunu vurgular... bu
genetik maddenin ontolojik fark temellerinden azade oluş süreçlerine maruz
kaldığı, ama toplumsal inşacılıkla da sınırlanamayacağı anlamına gelir.
Madde-gerçekçi monist
ve vitalist yaklaşımın kuramsal avantajı, yine bilgi ve ağ toplumu olarak da
bilinen ileri veya bilişsel kapitalizmin akışkan iktidar işleyişlerini, bunları
özgül mevkilerde ve içkin ilişkilerle temellendirerek açıklama kabiliyetidir.
Bu da yine aynı araçlarla onlara direnmemize mahal verir. (Vitalizm, yeni
kapitalist ilişkileri temellendirerek açıklama imkanı verir, demeye çalışıyor
sanırım.-AHÇ)
Yeni Özne, karmaşık bir
insan, insan-olmayan, gezegene ait olan ve kozmik, verili ve imal edilmiş
olanın montajıdır ve düşünme biçimlerimizde temel yeniden düzenlemeler
gerekmektedir...
Sürdürülebilir Beşeri
Bilimler, ilk olarak, çevresel ve organik temellerinden kopuk doğallıktan-muaf
bir toplumsal düzen fikrinin sona erdiğini ,lan etmekte ve içinde yaşadığımız
.çok katmanlı karşılıklı-bağımlılık biçimini anlamak üzere daha karmaşık
şemalar aramaktadır.İkincisi iklim değişiminin ölçeği ve sonuçları, temsile
kafa tutacak kadar mühimdir. Bu toplumsal imgelem yoksunluğunu telafi etmeye
ve düşünülemeyeni düşünmeye yardımcı olmaya en mazhar olan yine beşeri, ilimler
ve bilhassa da kültür araştırmalarıdır. (İklim değişikliği tartışmaları,
gelecekte de egemenlerin yapacaklarını meşrulaştırma gerekçesi olarak
kullanılacak diye anladım –AHÇ)
Bilimsel İnsansonrası
konumun avantajlarına dair yolumuzu aydınlatan bir örnek de “Tek sağlık
İnisiyatifidir.”(One Health İnitiative) : Söz konusu hareket, hayvan ve insan
tıbbı arasında ayrıştırıcı çizgiler olmaması gerektiğini iddia eden ve bu
amaçla “zoonosis” terimini sözcük dağarcığına katan Rudolf Virchow’dan ilham
almıştır. Bu duruş son 15 senedir ivme kazanmıştır.
Tek sağlık, insan sağlığı hizmetleri uygulamacıları, veterinerler ve kamu sağlığı uzmanları, çevresel, toplumsal ve bireysel sürdürülebilirlik için bir araya getiren mükemmel insan sonrası kavramdır. (Kadın doğum diye bir şey söz konusu olamaz. İnek ne ise kadın da odur. Tek Sağlık hizmeti ineği de, kadını da, köpeği de doğurtmalıdır. Vetrinerlik, doktorluk diye ayrı bir kavram olmamalı diyorlar-AHÇ)
Tek sağlık, insan sağlığı hizmetleri uygulamacıları, veterinerler ve kamu sağlığı uzmanları, çevresel, toplumsal ve bireysel sürdürülebilirlik için bir araya getiren mükemmel insan sonrası kavramdır. (Kadın doğum diye bir şey söz konusu olamaz. İnek ne ise kadın da odur. Tek Sağlık hizmeti ineği de, kadını da, köpeği de doğurtmalıdır. Vetrinerlik, doktorluk diye ayrı bir kavram olmamalı diyorlar-AHÇ)
...dijital beşeri bilimleri destekleyen
tercüme süreçleri, insan sonrası duruma girişi dizginleyen unsurlar olarak
toplumsal cinsiyet ve etnisitenin rolü ve bütün bunların kuramsal çıkarlarına
dair yeni bir anlatı dizisi yaratılabilir..
İnsan Sonrası Eleştirel Kuram:
Altın kurallarım: Doğru
Kartografi, bunu takiben etik hesap verebilirlik: disiplinler ötesilik;
eleştiriyi yaratıcı tasvirlerle birleştirmenin önemi; doğrusal-olMAma ilkesi;
bellek ve tahayyül güçleri ve aşinalığımızın tersyüz edilmesi stratejisi.
Kartografi şimdinin kuram temelli ve siyasal bilince sahip okumasıdır.
Kartografiler özne konumumuzu yapılandıran iktidar mevkilerini göstermek
yoluyla epistemik ve etik hesap verebilirlik amacı taşır... iktidar mevkilerine
dair eleştiriler yeterli değildir... Örneğin feminist/kadıncı/querr/
siborg/diyasporik/yerli/göçebe özneler OnkoFare ve koyun Dolly sadece metafor
değil, belli jeopolitik ve tarihsel mevkilerin işaretçisidir.
Zikzak yapmak,
gerçekten de insan sonrası eleştirel kuramın bir sonraki yapıtaşı olan
doğrusal-olmama açısından işlevsel bir sözcüktür. Çağdaş bilimin karmaşıklığını
ve kürsel ekonominin doğrusal değil ağımsı, dağınık ve çok merkezli işleyişini
düşündüğümüzde, otomatik olarak doğrusal düşünceyi benimsemek yoluyla
geleneksel görselleştirme kuralına bağlı kalmak, beşeri bilimlerin kendi önünü
tıkamasına neden olacaktır. Sonuç olarak, insan sonrası çağın paradokslarını
açıklayabilmek için iktidar kartografileri geliştirmek üzere doğrusal-olmamamız
gerekmektedir. (İnsanlar toplumsal statülerini mevcut düşüncelerden tayin
edemeyiz. Bu konuda bir önerimiz de yok. Egemenler nasıl istiyorlarsa ona
teslim olmalıyız der gibi-AHÇ)
.. Geçmişin otoritesine
itaat etmek yerine, sabit kimlikleri harekete geçiren ve yersiz
yurtsuzlaştıran, zamansal doğrusallığı parçalayan çoklu zaman alanlarının anlık
bir arada mevcudiyetine sahibiz.
Göçebe düşünce, “kaozmos”
boyutunun jeofelsefi veya gezegene özgü boyutuna yönelik duygulanımsal bir
açılmayı ifade eder.Düşünen özneyi, dönüştürücü oluşun yaşamsal enerjisini
ifade eden nedensiz ve amaçsız edimler eşiğine dönüştürmek demektir bu.
Kronolojik
doğrusallıktan ve logos mantığına özgü yerçekiminden muaf, insan sonrası göçebe
kiplik içerisinde bellek, yas içerisinden bir tutarlılık karşısında neşeyle
süreksiz bir benliğin aktif yeniden yaratısıdır.
Aşinalığımızın tersyüz
edilmesi Özneyi, normatif benlik
görüsünden koparıp kendine getiren süreçtir. Vitrivius çerçevesini geri
dönmemek üzere geri bırakan özne,
karmaşık bir biçimde ilişkisel hale gelir ve böylece çoklu başkalarına
bağlanır.. Sömürgecilik sonrası ve ırkçılık karşıtı söylem, insan özneyi
teşekkül eden şeyin ne olduğuna dair, beyaza ayrıcalık tanıyan ve diğer ırksal
varsayımlara sahip görüşleri kesintiye uğratmaktadır. (Sadece beyaz insanı
değil İNSANI kesintiye uğratıyor. Eğer İnsan Sonrasına razı olursanız beyaz
insana ayrıcalık yapmayacağız hepiniz Hayvanlarla eşit olacaksınız diye
anladım-AHÇ)
Özdeşleşme rejimlerinin tersyüz edilmesi, sevilen
düşünce ve temsil alışkanlıklarının yitirilmesini içermektedir ve korku,
güvensizlik hissi ve nostalji de üretebilen bir hamledir.
Aşinalığımızın tersyüz
edilmesi, metodolojik cephesinde insan-olmayan başkalarıyla ilişkimizi
değiştirir ve insan merkezci düşüncenin ve hümanist kibrin yüzyıllardır süren
alışkanlıklarıyla özdeşleş-memeyi gerektirir; ve bunun da beşeri bilimlerin
kabiliyetini ve hevesini sınama ihtimali vardır. Derin Tarih ve Tek Sağlık
Hareketinde gördüğümüz gibi “katı” veya “deneysel” bilimler, insan
merkezcilikten uzaklaşma hamlesini nispeten daha kolay gerçekleştiriyor.
İnsansonrası eleştirel
kuram, hala tipik Avrupalı vatandaş olarak modası geçmiş hümanist “aklın
Erkekinsanı” modeline bağlı kalan bilim insanı pratiğine ve bunun
kamu nezdindeki algısına yeni bir öznellik görüşü geliştirmelidir. Bu modeli
aşmaya yoğun bir disiplinler arası ve transversalliğe ve bir dizi söylemler
yelpazesinin sınırlarını aşmaya ihtiyacımız var. Bu disiplinler ötesi yaklaşım,
bizzat düşüncenin yapısını etkilediği gibi, akademik araştırmalarda kavramsal
çeşitliliğin rizom[10]
vari kucaklanmasına da mahal vermektedir. İnsan sonrası yöntem, disipliner
hibritleşme içermektedir ve kurumsal aklın protokollerinin düz bir biçimde
tekrarlanmasını sarsan karşılaşmalara doğru
aşina olduğumuz düşünce alışkanlıklarımızın tersyüz edilmesine de
bağlıdır.
Beşeri Bilimlerin
“Asıl” Konusu “Erkekinsan” Değildir
Kolektif dağıtılmış bir
bilinç ve bizi birbirimize bağlayan ilişkisel bağa dair transversal, sentetik
olmayan bir anlayış ortaya çıkar. Bu da yapıların, biz yandan da insan sonrası
özne stratejilerinin merkezine yerleşmektedir. (s:200)
Bilimsel çıkarıma göre
başat görü, bilimsel araştırma pratiğini disiplin altına alan ve neyin
saygıdeğer, kabul edilebilir ve finanse edilebilir bilim olduğunu belirleyen
tematik ve yöntemsel sınırları kontrol eden bir dizi yasanın kurumsal olarak
uygulanmasına dayanmaktadır. Bu şekilde bilimsel pratiğin yasaları, bir zihnin
ne yapmaya müsait olduğunu düzenleyerek düşünme yapılarımızı kontrol eder....
DEleuze ve Guattarinin düşüncenin görevinin yeni kavramlar yaratmak olduğunu
öne süren fikri, beşeri bilimler için muazzam bir ilham kaynağıdır, çünkü
felsefe, bilimle sanat arasındaki paralelliğe dayanmaktadır... Düşünme
ilişki kiplerine dahil olma, etkileme ve etki altında kalma kabiliyetinin
kavramsal muadilidir ve bunu takiben niteliksel değişimler ve yaratıcı
gerilimleri sürdürülebilir kılar, ki bu da yine sanatın ayrıcalığıdır.
Göçebe vitalizmin mühim
vasfı, organikçi veya özcü değil pragmatik ve özgün oluşudur. Diğer bir tabirle
yaşamsal materyalizm, her şeyi kapsayan bir yaşam kavramı değil sadece
pratikler ve oluş akışları, karmaşık montajlar ve heterojen ilişkiler öne sürer.
İdealleştirilmiş aşkın yoktur, sanal çokluk vardır.
..İnsan sonrası insan
sahnesinde, beşeri bilimlerin esas araştırma nesnesi olarak “Erkekinsan” şöyle
dursun, insana takılıp kalmaması fikrine
varılmaktadır. Aksine alan, bilimsel ve teknolojik ilerlemeler, ekolojik ve
toplumsal sürdürülebilirlik ve küreselleşmenin pek çok güçlüğü gibi dışsal ve
hatta gezegene özgü mevzulara, insanmerkezcilik sonrası bakış açısını
benimseyerek erişim sağlayabilmek üzere, hümanist Erkekinsan imparatorluğundan
azade olmanın keyfini çıkarmalıdır.
Mevzu beşeri bilimlerin,
çağdaş bilim ve teknoloji ile ilişkisinde kendi gündemini belirleme iznine
sahip olup olmadığı, bulunmayı tercih etmedikleri mekanlarda mahsur kalıp
kalmadığıdır... İnsan ve insan olmayan başkalarıyla ilişkiler temelinde
özdeşleşme sonrası, tekçi olmayan ve transversal bir öznellik.
Demek istediğim: beşeri
bilimlerin insan sonrası durumun sunduğu pek çok fırsatı kucaklaması
gerektiği....Öylese soru, insan sonrası çağda ve “Erkekinsanın” ve
antroposun’un üstünlüğünün gerilemesinin akabinde beşeri bilimlerin ne
olacağıdır.
Küresel Çoklu Üniversite
Üniversite fikri
üzerine tartışmalara dair kısa bir tarihsel araştırma, bu krizin boyutlarına
dair bir fikir verir. Akademisyeni, sanatçı veya uzun bir zaman içerisinde
kendi araştırmasını sabırla ve hiç bir kısıtlama olmaksızın yontan zanaatkar
olarak resmeden hümanist Rönesans modeli sona ermiştir. Bunun yehrini, kitlesel
olarak akademik iyiyi seri olarak üreten modern “Fordist” üniversite modeli
almıştır.
Ulus devletlerin
gerilemesinin bir bütün olarak üniversite ve bilhassa da beşeri bilimler
açısından olumsuz sonuçları vardır. Redings’e göre günümüzde akademik yaşamın
merkezi figürü profesör değil idarecidir ve üniversite artık ulusal kimliğin
direği veya ulus devletin ve devlet aygıtının ideolojik silahı değildir.
Olumsuz cephede, belli
referansların olmayışı , “mükemmeliyetin” paraya, piyasaların taleplerine ve
tüketicilerin tatminine endekslendiği anlamına gelir.
Richard Rorty,
“akılcılığa bunca vurgu yapılmasını “Batılı tektanrı geleneğinin seküler bir
versiyonudur”diyerek eleştirir. “Gerçeklik” ve “gerçeğe mütekabiliyet” oldukça
anlamsız kavramlar, hatta “içeriği olmayan terimlerdir”. Çokça övülen “bilimin
nesnelliği” Rorty’e göre aktif öznellikler-arasılığa ve toplumsal etkileşime
dayanmaktadır.
Rorty “Sağlıklı ve
özgür bir üniversite, nesiller arası değişimi, radikal dini ve siyasi
anlaşmazlıkları ve yeni toplumsal sorumlulukları mümkün mertebe uzlaştırır.
Bunlarla cedelleşir.
Üçüncü milenyumun karmaşık
manzaralarında, epistemoloji ve etik el ele yürümektedir (Bilimi
anlayabiliyorum da, kitabın başından beri mevcut değerlerin alt üst edilmesi
gerektiğinden bahsederken hangi Etik, nasıl bir etikten bahsettiğini anlamadım
yazarın-AHÇ) Üstesinden gelebilmek için kavramsal yaratıcılığa ve entellektüel
cesarete ihtiyacımız var.; öyle ki geri dönüş yolu yok artık. (s:209)
Wernick’e göre
üniversite 1960’lardan itibaren “çoklu-versite” şeklinde mutasyona
uğramıştır...Üniversite mutasyona uğramaya devam etmiştir; öyle ki sonraki yirmi
yl boyunca “üniversiteler ticari, performans odaklı ve gelenekten koparılmış
duruma geldi. Profesyonel idarecilerin himayesinde, belleği olmayan tarihsellik
sonrası kurumlar haline geldiler.... Yeni kampüsler sanal ve tanımı gereği küresel
olacak.
Küresel çoklu-versite,
teknoloji ve metafiziğin, infilak etmeye hazır ama bir o kadar da heyecan
verici sonuçlar üretecek şekilde kavuştuğu yerdir. (Metafizik nasıl girdi araya
anlamadım-AHÇ)... diğer bir deyişle çağdaş üniversite, konumlandığı küresel
kentte yeni bir ilişki üzerinden insan sonrası gezegenin tümüne yayılan
misyonunu yeniden tanımlamalıdır. Buda kentsel mekanın gözden geçirilmesini ve
sivil sorumluluğun yeniden tanımlanmasını gerektirir.
Yarının kentleri, yoğun
bir sosyal ağ temelinde yaşayan öğrenme,
bilgi alışverişi ve ortak bilişsel pratik merkezleri olacaktır. Askeri
limanlar ve hava alanlarının ardından internet limanları, üçüncü milenyum
kentlerinin seyrü sefer kapıları olacaktır.
Akademinin çoğu
bölümünde günümüzde görülen telaşlı, sayılara boğulmuş, denetimlerden deliye
dönmüş, para ve hibe peşinde koşmaktan ibaret hayat , klasik düşünsel yaşam,
hayalini kurduğumuz ideal yaşamdan çok uzaktır. (Collini, 2012:19) İin aslı
akademistler daha ziyade, kendini örgütleyen
bir topluluktan, bağımsız araştırmacılardan çok
muhasebeciler ve mali danışmanlar tarafından idare edilen orta halli
bir şirketin orta halli yöneticileri gibi işlev görmektedirler.... En
başarılıları hibe ve finansman sağlamada en başarılı olanlarıdır.
Çağdaş kültür ve
kurumsal eğitim , genellikle bu gerçeklikleri doğru biçimde temsil
edememektedir. Bunun yerine “yeniye” yönelik bir savunmayla beraber,
ideolojilerin sonuna dair tahmin edildiği üzere sızlanıp duran nakaratları
tercih ediyorlar. Nostalji ve aşırı tüketimcilik, neoliberal korumacı
bireyciliğin restorasyonuna sadık kalacak şekilde el ele yürür..
Bizzat yaratmadığımız
ve yok edilmesi de bize düşmeyen karmaşık bir entellektüel mirasın mevcut
neslinin vasilerinden başka bir şey değiliz.”(Collini) İnsan sonrası beşeri
bilimler, sadece soyun tükenmesini savuşturmak değil, aynı zamanda da
sürdürülebilir insan sonrası gelecekleri edimselleştirmek için de küresel
çoklu-versite çoktan işe koyulmuş durumdadır.
Sonuç
Bazılarımız ...
bilinmez bir zamandan beri aşina olduğumuz o yaratığa, “insana”, son derece
bağlı hissetmekte ısrarcı... İnsan sonrası kavramı kaygı kadar coşku da
uyandırıyor ve ihtilaflı kültürel temsillere sebebiyet veriyor.
..Genetiği yeniden
oluşturulan bitkiler, hayvanlar ve sebzeler, bilgisayar ve diğer virüslerle
birlikte çoğalmaya devam ediyor; öte yandan insansız hava ve kara araçları, yeni
ölme biçimleri ile çıkıyor karşımıza. İnsanlık, ortak kırılganlık ve soyun
tükenmesi ihtimali üzerinden bir araya gelen olumsuz bir kategori olarak yeniden yaratılırken, sonsuz “yeni”
savaşlar, ıslah evleri ve göçmen akını içerisinde yeni ve eski salgınların
saldırısı altında
Dört temel soru bu
kitabı yapılandırdı: Bizi insan sonrasına götürebilecek olan entelektüel ve
tarihi güzergahın hakkını nasıl verebiliriz? İkincisi, insan sonrası durum,
insanlığı hangi noktaya taşıyor ve daha da spesifik olarak ne tür yeni öznellik
biçimleri yaratabilir? Üçüncüsü, insan sonrasının insan(lık)-dışı olmasına
nasıl mani olabiliriz? BU sorular doğrusal değil birbiri içine girmiş
durumdadır ve karmaşık bir manzarada zikzaklar çizen bir rotayı takip ederler.
İnsan Sonrası göçebe
özne, materyalist ve vitalisttir; cisimleşmiş ve iliştirilmiştir, “mevkiler
siyasetine” özgü radikal içkinlik uyarınca sıkı sıkıya bir yere konumlanmıştır.
(Nereye ?-AHÇ) Bizzat insan sonrası düşünceye damgasını vuran ilişkisel
yaşamsallık ve temel karmaşa aracılığı ile edimselleştirilen öznedir.... Sözde
işaretlenmemiş bu öznenin ister fallus, ister logos, ister Avrupamerkezci aşkın
akıl veya heteresosyal normatiflik olsun, iktidar matriksince orijinal veya
ölümcül kapılması diye bişi yoktur. İktidar, tek bir egemen sahip tarafından
işletilen durağan bir mevki değildir... Çoklu kapılma mekanizmları aynı zamanda
çoklu direniş biçimleri de yaratır. .. Hareket ve hız, tortulaşma
çizgileri ve kaçış çizgileri, tekçi,
olmayan, insan sonrası özne oluşumunun temel unsurlarıdır.
Göçebe öznellik görüsü,
iyi bir başlangıç noktasıdır, lakin bunu daha ileri taşımamız, diğer iki
fikirle bağantılandırmamız gerekir: Çokluk olarak arzu ve insan sonrası
etik.... Göçebe özne, karmaşıklık kuramının bir dalıdır. Ve radikal dönüşüm
etiğine vurgu yapılmaya devam edilmesini teşvik eder..... İleri
kapitalizmin, tam manasıyla yıkıcı bir tornadan geçirerek bunlara yatırım
yaptığı bir tarihsel zamanda, aile ve diğer öznellikler arası ilişkileri donmuş
bir çerçevede yakalamaktadır.
Bütün vitalist “Madde
gerçekçiler” için kendi kudretsizliğinin koşullarına çaresizce bağlı böylesi
matemli bir özne imgesi, sadece olma halinde olduğumuz şeyin yanlış bir
temsilinden ibarettir. “Şimdiye layık olmalıyız” ve bu sebeple tam da bu
dünyanın öznesini cisimleştiren ve iliştirilmiş olmasını sağlayan çağdaş
kültürün bir parçası olmalıyız. Gerçekten kaçış şöyle dursun, insan sonrası
düşünce, çağdaş özneyi kendi tarihselliğinin koşullarına kaybeder.
Bu açıdan yaşam, ne
metafizik bir mefhum ne de semiyotik bir anlamlar sistemidir; kendisini ampirik
edimler çokluğu üzerinden ifade eder.... İşte bu yüzden amor fati fikrini
şimdi, burada, çoklu başkalarıyla paylaştığımız bir hayatın yaşamsal
süreçlerini ve ifadesel yoğunluğunu kabul etme biçimi olarak görüyorum.
İnsan Sonrası Etik
İnsan sonrası olmak,
insanlara karşı kayıtsız olmak veya insanlıktan çıkma demek değildir. Aksine
etik değerleri, kişinin alanıyla veya çevresel karşılıklı bağlarını da içeren
genişlemiş bir topluluk hissinin refahıyla birleştirmek üzere yeni bir yol
demektir. BU, klasik hümanizmin standart çizgilerinin tanımlandığı haliyle
bireysel bir öznenin çıkarlarından veya Kantçıların ahlaki evrenselliğinden ve
insan haklarının bütün türleri sanal teşekkülleri ve hücre bileşenlerini
içerecek şekilde genişletme dertlerinden tamamen farklı bir etik bağ biçimidir.
İnsan sonrası kuram, aynı zamanda ilişkiyi, ortak projelerin ve
faaliyetlerin olumlu zemininde temellendirmektedir, ortak kırılganlığın olumsuz
veya tepkisel zemininde değil.
Kar Amacı gütmeme;
kolektifliğe vurgu yapma; ilişkiselliğin ve viral bulaşmaların
kabulü;potansiyel veya sanal seçeneklerle deney yapma ve bunları
edimselleştirmeye dair çabalar; yaratıcılığın merkezi rolünü kabul ederek (
Boyun eğmeye kabul edilecek Yaratıcı, burada Tanrı değil, Bilim ya da yeni
Kapitalist zümre olsa gerek-AHÇ) kuram ve pratik arasında yeni bir bağlantı.
Bunlar ahlaki emirler değil, yoğunlukla süregiden deneylere dönük dinamik
çerçevelerdir. Kolektif olarak sahnelenmelidirler ki, bedenlerin ne kadarını
kaldırabileceğine üretken kartografiler yaratılabilsin. Bu yüzden bunlara
“sürdürülebilirlik eşikleri” diyoruz.
BU görüşlere çağrı
konusunda feministlerin uzun ve zengin bir jeneolojisi[11]
vardır. Feminizmin bu yaratıcı boyutu merkezi bir rol edinmiştir. Ve radikal
feminizm, toplumsal cinsiyet, ırk ve sömürgecilik sonrası çalışmaların
olumlayıcı ve yaratıcı özünü oluşturmaktadır... Kavramsal yaratıcılık biraz da
bu görüsel teşvik olmadan hayal bile edilmez.
Peygambervari veya
görüye dayalı zihinler geleceğin düşünürleridir... Sürdürülebilir bir gelecek
özlemi ile yaşanabilir bir şimdi inşa edilir. BU gözünü karartmak değil aktif bir
yer değiştirme, derinlemesine bir dönüşümdür.
Olumlayıcı Siyaset
Gündelik hayatın mikro
pratiklerine dayanan, umudun olumlanmasını amaçlayan kolektif projelerin
peşine düşülmesi, sürdürülebilir dönüşümler belirleme, bunları devam ettirme ve
planlama stratejisidir. Umudun toplumsal inşasının ardında yatan motivasyon
kaynağı, sorumluluk ve nesiller arası hesap verilebilirlik hissinde
temellenmektedir. .. Umut mümkün
gelecekler hayal etme becerisidir. Yaşamlarımıza nüfuz eden ve onları harekete
geçiren öngörü erdemidir. Sadece
toplumsal imgelemi değil, bunları destekleyen arzuların, duygulanımların ve
yaratıcılığın siyasi ekonomisini de
yeniden inşa etmeyi amaçlayan projeler üzerine temellenen güçlü bir
motivasyon kaynağıdır.
Öyleyse insan sonrası
oluş, kişinin kendi bağlılık hissini ve ortak bir dünyaya, bölgesel bir mekana
bağını yeniden tanımlama sürecidir; Kentsel, toplumsal, ekolojik ve gezegen
ölçeğindedir. Çoklu aidiyet ekolojilerini ifade etmektedir ve bunun duygusal ve
algısal koordinatlarının, hala benlik tabir ettiğimiz şeyin kolektif tabiatının
ve dışa dönük yöneliminin tanınması amacıyla dönüşümü sahnelemektedir. BU
esasen, öznenin ne hükmettiği ne de sahip olduğu, her daim bir topluluk, sürü,
grup veya yığın içerisinde işgal etmekle, katetmekle yetindiği ortak bir yaşam
mekan dahilinde hareket halindeki bir montajdır. İnsan sonra kuram için özne,
insan-olmayan (hayvan, bitki, virüs) ağına tamamen karışmış, ona içkin
transversal bir karışımdır. Zoe merkezli cisimleşmiş özne, kendisini çevre veya
eko-başkalarından başlayarak, teknolojik tertibat da dahil olmak üzere,
başkalarından ibaret bir çeşitliliğe karşılıklı bağlayan bulaşıcı/viral
ilişkisel bağlantılarla bağlıdır.
Dışarının, açık
alanlarının cisimleşmiş sahnelerinin felsefesi olan göçebe insan sonrası
düşünce , günümüzün teknoloji dolayımındaki dünyasında, tarihsel mevkimizin
açtığı dokunulmamış imkanlara bel bağlayarak, aşina olunandan uzağa nitel bir
sıçrayış arayışındadır. Zamanımıza layık olma,
özgürlüğümüzü artırma ve ne insanmerkezci ne de insan-biçimli olmadan,
jeopolitik, ekofelsefi ve onurla zoe-merkezci olan bir dünyada yaşadığımız
karmaşıklıklar karşısında özgürlüğümüzü ve anlayışımızı artırma biçimidir.
İnsan Sonrası Pek İnsanca
.. İnsan sonrası ile
alakam insanca, pek insanca, kolektif ve kişisel yoğunluğumuzu çerçevelendiren kaynaklar ve sınırlamalar
karşısında hissettiğim hüsran hissiyle doğrudan ilişkilidir..
bu sürecin hümanist düşünce üzerine inşa edilen insanmerkezciliğin büyüsünden
kopanları etkilemesi muhtemeldir... Bioiktidarın ucunda yaşıyorum; yani
yaşayan her şeyin amansız nekro-politik tüketiminin tam ortasında. Buradan
başlamaya kararlıyım; her şeyi kapsayan aşkın bir modelin, romantize edilmiş
bir marjın veya bütüncül bir fikrin nostaljik bir biçimde yeniden icadından
değil... Beni kalpten insan sonrası bir düşünür ve uygulama halinde bulunan
çoklu yoldaş türlerin neşeli bir üyesi kılan türden bir materyalizmdir bu.
İnsan sonrası dönüm
noktasını, ne veya kim olmaya muktedir olduğumuza hep beraber karar vermek için
muazzam bir fırsat, insanlık için, kendini sadece kırılganlık ve korku
üzerinden olumsuzluk biçiminde değil, yaratıcılık ve güçlendirilen ilişkiler
değil aracılığı ile olumlayıcı bir biçimde yeniden icat etmek.
Şahit olduğumuz sarsıcı
dönüşümleri açıklayabilmek için ortak referans noktalarımızın ve değerlerimizin
belirlenmesinde yeni çerçevelere ihtiyacımız var.
İnsan cisimleşmesi ve
öznelliği şu anda yoğun bir mutasyondan geçmektedir. Geçiş çağında yaşayan
diğer bütün insanlar gibi bizler de nereye yöneldiğimiz hususunda her zaman berrak ve net değiliz; hatta
başımıza tam olarak ne geldiğini, etrafımızda ne olup bittiğini bile açıklamaya
muktedir değiliz. Bu olaylardan bazıları
dehşet ve korku içinde kalmamıza neden olurken, diğerleri keyifle
sarsıyor bizleri.. hemen her gün rüyaların yapıldığı şeyden ibaret olduğumuzun
ve yeni ihtimallerin muazzam olduğunun anımsatılması, hem heyecan verici hem de
huzursuz edici.
Huxley’İn Cesur Yeni
Dünyasındaki en korkunç modernist kabusların distopik bir yorumunda değiliz
Çağdaş insanın bedensel çerçevesinde
insan-ötesi aşkınlık sanrısı da değil bu. Kendimizi içinde bulduğumuz yeni bir
durum.
[1]
Genel olarak: Hayat olaylarının Fiziko-Şimik
(Fizik-Kimya'ya ait) olaylara irca edilemiyeceğini,
varlığın canlı olduğunu, canlı varlıkta özel
bir yaşama gücünün
varlığını kabul eden
her doktrin.
http://www.ygslyssistemi.com/bilgi-nedir-ne-demek/kavramlar-terimler/vitalizm-nedir-ne-demek.html
http://www.ygslyssistemi.com/bilgi-nedir-ne-demek/kavramlar-terimler/vitalizm-nedir-ne-demek.html
[2]
Antropoloji: İnsanın kökenini, evrimini ve
meydana getirdiği ırkları inceleyen bilim, yani insanların tabii tarihidir.
[4]
Yunanca αὐτo-
(oto-, kendi kendine) ve ποίησις (poiesis, yaratmak, meydana getirmek)
sözcüklerinden türetilen bir neolojizmdir, yani bilinen sözcükleri
kullanarak yeni anlam kazandırılmış bir kavramdır. Temel olarak kendi
devamlılığını sağlayan ve kendini yeniden üreten sistemleri tarif etmek üzere
ilk kez 1971’de iki Şilili biyolog Humberto R.
Maturana ve Francisco J. Varela tarafından ortaya atılmıştır.
Yeniden üretimlerini sağlayan bileşenlerin bizzat sistem tarafından üretildiği
otopoietik sistemler, ilk olarak canlılığın organizasyonunu açıklamak ve canlı sistemlerin
ayırt edici özelliğini ortaya koymak üzere kullanılmıştır. Sonrasında toplum,
hukuk, şirketler gibi sistemleri tarif etmek için ele alınmış ve biyoloji
yanında sosyoloji ve sistem teorisi gibi alanlara taşınmıştır.
[5] Cinsel kimliklerin sayısız ve sınırsız
olduğunu, bu kimliklerin kültürel, toplumsal ve psikolojik olarak
şekillendiğini savunan teori. bu teoriye göre homoseksüellik ve
heteroseksüellik gibi iki "karşı" kavram yoktur; bu kavramlar
kimliklere belirli bir norm vermeye çalışan toplumun ortaya attığı kavramlardır.
https://eksisozluk.com/queer-teorisi--2238395
https://eksisozluk.com/queer-teorisi--2238395
[6]
Yunan mitolojisinde ölümü simgeleyen tanrı.
[7]
Homo Sacer için istifade edilebilecek bir değerlendirme:
https://eksisozluk.com/homo-sacer--1209594
[8]
Nietzsche’nin sık sık kullandığı “kaderini sevmek” anlamına gelen bir
kelimedir.
[9]
Ekofizik: Yeryuvarlağını ve atmosferi
etkileyen doğal fiziksel olayları inceleyen fizik dalı.
[10]
Rizom, yani köksap, örneğin
bir ağacın, toprağın altındaki kısmı
demektir. Ağacın
üstü büyür, gelişir,
yaşlanır ve ölür.
altının ise ömrü ve yapısı, üstteki bu devinme bağlı
değildir. Rizom, ağacın dalları gibi hiyerarşik bir yapıda ve doğrusal şekilde de yapılanmamıştır. Ağacın üstü doğrusal mantığa ve hiyerarşik düzene karşılık gelirken, altı
bulanık mantığın ve
otonomluğun temsilcisidir.
https://www.uludagsozluk.com/k/rizom/
https://www.uludagsozluk.com/k/rizom/
[11]
Jeneoloji: Soy bilimi ya da jenealoji, ailelerin kökenlerini ve akrabalık ilişkilerini inceleyen bilim
dalıdır.
Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın
Konu yorumu: İnsan SONRASI – Rosi Braidotti (ÖZet)
Açıklama:
Değerlendirme: 5
Yorum: Ahmet H. Çakıcı
Etiketler:
andropos,
erkekinsan,
eşcinsel,
homo sacerhümanizm,
insan sonrası,
İnsan Sonrası,
Kitaplarım,
Querr Teori,
Rosi Braidotti,
vitruvius
3 yorum:
Bu emek mahsulü paylaşım için teşekkürler...
ZEİTGEİST
videoyu izlediniz mi bilmiyorum ama... kurulmak istenen yeni düzenin ipuçları var.
Emeğiniz ve ve paylaşımınız için müteşekkirim. uygun bir zamanda daha detaylı okuyacağım inşallah.
Selam ile.
GÜZEL BİR YAZI.EMEĞİNİZE SAĞLIK...
Yorum Gönder