Adalet,
iyi, kötü, doğru, yanlış... Hepsi Tanrı ölünce, öldü.
Her şey artık bir yorum meselesidir.
Her şey artık bir yorum meselesidir.
Abdurrahman
Arslan
Zygmunt Bauman, Hıristiyanlığın “Baba, Oğul, Ruh’ul Kudüs’ten” müteşekkil teslisinin, Aydınlanma ile “Akıl, Bireysellik ve Özgürlüğe” evrildiğini, Modernite ile “Bilim, Ulus ve Devlet/Vatan”ın oturduğu kutsal teslis tahtına, Postmodern dönemde “Vücud, Haz ve Karışılmazlığın (özgürlük)” oturduğunu söyler.
Sonuncuları olan Postmodernite, tıpkı kendinden öncekilerin daha öncekilerle dalga geçtiği gibi Modernitenin kutsallarına (kahramanlık, fedakârlık, şehitlik ve benzeri ütopyacı kutsallarına) tapınmayı reddederken, onları aşağılar. Postmodern dönem tüm “mutlak değerlerin”, “kutsal ve sorgulanamaz doğruların” darmadağın edildiği insanın elinde güvenebileceği hiç bir değerin kalmadığı bir dönemdir. Postmodern insan, bu anlamda kendisinden(vücudundan), hazlarından ve bunların dokunulmazlığından başka hiç bir değere tapınamaz.
Bauman Postmodern dönemi –en
azından başlangıçta- aşkınlığın, çoğulculuğun ve hoşgörünün vaad edilen cenneti
ve insanlığın son umudu olarak görür. İlerleyen dönemde Postmodernite övgüsünün
yerini, akışkan modernite metaforunun övülmesi alır. Ancak sonuç, Bauman için
bir hayal kırıklığıdır. Çünkü Postmodern dönem yok edilen kutsalların yerine,
insanlığın üzerinde anlaşabileceği hiç bir değer öneremez. Bauman’a göre bütün
mutlak doğruların, değerlerin, normların sıvılaşma süreci sanatı, kültürü ve
insan ilişkilerini içine alarak çağdaş beşeri koşulların haritalanmasında iki
ana metafora hayat verir: Cinsellik ve beden. Bunlar yeni dönemin
sorgulanamaz Tanrılarıdır[1]. Bauman bu dönemi
“orgazm” Tanrısının dönemi olarak tanımlar.
Bauman’ın Karamazov
Kardeşlerden alıntıladığı şu pasaj konu hakkındaki fikrini özetler
niteliktedir: “Ölümsüzlüğe olan inanç
yitirildiğinde “sadece aşk değil onu hayatta tutan yaşam enerjisi de sönecek.
Dahası hiç bir şey ahlaka aykırı sayılmayacak, her şeye hatta yamyamlığa bile
göz yumulacaktır.” Tanrıya ve ebediyete inanmaktan vazgeçilip inancın yerine
akıl konulursa- makul olabilecek tek kural “bencilliktir.” Dostoyevski, kahramanı İvan’a “Ebediyet
yok ise, iyilik de yok” dedirtir. “İnsanlar Tanrıdan ve ebediyet fikrinden
kurtulduğunda (ki ardışık jeolojik katmanları delmenin acımasız mantığı ile bu
mutlaka gerçekleşecektir) herkes hayatın vereceği tüm mutluluğu ve sevinci -ümitlerini
erteleyebileceği bir Ahireti olmadığından- bu dünyada, şu anda yaşamaya
odaklanacaktır… Kaybedebileceği tek bir saniyesi yoktur. Her şeyi büyük bir hız
ve yoğunlukla, bir ömre sığdırmaya çalışmak zorundadır[2]” der.
Abdülvahap
el Messiri, Bauman’ın “ilahi ve aşkın bir
otorite yokluğunun, absürtlüğün egemenliğine; dini mutlakların yokluğunun da
bedenin yüceltilmesine yol açtığına” dair fikrinin izini sürer. Ona göre,
akışkanlık (geçişkenlik-translık), postmodernitenin “kullan at” kültürüyle
uyumludur; bu ise “Enerjiyi, hammaddeyi, şarkıları, kadın bedenini ve ozonu
kısaca her şeyi tüketen, kullanan ve harcayan emperyalist “faydacı kültürden”
başka bir şey değildir. Siyasi düzeyde ulus devletin marjinalize olması, ortak iyi ve adil toplum kavramlarına duyulan
inancın kaybolmasıdır.[3]”
Messiri Postmoderniteyi,
zayıfın statükoya teslim olmasının, adaptasyonun ve kabulünün ideolojisi olarak
tanımlar. “Bunu toplumsal doğrular ve
gerçeklikle hiç bir sınır tanımadan oynayarak yapar[4]”,
der. “Modernleşme çağında “insan bedeni” temel bir metafor haline
gelmişken, Postmodern dönemde “cinsellik”
çağın ana metaforu haline gelmiştir… Modern
Batı felsefesi cinselliğe, “her şeyin
fevkinde bir epistemolojik üstünlük verir… Bu üstünlük, değerlerin,
vazifelerin, yükümlülüklerin ve sorumlulukların karmaşık dünyasına veda olarak da
okunabilir... Tek yaratıcı olarak “tatmin edilmesi gereken” Tanrı’nın yerini,
Materyalist sistemde “beden ve cinselliğin” tatmini alır.[5]
...Ailenin sıvılaşması ve yeni akışkan
tanımların ortaya çıkması da, cinselliğin yüceltilmesinin neticeleridir[6].
Bu sıvılaşma sürecinde örneğin fuhuş “ekonomik faaliyet” haline gelir ve bir
dil göstergesi olarak “fahişe”, “seks işçisine” dönüşür. Bu “fahişeyi”, bir
işçi ve toplumdaki ekonomik bir güç olarak sunan, bir tanımlayana ve
tanımlanana sahip yeni bir göstergedir, Messiri’ye göre aynı sıvılaşma
süreci, “gayrı meşru çocuklar” gibi
tanımların “bekâr annelerin “tek
ebeveynli bir ailenin çocuklarına” , “evlilik dışı çocuklara”, “doğal
bebeklere” ve “aşk bebeklerine” dönüşmelerinde de görülür. Kısacası onlar
doğanın çocuklarıdır.
Messiri
akışkan postmodern cinselliğin yahut daha yerinde bir ifade ile cinselliğin
sekülerleşmesinin ve kutsallığını yitirmesinin , “karmaşık bir beşeri varlık”
(anne-baba, karı-koca, erkek-kadın) olarak insanı yapı söküme uğrattığını düşünür.
İronik, ancak ciddi bir tonla, cinselliğin sıvılaşmasının “doğal evriminin”
kendisini ensest ve eşcinsel ilişkiye karşı kayıtsızlıkta ve hayvan seviciliğin
övülmesinde gösterdiğini savunur.
Felsefeye olan ilginin yerini, artık sübyancılık (pedofili) ve hayvan
seviciliğe olan ilgi almıştır. En acı olan ise, insan doğasına bir saldırı olan
cinsel anormalliğin, insan hakları adına savunulmasıdır. Beşeri varlıklar,
tensel keyif kaynağı olarak kullanılacak ve sömürülecek salt ete
indirgenecektir. Postmodernistler, kimlik, hafıza, tarih ve zamana, simgelere
ve kökenlere, hakikat, kutsallık ve aşkınlık nosyonlarına herhangi bir gönderme
yapmayan; iktidar arzusunu, serbestliği ve hazzı yücelten bir dünya kurmayı
arzularlar[7].
Abdülvahap el Messiri,
Bauman’ı bu konuda eleştirirken, O’nu, asıl sebebi görmeyi reddetmekle suçlar:
Messiri’ye göre bütün bu süreç insanın Tanrı’nın hayata müdahalesini
reddetmesi(Sekülerizm) ile başlamıştır ve sekülerizmin nihai olarak
ulaşabileceği bir başka durak yoktur.
Queer Teoriye GirişQueer kavramı, İngilizce “eşcinsel, sapık” anlamında bir aşağılama, hakaret cümlesi. Ancak kelimenin anlamı Queer Teori ile birlikte, “Querr (eşcinsel, homo, fahişe, sürtük, zenci, .bne vs.) diyerek aşağıladığın, hakaret ettiğin kaybetmiş, norm dışı, toplum dışı, tutunamamış, çuvallamış, başarısız, mülksüz, hor ve hakir gördüğün her kim ise, her ne ise “işte o benim, onun yanındayım” anlamında otoriteye meydan okumaya dönüşür. Bu anlamda queer, yok sayılmış, görmezden gelinmiş olanın ezilmişliğine, onurunun kırılmışlığına itiraz olarak okunulabilir.
Temeli Platon’a (Eflatun)
atfedilen düşünceye göre insanın, en alt düzeyde iki temel mutluluk kaynağı
vardır. İlki, dünyaya (mala, mülke, yiyeceğe, paraya vs) sahip olmanın
getirdiği hazlar (hayatın içindeki günlük yaşamın verdiği hazlar), diğeri ise
kadının (cinsel şehvetin) insana sunduğu hazlardır. Bunlardan ilki “Maddi
Hazlar”, korkunç bir gelir eşitsizliğine neden olan ve kurdukları acımasız
sistemle bütün dünyanın gelirlerine el koyan büyük kapitalistler tarafından
engellenirken; diğeri yani “Cinsel Hazlar”, ahlak ve erdem talebinde bulunan
patriyakayı, heteronormativiteyi inşa eden ve merkezi tanımlayan “ahlak erkeği”
tarafından engellenir. (Heteronormativiteyi kuran “Ahlak Erkeği”nin (andropos) hedef alınması konusunu bir sonraki “İnsan Sonrası Toplum: Transhümanizm” makalesinde tartışmaya niyetlendiğimizden burada kısaca geçiyoruz.)
Tracey Moffat'ın 4. çalışmasından |
Judith Halbestam, sistemin
“kaybetmişler” safına attığı insanların nihilist ruh hallerinin ifadesini Lee
Edelman’ın No Future (Gelecek Yok) filminden alıntıladığı “Sosyal
düzeni .iktir et, adına terörize edildiğimiz o içimizdeki çocuğu .iktir et,
Sefiller romanındaki kimsesiz çocuğu .iktir et; The Net[8]deki
fakir ve saf çocuğu .iktir et; tüm sembolik ilişkiler ağını ve onun dayanağı
olarak iş gören geleceği .iktir et[9]”
kelimelerde bulur. Halberstam, Sex
Pistols’un İngiltere Kraliçesinin 25. Tahta geçiş yıl dönümüne ithafen
yazdıkları “Gelecek Yok” şarkısını da İngiltere’nin kaybetmişleri için
bir toplanma çağrısı olarak okur[10]. Onlar tüm toplumların kaybetmişleri,
dışlanmışları, huzursuzluğa ve mutsuzluğa terk edilmişleridir.
Michael Warner’ın “normal” (normalliğe,
normal olana-AHÇ) rejimlere karşı bir direniş” olarak tarif ettiği[11] Queer Teori, adeta bu “normale
uymayan” kaybetmişler adına Nihilizmin ve ümitsizliğin egemenlere meydan
okumasıdır.
|
Queer, egemenlerin ve
heteronormativiteyi (neyin normal sayılması gerektiğini) inşa eden ahlak erdem
insanının “başarılı olmak” adına topluma sunduğu seçenekleri bilinçli bir
şekilde seçmemeyi ve çuvallamayı seçer.
Çuvallamanın hakkını vermek
belki bizi içimizdeki şapşalı bulmaya, bizden beklenen başarılara imza
atmamaya, yetersiz kalmaya, ilgimizin dağılmasına, yan yollara sapmaya, bir
sınır bulmaya, yolumuzu kaybetmeye, unutmaya, hakimiyetten imtina etmeye ve
Walter Benjamin’le birlikte “kazananla empati yapmanın her zaman egemenlerin
işine yarayacağını” kabul etmeye yönlendirebilir. Bütün kaybedenler,
kendilerinden önce kaybedenlerin varisleridir[13].
Queer Kapitalizmin ürettiği sanayi
şehirlerinin atıklarının[14], kaybetmişlerinin, tutunamayanlarının, lüzumsuzlarının[15], işe yaramazlarının,
çuvallamışlarının içine düştükleri boşluğa seslenen bir düşünce olarak ortaya
çıkıyor. Bu anlamda Queer Teori, asimilasyon ve ayrımcılık[16]
karşıtı anti-kapitalist bir hareket olarak tanımlanabilir.
Ancak Queer Teori,
bir yerlerde bir kırılmaya uğrar ve
antikapitalist duruş son derece silikleşir ve sadece heteronormativiteyi inşa
eden (eşcinselliği reddeden, ırz, namus, şeref talebi olan ahlak) erkeği hedef
alarak “haz”ların önündeki engellere odaklanır.
1971 yılında ilk kez kadın
sığınma evlerini (Chiswick Kadın Yardım) kuran Erin Patria Margaret
Pizzey “Aslında Feminist hareketler
için Kapitalizm, 1960-70’lere kadar en büyük düşmandı, Amerikan feministleri
hedef saptırdılar. Artık kapitalizm düşman değil, dediler; düşmanımız,
Patriyarka ve erkekler” diyerek bu durumdan şikâyet eder.
Queer
kavramını ilk kez 1960’da kullanan Paul Goodman da benzer bir tespiti Queer
tanımı için yapar. Terimi kullandıktan sadece 3 yıl sonra kavramı kullanmayı
terk etmesinin sebebini: “Benim Queer’im,
zengin beyaz homolar tarafından işgal edildi”, diyerek açıklar. Maxime
Cervulle’un işaret ettiği gibi “güçlü
gayler yıllardır süren dışlanmışlıklarını ve mağduriyetlerini egemen
kapitalistlere konforlu bir pozisyon karşılığında sattılar[17]” ve kapitalistler adına “ailesiz” topluma geçiş mücadelesinde en
ön cephede yerlerini aldılar.
Böylece
Batı, eşcinsel hareketleri içeri çekerek hem ehlileştirdi, hem de taze ve
madunluktan kurtulmanın heyecanındaki yeni bir kuvveti, kapitalizme direnen son
kalenin, ailenin üzerine cepheye sürmüş oldu.
Queer’e
geçmeden önce, Queer’in öncüsü Toplumsal Cinsiyet ve Cinsiyet Özgürleşmesi konularını
hatırlatmak istiyorum.
a) Toplumsal
Cinsiyet:
(Bu bölümü daha önce "Toplumsal Cinsiyet ve Cinsiyet Özgürleşmesi" başlığı altında yayınlamıştık. Ancak Queer Teoriye girebilmek için yazının önüne bu bölümü ekleme mecburiyeti hissettik.)
(Bu bölümü daha önce "Toplumsal Cinsiyet ve Cinsiyet Özgürleşmesi" başlığı altında yayınlamıştık. Ancak Queer Teoriye girebilmek için yazının önüne bu bölümü ekleme mecburiyeti hissettik.)
Rockefeller
Vakfının Amerikalı zoolog Alfred Kinsey’e maddi yardım yapmaya başlama tarihi
1941’li yıllara denk geliyor[18]. Bu yardımlaşma Kinsey’in,
1947 yılında Rockefeller Vakfı destekli Indiana Üniversitesi bünyesinde
Cinsellik Araştırmaları Enstitüsünü kurmasına kadar varır. Kinsey, 1948 yılında
“Erkek Cinselliği” ve 1953 yılında “Kadın Cinselliği” üzerine yapmış olduğu
araştırmaları bir rapor olarak yayınlar. Raporlar Amerikan Medyası tarafından
oldukça büyük bir ilgi(!) ile karşılanır ve haftalarca gündemde tutulur. Çıkan
sansasyon sonucu Amerikan Barolar Birliği, Amerikan Hukuk sisteminde çok ciddi
değişikliklere gitmek zorunda kalır. O güne kadar Amerikan ceza sisteminde
"suç" olarak kabul edilen zina, çocuk erotizmi, kürtaj, evlilik
öncesi cinsel ilişki, karı-kocaların aldatması ve eşcinsellik vs. suç olmaktan
çıkarılıp, normalleştirilir
[19].
|
Kinsey Skalası |
[Geçen yıllarda Kinsey’in çalışmalarının; büyük bir manipülasyon[23] ve sahtekarlık[24] olduğu,[25] raporlarına kaynaklık eden çocuklara tecavüz ettiği, para karşılığı babaları ile küçük kızları ensest ilişkiye zorladığı, (Kinsey’in 7 yaşındayken öz babasına 20 seferden fazla tecavüz ettirttiği iddia edilen kızlardan biri olan Ester White, 12 Nisan 2014 tarihinde Birleşmiş Milletlere yazmış olduğu mektupta “babamı affedebildim ancak Kinsey’i asla” demişti.[26]) 4 Aylık çocukların cinsel performansını nasıl ölçtüğünü, çocuk seksi ve çocukların cinsel kapasiteleri ile ilgili bilgileri nasıl elde ettiğini açıklamadığı, sıradan insanlar diye tanıtılan deneklerin çoğunluğunun para ile kiralanmış seks işçileri ve cinsel suçlardan mahkûm olmuş hükümlüler olduğu, söylediği kadar deneğe hiç bir zaman ulaşmadığı, görüşleri ile uyuşmayan verileri gizlediği gibi bir sürü eleştiri almış olsa da skala asla medyanın gözünden düşmedi.[27] Liberty Counsel’in kurucusu ve Dekanı Mathew Staver’ın[28] da, “Alfred Kinsey ve Kinsey Enstitüsü, işledikleri devasa sahtekârlıktan sorumlu tutulmalıdır” diyerek Enstitü hakkında bulunduğu soruşturma talebi de karşılık görmedi.]
Ancak Kinsey’de biyolojik ve
toplumsal cinsiyet ayrımı yoktu.
İlk kez 1968 yılında ABD’li
psikanalist Robert Stoller ‘Sex and Gender’ (Cinsiyet ve Toplumsal Cinsiyet)
isimli kitabında, kadınlık-erkeklik ile
cinselliği birbirinden ayırarak “gender”(Toplumsal Cinsiyet) kavramını
kullandı. Bunun anlamı arzulardan/eğilimlerden çok biyolojik olarak “Erkek” ya
da “Kız” olarak dünyaya gelenlerin “toplumsal cinsiyet” (gender) olarak başka
bir cinsiyet taşıyabilecekleriydi. Yani bir kız bedenine sıkışmış erkekler, ya
da erkek beynine sıkışmış kızlardı söz konusu olan.
Luce Irigaray |
Toplumsal Cinsiyetler ancak Heteronormativiteyi
inşa eden (namus, şeref, ırz talebinde bulunan, Eşcinselliği reddeden ahlak
erkeği-Peygamberleri kastediyorlar) erkeğin diğer cinsiyetleri hapsettiği ikili
cinsiyet (kadın erkek) rejiminin yıkılması ile özgürleşebilecek cinsiyetlerdir.
Yani bu
fikre göre “Cinsiyetin ne?” sorusuna, fiziksel özelliklere bakılarak cevap
verilemez ve şıklar arasında “erkek” veya “kadın” seçenekleri yoktur.
Toplumsal Cinsiyetlerin ilki;
H : "Heteroseksüalitedir. (İlişki için karşı cinsi tercih
edenler. Kadın-Erkek ilişkisi) Bu diğer cinsiyetleri baskılayan, ötekileştiren,
erki kontrol eden cinsiyettir ve “düşman” cinsiyettir. Diğer toplumsal
cinsiyetlere yer açabilmek için onun geriletilmesi gerekir.
Dost Toplumsal Cinsiyetler: LGBTQ+’dır[30].
L :
(Lezbiyen, kadın kadına ilişki)
G : (Gay,
erkek erkeğe ilişki)
B :
(Biseksüel, kadın ve erkekle aynı anda ilişki.)
T :
(Trans, karşı cins rolüne girerek ilişki)
Q: (Questioning:
Kararsız ya da cinsiyetini tanımlamak istemeyen veya Queer:
Ahlak erkeğinin anormal sayıp ötekileştirdiği, aşağıladığı diğer ilişki
modelleri[31] (Pedofili, ensest, zoofili vs)
+ :
Toplumsal Cinsiyetlere dost heteroseksüeller
ve yeni gelecek tanımlanmamış ilişki modelleri (Pornocu, sadomazohist, sadist, oğlancı, fetişist, pezevenk, röntgenciler vs.[32])
Toplumsal
Cinsiyet Eşitliği, LGBTQ+ cinsiyetlerin “kadın”, “erkek” gibi tamamen
normalleşmesini talep eder. Bunu da normal cinsiyetlerin “Kadın” ve “Erkek” cinsiyetler olduğu
iddiasına saldırarak yapar.
b) Cinsiyet
Özgürleşmesi veya Toplumsal Cinsiyet Eşitliği
Toplumsal
Cinsiyetler ancak Heteronormativiteyi inşa eden (namus, şeref, ırz talebinde
bulunan, eşcinselliği reddeden ahlak erkeği-Peygamberleri kastediyorlar)
erkeğin diğer cinsiyetleri hapsettiği ikili cinsiyet (kadın-erkek) rejiminin
yıkılması ile özgürleşebilecek cinsiyetlerdir.
Düşüncenin
genel hatlarını “Cinsiyet Belası” isimli eserinde derleyip toparlayan Judith
Butler’ın, Lacan ve Wittiq’den alıp işlediği fikre göre doğduğunda, “insanın
ifade edebileceği tüm cinsel imkânların üzerinde barındıran[33]
çocuklarda”, “Toplumsal
Cinsiyetlerin” temel kurucu unsuru eşcinsellik
ve ensest tabularıdır[34].
(Foucault tabuları kurucu öğe olarak görür[35].)
Çocukta
gelişen ilk duygu kendi cinsinden olan ebeveynine karşı ilgidir. Bu gelecekte
“eşcinselliğe” evrilecek olan duygudur[36]. Dolayısı ile insanlar
öncelikle eşcinseldir[37]. Heterenormativiteyi
üreten erkek; erkek çocuğa kendisini, kız çocuğa kadınını (Erkeğin kadını mülkü
olarak görme iddiasına atıf -AHÇ) yasaklayarak ilk tabuyu (Eşcinsellik Tabusu) üretir. Sonuçta baba-oğul, anne-kız ilişkisi
eşcinsel bir ilişkidir[38].
Daha sonra çocuğun karşı cinsten olan ebeveyni fark etmesi ile diğer cinse
yönelen ilgiyi; kıza kendisini, oğlana annesini yasaklayarak ikinci tabuyu (Ensest Tabusu) üretir.
3 (üç) yaş,
çocuğun
eşcinsel
olduğunu
anlamak için çok mu erken? Transgender araştırmacılar öyle düşünmüyor." |
Ancak
“Ahlak Erkeğinin” tabuları “anne, baba
tabusu” ile sınırlı kalmaz. Her ne kadar kardeşlerin sevilmesi konusunda
ısrarlı ise de kardeşlerin fazla sevilmesi[39]
“Kardeş tabusuna” takılır. Çocuk
büyüdükçe aile içinden, aile dışına yönelecek “eşcinsel” ve “heteroseksüel” eğilimleri[40]
tabu halinde getirdiği gibi insan dışı varlıklara yönelimleri de (hayvan tabusu, eşya tabusu) yasaklar. Ahlak erkeği sadece heteroseksüaliteyi
serbest bırakır. Ancak onu da “tabu”larla
tahakküm altına almaya çalışır. “Toplu
Seks Tabusu” ile beraberce cinselliği, “yaş Tabusu” ile kuşaklar arası cinselliği yasaklarken(pedofili), “Nikâh Tabusu” ya da “Aile Dışı Seks Tabusu” ile kişiyi tek kişiye mahkûm etmeye
çalışır. Üstelik “mahremiyet Tabusu”,
“gizlilik tabusu”, “regl dönemi tabusu”, “çıplaklık tabusu” “utanma”, “ar”, “ayıp” vs. tabuları ile tekrar tekrar
“tabu süzgeçlerinden” geçirerek, cinsellikleri baskılar.
Erkeğin
ürettiği yasaklar ve tabular cinsel yatkınlıkların/yönelimlerin üzerinde
belirleyici[41]
etki yapar[42]. Ve insanlığı, “kadın/erkek” üzerinden
tanımlanmış ikili cinsiyet rejimi hapishanesine mahkûm eder[43].
Böylece Toplumsal Cinsiyetler, “Ahlak Talebindeki Eşcinselliği Reddeden Erkek”
tarafından ötekileştirilerek, ahlaksız, iğrenç, pis olarak tanımlanarak,
toplumsal baskı altına alınıp toplum dışı edilirler.
Bu
yüzden “Cinsiyetlerin Özgürleşmesi”, ancak “heteronormativiteyi kuran”
heteroseksüel ahlak erkeğinin baskısının kırılması ile mümkün olabilecek bir
şeydir.
Bu baskıyı kırabilmek için
öncelikle baskının ve yönlendirmenin fark edilmesi gerekir: Baskı doğum anı ile
başlar ve hayatın her alanına yayılır. Doğumhanenin kapısında hemşire, bebekle
birlikte göründüğünde “erkek”in sorduğu ilk soru: “Kız mı oğlan mı?” sorusudur.
Daha ilk andan çocuk, yüzyıllardır üretilmekte olan iki cinsiyetli cinsiyet
rejiminin cinsiyet kalıbına sokulmaya, yani biyolojik olarak “kız” doğmuşsa,
“kültürel olarak da kız”; biyolojik olarak “erkek” doğmuşsa, “kültürel olarak
da erkek” olmaya zorlanır. Hâlbuki çocuk belki lezbiyen, gay, biseksüel, trans,
hem kız hem erkek cinsiyetleri aynı anda yaşamaya çalışan (travesti) veya hiç aklımıza gelmeyen bambaşka
bir cinsel tercih yapabilirdi, iddiasındalar.
Eşcinsel olmayan Ahlak
Erkeği, “Doğal”lık ya da “fıtrat” diyerek “erkek” ve “kız” kategorileri
tanımlamıştır. Fıtrat dayatması çocuklara verilen isimler, giydirilen pembeli/mavili
kıyafetler, oynadıkları silahlı, bebekli oyuncaklar, yönlendirildikleri
meslekler, aile ve toplum içindeki hitaplar, geleceğe yönelik beklentiler ve
toplumsal davranış kalıplarında kendini hissettirir. Bunlar “doğallık/fıtrat”
adı altında çocuğu “kadın” ya da “erkek” kalıplarına sokmaya çalışan psikolojik,
kültürel ve ekonomik baskılardır. Bu süreç çocuğu, “Toplumsal Cinsiyet Kimliğini”,
kafasının içine gömmeye, gizlemeye mahkûm eder.
Hâlbuki Fıtri/Doğal diye bir
şey yoktur. Erkek çocuklar top, tüfek, tabanca vs ile oynamaya meyilli
değillerdir, Kız çocukları da bebeklere, ev işlerine meyilli değillerdir.
Aileleri erkek çocukların önüne tabanca, kız çocukların önüne cindy bebek
koyduğu için onlar bu kalıpları öğrenir ve “erkek” ve “kadın” kalıplarına
girerler, iddiasındalar.
Cinsiyet Özgürleşmecileri, binlerce yıldır erki elinde tutan, heteronormativiteyi kuran ahlak erkeğinin “fıtrat dayatması” kırılıp çocuklara cinsiyetsiz
isimler verip, cinsiyetsiz kıyafetler giydirip, cinsiyetsiz oyuncaklarla
büyütüp, toplumun binlerce yıldan süzerek getirdiği “erkek” ve “kız” rolleri
öğretilmediğinde, “kadınlık” ve “erkeklik” kategorilerinin tamamen ortadan
kalkacağını, çocukların kendi cinsel eğilimlerine yönelerek içlerindeki mesela
gaylik, lezbiyenlik veya translığı özgürce yaşayabileceklerini düşünürler.
O halde öncelikle kırılması gereken; “normal erkek”, “normal
kadın” tanımları ve özellikle “normali tanımlayan “erkek otorite”dir. (Burada İstanbul Sözleşmesinde geçen “Kadın
ve Toplumsal Cinsiyetlerin korunması için yapılacak ayrımcılık, ayrımcılık
olarak değerlendirilemez[44]” ibaresini hatırlatmak istiyorum. Dikkat
edilirse negatif ayrımcılık yapılacak olan namus, şeref, ırz talebinde bulunan
eşcinselliği reddeden ahlak erkeğidir. Gay, trans, ahlak talebi olmayan vs.
erkek değildir.)
Leo Bersani, çözülen ve erki dağılan erkeklik mefhumunu tarif ederken, “kadınlaştırılmaya indirgenemeyecek, erkekliğin tamamen yok edilmesi olarak görülemeyecek ama artık “becerilmeyi” de kendine sorun etmeyecek yani erkeksi üstünlüğü elinin tersiyle itecek bir erkeksilik olarak tarif eder. Bunu “öznenin/erkeğin intiharına dayanmayan yok oluşu” olarak adlandırır[45].
Annemarie
Jagose’un tanımı ile “Eşcinsel özgürleşmesi, eşcinselliğin özgürleşmesi için
kendisini sabit kadınlık ve erkeklik mefhumlarının kökünü kazımaya adamıştır:
Bu hamle, normatif cinsiyet ve toplumsal cinsiyet rolleri olarak eleştirdiği
şeyin baskıladığı diğer grupları da aynı şekilde özgürleştirecektir.[46]”
Dennis Altman ise Queer
özgürleşmesini şöyle tanımlar, “Özgürleşmenin farklı hedeflerini tespit
eder: Cinsel rolleri yok etmek; bir kurum olarak aileyi dönüştürmek; homofobik
şiddeti sona erdirmek; olası bir biseksüellik lehine yekpare eşcinsellik ve
heteroseksüellik kategorilerini ortadan kaldırmak, erotiğe ilişkin yeni bir
sözlük geliştirmek, cinselliği üreme odaklı veya statü belirten değil de haz
veren ve ilişkisel bir şey olarak anlamak... Özgürleşmek “bizi asli androjen ve
erotik doğallığımızı tanımaktan alıkoyan artı baskıdan kurtulmaktır.[47]”
Peter
Hawkins de feminist hareketlerin hedeflerini: “Erkek düzenin tanımladığı cinsiyet mitlerini, çekirdek aileyi, devleti,
bırakınız yapsınlar kapitalizmini, kadın ve erkek birlikteliğine dayalı
üremeyi, erotizm ve üremenin birbirinden ayrılmasını, insanlığın gelişimini
engelleyen toplumsal eril ve dişil rollerin reddedilmesini ve bütün bunların olması ile eşcinsel bireyin kendiliğinden özgürleşmesi[48]
diyerek tanımlar.
Bu noktada
yeniden vurgulamak istiyorum ki, cinsiyet özgürleşmesi, “Kadın” tanımını
da, en az “Erkek” tanımı kadar sorunlu bir tanım olarak görmektedir. Çünkü “Kadın”
tanımı da “Erkek” tarafından tanımlanmıştır ve “Erkek”in zıddını betimler[49].
Hâlbuki kimse kadın olarak doğmaz: Simon de Beauvior’un 1949 da “İkinci Cins”
isimli kitapta belirttiği gibi “kadın, zaman içinde olunan, bir şeydir[50]
iddiası bu çevrede genel kabul görür.
Erkeğin cinsiyet
değiştirmesinin ve kadın rolüne girmesinin kolaylığı yanında kadının
kendisinden başka bir şey olmakta (Fallus eksikliği/kompleksi) zorlanması
tersten bir paradoxa neden olmaktadır. Duricella
Cornel “Daha ziyade, kadın simgeseli bizi
gelecekte bekler ve daima gelecekte kalacaktır, çünkü oluşumunun ya da yeniden
oluşumunun hiç bir zaman sonu gelmez[51]. Yani aslında “kadınlık” hiçbir
zaman olunamayacak bir şeydir, iddiasındadır.
Bu noktada Messir’nin “Feminist kuram, kadını özne kılmak için
çıktığı yolda kadını tanımlanamaz kılıyor. Toplumsal cinsiyet eşitliğinden
sonra da queer ile tamamen yok ediyor[52]” iddiasının doğrulanmış
olduğunu düşünüyoruz.
Eğer “erkek” ve “kadın”dan
müteşekkil ikili cinsiyet rejimi çökertilebilirse pek çok farklı kültürel
cinsiyetler (kadındaki erkekler, erkekteki kadınlar, yarı kadın yarı erkekler
ve daha tahmin edilemeyenler) özgürleşecektir. Carl Wittman, Gay Manifesto’da,
“Eşcinsel özgürleşmesinin amacı, eşcinselliğin hoş görülmesinden daha
fazlasını güvenceye almaktır. Kendisini toplumsal yapılar ve değerlerde radikal
ve kapsamlı dönüşüme adamıştır. Eşcinsel özgürleşmesi, toplumsal cinsiyet ve
cinsiyet rollerinin herkese baskı uyguladığı kavrayışı ile cinselliğin salt
azınlık bir kitlenin meşru kimliği olarak kabulü için değil, aynı zamanda “herkesin
içindeki eşcinseli özgür bırakmak” için de mücadele etmektedir,[53] diyerek cinsiyet
özgürleşmesinin hedeflerini tanımlar.
Martha Shelly |
Beş bin senedir “Hetero
Zihniyet”, kadını illa erkeğe, erkeği de illa kadına zorlayarak;
geliştirilebilecek çok farklı orgazm modellerini engellediğinden[55] şu
ana kadar çok az kimlik ortaya çıkabilmiştir. Bu baskı kırıldığında
“özgürleşen” zihinlerden, (gelişen teknolojinin de katkısı ile) yepyeni orgazm
modellerinin çıkacağından neredeyse emindirler. ”Rosi Braidotti “gelecek yeni modelleri heyecanla bekliyorum[56]”
derken çıkacak yeni cinsellik modelleri için duyduğu heyecanı gizlemez. Hatta Deleuze ve Quattari, insan adedince
toplumsal cinsiyet, cinsel kimlik ortaya çıkaracaktır[57]
diyerek herkesin kendi performatifliği ile kendine has bir cinsel kimlik inşa
edebileceği ümidindedir.
Ama Judith Butler 14 sene “hazzı
kovalamak ve cinsel hayatını meşru kılabilme mücadelesinde[58]”
ikamet ettiği Amerika Birleşik Devletlerinin doğu kıyısındaki lezbiyen ve gay
cemaat kampından çıktığında bu teoride bazı sorunların olduğunu fark eder.
Uygarlık
ve sürekli ilerleme diye diye vardığımız yer, yeniden hayvanlığa dönmekten mi ibaret?[59]
Judith Butler Toplumsal Cinsiyetlerin Eşitliğine itiraz eder.
Ona göre, binlerce yıldır süren heteronormativitenin baskısı ancak birkaç
farklı model Toplumsal Cinsiyetin ortaya çıkabilmesine izin vermiştir. Muhtemeldir
ki, ahlak erkeğinin cinsiyetler üzerindeki baskısı kırıldığında ortaya yepyeni
modeller çıkacaktır. Eğer Toplumsal Cinsiyetleri tanımlayarak her ne kadar
“ahlak erkeğinin” ürettiği ikili cinsiyet hiyerarşisini (kadın /erkek) kırıp
lezbiyen, gay, trans, biseksüel gibi Toplumsal Cinsiyetlerin özgürleşmesini
sağlamış olsak da, kendileri de, “Ahlak erkeğinin” ürettiği anormalliğin “doğal”
olarak ürettiği başka “anormallikler” oldukları için “doğuştanlık, doğallık,
fıtrilik” iddiaları ile “başka formları” dışlamanın yolunu açar, birer norma
dönüşüp, kendi kalıplarını üreterek, gelebilecek yeni formaların önünü keseceklerdir[60].”
Eğer Toplumsal cinsiyetleri kabul edersek daha önce “Ahlak Erkeğinin”
tanımladığı biyolojik Cinsiyetlerin yerine kültürel cinsiyetleri yerleştirmiş
olmaktan başka bir şey yapmamış olur, ikili cinsiyet rejiminin baskısının
yerine Toplumsal Cinsiyet kalıplarının baskısını yerleştirmiş oluruz.[61]”
Ki Toplumsal Cinsiyetlenmiş unsurların bile ensest, pedofili, zoofili[62]
ve nekrofili[63]
gibi daha marjinal ilişki biçimlerine olan tepkileri bu ön kesmenin öncül
işareti olarak okunabilir.[64]
Bu anlamda Toplumsal Cinsiyetler tanımlayıp bunları toplum nezdinde kabul görür
kılmak, sadece halkayı genişleterek dışlanan sayısını azaltır. Ama dışlananları
ve dışlayıcı mekanizmayı bitirmez. Bu yüzden, aslında kendileri de yine “Ahlak
Erkeği” tarafından tanımlanmış olan Toplumsal Cinsiyetlerin de sorgulanması
gerekir.
Judith
Butler, Rubin’den alıntılayarak Toplumsal Cinsiyetler dediğimiz kimliklerin
aslında binlerce yıldır heteroseksüel normativiteyi inşa eden “eşcinsel
ilişkiyi reddeden, ahlak erkeğinin ürettiği heteroseksist tabu, baskı ve
yasakların neticesinde ortaya çıkmış ve yine onun tarafından tanımlanmış olduğunu
düşünür[65].
Heteroseksüelizm kendi meşruiyetini
tanımlamak için kendi negatifini dolayısı ile homoseksüelliği ya da diğer norm
dışı (anormal) ilişkileri tanımlar. Eğer bu baskı ortadan kalkar ve heteroseksüelite
artık normal olarak tanımlanmazsa, insanlık içinde biseksüellik potansiyeli
gelişip[66]
anormallikten çıkıp, eşcinsellik ortak paydaya dönüşeceğinden heteroseksüellik
de eşcinsellik de doğal olarak bitecektir. O halde Wittiq’in de dediği gibi; gerçek
bireysel özgür bireylerin ortaya çıkabilmesi için öncelikle cinsiyet
kategorilerinin tamamen ortadan kalkması gerekir[67].
Shulamith Firestone da
özgürlüğün ancak cinsel kategorilerin ortadan kalkması ile olabileceğini
düşünür: “Nasıl sosyalist devrimin amacı
yalnız ekonomik sınıf üstünlüklerini yok etmek değil de ekonomik sınıflar
arasındaki ayrımı ortadan kaldırmaksa, kadın devriminin amacı da ilk kadın
haklan hareketinin tersine, yalnızca erkek egemenliğini
yok etmek değil, cinsel ayrımı ortadan kaldırmak olmalıdır[68]”
der.
Butler,
kadın ve erkek kategorilerinde olduğu gibi eşcinselliğin de doğuştan gelen
“doğal”(fıtri) bir eğilim olduğu fikrine karşı çıkar[69]. Hatta
bu konuda yapılmış laboratuvar araştırmaları ile “Cinsiyet Belası”
eserinde dalga geçer[70]. Annamarie Jagose da Amerikan Eşcinsel
Özgürleşmecilerinin, eşcinselliğin anormal ve hastalıklı (patolojik)
görülmesini devam etmesini engellemek için hem Amerikan Tıp Birliğinin hem de
Amerikan Psikiyatri Birliğinin yıllık toplantılarını sabote etmekten[71]
çekinmediklerini iddia ederek psikiyatri derneklerinden alınan “doğal”lık
raporlarının normal şartlar altında alınmadığının haberini verir.
Butler,
Queer Teori de otorite haline gelen kitabı Cinsiyet Belası‘nı yazma gerekçesi olarak, “Toplumsal Cinsiyetli cinsel
pratikleri gayri meşru kılmak için bir hakikat söyleminin gücünden yararlanmaya
yönelik tüm çabalara balta vurmak” diye açıklar[72].
Sorunu “doğal”(fıtri) olanladır. Bir şeyin fıtri olduğunu kabul etmek “performativiteyi”
çökertir. Ona göre kadınlığı ve
erkekliği doğal tanımlamak gibi eşcinselliği, lezbiyenliği, translığı
doğal/fıtri olarak tanımlamak da bir anormalliğe işaretten başka bir şey
değildir. Üstelik bunları doğal /fıtri olarak tanımlamak insansız “orgazm”
biçimlerini anormalleştirerek bir başka dışlanmış zümrenin ortaya çıkmasına
sebep olur. Her doğallık iddiası, doğal olarak bir doğal/fıtri olmayanı tanımladığından
yabancılaşma ve dışlama üretir.
Butler’a
göre evvelemirde “cinsiyet” bir kalıba sığdırılıp betimlenebilecek, herhangi
bir anda tamamlanabilecek dolayısı ile tanımlanabilecek bir şey değildir[73].” Cinsiyet
tam olarak olduğu şey olmayan bir giriftliktir[74]. (Aklınız
karıştıysa yalnız değilsiniz. James Davidson, “Tarihin farklı dönemlerindeki istikrarsız
savlarında, queer kafa karışıklığından başka bir şey üretmez[75]” diyordu.)
Bu noktada
Judith Butler, Foucault’tan aldığı[76],
mutlak cinsellik ve haz özgürlüğünün, ancak tanımlanmamış ve akışkan
kimliklerle, yeni formlar yeni kimlikler
üretimine açık olduğu müddetçe sağlanabileceğini fikrini işler. Bunu Çatışan Feminizmler adlı eserdeki makalesinde “Toplumsal cinsiyet ifadelerinin ardında bir toplumsal
cinsiyet kimliği yatmaz; o kimlik, tam da kendisinin bir sonucu olduğu söylenen
“dışavurumlardan” performatif olarak kurulur.[77]” diye ifade eder.
“Queer bir
kimlik değildir. Bir anlamda kimliğin imkânsızlığıdır. Her türlü kimliğin
yoldan çıkarılıp saptırılması, ezber bozacak şekilde ‘tuhaflaştırılmasıdır’. Bu
yolla kimliğin -her türlü normatif kimliğin- kurucu olduğu kadar baskıcı ve
dışlayıcı gücünü de etkisiz hale getirmektir. Bu nedenle queeri
kimlikleştirmeyen bir iktidar olarak tanımlamak mümkündür.[78] Bu nedenle
Butler, kendisine queeri soran gazeteciye, queer’i tanımlamayı reddederek; “Queer mi, oda ne?” diye cevap
verir.
Cinsel
kimlik tanımlanamaz çünkü sabit bir şey değildir. Bireyin sevgisinin ve
ilgisinin hayatın içinde dönem dönem kendi cinsinden olan ebeveyne, bazen de
karşı cinsten olan ebeveyne kayması gibi, kişi de bazen eşcinsel/homoseksüel
bazen de heteroseksüel ilişkiye[79]
ya da aynı anda hem homoseksüel hem heteroseksüel ilişkiye yönelebilir. Evde
karısı ile heteroseksüel ilişki içinde bir aile babası iken, iş yerinde bir erkekle homoseksüel ilişki
içinde olabilir. Ya da bir müddet kızlarla takılıp arada sırada erkeklere de
gidebilir. Hatta hem kızlarla hem erkeklerle ilişki içinde iken başka varlıklarla
fanteziler de yaşayabilir. Butler’a göre bazen erkekliğe, bazen kadınlığa
yönelen bu yüzergezer durum[80]
Toplumsal Cinsiyetlerin bir kalıp olmadığına ve kaygan, geçişken, değişken bir
zeminde hareket ettiğine delil teşkil eder. O halde der Judith Butler; kişinin
cinsiyetini, zamanla değişen, doğal kimliği olarak sahiplendiği, tekrar eden eylem,
jest ve hareketler ile kendiliğinden inşa ettiği “performatiflik” belirler. (Ancak
Performativiteyi, performans göstermek olarak okumak çokça düşülen bir
hatadır. Performans göstermek, dolaptan elbise seçer gibi toplumsal cinsiyet
seçip hayata geçirmek değildir... Bu, Butler’ın toplumsal cinsiyet tanımına da
aykırıdır.[81]-
Diye not düşüyor KAOSGL.)
Butler, “Toplumsal Cinsiyeti”
ancak yaparak, uygulayarak, tekrarlayarak, performans ile elde edilebilen bir
şey olarak görür.[82]
Performansın ya da icraatın şekli, partneri vs. değiştikçe toplumsal cinsiyet
de değişir. Bu anlamda insan, sayısız toplumsal cinsiyet geliştirebilme
potansiyeline sahiptir. Üstelik Toplumsal Cinsiyetler kaygan, trans (geçişken)
bir zeminde hareket ettiklerinden sabit bir isimle adlandırılmaları da hata
olacaktır.
Annamarie Jagose’de Butlerla
aynı fikirdedir. Oda gey, lezbiyen, trans gibi kimliklerin “performans” ile
kazanılmış kimlikler olduğunu ve aslında ortada sabit tanımlanabilecek “Toplumsal
Doğal Kimliklerin” var olmadığını” söyler.[83] Ona göre “Erkeklerin kadınları
baskılamadığı ve cinsel ifadenin hislerin peşinden gitmesine izin verilen bir toplumda eşcinsellik ve heteroseksüellik kategorileri
ortadan kalkacaktır.[84]”
Butler “Heteroseksüel
hegemonyanın kesintiye uğratılıp yerinden edilmesiyle beraber cinsiyet
kategorilerinin yok olacağı” konusunda Wittiq ile Foucault’yu da hem fikir
görür. Eşcinsel Devrim Partisinin beklentisi de bu yöndedir: “Eşcinsel
devrim bütün toplumsal ve duygusal ilişkilerin gey olacağı ve eşcinsellik ve
heteroseksüelliğin anlaşılmaz kavramlar halini alacağı bir dünya yaratacaktır.”
Annamarie Jagose Queer’i “geleneksel kimlik temelli örgütlenme
biçimlerinde hayal kırıklığına uğramış olup bütün kimlik kategorilerinin
radikal bir şekilde doğallıktan çıkarılması için uğraşır diye tanımlar[85].”
Eşcinsel Devrim Partisinin
beklentisi de bu yöndedir: “Eşcinsel devrim bütün toplumsal ve duygusal
ilişkilerin gey olacağı ve eşcinsellik ve heteroseksüelliğin anlaşılmaz
kavramlar halini alacağı bir dünya yaratacaktır.”
Yani erkek, kadın,
homoseksüel, biseksüel, transseksüel, ensest, hayvan sevici, ölü sevici gibi
kategorilerin tamamı erkek egemen düzenin tanımlarıdır. Bu tanımları
özgürleştirmek değil tamamen yok etmek ve “tanımsız” “isimlendirilemeyen”,
“kategorize edilmeyen”, “fark edilmeyen”, “görülmeyen”, “nötr” bir yere
ulaşmakla ancak bir özgürlükten bahsedilebilir, iddiasındalar.
Dikkat
edilmesi gereken istenilenin Toplumsal Cinsiyet kategorilerinin ortadan
kaldırılması olmadığıdır. İstenilen, bizzat o kategorileri var eden,
tanımlayan, isimlendiren merkezin yok edilmesidir. Kürşat Kenan’ın deyişiyle “Amaç
kenardakinin merkeze çağrılması değil, bizzat merkezin darmaduman edilmesidir.[86]”
Tanımlanamazlık Queer’in
dışına sadece “erkeği” ve “kadını” atmakla kalmaz, Toplumsal Cinsiyet
çerçevesinde tanımlanmış, legalleşmiş olan lezbiyen ve geyleri bile dışlarken,
lezbiyenler ve geyler tarafından bile sapkınca bulunup dışlanan en uç, en
marjinal formaları (pedofili[87], ensest, sadomazohist vs.)
içeri davet eder[88].
Bunu,
queerin epistemolojik ve
ontolojik biçimlere kafa tuttuğu kadar, tüm
ahlaki ve siyasi normlara kafa tuttuğu, onları da yerle bir etmeyi hedeflediği
şeklinde okumak gerekir. [89]
Butler’ın queer’den beklentileri de bu yöndedir. O
queer’in hem ikili (kadın/erkek)
cinsiyet rejiminin içerdiği normatif (kuralcı, ahlakçı) şiddeti, hem de eşcinselliği
reddeden erkeğin kurduğu ahlaki yapının kökünü kurutacağını umut etmektedir.[90]
Mücahit
Gültekin Queer’i “Queer teorinin özü şu:
kendinizi hiçbir kimliğe dayandırmayacaksınız, ne kadın kimliğine, ne erkek
kimliğine, ne trans kimliğine, ne lezbiyen, ne gay, hiçbir kimlik kalıcı
değildir, hiçbir sabiteye dayanmayacaksınız. Buna “akışkan kimlik” diyorlar, ya
da “kimliksizlik” diyorlar. Çünkü “her şey, her an değişebilir” diyorlar.
Mesela şunları da eleştiriyorlar; lezbiyen kimlik! “Hayır” diyorlar “böyle bir
şey yok, yarın ne olacağım belli değil, biz yeniden inşa edebiliriz bunu.” O
yüzden feminizmin eleştirildiği nokta burada şu: “Sen” diyor, “sabit kadın
kimliğine dayanarak politika üretiyorsun, mecburen ötekileştiricisin,
ötekileştirici olmaman için her kimliği -çünkü bunların hiçbirisi doğuştan
değildir, üretilmiştir inşa edilmiştir- kabul edebilmek için bu ‘queer’ çerçeve
içerisinde bulunman gerekir” diyorlar [91]
diye tanımlar.
Kaba bir örnekle açıklayalım:
Çiftleşen kedileri, köpekleri kimse “eş” cinsler mi, akrabalar mı, dede torun
mu, anne oğul mu, baba kız mı, yaşlı mı, genç mi diye tanımlamaz. Annesi ile
birleşiyor diye, o kedileri ensestle, çok genç bir kedi ile birleşiyor diye
pedofililikle suçlamaz. Kimse onlara “sokak ortasında bu yapılır mı?” demez,
mahremiyet beklentisi yoktur. İnsanlar onların yanından hiç bir isimlendirmede
bulunmadan, fark etmeden hatta görmeden gelip geçerler. Onların tüm ilişki
biçimleri bu anlamda “isimlendirilmemiş”,
“nötr”dür. Aynen bu örnekte olduğu gibi özgürlük; heteronormativiteyi
tanımlayan erkeğin tanımlama gücü elinden alınıp, cinselliğin hangi modeli,
hangi türü olursa olsun görülmediğinde, adlandırılamadığında, nerede ve kiminle
olursa olsun fark edilemediğinde gelecektir, iddiasındalar.
Queer’in kapsadığı kimlikler
En geniş anlamı ile Queer
Kimlikler sadece lezbiyenleri ve geyleri değil, transgender, biseksüel,
transseksüel kimlikleri de niteler. Annamarie Jagose’un Louise Solan’dan
alıntıladığı gibi Queer kimlikler, “farklılıkların
oksimoronik ortaklığı”dır[92]. Queer,
norm dışı olanı, ahlaksızca bulunup dışlananı, iğrenç ve tiksinilecek olan her
kesi kapsama iddiasındadır. Toplum tarafından zulme uğramış, kendileri ile
empati yapılmaya yanaşılmamış, toplumdan bir nevi sürgüne zorlanmış her türlü
kimliği sahiplenir. AVM’de sürekli ağlayan çocuğun annesi, heterosekseül
sadistler, erkek çocuk (oğlan) seviciler, fetişistler, pornocular, pezevenkler,
röntgenciler, sapıklar vs. de toplumsal yaptırımlardan zarar görmekte olmaları
ile queer kimlikler tarafından
sahiplenilirler.[93]
Cogito Dergisinde Queer kimlikler şöyle tanımlanır: “Queer” teriminin en bariz ve en aşırı
heteroseksüel ve patriyarkal iktidar oyunlarının çoğunu kapsama yetisi vardır
ve hiç şüphesiz, yakın gelecekte bunlara siyasi bir gerekçe sunup üzerlerini
örtecektir. Bir açıdan bunlar da queer dir, bunlara da zulmedilmiştir, bunlar
da dışlanmıştır. Heteroseksüel sadistler, oğlancılar, fetişistler, pornocular,
pezevenkler, voyörler[94]de
toplumsal yaptırımlardan mustariptir; bir bakıma, onlar da baskı gören kişiler
olarak görülebilir.[95]
KAOS GL Derneğinin internet
sayfasında LGBTQ+ ifadesindeki “+” ibaresinin kapsadığı kimlikler Türkiye
özelinde şöyle sıralanır: “LGBTİ olarak
açılmayanları, açılıp sonra kapananları, travesti lezbiyenleri, sevicileri,
kamyoncuları, LGBT’nin içine sığmayan laçoları, laçonyaları, lubunları,
lubunyaları, diginleri, böcükleri, aktifleri ve full p’leri, bakışıkları,
ablacıları, ablaları, peripellaları, bacıkolileri, doğan görünümlü şahinleri,
ka geyleri, alıkları, oğlanları, oğlancıları, yengeleri, enişteleri,
yengecileri, eniştecileri, hem yengeci hem eniştecileri, gacıları, gacı
gibileri, has gacıları, dönmeleri, travestileri ve bütün çokluğuyla
cinsiyetleri ve cinsellikleri tartışmaya açmak; bu coğrafyada queerin evrimini
karakterize etmeye çalışırken buraların queer tarihçesine odaklanmak
istiyoruz.”[96]
Queer Uygulamalar: Öznenin
intiharına dayanamayan bir yokoluş[97].
“Vazgeçen. – Ne yapar vazgeçen? Daha yüksek bir dünyaya erişmek için
çabalar, daha ileri, daha yükseğe uçmak ister.[98]”
Nietzsche
Abdulvehap el
Messiri, postmodernitenin iyiyi-kötüyü söyleyebilecek bir referans kaynağının
olmadığını, bu nedenle değerlerin, ahlakın, insanın, sanatın, dinin, öznenin,
nesnenin, yani insanlığın bu güne kadar
biriktirdiği her şeyin “menfaat”, “zevk” ve “epistemolojik görecilik” potasında eriyip gittiğini
savunur: “bu gerçekte aklın yani insanın, anlamları ve edimleri biriktirmesini
sağlayan becerisinin ortadan kaybolması anlamına gelir... ki bu anlamı ile
Postmoderniteyi tarihsel hafızanın aktif
unutkanlığı olarak tanımlayanlar pek de haksız sayılmazlar [98-a]", der.
Şöyle bir örnekle açıklanabilir: Maymunlar basit aletleri kullanabilirler. Ellerindeki bir sopa ile cevizleri ağaçtan düşürebilir ve yine kullandıkları bir taş ile o cevizleri kırıp yiyebilmeyi öğrenebilirler. Ancak maymunlarda her geliştirilen, tecrübe edilen mana veya fiil o maymunla birlikte ölür ve unutulur. Bu nedenle uygarlığı var edecek mana, fiil ve bilginin birikmesi ve gelecek nesillere nakli mümkün olmaz. Yeni gelen maymunların her şeyi yeniden keşfetmeleri gerekir. İnsanlar tecrübeyi ve ürettikleri değerleri gelecek nesillere aktarabilmekle hayvanlardan ayrıldılar ve tüm diğer varlıklara üstün oldular.
Şöyle bir örnekle açıklanabilir: Maymunlar basit aletleri kullanabilirler. Ellerindeki bir sopa ile cevizleri ağaçtan düşürebilir ve yine kullandıkları bir taş ile o cevizleri kırıp yiyebilmeyi öğrenebilirler. Ancak maymunlarda her geliştirilen, tecrübe edilen mana veya fiil o maymunla birlikte ölür ve unutulur. Bu nedenle uygarlığı var edecek mana, fiil ve bilginin birikmesi ve gelecek nesillere nakli mümkün olmaz. Yeni gelen maymunların her şeyi yeniden keşfetmeleri gerekir. İnsanlar tecrübeyi ve ürettikleri değerleri gelecek nesillere aktarabilmekle hayvanlardan ayrıldılar ve tüm diğer varlıklara üstün oldular.
Aydınlanma
felsefesinin ulaştığı Postmodernist dönem, değerleri üreten referans kaynağını
(Tanrı’yı) ciddiye almayı reddedince, insanları hayvanlardan üstün kılan
değerler ve tecrübeden hâsıl olan hikmeti koruyup gelecek nesillere taşıyan merkez
de dağılmış oldu. Dağılan ve kapitalizmin inisiyatifine terk edilen değerler, artık
memnun edilmesi gereken tek Tanrı olarak kalan maddeperest menfaatçilik ve
zevkçiliğin (sana göre, bana göre) elinde kaldı. Maddeperest –sana göre, bana
göre-ciler, insanlık için üzerinde anlaşabilecek hiçbir değer üretemeyince Postmodern
kapitalist egemenler bildiğimiz tüm değerleri, ahlaki normları ve hikmeti unutmayı
bize teklif ediyorlar.
Queer
unutmanın ideolojisidir.
·
Unutmak
Nietzsche’ye göre: İnsan
ilkel çağlardan itibaren çöllerde, dağlarda vahşi bir hayat sürerken kendisini
korumak, hayatta kalmak, neslini devam ettirmek, avlanmak, av olmamak, sürekli
gözlemek ve gizlenmek zorunda iken geliştirdiği içgüdüleri, zamanla fazla gelişerek
insanın kendisine karşı, kendisini kesintisiz kontrol eden bir mekanizmaya
dönüştü. Öyle ki, bu güdüler, bir kafesin insanı sarması gibi onu sardı ve olduğu
yere mahkûm kıldı. Geçmiş dönem insanları bu güdüye; töre, ahlak, erdem, Tanrı
vs. gibi değişik isimler vererek kutsadı. Kendini ya da sürüyü riske atan düşmanlık, savaş, katliam, bencillik, takip, saldırı, tahrip
etmek ve değişim vb.den alınan hazlardan kaçmak, bunları kötücül duygular
olarak tanımlamak binlerce yıllık bu vahşi hayatın geliştirdiği hayatta kalma içgüdüsü
ile ilgilidir. İşte insanlığın gelişiminin önünde ki en önemli engel olan
“vicdan” denen karalığın (karavicdan) da kökenin de bu vardır. Zaman geçip
insanlık ilerleyip artık çöllerde gezmesine, dağlarda avlanmasına ihtiyaç
kalmadığı, gecenin hayaletlerinden, kötü ruhlardan, kara büyüden falan
korkmasına gerek olmadığı zamanlarda hala o geçmişin hayaleti; Tanrı, töreler,
ahlak vs. adı altında insanlığı kafesin içinde tutmaya devam ediyor[99].
Nietzsche’ye göre bu kafesten kurtulmanın yani ilerlemenin tek yolu bu
içgüdülerden vazgeçmek yani “unutmaktır.” Edilecek fedakârlık, yani unutulacak
olan ne kadar büyük olursa ilerlemenin önü de o kadar açılacaktır[100].
Jagose’un teklifi de bu
yöndedir: Jagose’un Nietzsche’den aldığı, “unutma olmadan mutluluk, neşe,
umut, gurur, şimdi, şu anda olamaz[101]”
fikri Queer Teorinin de ana tekliflerinden birini teşkil eder. Atalardan gelen,
gelenekten gelen, öğrenilmiş kalıplar unutulmadığı sürece “özgürlüğe” ulaşmak
mümkün olmayacaktır. Jagose, Joseph Roach’ın Cities of Dead’inden alıntıladığı
bir Yoruba Atasözünü hatırlatır: “Kalemi yapan Beyaz adam silgiyi de yaptı[102]. Nitekim beyazlık hem kalem hem de silgidir ve
ırksallaştırılmış emek Batı’nın hem yazdığı hem de sildiği hikâyedir” der.
Aynı fikirdeki Judith
Halberstam, Nietzsche’nin “ Unutkanlık
olmaksızın mutluluğun, neşenin, umudun, gururun, şimdinin olamayacağı ilk
bakışta bellidir[103]” cümlesini düstur
edinmiştir. “Kanka Arabam Nerede” filmine getirdiği eleştiride “Batının
unutkanlığı, çevrenin kendisinden neden nefret ettiğini anlamamasının temel
medenidir. Unutkanlığı, kendi özgürlüğünün(ve konfor içinde oluşunun-AHÇ)
başkalarının esareti pahasına gerçekleşebileceğini fark etmesine müsaade etmez.
Bu unutkanlık, iğrenme ya da yargılama olmadan, kendisini sapıklık ve fanteziye
kaptırmasına da imkân tanır[104].” Halberstam’a göre Batı’nın “unutkanlığı”, hem
Batı’dan nefretin, hem de Batı’dan nefret edenlere karşı Batı’nın üstünlüğünün
sebebidir. Batı, eğer üstünlüğünü devam ettirmek istiyorsa, “unutulması
gerekenleri” zamanında unutmayı başarmaya da devam etmelidir.
Halberstam, “Öğrenmek, bir
parça ezberlemek, bir parça unutmak, bir parça biriktirmek, bir parça silmekten
mürekkeptir.[105]”
derken kastettiği; özel olarak, “özgür” eşcinsel ilişkiyi reddeden Ahlak
erkeğinin kurduğu yapıyı gelecek nesillere aralıksız taşıyan “aile”nin, genel
olarak ise “ahlak”ın unutulması gerektiğidir.
Judith Butler’da “kadın” kategorisinin
imha edilmesini savunurken unutma fikrine yaslanır ve “İmha etmek aynı zamanda
onarma işidir[106]”
der. Çünkü hâkimiyet kurma yollarından
birinin de özneleri düzenleyip üretmek olduğunu fark etmeden, bizi özgürleşme
ve demoktatikleşmeye götüren mücadele altında ezildiğimiz hâkimiyet
modellerinin ta kendilerini benimseme hatasına düşebiliriz.
a)
(Erkek
egemen) Dili Unutmak
“Derridaya
göre dil tarihten önce gelir, hatta tarihi belirler ve böylece tarih kendi
tarihselliği içinde ifşa edilmiş olur. [107]” Dilin toplum üzerindeki bu
belirleyiciliği sadece tarihi süreçleri anlatmaz aynı zamanda kurulmuş olan
düzenin tarihi kökenindeki şiddet silsilesinin de işaretleridir.
Foucault, “Dil
erki belirler, Erk dile yön verir” derken dili, toplumun algı biçimlerini
etkileyerek topluma şekil ve yön vermekte en önemli araç (erk) olarak görür. Foucault
“İnsan öznenin temelde dil yoluyla
yapılandığını savunur[108]” Eğer dili yeniden
yapılandırabilirsek zihinleri, de yeniden yapılandırmış oluruz şeklindeki bu
yaklaşım feminist ve queer teorisyenleri çok ciddi biçimde etkilemiştir.
Foucault’a
göre özne, değişmez gerçekliğini, merkez ya da kaynak olma özelliğini yitirince
her şey söylemin birleştirici dizgesine göre anlam kazanır ve söylem
dizgelerinin buna göre oluşmasına olanak verir. Erkeğin ya da ataerkil yapının
ürettiği değerleri darmadağın ettiğimizde, inşa edeceğimiz yeni dilin işaret
ettiği yeni toplumsal yapı kendiliğinden hizaya geçecektir.
Wittig, “önümüzdeki siyasi görev, temsil ve üretimin amacı olan ‘dili’ ele geçirmek, bedenler alanını
istisnasız inşa eden bu aracın bedenleri yapıbozuma uğratmakta ve cinsiyetin
ezici kategorilerinin dışında yeniden inşa etmekte kullanılmasını sağlamaktır.[109]” derken siyasi olarak en önemli görevin dili
ele geçirmek olduğunu söyler. Monique Wittig Les Guerilleret’de (Gerillalar) isimli
kitabında bütün il-ils (eril 3. Tekil ve çoğul şahıs zamirleri) kullanımlarını
eleyerek genelin, evrenselin yerine elles’i (dişil üçüncü çoğul zamiri) koyar. Bu
çalışması dünya çapında kadınlık ve erkekliği işaret eden zamirlerin
kaldırılması yönünde karşılık bulur. Oxford Üniversitesi İngilizcedeki He ve
She zamirlerinin yerine “ZE” kelimesini teklif ederken[110], İsveç’te erkeği ve
kadını işaret eden "Han" ve "Hon" zamirlerinin yerine her
ikisini de işaret eden "Hen" zamiri kullanılmaya başlandı[111].
Judith Butler bu konuya ,
“Dilin bedenler üzerinde işleme gücü cinsel ezilmenin hem ardındaki neden, hem
de ötesine giden yoldur. Dilin işleyişi ne büyülü ne engellenemez bir
işleyiştir... Dil karşısında gerçeğin belli bir plastiği, yoğrulabilirliği
vardır: Dilin gerçek üzerindeki eylemi plastik bir eylemdir[112]”diyerek
girer ve “Dili yeniden yoğurmak gerekir.” tavsiyesinde bulunur. Butler topluma hakimiyet kurma yollarından
en önemlisinin özneleri düzenleyip yeniden üretmek olduğunu söylerken[113], dilin eski cinsiyetleri
unutmada ya da yeni tanımlar yaparak toplumu düzenlemede işlevsel olarak
kullanılmasının hayati önemde olduğunu düşünür.
Bu düşünceden hareketle
Toplumsal Cinsiyetçi çevreler, “Bilim adamı, devlet adamı, din adamı,
insanoğlu, eloğlu, karı gibi ağlamak, evde kalan kızlar, ev kadını, şefkatli
anneler, kadın milletvekili, kadın hakları, kadın gazeteci[114]”
gibi erkek egemen yapının ürettiği, alt yapısını dini değerlerin var ettiği
kadın erkek ayrımcılığı gözeten kelimelerin, kadınları bir taraftan aşağılayıp
toplumsal bir role zorlarken, diğer taraftan da Toplumsal Cinsiyetlerin
varlığını da görmezden geldiğini iddia ederek dilden temizlenmesi gerektiği
yolunda mücadele verirler. Bu kelimeler dilde var olduğu sürece toplumsal
cinsiyetli yapılar toplum tarafından ya görmezden gelinecek ya da aşağılama
amaçlı ifadelerle ötekileştirileceklerdir. Ve dilin dolayısı ile toplumun
pratiğine sokulamayacaklardır. Mesela evinin erkeği, evinin kadını kelimesinin
yanına evinin lezbiyeni, evinin biseksüeli; bilim adamı yerine bilim gayi,
devlet transı, hükümet oğlancısı gibi bir kelime mevcut dile uygulanamaz. Eğer
bu cinsiyetçi vurgular tamamen unutulursa ve onların yerine gelen yeni
kelimeler hiçbir tanımı işaret etmezse ayrımcılık kendiliğinden ortadan
kalkacaktır iddiasındalar. Bilim insanı, devlet insanı, insan çocuğu vs gibi.
Annamarie Jagose |
Foucault’a göre özne değişmez
gerçekliğini, merkez ya da kaynak olma özelliğini yitirince her şey söylemin
birleştirici dizgesine göre anlam kazanır ve söylem dizgelerinin buna göre
oluşmasına olanak verir. Erkeğin ya da ataerkil yapının ürettiği değerleri
darmadağın ettiğimizde, inşa edeceğimiz yeni dilin işaret ettiği yeni toplumsal
yapı kendiliğinden hizaya geçecektir, diyor.
b)
Aileyi
Unutmak:
"Simone
de Beauvoir’da İkinci Cins eserinde
“Evlilik ve aileyi; erkek egemen düzenin, kadını baskı altında tutmak
için geliştirdiği bir yapı” olarak görür ve “çoğu feministler gibi
ailenin tamamen ortalıktan kaldırılmasını” önerir. “Hiç bir kadına evde
oturup çocuğunu büyütme fırsatı vermemeliyiz... İnsanın yaratılmış bir doğası/fıtratı
yoktur... O şekil verilebilir ve biz ona yeni bir şekil vermeliyiz”
önerisinde bulunur.
Judith Halberstam |
Judith ya da kendini farklı
hissettiği zamanlarda kullandığı ismi ile Jack Halberstam “Aile hem modern kültürde hem de akademik kültürlerde insan
etkileşiminin son derece gerici bir anlayışının cilanlanması için kullanılan
bir kavramdır. Toplumsal cinsiyet, cinsellik, cemaat ve siyaset hakkındaki
kurumsallaştırmalarımızda aileyi unutmamız ve ödipal aktarımın düzenliliğini
sekteye uğratmak için unutmayı bir strateji olarak benimsememiz gerekebilir.
Devamlılığın sahte bir anlatısı, bağlantı
ve ardıllığın organik ve doğal görünmesini sağlayan bir yapı olduğundan aile,
başka her türlü ittifak ve koalisyon (partner biçimlerine-AHÇ) biçimlerine ket
vurur. Aile ideolojisi lezbiyen ve gayleri evlilik siyasetine doğru iter ve bu süreçte
diğer akrabalık biçimlerini siler. [116]”
Aile, insanlığın çöllerde
gezindiği ilkel dönemlere, geçmişe ait bir kavram olarak makine olma aşamasına,
“insan ötesine” geçmenin eşiğine gelmiş insanlık için bir an önce terk
edilmesi, hatıraların arasına karıştırılması gereken bir kavramdır.
Dikkat edilirse kadın erkek
birlikteliği diğer tüm biçimlerin önünde engeldir mutlaka bu engel aşılmalıdır
diyor.
Ailenin, yıkılması gereken en
temel hedef olması[117],
cinsiyet mitlerini/kategorilerini ve geçmişin “Ahlak Erkeğinin” tanımladığı
patriyarkal (erkek egemen) düzenin öğretilerini, davranış kalıplarını (ödipal
aktarım) yeni kuşaklara taşımasından kaynaklanır. Üstelik erkekle kadının teke
tek kurdukları ilişkide erkeğin üstün bir pozisyon kazanması, kadını
sahiplenmesi, kadının da erkeğe bağlanması ve kolayca çocuğa dönüşüp kadının
erkeğe kendisini mahkûm hissetmesini sağlaması da işin bir başka şikâyet edilen
yönüdür.
Olaya bir başka açıdan bakan Chimamanda
N. Adichie evliliğin kadını tek eşe mahkûm edip gen havuzunu daraltarak evrimin
işini zorlaştırdığından, daha sağlıklı ve daha fazla hayatta kalabilecek çocuk
yetiştirmenin önünde engel olduğundan şikâyet eder. Ona göre “Kadının
partner sayısının artırması evrimsel açıdan en mantıklı olan yoldur[118]”. Ancak bunun olabilmesi için babadan oğula,
anneden kıza[119]
nakledilen, ahlak erkeğinin kurduğu egemenlik düzenlerini korumaya hizmet
eden ahlak, edep, ayıp, utanma, bekâret, tek eşlilik gibi ilkel öğretilerin
gelecek nesillere aktarımının durdurulması gerekir. Mesela “Çıplaklıkla
utancın birleştirildiği, bekâret odaklı bakışın kırılması[120]
ile ailenin, tamamen geçmişte kalabileceği” ümidindedirler. Ona göre
“Anneden kıza bilgi “aktaran” modelin tamamı beyaz, cinsiyetlendirilmiş ve
heteronormatif bir söyleme bağlıdır[121]”
ve aile içinde doğan her çocukla birlikte erkek egemen düzene hizmet
edilmiş olur.
Judith Butler |
Judith Butler’da aileyi
geçmişe ait ilkel bir yapı olarak görür. Ona göre, geçmişe oranla oldukça
başkalaşmış, kırılgan, geçirgen(trans) ve genişleyen bir yapıya sahip olan
aileden, eski anlamda aile olarak bahsetmek artık mümkün değildir. Serbest
cinsellik içindeki kadınların çok partnerli hayatları, çocuklara pek çok anne
ve pek çok baba imkânı sunarken, çocukları bir tek anne ve bir tek babaya mahkûm
etmek hiç de mantıklı değildir. Zaten babanın konumu dağılmış, annenin konumu
ise birçok faktörce paylaşılmıştır (anaokulları, kreşler, okullar, hastaneler,
tvler, tabletler vs.-AHÇ) Üstelik çevrede gerçekten anne veya baba olmayan birçok
erkek ve kadın olması, erişkinlerin çocukla sadece anne ya da baba olmanın
ötesinde arkadaş olma imkânı da sağlar. Ona
göre, bu serbest cinsellik modeli heteroseksüel ailelerin homoseksüel ailelerle
karıştığı, kardeşler, yarı kardeşlerin birbirleri ile hem kardeş hem arkadaş
oldukları çok daha zengin bir aile ortamı vaat etmektedir[122].
Pınar Selek Kozmopolit'e yazmış olduğu "Evlilik Köleliktir" yazısında; "Her evlilik sisteme edilmiş en büyük hizmettir. Kölelik anlaşmasıdır. Evlilik binlerce yılın köhnemiş kurumuna, sistemin en güçlü, en köklü yapısına onay vermektir ve onun kuruluşunda rol almaktır. Evliliğin iyisi kötüsü olmaz. Evlilik bir kurumsal ilişkilenme biçimidir ve en iyi insanları bile kendi içinde eritir, kötürümleştirir. Bu kurum en çok kadınlara zarar verdiği için, onu dönüştürmede öncülük de kadınlara düşüyor...Gelin söz birliği edelim ve kimseye karılık etmeyelim! Evlenmeyelim! Evlenmeyerek sisteme en büyük darbeyi biz vuralım ve toplumsal dönüşüme öncülük edelim.
Evlilik en örtülü, ama en köklü köleliğe teslimiyettir. Teslim olmayalım[122-a]" diye yazar.
Pınar Selek Kozmopolit'e yazmış olduğu "Evlilik Köleliktir" yazısında; "Her evlilik sisteme edilmiş en büyük hizmettir. Kölelik anlaşmasıdır. Evlilik binlerce yılın köhnemiş kurumuna, sistemin en güçlü, en köklü yapısına onay vermektir ve onun kuruluşunda rol almaktır. Evliliğin iyisi kötüsü olmaz. Evlilik bir kurumsal ilişkilenme biçimidir ve en iyi insanları bile kendi içinde eritir, kötürümleştirir. Bu kurum en çok kadınlara zarar verdiği için, onu dönüştürmede öncülük de kadınlara düşüyor...Gelin söz birliği edelim ve kimseye karılık etmeyelim! Evlenmeyelim! Evlenmeyerek sisteme en büyük darbeyi biz vuralım ve toplumsal dönüşüme öncülük edelim.
Evlilik en örtülü, ama en köklü köleliğe teslimiyettir. Teslim olmayalım[122-a]" diye yazar.
Butler, kimden aldığını ve katılıp katılmadığını belirtmediği
alıntıda; “Ev erkeğin kamusal alanıdır.
Kadın, erkeğin evdeki malları gibi malıdır. Evlilik erkeğin kadını
mülkleştirerek dilediği an tecavüz hakkı elde etmesidir. Bu hali ile evlilik
sokakta işlenilmemiş bir tecavüzdür. Ya da “tecavüz” sokak evliliğidir, evsiz
bir evliliktir. Evsiz kızların evliliğidir ve evliliğe gelince,
evcilleştirilmiş bir tecavüzdür[123]
Tecavüz erkeğin mal edinmesinin evsiz olanıdır. Evli olanına evlilik diyoruz”
der. Sanırım burada kastettiği tecavüzün
yasaklandığı gibi evliliğin de yasaklanması gerektiğidir.
Donna Haraway |
Donna Haraway’in geleceğe
yönelik öngörüsü, sabit karı kocalı evlerin yerini, sabit kadınların reisliğini
yaptığı, erkeklerin birkaç aylık dönemlerle evden eve gezindikleri kısa süreli
seri tek eşli birliktellikler şeklindedir[125].
c)
Çocuk
Yapmayı unutmak:
Jamaica Kincaid |
Jamaica Kincaid, erkek
tarafından sömürgeleştirilmiş bir kadının (Sanırım evlenmiş kadını kastediyor -AHÇ)
çocuk doğurup kendi mirasını (annesinden
öğrendiklerini-AHÇ) çocuğuna aktarması
durumunda, sömürgeci tasarının bir kuşaktan diğerine virüs gibi yayılacağı
konusunda ısrarcıdır[127]. Erkeğin çocuk
doğurtarak kadını sömürmesinin önüne, ancak erkeğin kadını tanımladığı kızlık, eşlik, annelik hatta kadınlık
kategorilerini topyekûn reddederek geçilebileceği düşüncesindedir. “Pasiflik
(anne, kız, eş olmayı reddetme-AHÇ) ve mazohistliğin radikal biçimleri,
kadınsılığın anneden kıza aktarıldığı basit modelin dışına çıkar ve aslında
anne-kız arasındaki bağı tamamen yıkmayı hedefler.[128]” Jamaica Kincaid bunu basitçe “olmanın reddi”
ile erkek egemen düzenin yıkılması olarak görür.
Gayle Rubin |
Judit Butler, Kristeva
Levi-Straus’tan yaptığı alıntı ile erkeklerin kadınları, aralarında değiş tokuş
ile takas ettiklerini, bu değiş tokuşun dişi bedenin, kültürel olarak annelik
bedeni olarak inşa edilemeye sebep olduğunu, bunun neticesi olarak kadının
zorunlu üreme yükümlülüğü altına girdiğini söyler. Gayle Rubin’den yaptığı alıntıda ise, akrabalık
bağlarının üremeci cinselliği var ettiğini, anneliğin aslında acil akrabalık
ihtiyaçları gereği tekrarlanan bir toplumsal pratik olduğunu düşünür.[129] Bunları delil gösteren
Butler annelik ve çocuk doğurma güdüsünün, kültürün kadına zorladığı duygular
olduğunu, üreme işlevinin baba erkil/ erkek egemen düzenin tahakkümünün temel
yasası olduğu iddiasında bulunur[130].
Judith Halberstam, unutulması
gerekenlerin arasında “anne”liğin bizzat kendisinin olduğunu düşünür: “Anneni kaybet” emriyle başlayıp, kendiliğin
topyekün sökümüyle sonuçlanacak bir güzergâhta, yapmak değil feshetmek ve Batı
felsefesinin tanımladığı ve tahayyül ettiği şekliyle kadın olmayı ya da
kadınlaşmayı reddetmek üzerinden inşa edilen... Gölge feminizmin dili öz
yıkımın, kızın annesinin mirasını devralmasını sağlayan ve böylelikle onun
iktidarın ataerkil biçimleriyle olan ilişkisini yeniden üreten köklü bağın
reddidir.”[131]. Anneliği reddetmek, kızın annesinin
mirasını devralarak tekrar tekrar kurduğu, Patriarkal/ataerkil düzenin
döngüsünü kırmaktır.
Shulamith Firestone |
Jo Freeman |
Shulamith Firestone, Jo
Freeman ile bir araya gelerek hazırladıkları metinde “kadınların kendi bedenleri hakkında tam denetim sahibi olması” çağrısında
bulunur. Hamile kalan, karnındaki bebeği erkekle bölüşmek zorunda kalan, doğan
çocukta erkeğin de payı olduğunu kabul eden bir kadının, bedeninin tam kullanım
hakkını kaybedeceğini ve özgürlüğünden olacağını düşünür. Firestone daha sonra
yazdığı Cinselliğin Diyalektiği
isimli eserinde çocuk yapmayı erkeklerin kadınlara dayattığı “üreme despotluğu
“ olarak isimlendirirken hamileliği de “barbarlık” olarak nitelendirir.
Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin ataerkil toplumlar tarafından yaratıldığını,
kadınların erkeklerle eşit olamamasının da onların doğurganlığı ile ilgili
olduğunu ileri sürer.[132]
Shulamith Firestone’un ölümü
üzerine The New Yorker’da yayınlanan, “Bir
Devrimcinin Ölümü” isimli yazıda kendisinden yapılan alıntı şöyledir: “Kadınlar yalnızca kendi vücutlarının
denetimini bütünüyle geri almakla kalmamalı, aynı zamanda (geçici olarak) insan
doğurganlığının denetimini de yeni nüfus biyolojisini olduğu gibi, çocuk-doğumu
ve çocukların yetiştirilmesiyle ilgili toplumsal kurumların tümünü ele
geçirmelidir... O zaman insanlar arasındaki cinsel ayrılıkların kültür
açısından hiçbir önemi kalmayacaktır. İnsan türünün, her iki cinsin yararı için yalnız bir cins tarafından üretilmesinin
yerini (hiç değilse bir seçme olarak) yapay üreme alacaktır.[133]”denilir.
(Firestone’nun fikirleri “benim bedenim, benim kararım” sloganı ile
yayılarak feminist çevrelerde kabul görmüş ve TCK’nın 99. Maddesine de fikri
kaynaklık etmiştir. Bu madde ile anne karnında 10 haftayı tamamlamamış çocuğun
“kürtajla” öldürülmesinde babanın rızasının aranması zorunluluğu kaldırılarak,
babanın çocuğunun hayat hakkını savunma imkânı da elinden alınmış oldu.
(Böylece bebek “anne”, “paragöz hekim” ve “nüfus azaltmacı kapitalist yapı”
karşısında tamamen savunmasız bırakıldı.)
Lavanta Tehdidi üyelerinin 2.Kongrelerinin
açılışında yayınladıkları bildirinin 3. maddesinde “Doğum kontrolü konusundaki bütün tartışmalara meşru bir gebelikten
korunma yöntemi olarak eşcinsellik de dâhil edilmelidir.[134]”
maddesi ile kadınların çocuk doğurma problemine kesin çözüm olarak “eşcinsellik”
önerilmiştir.
d)
Heteroseksüealiteyi
unutmak:
Marilyn Frye |
Marilyn Frye “Lezbiyen
Feminizm ve Eşcinsel Hakları Hareketi” isimli eserinde Heteroseksüel erkekler
gibi Homoseksüel erkeklerin de aslında “erkek” sever, kadından “nefret” eder
(otorite anlamında-AHÇ) olduklarını hatırlattıktan sonra “erkeğin kadını
becermesi erkeğin egemenliğini devam ettirmesi için çok önemlidir. Bu yüzden
gerekli ve zorunludur. Bu, erkek egemenliği anlamında bir görevi ifa etmek
olduğu kadar bir dayanışmayı da ifade eder[135]” der ve erkeklerin
kadınları becermesi(!) engellenemediği sürece erkek egemen yapının sonsuza
kadar süreceğini, öncelikle bunun bitirilmesi gerektiğini iddia eder.
Adrienne Rich ise kadınla
erkek arasında kurulan cinsel ilişkinin, bütün kadınların zararına hizmet eden,
erkeklerin kadınların üzerine egemen olmalarını sağlayan, onları düzenleyen,
buyruk altına alan ortamı var eden bir
“politik kurum “olarak görür[136].
Adrienne Rich |
Monique Wittig’ de “özgürlüğün”
“ancak kadının, radikal bir şekilde cinsellikte erkekten tamamen kopması ile
elde edilebileceğini –yani tamamen lezbiyen veya gey olmakla- böylece binlerce
yıllık erkek egemen heteroseksüel yapının çökertilebileceğini iddia eder. Bu
anlamda heteroseksüel kadınlarla kurulabilecek işbirliğine dahi uzaktır[137]. Her türlü kadın erkek
cinselliğinin erkek egemen düzeni yeniden üretmek, erkeğin kadın üzerine olan
sultasını yeniden hortlatmak iyice pekiştirmek olduğunu bir an bile unutmamak
gerektiğini düşünür[138]. Bu yolda dönem dönem
erkeklerle beraber olan lezbiyen kadınlara dahi güvenilemeyeceğini, yoldaşların
mutlak radikal feministler olması gerektiğini söyler. Butler bunu
değerlendirirken “Wittiq’in bu
yaklaşımının hedefi dünyayı dişileştirmek değil dildeki cinsiyet kategorilerini
hükümsüz kılmaktır. Cüretkârlığının bilincinde olan bir emperyalist
stratejisiyle Wittig, zorunlu heteroseksüellik düzenini imha etmenin tek
yolunun evrensel ve mutlak bakış açısını üstlenmek, böylece dünyayı fiilen
lezbiyenleştirmek olduğunu ileri sürer[139]” der.
e)
Cinsiyetleri,
unutmak:
Monique Wittiq |
Judit Butler, Monique Wittiq’ten
alıntıladığı “ ... ‘erkek’ ve ‘kadın’ doğal birer olgu değil, siyasi birer kategoridir,”
kanısını işler ve “cinsiyetin” aslında ister geleneksel ister toplumsal manada,
bedenin kültürel ve siyasi yorumundan başka bir şey olmadığını düşünür[140]. Dolayısı ile ona göre, hem
toplumsal cinsiyetlerin hem geleneksel cinsiyetlerin gerçek bir karşılığı
yoktur. Onları erk üretir. Erk ürettiği bu kavramların karşılıklarını içeriye yani
legaliteye çağırırken, başkalarını da dışarı atar yani illegaliteye savurur.
Olması gerek tüm bu cinsiyet tanımlarının tamamından kurtulmaktır. Butler
"Eşcinsel özgürleşmesi,
eşcinselliğin özgürleşmesi için kendisini sabit kadınlık ve erkeklik
mefhumlarının kökünün kazınmasına adamıştır. Bu hamle normatif cinsiyet ve
toplumsal cinsiyet rolleri olarak eleştirdiği şeyin baskıladığı diğer grupları
da özgürleştirecektir[141]" der.
Butler’a
göre “Geleneksel cinsiyetlerin kaybı ve Toplumsal cinsiyetlerin çoğalması ile
cinsel kimlikler gittikçe bulanıklaşacak ve şimdiye kadar tüm cinsel
anlatıların başkahramanı olan erkek ve kadın kategorileri de yok olacaktır.[142]
Annamarie Jagose da aynı
fikri savunur: “Eşcinsel özgürleşmesi,
eşcinselliğin özgürleşmesi için kendisini sabit kadınlık ve erkeklik
mefhumlarının kökünün kazınmasına adamıştır. Bu hamle normatif cinsiyet ve
toplumsal cinsiyet rolleri olarak eleştirdiği şeyin baskıladığı diğer grupları
da özgürleştirecektir,[143]" derken tavsiyesi tüm
cinsiyetleri unutmamızdır.
Özellikle Feminist cepheden
gelen “Eşcinsellerin, kadınsı çeşitliliği eşcinsel mücadelenin içinde yavaş
yavaş eriterek[144], sonunda “kadını” kökten
yok sayarak verilmiş onca yıllık emeği heba ettikleri” eleştirisine verdiği
cevapta Butler; “Kadınların bakış açısını
evrenselleştirmek, aynı zamanda kadınlar kategorisini imha ederek yeni bir
hümanizme imkân verecektir. Dolayısı ile
imha her zaman bir onarma işidir” diyerek
kendisini savunur.
Ancak Queer uygulamalara tepki
vererek, queer’den uzak durmak isteyen feministler, “Feminizm queer olmayan bir anlayışla imkânsızlaşmıştır[145]”
denilerek ötekileştirilir ve büyük oyunun dışında kalmalarına müsaade edilmez.
Merin Sever Birikim Dergisinde “Yaşadıkları tatsız tecrübeler yüzünden bazı
feministlerle LGBTİ’ler birbirlerine mesafelenmiş olabilirler… Butler “Söylem, gücün hem bir aracı hem de
sonucu olabilir, fakat söylem ayrıca, gücün önünde bir engel, bir ayak bağı,
bir direniş noktası ve muhalif stratejinin hareket noktası da olabilir.[146]”
(Butler, Taklit ve ‘Toplumsal Cinsiyet’e Karşı Durma, s.5) Yani dil
üzerine kurmaya çalıştığımız tahakküm eğer birbirimize karşı yönelirse dil
destek değil bize köstek olur, içerden çıkabilecek muhalefete izin vermemeliyiz
diyor sanırım.
ELEŞTİRİLER
"Hegemonik
gey söylemi, İslam'ın Avrupa'da teşkil ettiği sözde "tehdit"
hakkındaki toplumsal konsensüse uygun olarak madun konumunu rahat bir konumla
takas ederek statü değiştirmiştir..."
(Irk
Sınıf ve Queer Eleştiri, MAxim Cervulle)
a)
Çocuklarla
Seks (Pedofili), Ensest ve Şiddet İçeren Pratikler:
Judith Butler, ensest
tabusunu ve ondan önce gelen eşcinsellik tabusunu, idealleştirilmiş
heteroseksüelliğin sınırlarını belirlediği “toplumsal cinsiyet kimliklerini”
üreten, üretici yasaklar olarak ele alır.[147] Bu anlamda “toplumsal
cinsiyetlerin” tamamen ortadan kalkması ile ancak özgürlüğe ulaşılabileceğini
düşünen Butler’ın “toplumsal cinsiyetleri” üreten temel tabuları/yasakları
savunması mümkün değildir. Dolayısı ile Butler, eşcinsellik gibi ensest
özgürlüğünü de savunmak zorundadır.
Butler, insanların cinsel
ilişkilerine getirilen tüm sınırlamaların erkek egemen yapının inşası için
elzem olduğunu ve Heteroseksüelnormativitenin (ahlak erkeğinin) koyduğu tüm
sınırların hiçbir sınır tanımadan baltalanmasının gerektiğini düşünür[148].
Elizabeth Grosz, queerin albenisinin kısmen de “querr”
sözcüğünün ne anlama geldiği konusundaki belirsizlikten kaynaklandığını kabul
etse de, queer’in işaret edebileceği
bazı anlamlar ile riskli bir kategoriye dönüşmekte olduğuna da dikkat çekmeye
çalışır: “querr denkleştirici olma
kabiliyeti ile… ataerkil iktidar oyunlarının en küstah ve aşırı biçimlerine
yakın bir gelecekte politik gerekçe ve kılıf sunacaktır. Onlar da belli bir
manada queer’dir, zulme uğramış, sürgün edilmişlerdir. Sadistler, oğlancılar, fetişistler,
pornocular, pezevenkler, röntgenciler de toplumsal yaptırımlardan zarar
görmektedirler. Bu anlamda denilebilir ki, onlar da ezilenlerdir.[149]”
Bu nedenle olsa gerek, Stephen Angelides “tecavüz, pedofili ve
şiddet içeren ‘cinsel pratikleri’ queeri sorunsallaştıran şeyler olarak
tanımlar. Sheila Jeffrey de ‘pedofili’ ve ‘sadomazohizmi’ benzer şekilde
niteler. Kimlik temelli lezbiyen ve gey siyasetin eksenini çizen sınırlar,
sadomazohizm, kuşaklar arası cinsel ilişki (ensest, pedofili) ve pornografi konulu
tartışmalarda defalarca sert eleştirilere maruz kalmıştır[150]
Annamarie Jagose bu konuya, “Kuşaklar arası cinsel ilişki (erkek çocuk
seviciliği/oğlancılık, pedofili ve ensest) meselesi birçok gey ve lezbiyen topluluk
içinde güçlü bir şekilde tartışılmaya devam etmektedir. Bazıları çocukların
korunmasını, eşcinsel kimliğin gelişimi açısından etik olarak hayati önemde
bulurken, diğerleri bunu “erotik histeri”
olarak görmekte ve reddetmektedirler?[151]”
diyerek girer. Jagose, kuşaklar arası cinsellik (pedofili, ensest, oğlancılık
vs.) meselesine itiraz ediyor değildir bu yüzden konuyu hemen bir başka mecraya
taşımayı tercih eder: “Çocukların etik
bir şekilde erotikleştirilmesi mümkün müdür? [152]”
Queer teoriye getirilen pedofilik
ve ensest temelli eleştirilere hareketin içinden; gerek çocuklarla seksin
gerekse aile içi seksin tabulaşmasında heterenormativitenin (eşcinsel ilişkiyi
reddeden ahlak erkeğinin yasaklarının) etkili olduğu, bu patriyarkal düşünme
mantığından ve tabulardan kurtulunması gerektiği söylenerek cevap verilir. Eğer
ahlakın saldırısı neticesi bir aldanış iddiası söz konusu olup bu noktadan bir
eleştiri getiren olursa; Nietzsche’nin teklifinde olduğu gibi insanın ve
cinselliğin soykütüğüne bakılarak ahlaki aldanışın düzeltilmesi gerektiği;
neandartalde(ilkel insanda) böyle bir yasağın söz konusu olmadığı
hatırlatılarak, çocuklarla seks ve aile içi seks karşıtları davaya sadakate ve “ahlakın
saptırmalardan” kendilerini temizlemeye davet edilirler.
Duricella Cornell |
Bize
göre Postmodern dönemde bu konulardaki tartışmaların altında yatan temel
problem, “neyin etik[153] neyin gayri etik”
olduğunu söyleyecek bir otoritenin ortalıkta olmayışıdır. Mesela, “Amerikalı
radikal feminist kuramcı Catherine MacKinnon’ın pornografi sektörüne kadın
pazarlamakla dolayısı ile pornocularla işbirliği ve ahlaksızlıkla bazı
feministleri suçlamasına ünlü Amerikalı Feminist teorisyen Duricella Cornell’in
verdiği cevap ilginçtir: “MacKinnon bilinç
yükseltmeden önce gelen bir hakikat olduğunu savunamazken ve bize “Tek Doğru” yolu
gösterebilecek, tek hamle ile “yükseltilmiş bilinç” diye bir şey” [154] gösteremezken kimseyi ahlaksızlıkla suçlayamaz, diyordu. Yani MacKinnon’a
“Sen bir Tanrıya inanmıyorsan ve bize iyiyi kötüyü gösterebilecek başka bir
yüksek otorite de(ilah) gösteremiyorsan, “ahlaklı-ahlaksız” ayrımını nasıl
yapıyorsun? Otoritesi olmayan bir ahlak mümkün değildir[155]” diyordu.
b) Kapitalistlerle
İş Birliği
“Geylerin, batılı UYGARLAŞMA
politikasının hizmetine girmesi, LGBT hakları sorununu ve homofobiyi
uluslararası tartışmanın en büyük meselelerinden biri haline getirerek kamusal
alanın ağırlık merkezinin değişmesine katkıda bulunmuştur.[156]”
Maxime Cervulle
Maxime Cervulle
Kanada’lı Shulamith
Firestone, daha sonra bir klasik olacak ‘Cinselliğin Diyalektiği’ kitabında “en etkili farklılıkların sınıflar arası
değil, cinsiyetler arası olduğunu” belirttir. Toplumsal cinsiyet
eşitsizliğinin ataerkil toplumlar tarafından yaratıldığını, kadınların
erkeklerle eşit olamamasının da onların doğurganlığı ile ilgili olduğunu ileri
sürer.[157] Firestone,
böylece toplumsal huzursuzluğun ve sıkıntıların kaynağı olarak gösterilen gelir
dağılımındaki eşitsizliği gizlemenin, dolayısı ile kapitalistleri hedeften
indirip güçsüz, sıradan erkekleri hedef tahtasına oturtabilmenin yolunu büyük
kapitalistlere göstermiş olur. Bu, belki de bu hareketin büyük egemenlerce,
neden bu kadar hararetle savunuluyor olduğunu açıklayabilecek bir durumdur.
Bu anlamda Queer Teori ve 2.
Dönem Feminist hareketlerinin misyonunu (kitlesel açlıkların, savaşlar ve
katliamlarla kitlelerin mültecileştirilmesinin, desteklenen diktatörler
üzerinden kıtaların sömürgeleştirilmesinin, her gün daha fazla insanı fakirliğe
iten gelir adaletsizliğinin, yaklaşmakta olan büyük işsizliğin vs. nedeniyle)
doğabilecek büyük öfkeyi “Büyük Erkeklerin (Kapitalistlerin) üzerinden alıp
küçük erkeklerin üzerine yönelten, toplumun en aciz, en alt kesimindeki
erkekleri dövmekten öteye bir misyon üstlenememiş, “Gerçek Erk” karşısında tarihin en etkisiz muhalefeti olarak
değerlendiriyoruz. Bu cümle tamamen yanlış da olabilir. Belki muhalefetin kendisi
Maxime Cervull’ün Eve K. Sedgwick’den
alıntıladığı “farklılıklarını/statülerini satın aldıkları mallarla sürekli koruyan
ve aşağıdakilere hissettiren ancak yoksulluk karşısında gözyaşlarına boğulan
burjuvalardır söz alıp konuşan. Cervulle toplumsal, sınıfsal farkları görmek,
gelir eşitsizliklerinin getirdiği sorunları analiz etmektense, “Burjuvalar güvencesizlik gösterisi
karşısında mastürbasyon yapmaktadırlar[158]” der.
Gayatri Spivak hanımefendi,
“Madun Konuşabilir mi?” isimli eserinde, Batılı entelektüelin, Batı
sömürgeciliğinden bağımsız düşünülemeyeceğini, O’nun Batılı sömürüden bağımsız
görmenin bir aldanma olduğuna işaret eder. Spivak, özellikle Deleuze,
Foucault’yu işaret ederek, yerel kahramanların, öznelerin, ekonomik mecburiyetlerin,
aileye dayalı vekâlet ilişkilerinin kırılıp tüm bu ilişkilerin kapitalistlere
mahkûm ve mecbur kılınmasında Batılı Entelektüelin oynadığı rolü görmezden
gelmekle hatta gizlemekle daha ilerisi işbirliği ile suçlar[159]. (Toplumsal vekâlet ilişkileri kırıldıkça,
toplumda sığınılacak yerler azaldıkça kapitalist egemenlik toplumun zerrelerine
doğru işler. AHÇ)
Bu anlamda Spivak Batılı
Liberal Feminist hareketlerin “kendilerini tanımlamak ve meşrulaştırmak
için “kurtarılacak” bir ötekilik inşa
ettiklerini” iddia eder... Spivak’a göre feminist
entelektüel, kendisinin temsil edeceği ve sonrasında da kurtuluşunu sağlayacağı
madun bir öznenin inşası projesinin suç ortağıdır[160].”
Kendini sosyal feminist
olarak tanımlayan Nancy Fracer’da “Feminizm,
Kapitalizm ve Tarihin Oyunu” isimli ünlü makalesinde 2. Dönem feministleri
Kapitalist “Ağa”larla işbirliği yapmakla, kadınları, küçük erkeklerden kurtarıp
büyük erkeklerin haremine atmakla suçlar. Ona göre 2. Dönem Feminist hareket,
kadınları özgürleştirmez; kocalarından kurtarılmış(?) kadınları fabrika
tezgâhlarının başına yollar: “Örgütsüz kapitalizm, kadının ilerlemesi ve
toplumsal cinsiyet eşitliği masalını uydurarak kadınların ağzına bir parmak bal
çalıp, onları özgürlük hayali ile kapitalistlerin itici gücü olarak kullanır[161]”
kelimesi onundur.
Michael Warner, “En görünür biçimleriyle gey kültürü, ileri
kapitalizmin dışında düşünülemez. Post Stonewall çağının şehirli gayleri leş
gibi meta kokmaktadır. Sıcak kapitalizm kokusu yayıyorsak, kapitalizme dair
diyalektik bir bakış açısı geliştirmemizi sağlayacak bir yönteme de ihtiyacımız
var[162]”
der.
1971 yılında ilk kadın
sığınma evini kuran Feminist aktivist Erin Pizzey’de aynı görüştedir: “Aslında Kapitalizm 1960’lara kadar Feminist
hareketler için düşmandı. Ancak Amerika’da feministler hedef saptırdılar. Artık
Kapitalizm düşman değil dediler: Düşmanımız patriarka ve erkekler”
Saba Mahmut da yerel kadın
hareketlerinin gayretlerinin Batılı emperyal proje ile uyuşmadığı sürece Batılı
feminist hareketler tarafından görülemediğini, işitilemediğini, anlaşılamadığından
şikâyet eder.[163]
Rosi Braidotti |
Ancak Feminist felsefeci Rosi
Braidotti’nin zaten feministler ve Kapitalist hegemonya arasındaki ilişkiyi gizleme
derdi yoktur: “Bizzat yaşamın biyogenetik
yapılarını pazarladığı ve bunlardan kar ettiği ölçüde ileri kapitalizm, insanın
yerinden edilmesine ve İnsan Sonrasına geçilmesine katkıda bulunuyor”[164], kelimesi ve Gilroy’dan yaptığı, “İleri Kapitalizm, üst düzey bir androjenlik
ve cinsiyetler arası kategorik ayrımın mühim oranda bulanıklaşmasını taşıyabilecek
bir cinsiyet sonrası sistemdir[165]” kelimeleri buna işaret
eder.
c)
Kadın,
Lezbiyen ve Eşcinsel Özgüleşmeci Hareket Düşmanı
Judith
Butler, cinselliği performatif bir etki olarak savunmakta; bu noktada kendileri
de birer toplumsal cinsiyet kategorisi olan “kadına” veya “eşcinselliğe” dayalı feminist
ve eşcinsel politikaları savunanlarla ters düşmektedir. Butler’ın yıllarca
süren feminist ve cinsel özgürleşmeci mücadele hareketlerine kimliklerini
tamamen unutmalarını teklif etmesi hatta onları erkek egemen düzenin devamı
olarak nitelendirmesi özellikle feminist hareketler de tepkiye neden olur.
Philippa Bonwick queer
olma yönündeki baskının belki de en tehlikeli yanı, bu durumun lezbiyenlere
görünmezlik pelerini giydirmesidir[166]. Böylece erkek
eşcinselliğinin içine kadın eşcinselliğini yerleştirerek “kadını” bir kez daha
tecrit etmekle suçlar[167].
Adrienne Rich bunu farklı ifade eder: “Eşcinsel
erkekler, erkek olmaları nedeniyle, lezbiyen feminizmin kendisini yıkmaya
adadığı baskıcı toplumsal yapının bir parçasıdırlar[168]”
derken gaylerin mevcut yapının unsuru olduklarını ve güvenilmez olduklarını
düşünür. Çünkü eşcinseller “erkeğe” âşık olan erkeklerdir.
Julia
Parnaby ise olayı çok farklı bir yerden değerlendirir: “Queer maskülinist
bir gündemi ilerletmeyi hedef alan bir harekettir:”Lezbiyenlerin ve gaylerin
çıkarların ortak olduğu yalanıyla, eşcinsel (queer) erkeklerin savaşında
kadınların ve erkeklerin omuz omuza çarpıştığı bir arenayı hedeflemektedir.[169]”
Ona göre aslında yine erkek olan gayler, gay olmayan erkeklerle girdikleri
savaşta feministleri kandırarak kendi cephelerinde savaşa sürmektedirler.
Maria
Maggenti “ yeni Queer ulusun haritası bir erkek yüze sahip… ben ve farklı
renklerden pek çok kız kardeşim bu kavganın içinde fon malzemesi olacak… kusurları
gizleyecek, demografik makyaj malzemeleri olarak kullanılacaktık[170]”
der.
Ancak Queer politikalardan
sadece feministler değil “eşcinsel erkekler” de şikâyet ederler. Denis Altman’ın “eşcinsel özgürleşmecilerin
gay olmaktan “onur” duyma temeli üzerinden inşa ettikleri hareket kendisini, “Queer’in”
kimlikleri unutma teklifi ile tehdit altında hisseder. Bu durumu Jagose, “Queer Teoride sorunlu olan şey “yeni kimlik
algısı” ve “onur” algısıdır. Eşcinsel özgürleşmesi ideallerine yönelik
tahammülsüzlüğünde queer, eşcinsel özgürleşme hareketinin geçmişte homofil
hareket ile yaşadığı çelişkilerden bazılarını biraz daha farklı biçimde olsa
tekrarlamaktadır[171]”
şeklinde tanımlar.
Sidney’de çıkan bir
Lezbiyen/Gay dergisine yazdığı mektupta Craig Johnston “20 yıllık gay/lezbiyen radikalizminin sonrasında bile benden
mücadelemizin artık bir hükmü olmadığını düşünmemi bekleme. “Mücadelemiz”
derken, gay ve lezbiyenleri kastediyorum... “Queer” eşcinsel karşıtıdır. “Queer” topluluğu diye bir şey yoktur. “Queer”
düşmanımızdır. “Queer” lafını duyduğum an Kalaşnikof’u elime alıyorum [172]” diyor.
d) Beyaz, Zengin, Eşcinsellerin Büyük Bunalımlarının (!) Tüm Dünyaya Dayatılması:
Ancak gerek feminist gerek
LGBT bir unsur olarak, kendisini “Queer” olarak tanımlamamak, “Queer” olmadan
feminist olmanın imkânsızlığı üzerinden baskı altına alınarak cephenin
dağılmasına ya da “queer” dışı (kontrol dışı mı demeliydim) bir hareketin
gelişmesine engel olunmaya çalışılır. Naz Hıdır’ın Akademia’ya yazdığı “Judith Butler ve Queer Olmayan Bir
Feminizmin İmkânsızlığı Üzerine” isimli makalede: “Sonuç olarak, feminizm queer olmayan bir anlayışla imkânsızlaşmıştır. Bu
bağlamda feminizmin de queerin çatısı altına girdiğini söylemek mümkündür. Aslında
bu bağlam; Butler‟ın feminizm ve queer yoldaşlığında; queer ve feminizmin
neredeyse özdeş oldukları argümanını öne sürmemize olanak sağlar durumdadır… Butler‟ın
feminizme dairsöyledikleri queere yoldaşlık eder ve feminizm queer olmadan mümkün
olamayacaktır. Bu Queer olma hali ister öznellik biçimi olan queer olarak
okunsun, ister queer bakış ya da perspektif olarak yorumlansın (tüm bunlar
queeri nasıl okuduğumuza göre değişecektir), değişmez olan başta iddia edildiği
gibi, “queer olmayan bir feminizmin imkânsızlığı”dır[172-a]”
denilir. Yani farklılıkların oksimoronik ortaklığı dağılır.
d) Beyaz, Zengin, Eşcinsellerin Büyük Bunalımlarının (!) Tüm Dünyaya Dayatılması:
Jagose’un yaptığı alıntıda
Harriet Malinovitz Queer Hareketi şöyle eleştirilir: “Saygın akademik kurumlarda temsil edilen, kapalı devre sunum
çağrılarından yararlanan ezoterik postyapısalcı bir dil kullanan, ciddi ölçüde
kendi içinde referanslar gösteren ve beyazların çoğunlukta olduğu queer teorisyen ağı, çoğumuzun sadece
yeterli imkanlara sahip olamadığımız için üye olamadığımız bir zengin mahallesi
sosyal kulübü gibidir.[173]”
derken Queer hareket mensuplarını kendi aralarında konuşan, kendilerine has
dertleri olan bir marjinal zengin gayler grubu olmakla suçlar.
Sherri Paris’in eleştirisi
ise daha açık sözlüdür: “Queer karnı tok,
sırtı pek, dünyayı bilgisayar ekranından izleyerek, tıpkı bir disketi
yapılandırır gibi durmaksızın yeniden yapılandırmaya çalışan, lüks içindeki
kimselerin bedenin ötesinden bir yerden formülleştirdiği bir siyasettir.[174]”
e)
Normal
Cinselliği Yok Etmek
Maxime Cervulle, “Kısa tarihi boyunca queer Teorinin dikkate
değer paradokslarından biri, cinselliğin kalıcı olarak merkezden dışarı
itilmesidir[175]” der. Anormal olanı o
kadar normalleştirir ki, normali hayatın içinden çıkarmaya başlamıştır.
Maxime Curvell’in Wild Side,
Murray Pratt’ten alıntıladığı şu söz de dikkat çekicidir: “… Gerçek cinsellikle
bağları günden güne zayıflayan Gey kimliğinin artık büyük oranda […] basit bir
pazarlama kategorisi olarak görülür…[176]”
“,,,Avrupa'nın
ve ABD'nin İslamofobik gündemine katılmasına karşı sesini yükselten pek çok
kişi bulunmaktadır. Müslümanların homofobik olarak inşası, gerçekten de ulusal
güvenlik, "terörle savaş" ve Avrupa "değerleri"
çerçevesindeki tartışmalarda merkezi bir rol oynamaktadır[177]. Maxime Cervulle’in bu
tespitleri Avrupa ve Amerika da özellikle İkiz kuleler saldırısından sonra
yükselen İslam ve Müslüman nefret dalgasına (İslamofobia) karşı gelişen tepki
hareketlerinin, LGBTQ+ hareketler üzerinden Müslümanların homofobik olarak
resmedilerek baskılandığına işaret eder. Böylece “terörle savaş”, “ulusal
değerler” gibi uygulamalarla Müslüman ülkelerdeki operasyonların tartışılma
zemini de yok edilmiş olur[178].
Bu anlamda İsrail’den yapılan
alıntı ilgi çekicidir: “Devletin, kendi
eliyle gerçekleştirdiği insan hakları ihlallerini örtmek için LGBT dostu
politikalar izlemesi/izlermiş gibi görünmesi ile siyasete alet edilmektedir.
Bunu en iyi kurgulayan devlet ise İsrail’dir. İsrail devletinin LGBT hakları
konusundaki tutumu oldukça Liberal’dir. İsrail yanlısı post modern ırkçılık,
LGBT ve kadın haklarının Batı kültürünün bir ölçütü olduğunu savunurken; işgal
edilen, sömürülen ülkelerdeki insanları ”sub human” (insandan aşağı) olarak
kabul edip, onlara sadece öldürülmeyi veya acımasızca sömürülmeyi reva
görmektedir.[179]”
Maxime Cervulle LGBT Hakları
meselesi, Batılı kibrin; geri, aşağılık, kompleksli, 3. dünyanın maymunlarını
medenileştirme iddiası ile onların gerçek sorunlarını gizlemek için kullandığı
bir enstrümandır, der[180].
g)
Performatiflik
Eleştirisi
İnsanların performatiflikleri
ile kendilerine cinsiyet inşa etmeleri ancak bunun bedelini ödeyebilecek kadar
geliri olanların fantazisi olabilir. Günde 10-12 saat mesai ile ay sonunu zor
getiren, elektrik faturasını zor ödeyen emekçilerin, performatifliklerini
keşfedebilecekleri, geliştirebileceği insanları, mekânları, aksesuarları
gezinip kendisine performatif kimlik edinme/geliştirme deneyimlerinin peşine
düşmesi pek mümkün değildir. Yani asgari koşullardaki bir hayatın içinde performatiflik
seçenekleri, beyaz zengin Lezbiyenlerin tahmin ettikleri kadar çok değildir.
Kath Weston bunu eleştirirken; “Bir
lezbiyen, gece için uygun bir kıyafet seçmek için gardırobun kapısını
açtığında, erişebileceği seçenekleri maaşı sınırlandırır[181]”
der.
Sonsöz
Wendy Brown |
Tam da Wendy Brown’nun
tavsiyelerine uygun olarak, egemenler, Nietzsche’nin Ahlakın Soykütüğü
Teorisinde olduğu gibi, bir alt üst oluş, bir KAOS var ediyorlar. Kötünün iyi,
iyinin kötü olduğu, insanların inandıkları tüm değerlerin ters yüz edildiği, çevresinde
toplanabilecek hiçbir ortak değerin bırakılmadığı, bireyin sığınabileceği son
sığınağın(ailenin) da dağıtıldığı bir toplum inşa ediyorlar.
Egemenler toplumları yeniden formatlarken yanlarına; hiçbir ahlaki endişesi ve “orgazmdan” başka bir kutsalı olmayan, erdemli insana nefret duyan bir topluluğu aldılar.
Egemenler toplumları yeniden formatlarken yanlarına; hiçbir ahlaki endişesi ve “orgazmdan” başka bir kutsalı olmayan, erdemli insana nefret duyan bir topluluğu aldılar.
Ahmet H. Çakıcı
Muharrem 1441/ ALANYA
Sonraki Yaz: 3 - İnsan’ın Son Vakti, İnsan Sonrası Toplum- Posthümanizmı
[1] Bu bölüm
Zygmunt Baumanın Akışkan Gözetim, Iskarta
Hayatlar, Postmodernlik ve Hoşnutsuzlukları eserlerinden derlenmiştir.
[2] Zygmunt
Bauman, Iskarta Hayatlar s:121
[3] Dr.
Haccac Ali, Seküler Aklın Hariatası, s:204
[4] Aynı
eser, s:217
[5] Aynı eser,
s:207
[6] Aynı eser,
s:208
[7] Aynı eser,
s:208-209
[8] Irwin Winkler’in yönettiği 1995 yılı yapımı Amerikan menşeli
filimden bir replik.
[9] Judith
Halberstam, Çuvallamanın Queer Sanatı, s:151
[10] Aynı
eser, s:152
[12] Judith
Halberstam, Çuvallamanın Queer Sanatı, s:131
[16] Judith
Butler Cinsiyet Belası, s:121 “Bu dönemde Rosemary Hennessy Queeri
“asimilasyon ve ayrıkçılık karşıtı” olarak betimler.”
[17] Irk Sınıf
ve Queer Eleştiri, MAxim Cervulle:
"Hegemonik gey söylemi, İslam'ın Avrupa'da teşkil ettiği sözde
"tehdit" hakkındaki toplumsal konsensüse uygun olarak madun konumunu
rahat bir konumla takas ederek statü değiştirmiştir..."
[18] Eşzamanlı
olarak Sen fernando vadisi'nde dünya porno pazarının kurulmasına ve bunların
basın ve sinema yoluyla toplumlara yayılmasına da öncülük etmiş Rockefeller
Vakfı, kendisinin "sexuel
behavior in the human male" ve "sexuel
behavior in the human female" gibi insanlık üzerinde cinsî
cihetten tahribat yaratmaya yönelik çalışmalarını finanse etmiştir; Dr. Kinsey,
1941'den itibaren Rockefeller Vakfı tarafından fonlanmış, 1954'ten sonra 75.000
ve 240.000 arasında değişen çeklerle toplam 1.750.000 dolar almış.
[21]
Erkeklerin baskıcı değil, besleyici olduğu, gerçekten eşitliğe dayalı bir
dünyada, herkesin biseksüel olacağı yönündeki sıkça duyulan iddiaya Rich Şöyle
cevap verir: Bu şimdinin ödev ve mücadeleleri üstünden liberal bir sıçramadır;
kendi olasılıklarını ve seçeneklerini yaratacak olansa, devam eden cinsel tanım
sürecidir (Rich 1986,34-35
[22] Judith
Butler, Cinsiyet Belası s:148 Psikanalizde biseksüellik ve eşcinsellik birincil
libidinal yatkınlıklar olarak görülür, heteroseksüellik ise onların zamanla
bastırılmasına dayanan meşakkatli bir inşadır.
[24] Alfred
Kinsey ve araştırmaları üzerine bir inceleme: Kinsey : Seks ve Sahtekarlık
Prof. William Simon
[27] Alfred
Kinsey ve araştırmaları üzerine bir inceleme: Kinsey: Seks ve Sahtekârlık
Prof. William Simon
[29] Aynı
eser, s:143
[30]
Bu
konudaki tartışmalar henüz netleşmediğinden bilgiler mutlak bilgi olarak değil
genel tanımlamalar olarak okunmalıdır.
[31] Annamarie
Jagose, Queer Teori –Bir Giriş: s:90,
“Kuşaklar arası cinsel ilişki (erkek
çocuk seviciliği/oğlancılık, pedofili ve ensest) meselesi birçok gey ve
lezbiyen topluluk içinde güçlü bir şekilde tartışılmaya devam etmektedir.
Bazıları çocukların korunmasını, eşcinsel kimliğin gelişimi açısından etik
olarak hayati önemde bulurken, diğerleri bunu “erotik histeri” olarak görmekte ve reddetmektedirler?[31]”
diyerek girer. Jagose, kuşaklar arası cinsellik (pedofili, ensest, oğlancılık
vs.) meselesine itiraz ediyor değildir. Bu yüzden konuyu hemen bir başka
mecraya taşımayı tercih eder : “Çocukların etik bir şekilde
erotikleştirilmesi mümkün müdür?”
[33] Judith
Butler, Cinsiyet Belası s:144
[34]
Aynı
eser s:156. Julia Kriteva, Lacan’ın izinden giderek anneyle ensest birleşmeye
yönelik yasağın öznenin kurucu/temel yasası olduğunu savunur, bu temelle anneye
sürekli bağımlılık ilişkisi kopar, kırılır.
[35]
Judith
Butler, Cinsiyet Belası s:156. Julia
Kriteva, Lacan’ın izinden giderek anneyle ensest birleşmeye yönelik yasağın
öznenin kurucu/temel yasası olduğunu savunur, bu temelle anneye sürekli
bağımlılık ilişkisi kopar, kırılır.
[36]
Judith
Butler, Cinsiyet Belası s:157 Kadın doğurarak annesiyle temasa geçer,
kendi annesine dönüşür, kendi annesidir; ikisi de aynı sürekliliğin kendini
farklılaştırılmasından ibarettir. Böylece kadın anneliğin eşcinsel yönünü
gerçekleştirilmiş olur.... çünkü bebek istisnasız ensest yasağına maruz kalır
ve münferit bir kimlik olarak tecrit edilir. Annenin kız çocuğundan ayrılması
durumunda sonuç ikisi için de melankolidir, çünkü ayrılma asla tümüyle
tamamlanmaz.
[37]
Luce İrigaray bu fikre itiraz ederek insan da
gelişen ilk duygunun karşı cins ebeveyne olan ilgi olduğunu iddia eder.
[38] Judith
Butler, Cinsiyet Belası s: S:124 Oğlan çocuğu-baba özdeşleşmesinin ilk
oluşumunda Freud özdeşleşmenin, öncesinde nesne yatırımı olmaksızın
gerçekleştiğini ileri sürer. Bunun anlamı özdeşleşmenin yitik bir aşkın ya da
oğulun babaya duyduğu yasak aşkın sonucu olmadığıdır... Freud “biseksüel bir
dizi libidinal yatkınlığı koyutladıktan sonra artık oğlanın başlangıçta
babasına duyduğu cinsel aşkı inkâr etmek için hiç bir sebep kalmamasına rağmen
Freud bunu örtük olarak inkâr etmeyi sürdürür. Bununla beraber oğlan, annesine
yönelik birincil bir yatırımı koruyordur, Freud biseksüelliğin oğlan çocuğun
annesini baştan çıkarmak için sergilediği eril ve dişil davranışlarda
belirdiğini yazar.
[39] Judith Butler, Cinsiyet Belası s:176 “..bir
yanda manastırdaki geniş ailesinden çeşitli “kız kardeşlerinin” ve
“annelerinin” sevgisini kazanmaya çalışması doğrultusunda verilen kurumsal
emir, diğer yanda bu sevgiyi fazla ileri götürmesine karşı getirilen mutlak
yasak.
[40] Aynı
eser, s:81:
[41] Aynı
eser, s:102 Lacan’a göre ise oğul ile anne arasındaki ensest birleşmeyi
yasaklayan Yasa, akrabalık yapılarına, tani dil üzerinden vuku bulan bir dizi
hayli düzenlenmiş libidinal yer değiştirmeye önayak olur.
[42] Aynı
eser, s:131.
[43] Aynı
eser, s:82 Ayrıştırıcı bir dişil-eril ekseninde tutarlı bir cinsel kimlik
inşası başarısızlığa mahkûmdur.
[44] İstanbul
Sözleşmesi 4.4 Madde: Kadına yönelik toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin
önlenmesi ve kadınların korunması için gerekli olan özel tedbirler, hali
hazırdaki Sözleşme kapsamında ayrımcılık olarak kabul edilmeyecektir.
[45]
Maxime
Cervulle/Nick Rees-Roberts, Çuvallamanın Queer Sanatı s:202 “Çözülen
erkek erkeksiliği mefhumunun merkezinde yer alan kendiliğinin parçalanması,
becerilmeye ve heteroseksüel erkeklik ile bağlantılı olmayan ama aynı zamanda
“erkekliğin alınmasına” ya da “kadınlaştırılmaya” kesinlikle indirgenemeyecek
bir erkeksilik modeline duyulan arzuyu işaret eder.”
[46] Annamarie
Jagose. Queer Teori-Bir Giriş Querr Teori s:56
[47] Annamarie
Jagose. Queer Teori-Bir Giriş Querr Teori s:57
[48] Annamarie
Jagose. Queer Teori-Bir Giriş s: 55 Feminizm eril toplumsal cinsiyet mitlerini
ve çekirdek aileyi yıkmaktadır. Devleti ve laissez-faire kapitalizmi ve bu
sistemin dayattığı üremeye dayalı erotik dikotomiyi yok etmektedir. Erotizm ve
üreme birbirlerinden ayrı olabilecek iki ayrı şey olarak görüldüğünde ve eril
ve dişil roller insan gelişimini sınırlayan etmenler olarak reddedildiğinde
eşcinsel birey kendiliğinden özgürleşmektedir.
[49] Judith
Butler, Cinsiyet Belası s:192:Wittig’e göre kadın yalnızca, erkekle ikili ve
karşıtlığa dayalı bir ilişkiyi sabitleştiren ve pekiştiren bir terim olarak var
olabilir, bu ilişki de heteroseksüelliktir. Lezbiyen ise heteroseksüelliği
reddettiğinden artık karşıtlığa dayalı bu ilişkinin terimleri dâhilinde
tanımlanmıyordur. O ne kadındır ne de erkek.. Kişi kadın doğmaz, kadın olur;
üstelik kişi dişi doğmaz, dişi olur; daha da radikali, kişi isterse ne dişil ne
eril, ne kadın ne de erkek olur.
[50] Judith
Butler, Cinsiyet Belası s:89, Simon de Beauvoir’in ileri sürdüğü gibi “kişi
kadın doğmaz, kadın olur” iddiasının bir doğruluk payı varsa eğer, kadının
kendisi oluşum sürecinde olan bir terimdir, başladığı veya bittiği
söylenemeyecek bir oluş, bir inşa ediştir... Nihayet kadın olmak asla mümkün
değildir. Toplumsal cinsiyet bedenin tekrar tekrar stilize edilmesidir.
[51]
Duricella
Cornell Çatışan Feminizmler s:161
[54] Annamarie
Jagose. Queer Teori-Bir Giriş Martha Shelley. Querr Teoriye bir giriş: S:56
[55] Wittig’e
göre, beşeri bilim söylemlerinde iyice aşikâr olan “hetero zihniyet”, hepimizi,
lezbiyenleri, kadınları ve eşcinsel erkekleri ezer” çünkü bu söylemler
“toplumu, üstelik her toplum kuran şeyin heteroseksüellik olduğunu varsayar...
Wittig varsayımsal heteroseksüelliğin söylem içinde bir tehdit bildirmek için
işlediğini ileri sürer: “Ya hetero olacaksın ya hiç olmayacaksın” Judith
Butler, Cİnsiyet Belası s:197)
[56] Rosi
Braidotti, İnsan Sonrası
[57] “Paradigma”
başlıklı denemesinde Wittig ikili cinsiyet sisteminin devrilmesi ile pek çok
cinsiyetin bulunduğu bir kültürel sahanın doğabileceğini belirtir.” Burada
Deleuze ve Quattari’ye atıf vardır “Bizce bir veya iki değil pek çok cinsiyet
vardır. Ne kadar birey varsa o kadar cinsiyet vardır. Judith Butler, Cinsiyet
Belası s:200)
[58] Judith
Butler, Cinsiyet Belası s:23,25 “On dört yıl boyunca ikamet ettiğim Amerika
Birleşik Devletlerinin doğu kıyısındaki lezbiyen ve gay cemaat kampında,
evrensellik iddiasının öncelemeli ve performatif olabileceğini, henüz var
olmayan bir gerçekliği çağırabileceğini ve henüz buluşmamış kültürel ufukların
birleşmesini mümkün kılabileceğini kavradım... Bu süreçte maruz kaldığım kınama
yoğun ve yaralayıcıydı, ama neyse ki, bu beni hazzı kovalamaktan ve cinsel
hayatımı meşru kılacak kabulü talep etmekten alıkoymadı.
[59] Alain
Touraine, Modenliğin Eleştirisi
[60] Aynı eser, s:53
[61] Judith
Butler, Cinsiyet Belası s:53 Toplumsal cinsiyeti “inşa” eden “kültür” böyle
bir yasa ya da yasalar dizisi üzerinden kavrandığında toplumsal cinsiyet,
eskiden “biyoloji kaderdir” formülasyonunda olduğu denli belirlenmiş ve
sabitlenmiş oluveriyor. Bu sefer biyoloji değil, kültür kader oluyor
[62] Zoofili: Hayvan sevicilik
[63] Nekrofili: Ölü sevicilik
[65] Judith
Butler, Cinsiyet Belası s:145: Rubin’e göre heteroseksüellik zorunlu
olmaktan çıkıp da biseksüellik ve eşcinsellik için kültürel kimlik ve davranış
ortamları oluştuğunda toplumsal cinsiyetin kendisi ortadan kalkacaktır.
Toplumsal cinsiyet, biyolojik birçok cinselliğin kültürel dönüşüme uğrayıp
kültürün emrettiği bir heteroseksüellik haline gelmesiyse ve heteroseksüellik,
hedeflerine ulaşabilmek için münferit ve hiyerarşili toplumsal cinsiyet
kimliklerini harekete geçiriyorsa, Rubin’e göre bunun anlamı heteroseksüelliğin
zorunlu niteliğinin çökmesiyle toplumsal cinsiyetin çökeceğidir.
[66] Annamarie
Jagose. Queer Teori-Bir Giriş. S:57. Eşcinsel özgürleşmeciler geleneksel
cinsiyet ve toplumsal cinsiyet kavramlaştırmalarının insanların, özcü
terimlerle, gerçek benliklerini tanımalarını engellediğine inanmışlardır.
Cinsiyetin hiç bir öneminin kalmadığı ve toplumsal cinsiyetin varlığına son
verilen bir dünya, eşcinsel özgürleşmecilerin iddiasına göre, kişinin kendisini
ya eşcinsel ya da heteroseksüel olarak tanıma zorunluluğunca bastırılan
biseksüel potansiyelin gelişmesini sağlayacaktır.
[67] Judith
Butler, Cinsiyet Belası s:69 Wittig, “ireysel öznelerin ortaya
çıkması için öncelikle cinsiyet kategorilerinin yok edilmesi gerekir...
Cinsiyet kategorilerinin ötesinde olan bildiğim tek kavram lezbiyendir.”
Ancak Irigiray Wittiq’Le aynı fikirde değildir.”İrigaray var olan tek cinsin “eril” cins olduğunu kadının cinsiyetsizlik olduğunu söylerken, Wittig: “Cins (gender), cinsiyetler ((sexes) arasındaki siyasi karşıtlığın dilsel dizinidir. Cinsi burada tekil olarak kullanıyorum, çünkü zaten iki cins yoktur, tek bir cins vardır: dişil. “Eril” ise bir cins değildir. Çünkü eril, eril olan değil, genel olandır” der. s:70
Ancak Irigiray Wittiq’Le aynı fikirde değildir.”İrigaray var olan tek cinsin “eril” cins olduğunu kadının cinsiyetsizlik olduğunu söylerken, Wittig: “Cins (gender), cinsiyetler ((sexes) arasındaki siyasi karşıtlığın dilsel dizinidir. Cinsi burada tekil olarak kullanıyorum, çünkü zaten iki cins yoktur, tek bir cins vardır: dişil. “Eril” ise bir cins değildir. Çünkü eril, eril olan değil, genel olandır” der. s:70
[69]
Doğallık/fıtrat Foucault’nun “cinselliğin tarihi”nde belirttiği gibi, bedenimiz
doğal bir “cinsiyetlendirmeye” sahip değildir. http://www.kaosgldergi.com/dosyasayfa.php?id=1741
[70] Judith
Butler, Cİnsiyet Belası s:186 "1987 yılında Massachusetts Teknoloji
Enstitüsündeki araştırmalarında Dr. David Page "TBE"(testis
belirleyici etken) adını verdiği son derece sofistike araştırmalarla
belirlenmiş Toplumsal Cinsiyeti(LGBT formlar) belirleyen ikili anahtarı
keşfettiğini ve Y kromozomu üzerindeki fazladan bir parmak proteinin erkeklerde
kadınlığın sebebi olduğunu iddia etti... Fakat DNA dizisinin keşfedildiği
yönündeki iddialara gölge düşüren ve bir türlü çözülemeyen bir mesele vardı.
Erkekliği belirlediği söylenen DNA şeridinin tıpkısının dişilerin X
kromozomlarında da bulunduğu bulundu. Bu ilginç bulgu karşısında Dr. Page,
BELKİ DE belirleyici olanın, gen dizisinin erkeklerde etkin, kadınlarda ise
edilgen olması olduğunu iddia etti. Ancak Anne Fausto-Sterling "XY
Ağılında Yaşam" isimli makalesinde şöyle yazar:
"...
İnceledikleri dört XX(kadın anlamında-AHÇ) erkeğin hepsi kısırdı (sperm
üretmiyorlardı) spermlerin öncüsü olan tohum hücreleri taşımayan küçük
testisleri vardı. Ayrıca hormon düzeyleri yüksek, testesteron düzeyleri
düşüktü. Herhalde dış cinsel organları ve testisleri olması nedeniyle erkek
olarak vasıflandırılmışlardı... Benzer şekilde... iki XY dişinin de dış cinsel
organları normaldi, fakat yumurtalıklarında tohum hücresi yoktu.
[72] Judith
Butler, Cinsiyet Belası s:12
[73] Judith
Butler, Cinsiyet Belası s:230,Toplumsal cinsiyet iç süreksizliğe sahip
edimlerce kuruluyorsa, bu demektir ki, töz görünümü işte tam da budur, inşa
edilmiş bir kimliktir, aktörler dâhil toplumdaki sıradan seyircilerin
inandıkları ve inanç halinde icra ettikleri performatif bir başarıdır.
Toplumsal cinsiyet aynı zamanda asla tümüyle içselleştirilemeyecek bir normdur;
“iç” bir yüzey eylemidir ve toplumsal cinsiyet normları son kertede
fantazmatiktir, cisimlendirilmeleri imkânsızdır.
[74] Judith
Butler, Cinsiyet Belası s:65 Toplumsal cinsiyet, bütüncüllüğü daima
ertelenen, herhangi bir anda asla tam anlamıyla olduğu şey olmayan bir
giriftliktir.
[75] Annamarie
Jagose Queer Teori, Bir Giriş s:96
[76] Annamarie
Jagose Queer Teori, Bir Giriş s:106 “Foucault gibi, Butler da
toplumsal cinsiyeti “müdahaleye ve yeniden anlamlandırılmaya açık... söylemsel
bir pratik” olarak tanımlar.”
[77]
Judith Butler, Çatışan Feminzmler :145)
[79] Judith
Butler, Cinsiyet Belası s:147, Tabunun anneye/babaya duyulan arzunun yanı sıra
bu arzunun zorunlu olarak yer değiştirmesine de yol açtığı ve bunu sürdürdüğü
savunulabilir. Böylece sonsuza dek bastırılan ve yasaklanan “orijinal”
cinsellik mefhumu, sonradan ona getirilen yasak işlevini gören yasanın ürettiği
bir şey haline gelir.
[80] Judith
Butler, Cinsiyet Belası s:51 Eğer toplumsal cinsiyet, cinsiyetli
bedenin üstlendiği kültürel anlamlar bütünüyse, toplumsal cinsiyetin herhangi
bir cinsiyetten tek bir şekilde kaynaklandığı söylenemez... Toplumsal cinsiyetin
inşa edilmişliğini cinsiyetten tümüyle bağımsız bir şey olarak
kurumsallaştırdığımızda toplumsal cinsiyetin kendisi yüzer gezer bir yapıntı
haline gelir; böylece erkek ve eril, erkek bedeni imlediği gibi pekala dişi
bedeni de imleyebilir, kadın ve dişil de, dişi bedeni imlediği kolaylıkla erkek
bedeni imleyebilir
[82] Judith
Butler, Cinsiyet Belası s:76 “Toplumsal cinsiyet her zaman bir yapma
eylemidir. Yapılmadan fiiliyata geçirilmeden önce doğumla edinilen, baştan beri
var kabul edilen bir özneye ait değildir.”
[83] Annamarie
Jagose, Queer Teori, Bir Giriş s:106
“Toplumsal cinsiyet ifadelerinin Ardında bir toplumsal cinsiyet
kimliği yoktur” çünkü “o kimlik tam da kendisinin birer sonucu olduğu söylenen
“ifadeler” tarafından performatif oluşturulur”
[84] Annamarie
Jagose. Queer Teori-Bir Giriş (schneir:1994) s:73
[87] Annamarie
Jagose. Queer Teori, Bir Giriş s: 136 “Hangi grupların politik olarak
lezbiyen ve gey ilişkiyi queer ile uyuşturduğu konusunda net bir görüş birliği
söz konusu değilken, çoğu yorumcu bu kategoriye pedofilleri aday
göstermektedir.
[88] Judith
Butler, Cinsiyet Belası s:120 “Queer topluluk ve kimlik ile özdeşlikleri görece
yakın bir geçmişte kazanılan bir meşruiyete işaret eden lezbiyenler ve geyleri
dışarıda bırakabilirken, cinsel kimlikleri normal ve makbul görülmeyen herkesi
kapsayabilmektedir.”
[89] Cogito,
sayı: 65-66, 2011 s:9
[90] Judith
Butler, Cinsiyet Belası s:26 “o inatçı çabanın kaynağında hem ideal cinsellik
morfolojilerinin içerdiği normatif şiddete karşı koyma arzusu, hem de doğal
heteroseksüelliğe dair sıradan ve akademik cinsellik söylemlerinin beslediği
yaygın varsayımların kökünü kurutma arzusu yatıyor.”
[92] Annamarie
Jagose Queer Teori, Bir Giriş
S:134
[93] Annamarie
Jagose. Queer Teori, Bir Giriş s: 136
[94] Voyeur:
Röntgenci, sapık.
[95] Cogito,
sayı: 65-66, 2011 s:10
[100]
Nietzsche, Ahlakın Soykütüğü Üzerine s:76 İlerlemenin büyüklüğü, fedakârlık
etmek zorunda kaldığımız şeylerin yığınıyla bile ölçülebilir; yığındaki insanlık
bir tek insan türünün büyümesine feda edilir- İşte budur ilerleme"
[101] Annamarie
Jagose, Queer Teori Bir Giriş: s:122
[102] Annamarie
Jagose, Queer Teori Giriş, s:95
[104] Judith
Halberstam, Çuvallamanın Querr Sanatı s:95-97
[105] Judith
Halberstam, Çuvallamanın Querr Sanatı s:122
[106] Judith
Butler, Cinsiyet Belası, s:202
[107] Timothy Bewes,
Şeyleşme, s:66
[109] Judith
Butler, Cinsiyet Belası s:210
[112] Judith
Butler, Cinsiyet Belası s:198
[113] Judith
Butler, Çatışan Feminizmler
[115] Annamarie
Jagose Queer Teori, Bir Giriş s:102
[116] Judith
Halberstam, Çuvallamanın Querr Sanatı s:107
[117]
Annamarise Jagose, Queer Teoriye Bir Giriş, s:55 Feminizm eril toplumsal
cinsiyet mitlerini ve çekirdek aileyi yıkmaktadır. Devleti ve laissez-faire
kapitalizmi ve bu sistemin dayattığı üremeye dayalı erotik dikotomiyi yok
etmektedir. Erotizm ve üreme birbirlerinden ayrı olabiliecek iki ayrı şey
olarak görüldüğünde ve eril ve dişil roller insan gelişimini sınırlayan
etmenler olarak reddedildiğinde eşcinsel birey kendiliğinden özgürleşmektedir.
(Annamarie Jagose. Queer Teori-Bir Giriş Hawkins 1975:23)
[118]
Chimamanda Ngozi Adichie’, Feminist Manifesto, DK Yayınları, 2019: 73 Feminist
Manifesto madde 11: "Bir kadının çok sayıda partnerinin olması evrimsel
açıdan mantıklıdır. Çünkü gen havuzu ne kadar geniş olursa hayatta kalacak bir
çocuk doğurma şansı da o kadar yüksek olur"
[119] Judith
Halberstam, Çuvallamanın Querr Sanatı s:170. “ Gölge feminizmin dili, Anne
kız arasındaki, kızın annesinin mirasını devralmasını sağlayan ve böylelikle
onu iktidarın ataerkil biçimleriyle olan ilişkisini yeniden üreten köklü bağın
reddinin dilidir.”
[120]
Chimamanda Ngozi Adichie’, Feminist Manifesto madde 12, DK Yayınları, 2019: 78Çıplaklıkla
utancı asla ilişkilendirme. Bekâret asla bir odak noktası değildir. Kızına
utançla kadın biyolojisini ilişkilendirmeyi reddetmeyi öğret." ()
(Alıntı Lütfi Bergen)
[121] Judith
Halberstam, Çuvallamanın Queer Sanatı s:171
[122] Cogito
Cogito, sayı: 65-66, 2011 s:48
[122-a] http://www.kozmopolit.com/Subat03/Diziler/pselek.html
[122-a] http://www.kozmopolit.com/Subat03/Diziler/pselek.html
[123] Çatışan
Feminizmler, Judith Butler, s:66
[125]
Donna Haraway, Siborg Manifesto S:50, Reisliğini
kadınların yaptığı haneler, seri tekeşlilik, erkeklerin haneden kaçışı, yalnız
yaşayan ihtiyar kadınlar, kentlerde evsizlik, göç, modüler mimari, yoğun aile
içi şiddet, evlerde kötü şartlarda üretim atölyelerinin yeniden canlanması...
[127] Maxime
Cervulle/Nick Rees-Roberts, Çuvallamanın Queer Sanatı s:182
[128] Judith
Halberstam, Çuvallamanın Queer Sanatı
s:179
[129]
Judith Butler, Cinsiyet Belası s:161
Kristeva Levi-Strauss’un görüşünü, yani kadın değiş tokuşunun akrabalık
bağlarının pekiştirilmesinde bir önkoşul olduğunu kabul eder. Fakat ona göre bu
değiş tokuş annenin bedeninin bastırıldığı kültürel andır, dişi bedenin annenin
bedeni olarak zorunlu kültürel inşasını üreten bir mekanizma değil. Nitekim
kadın değiş tokuşunun kadın bedenine zorunlu bir üreme yükümlülüğü dayattığını
iddia edebiliriz. Gayle Rubin’in Levi-Strauss okumasına göre “akrabalık...
Cinselliğin şekillendirilmesine” yol açar, öyle ki, doğurma arzusu, üreme
amaçlarına ulaşabilmek için bu tür arzulara gereksinen ve üreten toplumsal
pratiklerin bir sonucudur.
[130] Judith
Butler, Cinsiyet Belası s:167,
Annelik kurumunu sürdüren arzular baba erkillikten ve kültürden önce gelen
dürtülermiş gibi gösterildiklerinde bu kurum dişi bedenin değişmez yapılarında kalıcı
bir meşruiyet kazanır. Üstelik dişi bedenin her şeyden önce üreme işlevi
açısından nitelendirilmesini hem onaylayan hem de gerektiren, babaerkil olduğu
bariz yasa, dişi bedene doğal zorunluluğunun yasası olarak işlenmiştir. S:167
[131] Judith
Halberstam,“Çuvallamanın Queer Sanatı s:170
[134] Annamarie
Jagose, Queer Teoriye Bir Giriş, s:64
[135] Annamarie
Jagose, Queer Teori- Bir Giriş s:70
[136] Annamarie
Jagose, Queer Teori- Bir Giriş s:71
[137] Judith
Butler, Cİnsiyet Belası s:212)
[138] Judith
Butler, Cinsiyet Belası s:205
[139] Judith
Butler, Cinsiyet Belası s:203
[140] Judith
Butler, Cinsiyet Belası s:193
[141] Annamarie
Jagose, Queer Teoriye Bir Giriş, s:57
ve Cogito, sayı: 65-66, 2011 50
[142]
Judith
Butler, Cinsiyet Belası s:238
Toplumsal cinsiyet normlarının kaybı, toplumsal cinsiyet biçimlerinin
çoğalmasıyla, tözel kimliğin dengesinin bozulmasıyla ve zorunlu
heteroseksüelliğin doğallaştırıcı anlatılarının başkahramanlarını – “erkek” ve
“kadın”- yitirmeleriyle sonuçlanacaktır.
[143] Annamarie
Jagose, Queer Teoriye Bir Giriş,
s:57, Cogito, sayı: 65-66, 2011 50
[144] Duricilla
Cornell, Çatışan Feminizmler,
"Lacan'ın... Kadınlığa ilişkin çeşitliliğin, kültürel temsillerde
cinsiyet farklılığı içerisinde yavaş yavaş yok oluşunu açıklamasının üzerinde
durmak istiyorum... Kadınların, feminizmin içinde olmadığı eleştirisidir bu ..."
[147] Judith
Butler, Cinsiyet Belası s:223)
[148] Judith
Butler, Cinsiyet Belası s:220, “Bedendeki çeşitli delikleri kollayan
töreler, toplumsal cinsiyetli alışverişin, konumların ve erotik imkânların
heteroseksüel bir inşasını varsayıyordur. Dolayısı ile bu tür
alışverişlerin (cinsel ilişkilerin-AHÇ)
tüm düzenlemelerden muaf tutulmaları, serbest bırakılmaları neyin beden
sayılacağını belirleyen sınırları (ahlak erkeğinin tanımladığı sınırları)
baltalar.
[149] Annamarie
Jagose, Queer Teori-Bir Giriş, s:136
[150] Annamarie
Jagose, Queer Teori-Bir Giriş
s:136
[151] Annamarie
Jagose Queer Teori, Bir Giriş s:90
[152] Annamarie
Jagose Queer Teori, Bir Giriş s:90
[153] Etik
kelimesini tanrıdan bağımsız toplumsal uzlaşı sonucu kabul edilmiş erdem olarak
tanımlıyoruz. Bu anlamı ile Tanrıdan uzak seküler bir kavramı nitelemesiyle üst
değerin Tanrı olduğu Ahlak kavramından farklıdır.
[154] Çatışan
Feminizmler-Drucilla Cornell s:99
[155] Çatışan
Feminizmler-Drucilla Cornell: Mesele,
doğrulara ihtiyacımızın olup olmadığı ya da yanlış veya doğru diye bir şeyin
olup olmadığı değil, doğruya dair son sözü söyleyebilecek bir kuramsal
anlayışının olup olamayacağıdır... Kuramsal anlayışı ile son sözü söyleme
çabası, etik açıdan kuşku doğurucudur... Pratik aklın saf anlayışı, mutlaka
"neyin saf anlayışı" sorusuna dayanacaktır.
[159] Gayatri
C. Spivak, Madun Konuşabilir mi?
[160] Judith
Halberstam, Çuvallamanın Queer Sanatı
s:175
[161] Makale:
Nancy Fraser, Feminizm, Kapitalizm ve Tarihin Oyunu
[163] Judith
Halberstam, Çuvallamanın Queer Sanatı s:174
[164] RosBraidotti,
İnsan Sonrası (The Posthuman) s:95
[165] Aynı
eser, s:120
[166] Annamarie
Jagose. Queer Teori, Bir Giriş s: 140
[167] Annamarie
Jagose. Queer Teori, Bir Giriş s: 140
[169] Annamarie
Jagose. Queer Teori, Bir Giriş s: 140
[170] Annamarie
Jagose. Queer Teori, Bir Giriş s: 142 Maria maggenti
[172] Annamarie
Jagose, Queer Teori Queer Teori-Bir Giriş syf:137
[172-a] https://www.academia.edu/9079980/Queer_Olmayan_Bir_Feminizmin_%C4%B0mk%C3%A2ns%C4%B1zl%C4%B1%C4%9F%C4%B1_%C3%9Czerine-_Naz_H%C4%B1d%C4%B1r
[172-a] https://www.academia.edu/9079980/Queer_Olmayan_Bir_Feminizmin_%C4%B0mk%C3%A2ns%C4%B1zl%C4%B1%C4%9F%C4%B1_%C3%9Czerine-_Naz_H%C4%B1d%C4%B1r
[175] Maxime
Curvell, Irk, Sınıf ve Queer Eleştiri s:47
[176] Maxime
Curvell, Irk, Sınıf ve Queer Eleştiri s:114
[177] Maxime
Cervulle, Irk Sınıf ve Queer Eleştiri, s:151
[178] Irk Sınıf
ve Queer Eleştiri, MAxim Cervulle, Avrupa'nın ve ABD'nin İslamofobik gündemine
katılmasına karşı sesini yükselten pek çok kişi bulunmaktadır. Müslümanların
homofobik olarak inşası, gerçekten de ulusal güvenlik, "terörle
savaş" ve Avrupa "değerleri" çerçevesindeki tartışmalarda
merkezi bir rol oynamaktadır.
[181] Annamarie
Jagose Queer Teori, Bir Giriş s:111
Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın
1 yorum:
Büyük bir zihinsel emek mahsulü olan yazınız için minnettar olmamamak mümkün değil. Ömrünüze bereket ve sıhhat dilerim.
Yorum Gönder