İnsan’ın Son
Vakti, İnsan Sonrasına Geçiş - Posthumanizm
Bahtiyar
Vahapzade
Abdulhakim Murad, Habermas’tan alıntılayarak: “İnsan,
kendisinin ve âlemin varlık sebebini ararken tarih içinde giydiği kıyafeti,
yaşadığı şehri, düşüncelerini, iyiye ve kötüye dair fikirlerini, dünya, ölüm ve
ölüm sonrası hakkındaki kabullerini, erdemlerini, din ve tanrı telakkisini sürekli
değiştirdi. Ancak bütün bu değişimlerin merkezinde olan “insan” daima sabit
kaldı, değişmedi, varlık olarak kıymetini korudu. Şu an eşiğinde bulunduğumuz Transhümanizm
diye anılan bu dönemle birlikte söz konusu olan, bizzat insanın değişmesi hatta
tamamen yok olması. Bu süreç sadece, Habermas’ın vurguladığı gibi “felsefeyi”
ve “fikirleri” değil insanın çevresindeki her şey gibi insanı dahi yok
edebilecek bir süreç[2].”
Ancak transhümanizm (Akışkan/Geçişken İnsan/Geçiş
İnsanı) veya Posthümanizm (İnsan Sonrası) derken sadece gelişmekte olan
teknoloji ile önümüze çıkması muhtemel insan/robot/bilgisayar karışımı siborg[3]lerin çağının kastedilmediğini hatırlatayım. Kavram bu
manayı kapsıyorsa da, bütün hedefi bundan ibaret değil kanaatindeyiz. Bu konuya
daha sonra döneceğiz. Öncelikle meselenin fikri kökenine biraz girmek
istiyorum.
Transhumanizm veya Posthumanizm konusunda okuduğum hemen
her şey Nietzsche’nin Soykütük Teorisine gelip dayandığı için öncelikle, Wendy
Brown’ın kılavuzluğunda Soykütük Teorisi hakkında genel bir bilgi vermek
istiyorum.
Soykütük Teorisi
"İnsanın ebediyete olan inancı yitirildiğinde
sadece aşk değil, onu hayatta tutan yaşam enerjisi de yitirilir. Dahası hiç bir
şey ahlaka aykırı sayılmayacak, her şeye, hatta yamyamlığa bile göz
yumulacaktır. Tanrıya ve ebediyete inanç yitirilip, Tanrının yerine akıl
konursa makul olan tek bir değer kalır, bencillik[4].
Dostoyevski / Karamazov Kardeşler
Nietzsche ve Evrim Teorisine göre:
İnsan ilkel çağlardan itibaren çöllerde, dağlarda vahşi bir hayat sürerken
kendisini korumak, hayatta kalmak, neslini devam ettirmek, avlanmak, av
olmamak, sürekli gözlemek ve gizlenmek zorunda iken edindiği içgüdüleri;
zamanla “fazla” gelişerek, anormalleşerek insanın kendisine karşı, kendisini
kontrol ve tahakküm altında tutan bir mekanizmaya dönüştü. Öyle ki, bu güdüler,
bir kafesin insanı sarması gibi onu sardı ve olduğu yere mahkûm kıldı.
Gelişmesine engel oldu. Geçmiş dönem insanları bu güdüye; töre, ahlak, erdem, tanrı
vs. gibi değişik isimler vererek kutsadı. Kendini ya da sürüyü riske atan
düşmanlık, savaş, katliam, bencillik, takip, saldırı, tahrip, değişim isteyen
vb. her şey “kötü”, bunları koruyan her şey “iyi” sayıldı. Hazlardan,
zevklerden kaçmak ve bunları kötücül duygular olarak tanımlamak binlerce yıllık
vahşi hayatın geliştirdiği hayatta kalma içgüdüsü ile ilgiliydi. İnsanlığın
gelişiminin önündeki en önemli engel olan, başkalarını ya da sürüyü düşünerek
yaşamanın yani “vicdan” denen karalığın (karavicdan) da kökeninde de bu güdüler
vardı.
İnsan maymunluktan iki ayaküstünde durmaya başladığı
Neanderthal döneme geçtiğinde, ne Tanrıyı biliyordu ne ahlakı ne paylaşmayı ne
de diğer erdemleri. Tarih içinde insan kalabalıklaşıp, toplumu sevk ve idare ihtiyacı
duymaya başlayınca siyaseten keşifler yaptı ve bunları üretti. Tanrı ve diğer
değerler (ahlak, namus, şeref, merhamet, doğruluk, dürüstlük, aile vs) SANIdır,
uydurmadır, uydurulmuşlardır. Ancak Hakikat
için kanılar/inançlar yalanlardan daha tehlikeli düşmandırlar[5].
Üretilen Sanı’ların içinde en tehlikelisi Tanrıydı. O,
insanın paçalarından tutup ilerlemesine, gelişmesine, sınırsız GÜÇ elde
etmesine engel oluyordu. “Kazancınızı fakirlerle paylaşın” diyerek sermayenin
birikmesine, “doğruluk, dürüstlük, bencillik vs.” diyerek kişisel gelişime,
“ahlak, namus, şeref” diyerek pazarların büyümesine engel olurken, “ibadet”
diyerek zaman israfına, “zulüm etmeyin, öldürmeyin” diyerek milyonlarca
miskinin korunmasına neden oluyordu. Hâlbuki Tanrı da diğer “üretilmiş kültür ürünleri” gibi
insanlığın yüz karasından[6]
başka bir şey değildi.”
Zaman geçip insanlık ilerleyip artık
çöllerde gezmesine, dağlarda avlanmasına ihtiyaç kalmadığı, gecenin
hayaletlerinden, kötü ruhlardan, kara büyüden korkmasına gerek olmadığı, sürü
olarak doğada yaşamadığı günümüzde, o geçmişin hayaleti hala Tanrı, töreler,
ahlak vs. adı altında insanlığı kafesin içinde tutmaya devam ediyor[7].
Nietzsche’ye göre bu kafesten kurtulmanın yani ilerlemenin tek yolu bu sanılardan vazgeçmek yani “unutmaktır.”
Edilecek fedakârlığın yani unutulacak olanın büyüklüğü ilerlemenin önü
de o kadar açılacaktır[8].
Bu meyanda Nietzsche, ilk kutsanması gereken yeti olarak
“bencilliği” ele alır ve Şen Bilim
eserinde insanın “en yaratıcı duygusu[9]” olarak tanımladığı bencilliğin “iyilikçiler”
tarafından kötülenmiş olmasını eleştirir.[10] ”Ne denli çok kan ve zulüm yatıyor, bütün bu
“iyi şeylerin” altında!”[11] diyerek, “iyi”nin ve “iyilik”in sorgulamasını
derinleştirir. Ancak Nietzsche’nin “iyi” ve “iyilikle” olan hesabı bu kadar
değildir: Ahlakın Soykütüğü Üzerine eserinde, “İnsanın
gelişmesi, yararları, rahat yaşaması açısından zerrece olsun, “iyi insanın”,
“kötü insandan” daha değerli olduğundan hiç kuşkulanılmamış, bir tereddüde
düşülmemiştir. Ama ya tersi doğruysa! Ya “iyi “dediğimiz bir “gerilik” işareti
ise? Bir tehlike, bir ayartma, bir zehir, bir narkotikse (uyuşturucuysa-AHÇ)?
Şimdinin geleceğe bedel ödetmesiyse? Belki de daha rahatlatıcı, daha az
tehlikeli ama aynı zamanda daha küçük düşürücü, daha dar biçimde (bunu
yapıyorsa- AHÇ)? Öyleyse ahlak, tam bir yüzkaralığı olmayacak mıdır, eğer en
yüksek güç, en görkemli olan insan henüz erişilmemiş olan bir insansa, Ahlak tehlikelerin tehlikesi olmayacak mı?”
(Mütercim Ahmet İnam Bey sorgulananı ”iyi ve kötü” olarak çevirse de gelinen
aşama ile hedefe direk dinlerin konulmuş olmasının kelimenin “hayır ve şerr”
olarak tercüme edilmesi gerektiğini bize düşündürtüyor. -AHÇ)
İnsanın ilerlemesi ve yeryüzüne hâkim olmasını sağlayan bencilliği, aç gözlülüğü, hırsı, tamahkârlığı, tecavüzkâr oluşu, sınır tanımaz hadsizliği, zalimliği, ahlaksızlığıdır. Modern keşiflerin ve büyük sanayileri kuran sermayenin temeli 3. Dünya ülkelerinden yapılan korsanlık, sömürü, hırsızlık, gasp, aç gözlülük, hırs, talan ve yağma ile biriken servetlerdir. Bunlar Tanrı’nın öğütlerini dinleyerek yapılamazdı. Batı, Tanrı’ya karşı sorumluluklarını reddederek 200 yıldır dünyanın efendisi oldu. Ancak bu efendilik uzun süre bu haliyle gidemez. Çünkü Tanrıyı reddetmek Batılı insanı amaç boşluğuna düşürdü. Bu nihilizmdi. “Yaşamın anlamsız” olduğu düşünülen ilk Nihilizm döneminin ardından, “karşıdakinin yaşamasının anlamsızlığının” düşünüleceği Nihilizmin yıkıcı 2.dönemi gelecek. Bu dönem, korkunç bir boğuşma ile neticelenecek. (Nietzsche’ciler bu dönemin II. Dünya Savaşında gerçekleştiğini düşünüyor.) Bu aşamadan sonra, Batının hala dünyanın patronu olmaya devam edebilmesi için Tanrıyı ve O’na karşı sorumluluklarını reddetmiş olması yetmeyecek, çünkü ondan geriye bir hortlak kaldı ve o aramızda sinsice dolanmaya devam ediyor. Bundan sonra Tanrı’dan geriye kalan hayaletin/hortlağın da (yani Ahlakın-AHÇ) yok edilmesi gerekir[12].
İnsanın ilerlemesi ve yeryüzüne hâkim olmasını sağlayan bencilliği, aç gözlülüğü, hırsı, tamahkârlığı, tecavüzkâr oluşu, sınır tanımaz hadsizliği, zalimliği, ahlaksızlığıdır. Modern keşiflerin ve büyük sanayileri kuran sermayenin temeli 3. Dünya ülkelerinden yapılan korsanlık, sömürü, hırsızlık, gasp, aç gözlülük, hırs, talan ve yağma ile biriken servetlerdir. Bunlar Tanrı’nın öğütlerini dinleyerek yapılamazdı. Batı, Tanrı’ya karşı sorumluluklarını reddederek 200 yıldır dünyanın efendisi oldu. Ancak bu efendilik uzun süre bu haliyle gidemez. Çünkü Tanrıyı reddetmek Batılı insanı amaç boşluğuna düşürdü. Bu nihilizmdi. “Yaşamın anlamsız” olduğu düşünülen ilk Nihilizm döneminin ardından, “karşıdakinin yaşamasının anlamsızlığının” düşünüleceği Nihilizmin yıkıcı 2.dönemi gelecek. Bu dönem, korkunç bir boğuşma ile neticelenecek. (Nietzsche’ciler bu dönemin II. Dünya Savaşında gerçekleştiğini düşünüyor.) Bu aşamadan sonra, Batının hala dünyanın patronu olmaya devam edebilmesi için Tanrıyı ve O’na karşı sorumluluklarını reddetmiş olması yetmeyecek, çünkü ondan geriye bir hortlak kaldı ve o aramızda sinsice dolanmaya devam ediyor. Bundan sonra Tanrı’dan geriye kalan hayaletin/hortlağın da (yani Ahlakın-AHÇ) yok edilmesi gerekir[12].
Soykütüğümüze dönmeli, kılavuzluğumuzu neanderthal insana
yaptırmalıyız. Ahlakın sinsi saldırılarından, her yerden gelebilecek hiç
beklenmedik kafa kaldırmalarından ve insanlığın gelişmesine engel olmasından ne
zaman şüpheye düşsek neanderthale (o maymunumsu varlığa-AHÇ) dönüp bakmalı,
onda olmayan her şeye (ahlak, namus, şeref, merhamet, paylaşım, hayâ, namus,
edep, nikâh vs.-AHÇ) düşman olmalıyız.[14] Unutulmamalıdır ki, “İlerleme"nin büyüklüğü,
fedakârlık etmek zorunda kaldığımız şeylerin yığınıyla ölçülebilir; “yığındaki
insanlık” bir tek insan türünün büyümesi için feda edilir- İşte budur ilerleme[15]"
der Nietzsche.
Bu meyanda Nazi Almanya’sına ve Faşist Mussolini İtalya’sına
ilham veren ve fikir babalığı yapan Nietzsche, “Üst İnsan”ın yolunu açmak için “Alt
İnsan”lara, gelişmemişlere, fakirlere dair edilmesi gereken fedakârlık
tavsiyesini, Şen Bilim eserinde
anlattığı bir hikâyede dile getirir: “Ellerinde
yeni doğmuş bir çocukla bir adam, kutsal adama yaklaştı, "Ne yapmalıyım bu
çocukla?" diye sordu. "Zavallı, biçimsiz, çirkin, ölmek için
yeterince yaşamışlığı yok. Öldür gitsin!" diye bağırdı kutsal adam,
korkunç bir sesle; "Öldür ve kollarında üç gün üç gece tut, kendine bir
anı yaratmak için"; - Böylece bir daha zamanı gelmedikçe çocuk
yapmayacaksın- Adam bunları duyunca düş kırıklığı ile yürüdü gitti. Çoğu insan
kutsal adamı, bir zulmü, bu çocuğun ölmesini onadığı için ayıpladı.
"Yaşamasına izin vermek daha zalimce olmaz mı?" diye cevapladı kutsal
adam[16].”
Soykütük Terorisi, Nietzsche’nin “ari ırk” fikrinin
zemini ve Batılı emperyalist düşüncenin zihinsel kodlarının haritası gibi
duruyor. Nietzsche’nin “Ari Irk” Teorisinin hayata geçirildiği Hitler
Almanya’sının insanlığa nasıl bedeller ödetmiş olduğu görüldüğü halde Batı’da
hala popülaritesini koruyor olmasını Batılı zihnin kendisinde vehmettiği
“üstün/Ari ırk” düşüncesinin büyük bir nehir olarak derinlerinde akmakta olduğuna
delil olarak görüyoruz.
Wendy Brown’a göre, Nietzsche’nin Soykütüğün
tersine çevirme stratejisini, üç ayrı kertede tanımlamak mümkündür.
1-Değiştirilemez
varsayılan değerlere kafa tutup “her
türlü eleştirinin ötesinde olan sorgulanamaz doğruları” şüphe götürür sıradan birer
kurguya indirgemek, (İyileri ve ahlaki değerleri şüpheli hale getirmek)
2- Başlangıçta
sorgulanamaz kabul edilen “ahlaken iyi” olanı tersine çevirip tehlikeli olarak
varsaymak (“Kötüyü” “iyinin”, “ahlaksızlığı” “ahlakın” yerine yerleştirmek.)
3- Tarihin akışını
tersine çevirmek. (Tarihi seyri tanrının/değerlerin/ahlakın müdahalesine
müsaade etmeden yeniden düzenlemek.[17])
(Kanaatimizce burada Evrim Teorisinin,
“İnsan, hayvani bir varlık iken süreç
içinde yavaş yavaş medenileşmektedir” teorisi tersine çevrilip; insan, “medenileşme denen süreçle doğallığından
koptu, ilk haline, hayvanlar gibi
olduğu hale geri dönmelidir” şeklindeki bir teoriye dönüştürülüyor. Böylece Evrim Teorisi de oyun dışına atılıyor. -AHÇ) Bu
sebeple Nietzsche, kendisine getirilen “geleceği feda etme” eleştirisine meydan
okuyarak öncelikle değiştirilemez varsayılan gündelik değerlere kafa tutar.
Onda “her türlü sorgulamanın ötesinde” kabul edilen ne varsa, artık şüphe
götürür bir kurgu, bir vehim şeklini alır. Bir tersine döndürme ile ahlaken iyi
olan, kendini vaaz ediş şeklinin tersine, tehlikeli olarak var sayılır.
Gayatri Spivak’ın “Batılı
entelektüeli, Batı Emperyalizminden bağımsız görmek bir aldanmadır[18]” sözünün çerçevesinde değerlendirdiğim Nietzsche ve Soykütük Teorisini, İnsan Sonrası
dönemin fikri temeli olarak görüyorum.
1
- Transhuman (Geçiş-ken İnsan) ve Posthuman (İnsan’ın Sonrası)
“Tüm Tanrılar öldü:
şimdi Üstinsanın yaşamasını istiyoruz” Bir Tanrı yaratabilir misiniz? … Öyleyse
tanrılar hakkında bir şey söylemeyin bana! Oysa pekâlâ yaratabilirsiniz
Üstinsanı. Belki kendi kendiniz değil kardeşlerim! Ama Üstinsanın babalarını ve
atalarını yaratabilirsiniz kendinizden: en iyi yaratınız olsun bu![19]
Nietzsche
Tarihin bu anına
kadar her şey değişebiliyor, öznelleşebiliyordu. Giysiler, evler, şehirler,
düşünceler, dinler, tanrılar, inançlar, değerler, çirkinlikler, güzellikler,
zaman, dünyaya ya da ölüm sonrasına dair fikirler her şey tartışılabilirdi. Yani
özneldi. Hepsinin kıymeti dönem dönem değişir, bazen merkeze bazen çevreye/periferiye
kayardı. Sadece bir tek şey, bütün bunların ortasında, hepsinin merkezinde
sabitti,[20]İnsan.
Şimdi İnsanın
değiştirilmesine sıra geldi. İnsan, güçlü, sorunsuz ve ölümsüz olma isteğiyle
tanrıya benzemenin, tanrı olmanın derdine düştü[21].
Transhümanist devre
insan kapasitesi ile insanın sonunun getirildiği yer. Bu "felsefenin", "diyalogun", "sohbetin", "muhabbetin", her türlü insani beraberliğin, tüm insani ilişkilerin ve insanın merkezinde olduğu diğer
her şeyin de sonu anlamına geliyor. Hatta insanın da sonu.
Doğanın
kontrolündeki evrimden, insanın, kaderini kendi eline
aldığı, mekanik evrime geçiş sürecine verilen isim transhümanist devre. Yarı
insan yarı makine homosibernetikler ve kendi başlarına hareket edebilen
robotların (otonom, otomat) ortalıkta dolaşacağı, genetik mühendisliğin çok gelişeceği,
çocukların genetik DNA temizliği veya tasarımı yapılarak sipariş olarak
üretilecekleri (öjenik*), katil robotların veya savaş robotlarının hâkim olacağı,
cinsellik ihtiyacının üreme temelinden koparılıp sex robotlarına yönlendirileceği,
androidleşmiş, pek çok vasfını, doğallığını, biyolojisini, duygularını kaybetmiş
bir insani değişim döneminin haberini veriyor egemenler[22].
Transhümanistler
insanın kaderini, -ikisi de güvenilmez olan- tanrının ve Darwin’in/evrimin
elinden alma çabasındadırlar[23]. İnsan kendi
kaderini ellerine almalı, Cennete, mükemmelliğe ve ölümsüzlüğe ulaşmak için
Tanrının takdirini/Ahireti veya binlerce yıla yayılan ve değişim yaparken
zengin fakir, alt sınıf, üst sınıf, kıymetli insan, kıymetsiz insan ayırt
etmeyen evrimi beklememeli, diyorlar.
Ahmet Dağ, transhümanizmi, transhümanizmin en önemli
temsilcilerinden olan J. Huxley’den hareketle, “Bilimci ve evrimci bir sürecin unsuru olan transhümanizm bir yandan
insan kalmaya çabalarken diğer taraftan insan doğasını, hatta insanı aşma
çabasıdır” diye tanımlar. İnsan kalarak insanı aşmaya çalışmak Transhümanizmin
en büyük paradoksudur.
Ahmet Dağ, Teknolojik
gelişimin yardımıyla mevcut insanın aşılacağına inanan transhümanizme rehber
olan fikirler; insanın arzu edilebilir (kendi kendini) tasarlaması, tüm acının
yok edilmesi, insan otonomisinin gelişmesiyle ölümsüzlüğün ve nihayetinde insan
doğasının tam yenilgisi[24]”dir, der.
Bu konudaki yoğun çalışmaların neticesi olarak; otuz yıl içerisinde insanüstü zekâ yaratmak
için teknolojik araçlara sahip olunacak ve kısa süre sonra normal
insan/homosapiens devri sona erecek[25], iddiasındalar. Hatta meşhur transhümanist Feridun M. İsfendiyari 2030
yılında insan beyninin bilgisayara aktarılacağından o kadar emindir ki, ismini
FM-2030 diye değiştirir. İsfendiyari Transhümanitenin sembollerini; “Protez, plastik cerrahi, telekomünikasyonun
yoğun kullanımı, kozmopolitan görünüm ve dünyevi hayat tarzı,
androjin/cinsiyetsizlik ve yeniden üretim, dini inançların yokluğunu ve
geleneksel ailenin inkârını içerir” diyerek tanımlar.
Transhümanistlerin hemen hepsi, bu dönemi tanımlayan 3
temel sembol üzerinde anlaşır:
1- Süper uzun hayat
2- Süper
zekâ
3- Süper sağlık.
Bu döneme yani İnsan’dan/homosapiensten
Robotinsana/robosapiense geçişte ana unsur Yapay Zekâ** olacak gibi duruyor.
Transhümanizm;
yalnızca düşünür ve yazarlar tarafından temsil edilen bir hareket değildir.
Birçok okul, şirket, dernek, hatta kilise tarafından temsil edilen ve kendini
yayma amacı taşıyan bir tebliğ hareketidir. İnsan ömrünü uzatma, hastalığı
ortadan kaldırma gayesi taşıyan tıp merkezleri, nano teknoloji, nano-biyoloji,
genetik bilim, bilgisayar programı ve yazılımı çalışmalarıyla meşgul olan bilim
merkezleri ve şirketler, yine Yapay Zekâ çalışmaları yapan her birinin bütçesi
milyar dolarları aşan Samsung, Nokia, Bloomberg, Beta, Space3, İntel Capital ve
Google gibi şirketler bu sürecin arkasındadırlar[26].
Ancak transhüman nihai model değildir. O insanlık ile makine olmak arasında bir
geçiş modelidir ve posthuman olma yolunda
evrimci sürecin ön aşamasıdır[27]. Bu
noktada transhümanizmi “geçiş insanı” olarak da çevirmek mümkündür[28]. Nietzsche’nin deyişiyle “İnsan, hayvan ile üst-insan arasına bağlanmış bir halattır, öyle bir
halat ki, bu halat bir uçurumun üzerinde yer alıyor.[29]“ Post-humanist dönemde insan, geçiş halatı olduğu
dönemden ÜST İNSANa ulaşmış olur. Trans-hümanite sürecinde klasik insandan/homosapiensten kopan insanın, post-hümanist dönemde tamamen robo-sapiens/android haline gelmesi beklenir.
Post-hümanist dönem ile insanlığın “beden” hapishanesine mahkûmiyetten
tamamen kurtularak ölümsüzlüğü yakalaması mümkün olacaktır, iddiasındalar. Bunun
için insanın beynini bilgisayara/makineye/robota aktararak, ölümsüzlüğe giden
yolda –önündeki en büyük engel olarak görülen- vücudundan kurtulması bir
zorunluluktur[30] .
Hannah Araendt, bu dönemi “İnsanın, yeryüzünün kendisine sunduğu kökten farklı, tamamen insan
yapımı koşullar altında yaşamak durumunda kalacağı ve çalışmanın, işin, eylemin
ve düşüncenin bir anlamının kalmayacağı bir zamanı ifade eder, diyerek
tanımlar[31].
Ancak bu sürece gidiş hiç de kolay olmayacak. Mesela
upuzun bir hayata, sağlığa hatta ölümsüzlüğe ulaşırsak nüfusu nasıl
denetleyeceğiz veya kontrol edeceğiz?
Hannah Arendt,
Berkeley’den alıntılayarak söylediği, “Bugün
en büyük tehlike... yerleşik ve saygın olanların mümkün olan en derinden
nihilistçe bir yadsımaya, yani kendi çocuklarını, geleceğin taşıyıcılarını
inkar ederek geleceği yadsımaya (harcamaya-AHÇ) hazır olmalarıdır[32]” demesi konu hakkında bir
ip ucu verebileceği kanaatindeyiz. Ancak transhümanist döneme geçişte egemenlerin
önündeki tek sorun, yok edilmesi gereken sanayi toplumlarının ıskartaları/
lüzumsuz kitleler değil. Kitlelerden bu sürece geçişte gelebilecek olan ahlaki
direncin ve o dirence kaynaklık eden ilahi söylemin de yok edilmesi gerekiyor. Bu
konuyu genişletelim.
Gerek Transhuman gerek Posthuman diye tanımlanan kavramlar,
iki temel kavramın reddiyesi olarak işlev gördüğünden, bu kavramları
açıklayabilmek için öncelikle başka iki kavramı açıklamak gerektiğini düşünüyorum:
Andropos ve Vitruvius.
a) Andropos:
Nietzsche
Bu kavram Eski Yunan’da hikmet sahibi olgun insanı
(insan-ı kâmil, aziz, evliya) karşılıyor. (Bu kadar açık ifade edilmiyor
ama Andropos, Peygamberleri işaret ediyor kanaatindeyim.) Andropos, toplum için
bir ahlaki nizam tanımlıyor. "İnsan" olmanın bir takım ahlaki
sıfatlara sahip olmakla ilişkili olduğunu düşünüyor ve tanımlanan ahlaki
niteliklere sahip olmayanların, “İnsani” olarak eksik olduklarını,
insanileşmede başarılı olamadıklarını iddia ediyor.
Bir Kadiri şeyhi olan Şemseddin Yeşil Efendinin 1966 yılında verdiği bir vaazındaki, "Vicdanın, ahlakın,
Allah'ın (cc), aklın, ruhun, mananın, kabul etmediği bir çirkinliği gördüğünüz
zaman, elinizle yıkın. Ona kudretiniz yetmezse sözünüzle yıkın. Buna da
kudretiniz yetmezse kalbinizle yıkın. Yalnız kalbe de kalırsa, bilin ki indi
ilahide inananların en zayıf sınıfında bulunursunuz. Ya çirkinliği güzel diye
kabul ederse, batıla hak diye taparsa hangi sınıfta bulunur? Onun sınıfı yok. O
mükellef değil. Serbeste dâhil o. O ne demek o? İnsan muamelesine tabi değil.
Teklif yok çünkü. İnsan değil…[34]” ifadeleri “insan” olmanın üst bir ahlaki donanımla
elde edilebileceğine işaret etmektedir. Hala kullanılan, “önce insan ol",
“insan mısın?”, “insanlık önemli” gibi kelimeler de, muhatabından ahlak ve
erdem talep eden dini söylemin, Andropos/peygamberler düşüncesinin toplum
içindeki yansımalarıdır.
İddia şu; 5000 senedir, Andropos (peygamberler), insan
olmak adına ahlak ve erdem söylemi altında, toplumları baskılıyor ve onlara
şekil veriyor. Tefeciliği, paradan para kazanmayı, hırsızlığı, yalanı, talanı, nikâhsız
birlikteliği, fahişeliği, eşcinsel, pedofilik, aile içi ilişkileri yasaklayanlar;
mahremiyet, hayâ, edep, ahlak vs. gibi erdemleri tanımlayarak bir çok toplumsal yapıyı ötekileştirenler Hz. Muhammed, Hz. İsa, Hz. Musa, Hz. İbrahim, Buda, Konfüçyüs gibi Andropos/Ahlak
Erkekleridir. Andropos’un (Peygamberlerin, azizlerin, evliyaların ...)
ahlak ve erdem anlayışına uymayan kesimler dışlanıyor ve ötekileştiriliyorlar. Kusurlu
görülüp, “insan”lığı eksik olarak kabul ediliyorlar. Bunlar fahişeler,
eşcinseller, tefeciler, cimriler, hırsızlar, katiller, benciller vs.’dir.
Bunlardan bankacılar, tefeciler, yalancılar, sahtekârlar
vs. Makyevelizmin, “başarıya giden her
yol mubahtır” düşüncesinin kabul görmesi ve Kapitalist ekonominin hakim ekonomi olması ile toplumlarında asaletlerine
kavuştular. Zaten yeni dönemin peygamberi Nietzsche’ydi ve o, “Bencilliği” en
yaratıcı insan güdüsü, “merhameti ve acımayı” insanın tehlikeli bir zafiyeti
olarak tanımlarken, “Güç ilahtır. Tanrının
öğütlerini dinleyecek olursak, dünyanın efendisi olacak gücü elimizde tutamayız”
diyordu.
Ancak eşcinseller ve fahişelerin durumunda hiç bir iyileşme
olmadı. Onlar binlerce yıldır Andropos tarafından ötekileştiriliyor ve
aşağılanıyorlar. Üstelik ezilmişlerin içine "kadınları" da dahil etmemiz lazım, çünkü peygamberlerin arasında kadın yok. İncil ve
Tevrat’ta kadına hiç hitap edilmiyor, muhatap alınmıyor. Tam tersine Hem
Kur’an’da, hem İncil’de, hem Tevrat’ta, “erkekler kadınlara yönetici" olarak
tayin edilerek[35] kadınların erkeklere tabi olması istenip erkeklerin kadınları sömürgeleştirmesinin yolu açılıyor. Dolayısı ile Andropos, kadını da aşağılıyor,
ötekileştiriyor, insan saymıyor, diyorlar.
Leonardo Da Vinci'nin çalışması: Vitruvius İnsanı |
“Erkekinsan”nın kurmuş olduğu bu dünya adaletsiz, zalim,
hoşgörüsüz bir dünya idi. Melbourne merkezli “Radikal Lezbiyen Manifesto”
da yer alan “Bütün baskıları –kapitalistin işçiye, beyazın siyahîye,
emperyalistin üçüncü dünyaya uyguladığı baskıları- cinsiyetçi, yani erkek
iktidarına dayalı buluyoruz”[36] cümlesinde bu fikrin
kaba bir özetini bulmak mümkün...
İşte İnsan Sonrası kavramı, Andropos’un tanımladığı “ahlaklı
insan” ve Vitruvius’un tanımladığı "Beyaz Batılı İnsanın" aşağıladığı
zümreleri –ki, en fazla ve en uzun süreli aşağılananlar kadınlar, eşcinseller
ve fahişelerdi- özgürlüklerine kavuşturmak için, peygamberlerden kaynaklı “insan” anlayışlarının
reddine dayalı inşa edilmeye çalışılan döneme verilen isim. İtalyan filozof ve
feminist kuramcı Rosi Braidotti bu dönemi, “İnsan Sonrası; ahlaki
rasyonellik, bütüncül kimlik, aşkın bilinç veya doğuştan gelen ve evrensel
ahlaki değerler gibi mefhumlardan radikal bir biçimde yabancılaşmayı içerir[37]” diyerek tanımlar.
Görüldüğü gibi Braidotti açıkça ilan edilen bu savaşın karşı cephesinin Andropos(peygamberler) ve onun ahlak anlayışının olduğunu söylemekten çekinmez.
Görüldüğü gibi Braidotti açıkça ilan edilen bu savaşın karşı cephesinin Andropos(peygamberler) ve onun ahlak anlayışının olduğunu söylemekten çekinmez.
Abdülvehhap el Messiri, yazılarında Tanrının ölümünün
sekülerizmin başlangıcı ile ilan edildiğinin ve Sekülerizmle birlikte insana
düşman bir insancıllığın (hümanizmin) Batı düşüncesine hâkim olduğunun üzerinde
özellikle durur: “Materyalizmin antihümanist eğilimleri, “sadece doğanın
değil, insanın da yapı söküme uğratılması, nötrleştirilmesi,
kişiliksizleştirilmesi ve kutsal olmaktan çıkarılması sürecinin epistemolojik
temeli haline gelmiştir,[38]”
der. Messiri, Batı uygarlığının Tanrıyı öldürmesi gibi İnsanı da
öldürmesi/yapı söküme uğratması/ kişiliksizleştirmesi seküler aklın doğal ve
gitmekten kaçınamayacağı sonuçtur, fikrindedir.
İrlanda’lı ateist bir düşünür olan Terry Eagleton’un “Tanrı’yı
toprağa verdiğimiz mezarlıktan geri dönerken fark ettik ki; Tanrı ile birlikte
“İnsan”ı da toprağa vermişiz. Geriye gelişmiş bir hayvan olarak dönüyoruz...
Tanrı’ın olmadığı yerde “insan” da varlığını koruyamıyor[39]”
kelimesi de Messiri’nin iddiasının doğruluğuna işaret eder gibidir.
Rosi Braidotti, Postmodernizmin insanları bir arada tutan ilahi ve ahlaki mutlak
değerleri paramparça etmesi ile zerrelerine(bireylere) ayrılan toplumların bir
arada yaşayabilmelerini sağlayacak ortak değerleri yani Peygamberlerin, ahlak
ve erdem insanının yerini alabilecek düşünceyi eşcinsellerin ve kadınların;
hayvanları, bitkisel canlıları hatta cansızları dahi dışlamadan(Zoe) birlikte
üretebileceklerini iddia eder. Bunun için öncelikle Andropos’un tanımladığı “insan”ın
yoldan çekilmesi gerekir. “İnsan Sonrası kuramı değerlerden örgütlü
olarak yabancılaşma biçimidir... Klasik değerlerle göbek bağını keserek
yaşamsal, transversal, ilişkisel yeni öznelere doğru geniş bir bakış açısıyla
yol almaktır.[40]” diyerek
bunu tanımlar, Braidotti.
Braidotti, “Nietzsche’nin, Tanrı ile birlikte, Tanrı
fikri üzerine bina edilen “insan” fikrinin de öldüğünü ilan etmesinden beri,
“insanlığın” zor durumda olduğu düşüncesi Avrupa felsefesinin sürekli
tekrarlanan motifi olmuştur[41]” der.
“Andropos’un merkezi konumu sorgulandığında “erkekinsan” ile “diğerleri”
arasındaki sınır, yerle bir olur ve ötekilerin (kadınlar, eşcinseller,
hayvanlar, bitkiler...) özgürleşmesi ile doğan enerji, “İnsan Sonrası”nı
başlatır. Andropus’un (peygamberlerin-AHÇ)
geriletilmesi ve krize sürüklenmesi ötekilerin şeytani gücünü serbest bırakır. Hayvanlar, böcekler, bitkiler, çevre, -aslında- tüm evren
işin içine girer[42]” diyerek Andropos
insanının yerine “Şeytani Güçlerin yaratıcılığını” önerir.
Peygamberlerin ve Hümanizmin tanımladığı normların
hepsini yerle bir edip tarihe gömerek; andropos erkekinsanın ürettiği dünyaya
karşı kadın, eşcinseller ve teknoloji, hep birlikte iffetsizce[43] translığın (geçişkenliğin) üzerine bir dünya
kurmak istiyoruz (Zoe), diyorlar. Yeni kurmayı hedefledikleri dünyada
peygamberlerin ya da onların takipçilerinin ayaklarına dolanmasına, onlardan bir tek kelimenin bile gelecek nesillere aktarılmasına müsaade
etmek istemiyorlar.
Peygamberlerin tanımladığı ahlak, erdem, iffet, namus,
şeref vs. sahibi “insan”lardan olmak istemiyoruz. Şeytani güçleri serbest
bırakmak ve hem Peygamberlerin hem de Vitrivius’un Hümanizminin(insancıllığının)
insanını aşmak, ondan sonraya geçmek istiyoruz; "İnsan" olmak için
ahlaklı, erdemli, batılı, erkek ve heteroseksüel olmaya gerek yok. Hatta “İnsan
olmaya bile gerek yok", fikrindeler.
(Ahlak erkeğinin/Peygamberlerin tanımladığı Normların/Temel prensiplerin/Erdemlerin alt üst edilmesine, yıkılmasına yönelik eylemlerden bir kaç sahne.)
Not: Andropos/Peygamber Erkeğin normlarının Altüst edilmesine Bir Örnek:
Yeni Şafak Gazetesi: 08/02/2019 |
İnsan Sonrasına geçişe, normların ters yüz edilmesine, ahlaki kaosun var edilmesine dair bir örnek:
Sabah Gazetesi, 8/02/2019 Sabah gazetesinde "aldatma" bir kusur olarak haberin içine girememiş. |
Yargıtay Genel Hukuk Kurulunun 8 Şubat 2019 tarihinde gazetelere düşen kararında; koca, aldatılan ve işsiz olmasına rağmen, aldatan ve mahkemece tam kusurlu bulanan karısına nafaka ödemeye mahkûm edildi[144]. Toplumsal normlar bu durumda aldatan kadının ve aldatan erkeğin cezalandırılmasını öngörür. Toplumsal normlara göre “aldatan kadın, namussuzdur” , sevgilisi erkek ise “ırz düşmanıdır”, her ikisi de “zanidir”. Ancak Yargıtay aldatan erkeğe ve aldatan kadına herhangi bir cezayı uygun görmezken; kocaya, aile birliği içinde de olsa, karın da olsa kimsenin cinsel hayatına karışamazsın. Eğer bundan rahatsız olup boşanmaya kalkarsan seni cezalandırırım, demiş oldu. Burada karısının başka bir erkekle olmasını problem olarak gören koca Andropos’un/peygamberlerin tanımladığı “insan” çerçevesinde hareket etmektedir. Yargıtay tek eşli/monogamik evlilik anlayışının, karı-koca ilişkisinin, nikâh, helal, haram, zina gibi geleneksel ve dini normları gündemine almadan “İnsan Sonrasına” geçmiş ve kocayı cezalandırmıştır. Yine olayı, ertesi gün bazı gazeteler, geleneksel normlardan ve İNSAN üzerinden görürken, bazı gazeteler de “insan sonrasına” geçip “kadın aldatmasını ahlaki problem olarak görmeyi reddeden, ekonomik bir bakış üzerinden vermeyi tercih etti.)
2- “İnsan Sonrası”nın Reddettikleri
Andropos ve Vitruvius İnsanının aşılıp, İnsan Sonrasına
geçilebilmesi için öncelikle Hümanizm, sekülerizm ve biliminin otoritesinden
kurtulmak gerekir.[45]
(Adeta, “Bunlar eski oyunun numaraları
idi; ayağımıza dolanıyorlar, yeni oyunda onlara ihtiyacımız yok!”, der
gibiler.)
Nitekim, Judith
Halberstam “Beyazlık, hem kalem hem de silgidir”
şimdi silmenin, unutmanın zamanı geldi, diye haber veriyor[46]. Ahmet Dağ’da “Tanrı
inancına karşı duyarsız, insanı dönüştürme, evi ve insanın yaşadığı çevreyi
değiştirme, Yaşanası (!) bir yer haline getirme amacında olan transhümanizm her
şeyiyle şimdiye kadar olan dünyayı geri bırakmak ister” diyor[47].
a) "Hümanizm,
doğduğu günden beri erkek merkezli, heteroseksüel, Batılı ve emperyalistti.
Farklılıklara hiç bir zaman tahammül edemedi. Farklıyı görmezden geldi. Farklıyı
görmek zorunda kaldığında da, onu boğdu. “Bütün hümanizmler emperyalist
olagelmişlerdir. İnsanı sınıf, ırk, cinsiyet ve genom üzerinden algılarlar.
Kucaklayışları, görmezden geldiklerini boğar... Hümanizm adına işlenmemiş bir
günah düşünmek imkânsızdır[48]...
Hümanizm fikrinin, kadını ve eşcinseli aşağılayan erkekinsanın ürettiği bir
fikir olarak; faşizm ile vardığı yer, insan fırınları ve Yahudi katliamı
olurken, Komünist Hümanizmin vardığı nokta ise Gulaglar oldu... Hümanizm
karşıtlığı, İnsan Sonrası düşüncenin önemli bir kaynağıdır[49]”,
diyerek Rosi Braidotti, Avrupa hümanizminin kirli iç çamaşırlarını ortaya
döküyor. Ve sanki yeryüzünün tek düşünce biçimi Batı Hümanizmi imiş gibi veya
doğru dürüst bir başka İnsani düşünce geliştirme ihtimali yokmuş gibi bizi;
insanı, “şerefli ve kutsal” bir varlık olarak görmeyi terke ve kendimizi hayvan
kabul etmeye davet ediyor. (Hayvan konusuna yeniden döneceğiz.)
Ahmet Dağ’ın, Klemm ve Schweiker’den alıntıladığı “İnsanoğlunun vahşeti, hümanizm karşıtlığına
yol açmaktadır[50]”
kelimesi, insanoğlunu “vahşete” yönlendiren kaynakları sorgulamadan “hümanizmi” mahkûm
etmesi ile biz de tedirginlik uyandırıyor.
Bundan fakirlerin endişelenmesine gerek yok; “insan”ın
kurduğu düzen sadece batılı, beyaz, sağlıklı, estetik ve heteroseksüel erkeği
koruyordu. “Gidecek olan, ardından ağlamaya değer bir şey değil”, diyor
Braidatti. Ancak, androposun/peygamberlerin yani ahlak ve erdem insanının
tarihe gömülmeye çalışıldığına dair pek çok ipucu varken, Kapitalist/Batılı/Beyazın
koltuğunun sallandığına dair hiç bir emarenin olmamasının fakirler açısından
oldukça endişe verici olduğu kanaatindeyim. Sanki Batı Hümanizmi, yok edilmiyor da, yönetici elitin çok daha dar
bir alana indirgendiği, en yoksul en alt tabakanın sayısının 300-500 milyondan
8 milyara çıkarıldığı post-Posthümanist bir döneme giriyoruz gibi geliyor bana.
b) Sekülerizm: “Sekülerizm, Tanrı’nın yerine aklı oturtarak
Hristiyan düşünceyi yeniden üretti... Hümanizm, Hristiyanlığın kurtuluş
doktrininin, insanın evrensel özgürleşme projesine dönüşmesidir... İlerleme
fikri, Hristiyanlıktaki Tanrının inayeti inancının seküler bir versiyonudur. İşte
bu yüzden kadim paganlara yabancıdır. Sekülerizm, Modernizmin bir
enstrümanı olarak dini otoriteyi sarsmak için kullanıldı... Özgürlük sloganını
kullansa da fakirler için hiç bir zaman özgürleşmeci olmadı... Sekülerler, ne
başlangıçta ne de yakın zamana kadar “kadın” veya “eşcinsel”lerin sorunlarını
kendilerine dert edinmediler... Sekülerizm, çeşitliliği bırakın, farklılıklara
saygıyı bile teminat altına almadı[51],
diyerek insancıllıktan(hümanizm) sonra sekülerizmden, daha doğrusu Tanrı’nın
aklından sonra kendi aklımızdan da kurtulmamızı teklif ediyorlar. Yani, tanrıdan
bağımsız dönemden sonra, kendi aklımız, bireysel tercihlerimiz döneminin de
sonuna geldik. Braidotti, yeni kurulacak dünyanın bir "DİNİ/DİNSİZLİĞİ" olacak ve kimsenin buna uymamak seçeneği olmayacak demeye çalışıyor sanırım.
Prof. Noah Harari de özgürlük, eşitlik, akılcılık,
bireysellik gibi sloganların son demlerini yaşadığını, buna kendimizi
alıştırmaya başlamamız gerektiğini haber veriyordu[52].
İsveç[53],
ABD[54]
ve İngiltere’deki[55]
chipli insan ve Çin’deki, her an tüm toplumu gözetleyen akıllı kameralar
ile vatandaşlık puanı uygulamaları[56]
yerleştikçe Harari’nin haklı olduğunu ve bu sloganlardan geriye hiç bir
şey kalmadığını kalabalıklar da anlayacak kanaatindeyim.
Bu aynı zamanda şu anlama da geliyor: Akılcılık akımı
bireysellikle beraber gelir. Eğer akılcılık yoksa bireysellik de tutunamaz. Bu
öngörümüz doğruysa, yakın zamanda “Yeni Büyük Cemaatin/Cemaatlerin” mensubu
olmaya da çağırılacağız demektir. Öyle yüce(?) cemaatler ki bunlar; yöneticiler
ile sıradan insanların arasındaki mesafenin, Yunan Mitolojisinde Olimpos Dağının
yükseklerinde bulut[57]ların ardında kalan Tanrılar ile eteklerinde yaşayan sıradan
insanların arasındaki mesafeden daha fazla mesafenin olduğu cemaatler[58]
olacak diyor, Prof Harari. (Sonu gelmekte olan Ulus Devletlerin Halkı”, yerine “Büyük
Şirketlerin Elemanı” olmamızı planlıyorlar sanırım.)
Tanrının üst akıl olduğu devreyi, “Sapere Aude”, “kendi
aklını kullanmaya cesaret et!” diye kapatanlar, galiba “bizi teslim edecekleri
yeni Tanrı, Büyük Akıl adına ön hazırlık” yapıyorlar. Bunun M. Hardt, A. Negri, Wendy Brown, Z.
Baumann, A. Touraine vs.’nin bahsettikleri gelmekte olan kapitalistlerin “Süper Diktatörlük”ünün hazırlığı olarak
okunabileceği kanaatindeyim. Burada Noah Harari’nin gelmekte olan düzeni Yeni
Paganizm (Çok Tanrılılık) olarak tanımlıyor olmasını ve “Bu andan
itibaren, egemenlerin Tarı olmak istemesi değil, Tanrı olmak istememesi
ahlaksızlıktır”, kelimesini de hatırlatmakta fayda var[59].
c) Bilimin otoritesi:
Geçen
yüzyılda bilim gelişti. Bunun 3 sebebi vardı: 1- Bilimin gelişmesi ile Tanrının
iyiliğinin ve bilgeliğinin daha iyi anlaşılacağı düşünülüyordu. Newton buna
inanıyordu. 2- Bilginin mutlak manada iyi olduğuna; ahlak, mutluluk ve bilgi
arasında bir bağ olduğuna inanılıyordu. Voltaire'in ruhundaki mutlak inanç bu
idi. 3- Bilimde bencil olmayan, kendi kendine yeten, insanın kötü dürtülerinin
genellikle yer almadığı, gerçekten masum bir şey olduğuna inanılıyordu.
Spinoza'nın ruhundaki itici güç de buydu.
Nietzsche
“Vitruvius’un erkekinsanının yaptığı en kuvvetli
numaralardan biri de bilimin nesnelliği, tarafsızlığı numarasıydı. Bilimin
alkış tutulan nesnelliğinin son derece kuşkulu olduğu kanıtlanmıştır. Bu yüzden
bilimin, bilimsel nesnellik ve öznellik iddiaları şiddetle reddedilmelidir...
İleri kapitalizmin, sömürüde en ciddi enstrümanı her zaman bilim olmuştur...
İnsan öldüren robotları da atom bombasını da bilim adamları yaptı...
Üniversitelerden bilim beklemek artık mümkün değildir çünkü ticarethaneye,
toplumsal rant dağıtım mekanizmasına dönüştüler... Dekanlar, bilim adamlarından
çok bir holding CEO’su olarak işlev görmeye başladılar[61]."diyerek de bilimin otoritesinin sorgulanmasını teklif ediyor sayın Braidotti.
Zygmunt Baumann, Aydınlanmanın tanrıları pozisyonundaki
entelektüellerin, Modernist dönemde pozisyonlarını bilim adamlarına
kaptırdıklarını ve entelektüellerin artık yasa koyucu rollerini yitirdiklerini
ve rollerinin “çevirmenliğe” ve sermayeden beslenen memurluğa (semiyotik
aracılık) indirgediğinin tespiti yapar. Bu dönemde entelektüeller, özgürlük ve
adalet gibi yüksek ve ulvi amaçlara bağlı kalabilseler bile fikirlerinin
kuvveti sıradan vatandaşlarla aynı seviyeye indirgenmiştir. Baumann “postmodern
dönemde entelektüele ihtiyaç olmadığını onun yerini “zorlamanın rasyonel
tekniklerinin”, “herkesi kuşatan bir kontrolün (panaptikon)” ve “piyasanın
çekiciliğinin” aldığını söyler. Ve böylece
Postmodern dünyada entellektüellerin siyasi olarak mülksüzleştirilmesinin ve
onların entelektüel emperyalizminin sona erişi[62]”nin haberini verir.
Artık entelektüelin tahtına oturan bilim adamının
saltanatının da son günlerine geldik. Bu sürecin halledilmesi için büyük
mücadelelerin verileceğini sanmıyorum. Kalabalıkların, fark etme fırsatı dahi bulamadan,
çok hızlı bir süreçle otorite konumundaki bilim adamlarının hayatlarından
çıktıklarını göreceklerini düşünüyorum. Egemenler tanrısal pozisyonlarını
gizlemek için kullandıkları bir sütrenin daha işini bitirerek çöpe atıyor ve
üstelik o kesimden kendilerine gelecek eleştirilerin de önünü kesiyorlar.
Bir kaç örnekle açıklamaya çalışayım:
Amerika’da Massachusetts eyaletindeki dünyaca ünlü bir
kan kanseri kliniği bütün verilerini, tedavi süreçlerini, kullanılan ilaçları
ve sonuçlarını bulut ortamına yüklüyor. Dünyanın neresinde olursa olsun hasta, kendi verilerini bulut ortamına taşıdığında hastalığı hakkında o güne
kadar tespit edilmiş tüm hastaların verilerinin yüklü olduğu, dünyanın en
yetenekli yüzlerce doktorunun tecrübelerini ihtiva eden, aynı hastalığı yaşayan
milyonlarca başka hasta ile kendisinin durumunu ve süreçleri karşılaştıran
yapay zekâlı doktorlar ile buluşmuş oluyor. Bu şartlar altında devlet
hastanelerinin hekimlerinin pek şansı olmayacaktır, sanırım.
İngiltere ‘de mülteciler avukatlık masrafları nedeniyle
robot avukatlara yönlendirilmeye başlanıyor[63]. Çıkan sonuçlar gerçek avukatlar ve hâkimlerin vermiş
oldukları kararlarla karşılaştırıldığında sadece %11’lik bir sapma olduğu fark
ediliyor. Ancak bu başka bir tartışmayı gündeme getiriyor: Bu % 11’lik oran,
robotların hatasına mı işaret ediyor, yoksa insanların hatasına mı veya İngiliz
adalet mekanizmasındaki rüşvet oranına mı? Bu tartışıla dursun, şu kabaca belli
oldu ki; insanların çoğu karşıdakinin zenginliğinden ve nüfuzundan
etkilenebilecek savcılar veya hâkimlerdense veya avukatlık masraflarındansa
buluta bağlı bir bilgisayar tarafından davalarının görülmesini tercih
edecekler.
Google’ın buluta bağlı sürücüsüz arabalarından birinin
önüne aniden sarhoş biri çıkıyor. Google’ın arabası duruyor ancak insanın kullandığı
arkadaki otomobil duramayıp Google’ın arabasına çarpıyor. Bunun üzerine bir
tartışma daha başlıyor: “Arkadan vuran araba, Google’ın bağlı olduğu buluta
bağlı olsaydı bu kaza olur muydu? Gelecekte her an dalma, uyuma, hata yapma riski
olan insanlara araba kullandırmamalıyız. Bizim usta şoförlere değil, sisteme
entegre olmuş pilotlara ihtiyacımız var”, diyorlar.
Dikkat edilirse her üç örnek de, bireysel insani tecrübe
ve bilginin bulut dediğimiz bir ortam tarafından kıymetsizleştirilip ihmal
edilebilir kılınmasını anlatıyor. Bu anlamda insani kapasitenin çok üstüne
çıkan bilgi depoları, işlem kapasiteleri ve hızları ile robotlarla yarışması
mümkün olmayan bilim adamlarının egemenler ile halkın arasındaki tebliğci, vaiz/papaz
pozisyonları da bitiyor sanırım. Üstelik şu ana kadar kurdukları tüm oyunlarda
bilimin ve bilim adamının ardına saklanan sermaye için bunun bir bedeli vardı.
Sanırım artık “kazanan hepsini alır” oyununda bilim adamlarına pay
ayırmayı düşünmüyor ve onları geri pozisyona çekiyorlar.
Yunan mitolojisinde Olimpos Dağının yükseklerinde,
bulutların ardında olan Tanrılar, günümüzde de otoritelerinin önündeki bilim
adamları sütresini kaldırıyor ve bulutun (Cloud) ardına geçerek tamamen
görünmez olmayı tercih ediyorlar. (Alegori Prof. Noah Harari’den alınma) Mesela
daha önce müşterisiyle birebir muhatap olan işletme sahibi, büyük marketlerle
ortalıkta görünmez oldu. Ancak kasiyerler, tezgâhtarlar hala karşımızdaydı. Hukuka
tüzel kişilik tanımının sokulması ile ulaşılması zor bir konuma çekilen kapitalistler
internetten alışveriş, kasiyersiz market[64] uygulamaları[65] gibi global ölçekli yapay
zeka uygulamalarının yayılması ile tamamen sır olup ortalıktan yok oluyorlar.
Onlara ulaşmak, sohbet etmek, nerede, nasıl yaşadıklarını, ne yeyip içtiklerini
öğrenmek hatta bazen isimlerini dahi bilmek mümkün değil.(Gelecek 20-30 yıl boyunca dünyada yaygın mesleklerden
birinin de buluta bilgi yüklemek işi olacağını tahmin etmek zor değil.)
Haccac Ali’nin Geraard Delanty’den yaptığı alıntıda
Delanty, “Tanrı’nın ölümü tezi ve sözde
“sekülerleşme” , sadece Nietzsche’nin üst insanı değil, aynı zamanda doğa,
tarih yasaları, akıl ve ilerleme de dâhil olmak üzere yeni seküler tanrılar
dünyaya getirmiştir[66]” diyordu. Delanty’nin işaret ettiği Tanrılardan “üst
insanın”, Sekülerizmin diğer tanrılarını çöpe attığı bir döneme giriyoruz.
Anladığım kadarı ile “İnsancıllıktan (hümanizmden) kurtulmalıyız, Sekülerizmden
kurtulmalıyız, bilim adamlarından da kurtulmalıyız”, diyorlar. Çünkü artık
egemenler/üst insanlar Tanrı’nın koltuğuna aracısız, direk oturmak ve
buyruklarına; ne akıl ne insanilik ne de bilim adına itiraz gelmesin
istiyorlar.
Bu nasıl olacak?
3- İnsan Sonrasına Geçiş: Üç Aşama
Nietzsche
Postmodernist düşüncenin önemli isimlerinden sayılan Fransız
filozoflar Deleuze ve Guattari, “İnsan Sonrası”na geçişi üç aşamalı bir süreç
olarak tasvir ediyor: Hayvan oluş, Yeryüzü oluş ve Makine/Robot oluş.
HAYVANLAŞMAMIZ, sorgulamadan kapıldığımız akıntının zevk
temin eden yönlerini öne çıkardığımız ölçüde, akış hızını artıran çabalar
gösterdiğimiz zaman gerçekleşecek.
NEBATLAŞMAMIZ (OTLAŞMAMIZ), mensubu olduğumuz toplum
öbeğinin uyduğu akıntıyı sorgulamadığımız, bu akıntıyla sürüklenmeyi olağan
saydığımız zaman başımıza gelecek.
ROBOTLAŞMAMIZ da, bütün hareketlerimizle Dünya
Sistemi'nin programına uyarlı hale girmemizle vaki olacak.
İsmet ÖZEL
Ahmet Dağ, “Transhümanist
dönüşüm sürecinin bir yerinde kuşkusuz insan olmayı bırakmak zorunda kalınması
transhümanistlerin nihayetinde akıllarında bulundurdukları şeydir. Yeni bir
hayat biçimi yaratan transhümanizm sadece hümanizmi, aşmakla kalmaz, aynı
zamanda insanı da aşar” diyor. Dönüşüm Hayvan oluşla başlıyor.
a)
Hayvan oluş:
(Bu bölüm
büyük oranda “1-Ailesiz Toplum. Modern Familly… Ya sonrası” yazısında tekrar
edilmişti.)
“Dönüşümün Hayvan oluş ekseni, insan merkezciliğin
yerinden edilmesini ve çevre temelli, diğer türlerle sembiyoz içerisinde
oluşumuz temelinde türler ötesi bir dayanışmanın tanınmasını içermektedir[68]” diyor, Rosi Braidotti.
Fakirler ile zenginler arasındaki mecburi ilişki kırıldı,
artık zenginlerin asker veya çalıştırmak için amele olarak fakirlere
ihtiyaçları yok. Fakirler artık, zenginlerin kurtulmak istedikleri Zygmunt
Bauman’ın deyişiyle sanayi toplumunun çöplerine, ıskartalarına[69] dönüştüler. Prof Harari onlara gereksizler ismini uygun
görüyor. Zengin ve fakir arasındaki karşılıklı-simbiyoz ilişkinin zengin ayağının
kırıldığı şu aşamada kapitalistler, fakir insana ortak olarak başka bir
partneri; hayvanları ve böcekleri öneriyorlar.
“İnsan” ancak Tanrının varlığı ile var olabilir.[70]
"Tanrı, her şeyi yarattı
ve sadece insana ruhundan üfleyerek[71] O’nu hayvanlardan ayırdı, insan kıldı.
Hayvanları ve diğer mahlûkatı insanın hizmetine koşarak, O’nu tüm mahlûkatın
efendisi, kendisinin “halifesi” olarak görevlendirdi”, diyordu dinler.
Eğer Tanrı yok ise, insanın değerini aldığı kutsal kaynak,
dolayısı ile kutsal görev veya sorumluluk da yoktur. Bu demektir ki, insanın
diğerlerinin üzerine otorite tesis etmesinin, “efendi” olmasının, onlardan
fayda sağlamasının dayanağı da yoktur. Tanrının olmadığı yerde insan ancak,
diğer hayvanlardan biraz daha gelişmiş bir hayvan olabilir. Tersten
de söylenebilir; Tanrı yok ise; hayvanlar, gelişmemiş insanlardır[72].
Bir insan sırf daha iyi matematik sorusu çözüyor, daha
iyi resim yapıyor diye diğer insanlardan üstün ve farklı haklara sahip
olamazsa, genel olarak insan da gelişmiş bir hayvan olarak sırf
çevreden gelen verileri daha karmaşık formüllerle değerlendirebiliyor diye,
hayvanlardan üstün olamaz.[73]
Dolayısı ile insanın sahip olduğu her hakka hayvanlar da sahiptir,
diyorlar[74].
Rosi
Braidotti, İnsan Sonrası isimli eserinde; “.. insan
sonrası kuramı, insanmerkezciliğin kibrine ve insanın aşkın bir kategori olarak
‘istisna addedilmesine’ karşı çıkar." derken felsefeci ve Hayvan
Hakları aktivisti Paola Cavalieri daha açık sözlüdür; “İnsan Haklarından
insanı çıkarmanın vakti geldi.”[75]
Queer felsefeci Judith Halberstam, George
Orwell’in Hayvanlar Çiftliğinden, Tavuklar Firarda’ya kadar birçok animasyon ve
Sarah Franklin/Donna Haraway’in geliştirmiş olduğu transbiyoloji kavramını incelediği eserinde şu kanıya varır: “Tüm bunlar aynı zamanda insanların bir istisna olduğu
fikrini reddeder ve insanı muhtelif varoluş biçimlerinden müteşekkil bir
evrenin içine yerleştirir.[76]” Hayvanlarla,
insanlar aynı kategorilerde, aynı haklarla savunulmalı, tüm canlılar aynı
haklara sahip olmalı; insanlar, aşkın bir varlık olmadıklarını, sadece diğer
hayvanlardan biraz daha gelişmiş bir hayvan olduklarını kabullenmeli”,
diyorlar.
Buraya kadar her şey normal gibi duruyor. (Zaten
arabalarının içinde diri diri yanan 5 kişilik ailenin haberi ancak kenar köşede
yer bulurken[77],
ayakları kesilen köpek haberinin[78]
haftalarca ekranlarda döndürüldüğü bir ortamda bunlara itiraz etmek de kolay
değil.)
Problem şurada ki; şu an mevcut insan nüfusunun
%80’i bile İnsan Hakları seviyesi denen hakların çoğundan (yemek, temiz
su, barınak, iş, güvenlik, özgürlük,
seyahat, onurlu hayat vs. ) nasiplenememişken ineklere, domuzlara, köpeklere,
farelere, böceklere de bu seviyeleri vaat etmek nasıl mümkün olacak?
Hayvanları insanların seviyesine çıkarmak mümkün değil
ama insanları hayvan seviyesine indirmek pekâlâ mümkün. Tabi zengin/güçlüleri
değil, güçsüz ve fakir olanları.(Yalnız zenginliğin ölçüsü milyon dolarlar
değil, milyar dolarlardır artık.)
Prof. Harari de aynı fikirde; ancak farklı sebeple: “İnsan
Hakları ya da İnsan Eşitliği, en güçlü insanları hadım ederek süper insanların gelişmesinin
önüne geçilebilir, hatta bunlarla Homo Sapiens’in bozulmasına ve soyunun
tükenmesine bile neden olabiliriz” [79],
diyor. Anladığım
kadarı ile İnsan Hakları seviyesinin çok yüksek olduğunu, Süper İnsanların
hedeflerinin ya da hayallerinin önünde engel teşkil ettiğini ve bu engelin ortadan
kaldırılması gerektiğini söylüyor, Prof Harari. “Eğer seçkin bir millet
insanlığın gelişimine devamlı ön ayak oluyorsa onu insan türünün evrimine bir
katkı sağlamayan diğerlerinden üstün tutmalıyız[80]”
derken de bu görüşünü destekliyor. (İnsan ırkının gelişmesine destek
verenler dediği zenginliğin en tepelerindeki Anglo Sakson, Yahudi, beyaz
kapitalistler; vermeyenler de, geri kalan herkes mi? Sanırım Prof. Harari, “Bizim
efendi, sizin köle olmanız gayet doğal, bunu garipsememelisiniz, kabullenin”
demeye çalışıyor. Görünen o ki, Nietzsche de, “ari ırkı” da dipdiri hayatta.)
Hayvan Hakları meselesi, sadece Hayvan Hakları değil,
“Gelişmiş Hayvanların” da hakları meselesi.
Eğer Rosi Braidotti’nin iddia ettiği gibi; “insan,
“insan tabiatına” ilişkin toplumsal sözleşme halini almış tarih içinde
üretilmiş bir uydurma[81]” ise, insan diye özel bir kategori yok
ise, biz de sadece “gelişmiş hayvanlar”
isek ve insan evrimine katkıda bulunan o “süper insan”lardan da
değilsek, egemenlerin gözünde
“hayvanlardan” bir farkımız yok demektir. O halde Egemenlerin, “Hayvan
Hakları, Hayvan Oluş” diye tartıştıkları şey, süper olma becerisini
gösterememiş insanların (gelişmiş hayvanların) hakları meselesi değil
midir? Bize göre tam da bunu kastediyorlar ve aslında Hayvan Hakları diye
tartıştıkları şey; yeni kurulmakta olan düzende GÜÇLÜ olamayan insanları (gelişmiş
şehir hayvanlarını) “hayvan oluş”a ikna ve “hayvan oluş” sonrası konumlarını
tayin etmeye yönelik sosyo-ekonomik politikalardan ibaret olduğu kanaatindeyiz.
Akıl ve iz’an sahiplerinden gelebilecek itirazlara da,
“Artık aklın değil, duyguların bilinç için elzem olduğunu ileri sürüyoruz...
şimdi aklı değil, duyguları önemsemeliyiz”,[82]
diyerek bizi duygusal olmaya davet ediyor Rosi Braidotti.
Dikkat edilirse, 400
yıldır dünyayı; akla, pozitivizme, rasyonelliğe, bilimsel düşünceye çağırarak
inançlardan, duygulardan hareket eden dinleri, reddetmeye davet edenler, tanrıyı
öldürdüklerinden emin oldukları şu anda bizi; akıldan vazgeçmeye, duygusal
olmaya ve hayvanlarla empati kurup eşit olduğumuzu kabullenmeye çağırıyorlar.
Burada hatırlatmak isterim ki; çok kısa bir süre önce kendilerine
”ari ırk” var etmek isteyen Nazilerin Yahudi, Çingene, engelli vs. milyonlarca
insanı hayvanlarla/böceklerle bir gördüklerinde neler yapabildiklerine insanlık
âlemi şahit oldu. Yani bu hiç de ciddiye alınmayacak bir tehdit değil
kanaatindeyiz. Dr. Haccac Ali “İnsanoğlu,
-sadece Yahudileri değil- salt hayvan oldukları veya medeniyete zarar veren
nesneler oldukları bahanesi ile herkesi kolaylıkla insanlıktan çıkarılabilir ve
imha edilebilir kıldı” derken bu konuya dikkat çekmeye çalışır.[83]
Abdulvahehhap El Messiri, “Modernite’nin, hem insanın
hem doğanın tanrılaştırılması ile başlayan ancak paradoksal bir biçimde insanın
trajik yabancılaşması ve yenilgisi ile sonlanan kahramansı veya Prometusçu bir
seküler proje olarak okunabileceğini” söyler. Bizim kanaatimiz de İnsanı
Tanrılaştıran bir proje olarak yola çıkan Modernitenin, insanı önce “hayvan”
kılacağı sonra tamamen yok edeceği bir sürece evrilmekte olduğu şeklindedir.
[84]
Eğer gelişmiş bir hayvan olduğumuzu ve hayvanlardan
farkımız olmadığını kabul edersek ikinci aşamaya geçebiliriz.
b) Yeryüzü Oluş: Bu aşamayı, “Erkekinsanın hayvan oluş sürecinden
tamamen farklı bir kavramsal zelzeledir söz konusu olan. İnsan ve hayvan
türcülüğünün üzerine çıkıp artık yeryüzündeki her hangi bir canlıdan daha
kıymetli olmadığımızın fark edebilmesi aşamasıdır bu”[85]
diye tanımlıyor Rosi Braidotti.
Sanırım, yazarın ölmüş bir düşünce sistemine atıfla
vitalizm[86]
diye adlandırdığı bu süreç aslında doğu felsefelerinde kendine yer bulan,
Batının Monizm dediği, bir tasavvuf ekolünün “tevhid” yorumunun uyarlaması
gibi. Her şey Tanrıdan bir parçadır. Veya yeryüzündeki her şey Tanrı tarafından
yaratıldığı için eş değerdir, kıymetlidir. Onlar değerlerini Tanrıdan alarak
kıymete sahip olurlar. Kur’an da geçen “Göklerdeki ve yerdeki her şey
Allah'ı tespih etmektedir[87]”
ayeti de buna işaret olarak görülür.
Ancak İnsan Sonrasının, “Yeryüzü Oluş”u bir Tanrı düşüncesine sahip olmadığı için, insanı tüm diğer varlıklar ile aynı seviyede eşitlerken onları değerli kılmaz. Aksine, değersizlikte onları birleştirir. Paranın, arkasında devlet olduğu sürece kıymetinin olması gibi, insanın da arkasında Tanrı olduğu sürece kıymeti olur. Eğer devlet çökerse paranın diğer kağıtlardan bir farkı kalmadığı gibi; Tanrı arkasından çekildiğinde insanın da (özelde güçsüz ve fakirlerin) hiç bir değerleri kalmaz. Artık oda değersizdir. Ki aynı yazarın “Acı çekmeyi yeniden düşünmeliyiz. Kendi acılarımızı diğerlerinden kıymetli görmek sadece insani bir kibirden ibarettir[88]” derken insanların acılarını kedi, köpek, sansar veya farelerin acılarına indirgiyor olmasını; eşitlemenin, “hayvanları ve böcekleri insan seviyesinde bir kıymete çıkarmak olmadığına, insanları hayvan seviyesine indirmek, değersizleştirmek olduğuna” delil olarak görüyorum.
Ancak İnsan Sonrasının, “Yeryüzü Oluş”u bir Tanrı düşüncesine sahip olmadığı için, insanı tüm diğer varlıklar ile aynı seviyede eşitlerken onları değerli kılmaz. Aksine, değersizlikte onları birleştirir. Paranın, arkasında devlet olduğu sürece kıymetinin olması gibi, insanın da arkasında Tanrı olduğu sürece kıymeti olur. Eğer devlet çökerse paranın diğer kağıtlardan bir farkı kalmadığı gibi; Tanrı arkasından çekildiğinde insanın da (özelde güçsüz ve fakirlerin) hiç bir değerleri kalmaz. Artık oda değersizdir. Ki aynı yazarın “Acı çekmeyi yeniden düşünmeliyiz. Kendi acılarımızı diğerlerinden kıymetli görmek sadece insani bir kibirden ibarettir[88]” derken insanların acılarını kedi, köpek, sansar veya farelerin acılarına indirgiyor olmasını; eşitlemenin, “hayvanları ve böcekleri insan seviyesinde bir kıymete çıkarmak olmadığına, insanları hayvan seviyesine indirmek, değersizleştirmek olduğuna” delil olarak görüyorum.
(Burada
Nietzsche’nin “En güçlü Avrupalıyı
yıkacak acılar bir zenciyi etkilemez (on bin ya da on milyon kültür düzeyi öne
geçince, acıya yatkınlık eğrisi gerçekten de olağanüstü düzeyde aşağı düşer.
Bilimsel amaçla bıçak altına yatmış tüm hayvanların toplam acısı, çıtkırıldım
bir okuryazar hanımın bir gecelik acısıyla karşılaştırıldığında bir hiç
kalacağından eminim.)[89]”
sözünü hatırlatarak Sayın Braidotti’nin kastediği acıların sadece fakirlerin
acıları olup olmadığı konusunda kafa yormak gerektiğini düşünüyorum.)
Sayın Braidotti, “oportünist
biogenetic kapitalizmin siyasi ekonomisi, iş kar etmeye gelince insan ve diğer
türler arasındaki tüm farklılıkları siler[90]” demesi de sanırım bunu ifade ediyor.
Yeri gelmişken, bu sene ABD’nin gazetecilik alanında en
saygın ödülleri arasında gösterilen Pulitzer Ödülünü; ağaçların hayatını ve
insanın doğadan ayrılması ile karşılaştığı sorunları yapayzeka ve genetik
ilerlemeler çerçevesinde işleyen The Overstory isimli romanın
almasını ve roman yazarı Richard
Powers’ın verdiği röportajda “her
şeyin ötesinde ödülün, insan olmayan canlıları kale almamızı salık veren” bir
kitaba verilmesinin özellikle umut verici “[91] olduğunu söylemesini de konjüktürle uyumlu buluyorum.
Hayvan Oluş ve Yeryüzü Oluş süreçleri ile hayvanların,
bitkilerin, böceklerin işin içine nasıl gireceğine, onların “medeniyet
yürüyüşüne” erkekinsanın nasıl engel olduğuna ya da erkekinsan sonrasında
böceklere nasıl özgürlükler verileceği gibi konulara girilmese de, “İnsan Hakkı”
diye savunulabilecek tüm değerlerin darmadağın edildiği bir gerçek.
Burada bu konular konuşulurken sık sık geçen tekillik kavramına dair bir kaç not alıntılamak istiyorum:
Burada bu konular konuşulurken sık sık geçen tekillik kavramına dair bir kaç not alıntılamak istiyorum:
Tekillik (Singularity): Tekillik kavramı Stephen Hawking'in ifadesine göre " zaman-mekan bükülümünün sonsuz olduğu bir zaman-mekan noktası"dır. Yani zamanın, mekanın, maddenin, ışığın, yönün, altın, üstün, öncenin, sonranın anlamının kalmadığı, fiziğin tüm kurallarının işlevini yitirdiği, tüm kavramların tamamen çözülüp anlamsızlaştığı, darmadağın olduğu bir noktayı işaret eder. Bu tüm evrende sadece kara deliklerin merkezinde olduğu varsayılan bir noktadır.
Bilgisayarın da öncüsü olarak anılan Jon von Neumann daha 1950'lerde " Gittikçe artan bilgi birikimi ve teknolojik icatlar ırkımızı benzeri daha önce hiç olmamış bir "tekillik" noktasına doğru götürüyor.Bu öyle bir noktaki sonrasında insan işleri bildiğimiz işlevleri ile devam edemeyecek" demişti. "Yaklaşmakta Olan Teknolojik Tekillik" isimli makalenin yazarı Vernor Vinge "otuz yıl içinde insanüstü zeka yaratmak için gerekli olan teknolojiye sahip olacağız. BU keşiften bir müddet sonra da insanlık sona erecek" demişti(1993). Vinge "tekillik" kavramını astrofizikten alarak insanlık tarihini yorumluyor ve "insanlığa neler olabileceğini göremediğimiz nokta" anlamında kullanıyordu. Ünlü transhümanist Ray Kurzweil' 2005 yılında yayınladığı "Tekillik Yakın: İnsanlar Biyolojinin Ötesine Geçtiğinde" isimli kitabında 2020'li yıllarda satın alacağımız bilgisayarların beynimizden daha zeki olacaklarını, 2045'te ise İnsanların makinelerle tam anlamı ile birleşeceklerini ve ölümsüzlüğün mümkün olacağını iddia eder. Stephen Hawking BU iddianın üzerine "Biz makinelerle birleşebiliriz. Peki diğer robotların gelip bizi kapatmayacakları ne malum?" diye sorar.[91-a]
Ray Kurzweil bu kavramı transhümanizm çalışmalarının içine ekleyerek felsefenin, bilginin, erdemin, ahlakın, çalışmanın, cinsiyetin, insan olmanın, vücut olmanın hiç bir anlamının kalmayacağı insan sonrası dönemi işaret etmek için kullanır.
Çağlar Ersoy Singularity(tekillik) kavramını: “Makinelerin insana eşit veya insandan üstün bilişsel kapasiteye erişeceği anda meydana gelecek olan sonuçları büyük oranda öngörülemeyecek durumu ifade ediyor[92]” şeklinde tarif ediyor.
Bilgisayarın da öncüsü olarak anılan Jon von Neumann daha 1950'lerde " Gittikçe artan bilgi birikimi ve teknolojik icatlar ırkımızı benzeri daha önce hiç olmamış bir "tekillik" noktasına doğru götürüyor.Bu öyle bir noktaki sonrasında insan işleri bildiğimiz işlevleri ile devam edemeyecek" demişti. "Yaklaşmakta Olan Teknolojik Tekillik" isimli makalenin yazarı Vernor Vinge "otuz yıl içinde insanüstü zeka yaratmak için gerekli olan teknolojiye sahip olacağız. BU keşiften bir müddet sonra da insanlık sona erecek" demişti(1993). Vinge "tekillik" kavramını astrofizikten alarak insanlık tarihini yorumluyor ve "insanlığa neler olabileceğini göremediğimiz nokta" anlamında kullanıyordu. Ünlü transhümanist Ray Kurzweil' 2005 yılında yayınladığı "Tekillik Yakın: İnsanlar Biyolojinin Ötesine Geçtiğinde" isimli kitabında 2020'li yıllarda satın alacağımız bilgisayarların beynimizden daha zeki olacaklarını, 2045'te ise İnsanların makinelerle tam anlamı ile birleşeceklerini ve ölümsüzlüğün mümkün olacağını iddia eder. Stephen Hawking BU iddianın üzerine "Biz makinelerle birleşebiliriz. Peki diğer robotların gelip bizi kapatmayacakları ne malum?" diye sorar.[91-a]
Ray Kurzweil bu kavramı transhümanizm çalışmalarının içine ekleyerek felsefenin, bilginin, erdemin, ahlakın, çalışmanın, cinsiyetin, insan olmanın, vücut olmanın hiç bir anlamının kalmayacağı insan sonrası dönemi işaret etmek için kullanır.
Çağlar Ersoy Singularity(tekillik) kavramını: “Makinelerin insana eşit veya insandan üstün bilişsel kapasiteye erişeceği anda meydana gelecek olan sonuçları büyük oranda öngörülemeyecek durumu ifade ediyor[92]” şeklinde tarif ediyor.
Arif Dağ ise tekillik dönemini “Tüketim
toplumunun yumuşak canavarlaşmayı, softdehumation(yumuşak insanlıktan çıkışı)
artırdığını iddia eden L. Kass’a göre kapitalizmin kullandığı bilim ve mühendislik neticesinde
homojenleşme, vasatlık, uzlaşma, uyuşturucu kaynaklı memnuniyet, beğeninin
bozulması, sevgisiz ve özlemsiz ruhlar vb. kaçınılmaz sonuçlar ortaya
çıkacaktır[93]” diyerek tanımlar.
Tekillik kavramı Avrupa'nın sapkın "her şeyi tektipleştirme" takıntısının varabileceği son noktaymış gibi geliyor.
Tekillik kavramı Avrupa'nın sapkın "her şeyi tektipleştirme" takıntısının varabileceği son noktaymış gibi geliyor.
c) Makina/Robot Oluş:
Baridotti, bu aşamada bize karmaşık cümleler kuruyor. Makine Oluşun ne olduğuna dair değil de daha çok ne olmadığı ile ilgili, konunun çevresinde dolanan kelimelerdir bunlar. “Vitruvius’un Erkekinsanı sibernetik olmuştur... Siborglar sadece yüksek teknolojiye sahip, savaş pilotlarının, atletlerin veya film starlarının ihtişamlı bedenlerini değil, aynı zamanda, teknolojinin güdümündeki küresel ekonomiyi kendileri erişim sahibi olmaksızın körükleyen, düşük ücretli digital proleteryayı da tehdit etmektedir[94]... Makinevari otopoiesis(kendini üretme), teknolojik olanın insan merkezcilik sonrası bir oluş sahası veya pek çok mümkün olmayan dünya eşiği olduğu anlamına gelmektedir[95]... “İnsan Sonrası kuram, “kabloya bağlanma arzusu“na yönelik güçlü nutukların karşısına ”et olmaktan gurur duyma” minvalindeki daha radikal bir materyalizm hissini koyar[96]” gibi.
İnsanlık ekonomik eşitsizlikten, biyolojik eşitsizliğe geçiyor.
Noah Harari
Baridotti, bu aşamada bize karmaşık cümleler kuruyor. Makine Oluşun ne olduğuna dair değil de daha çok ne olmadığı ile ilgili, konunun çevresinde dolanan kelimelerdir bunlar. “Vitruvius’un Erkekinsanı sibernetik olmuştur... Siborglar sadece yüksek teknolojiye sahip, savaş pilotlarının, atletlerin veya film starlarının ihtişamlı bedenlerini değil, aynı zamanda, teknolojinin güdümündeki küresel ekonomiyi kendileri erişim sahibi olmaksızın körükleyen, düşük ücretli digital proleteryayı da tehdit etmektedir[94]... Makinevari otopoiesis(kendini üretme), teknolojik olanın insan merkezcilik sonrası bir oluş sahası veya pek çok mümkün olmayan dünya eşiği olduğu anlamına gelmektedir[95]... “İnsan Sonrası kuram, “kabloya bağlanma arzusu“na yönelik güçlü nutukların karşısına ”et olmaktan gurur duyma” minvalindeki daha radikal bir materyalizm hissini koyar[96]” gibi.
İnsan ”olmaktan vazgeçip” , hayvanlığa oradan da
“yeryüzü” (böcek veya eşya) olmaya doğru gidişi, onlarla empati kurmayı teklif
etmelerini anlamak mümkün; gerçekten de “insanlık” hayvanlara, böceklere,
çevreye zulüm ediyor. Bu çözülmesi gereken bir sorun. Ama insan, hayvan, böcek
silsilesi içinde makine yer almıyor, üstelik hayvanların ve çevrenin
sömürülmesi söz konusu iken makineleri/robotları sömürmek diye bir şey de yok. Eğer
bir makine/robot sömürüsünden bahsedilebilecekse oda Yeni Kapitalistlerin
gelişmiş makineler veya akıllı robotların üzerinden kurmaya çalıştıkları yeni
düzende bir makine sömürüsünden bahsedebiliriz. Ancak bize Robot Oluş, bir
eleştiri olarak değil, aksine bir yönlendirme olarak sunuluyor.
O halde Robot Oluş’u kabul etmek ne demek?
Mikrosoft'un şefi Brad Smith: Katil robotların gelişi durdurulamaz. |
Robot Oluş’un egemenler açısından anlamı ile sıradan
insanlar için anlamının aynı şey olmadığını düşünüyorum.
Zygmunt Bauman’a göre Hristiyanlığın “Tanrı Baba, Oğul
ve Kutsal Ruh” teslisinin yerine Aydınlanma döneminde “akıl, bireysellik ve
özgürlükten” müteşekkil yeni bir teslis tanımlandığını, Modernizmin katı
safhası olarak adlandırdığı dönemde bunların yerini, “toprak(vatan), devlet ve
ulustan” müteşekkil bir üçlemenin aldığını, postmodern dönemde ise “arzu, beden
ve özgürlük” kavramlarının yeni teslis olarak kutsandığını iddia eder. İnsan
bedeni, tüm katıların ve mutlak doğruların buharlaştığı bu dönemde, insanın
elinde kalan tek şey, “bütün geçmiş, mevcut ve gelecekteki kimliklerin, elle
tutulur tek muhafazası, taşıyıcısı ve icra edicisi[97]” olarak görülür ve
kutsallaştırılır. Abdülvehap el Messiri ise “insan bedeni, modernleşme
çağında temel metafor haline gelmiştir... Bedene ve cinselliğe, her şey
karşısında ahlaki ve epistemolojik üstünlük verilmiştir. Onlar Tanrının tek
yaratıcı olduğu düzenin karşısında Tanrı rolünü modern materyalist düzende
oynamaktadırlar[98]” der.
İnsan bedeni, kişinin tapacağı kutsal bir nesne olarak
görüldüğü bu dönemin ardından, en zenginlerin ölümsüzlüğün peşine düşmeleri[99]
ile bir düşmana dönüştü. Fark edildi ki, hangi tedbir alınırsa alınsın, hangi
organ yapay olarak üretilirse üretilsin, vücuda bağımlı olan insanın ömrü ancak
bir kaç on sene daha uzatılabiliyor. Bu aşılamazlık, modern insanın kendi
vücudu ile yaptığı bir savaşa neden olurken, vücuttan kurtulmak bir saplantıya
dönüşüyor. Foucault’un, Kelimeler ve
Şeyler metninde, “tensel kabuğun bir tür tiksinilen şey gibi zorunlu olarak
aşılması” fikri ön plana çıkarılır ve zihinle beden arasında bir husumet inşa
edilir[100]
derken sanırım kastettiği de budur. (Queer Feminist Kuramcı Judith Butler’ın
kitabının ismi “Bodies That Matter”dır. (Başa Dert Olan Bedenler)) Eğer
egemenler, insanın şuurunu bir makineye, robota, bilgisayara transfer
edebilirlerse işte o zaman vücuda mahkûmiyetten kurtulup, makineden makineye
kendilerini transfer ederek ölümsüz olabilirler[101].
Üstelik insanı yeryüzüne mahkûm kılan vücuttan kurtulabilirsek uzaya da açılabilmek
(işgal etmek, sömürmek mi demeliydim) mümkün olacak demektir.
Bu noktada transhümanistler ne Tanrıya ne de Evrime güvenebiliriz.
İkisini de bir an önce devre dışı bırakmalı ve kendimizin/kaderimizin kontrolünü elimize
almalıyız diyorlar. Her şeyden önce Tanrı da Evrim de kapitalist zenginlere
“ölümsüzlük” seçeneğini sunmuyor. Değişimleri binlerce hatta milyonlarca yıl
alıyor ve “kapitalistleri” öncelemiyor, fakir zengin ayrımı yapmıyorlar.
“Bizler, biz insanlar hayali bir ihtişamın enkazında
yaşıyoruz. Böyle olmamalıydı: zayıf olmamalı, utanmamalı, acı çekmemeli,
ölmemeliydik. Kendimizi hep ama hep büyük gördük. Bütün sahne Âdem, Havva,
kutsal elma, yılan, Cennetten kovulma bütün bunlar, ölümcül bir hata bir sistem
arızasıydı. Bu hikâyeyi yeniden yazmalı ve yeniden Cennete çıkıp ölümsüz olmayı
başarmalıydık... “Bize verilmiş haliyle” yaratılmışlığa (fıtrata-AHÇ) isyan bu... Ölüm
nedeni olarak yaşlanmayı ortadan kaldırabileceğimize, dahası, kaldırmamız
gerektiğine; bedenlerimizi ve zihinlerimizi geliştirmek için teknolojiden
faydalanabileceğimize, dahası faydalanmamız gerektiğine; kendimizi yüce
ideallerimizin peşinde yeniden yaratabilmek için makinelerle
karışabileceğimize, dahası karışmamız gerektiğine inanıyoruz[102].”
“Bu haliyle transhümanizm, biyolojiden (vücuttan etten –AHÇ) kurtulmayı
tamamen savunan bir özgürleşme hareketi... Ancak bunun tam aksi yönden okunuşu
da var: Görünürdeki bu özgürleşme, aslında teknolojiye nihai ve topyekûn bir
kölelikten başka bir şey olmayacaktır. Bu paradoxun her iki yüzünü de akıl da
tutmak gerekir.[103]”
Ahmet Dağ Kaku’dan yaptığı alıntıda
bu durumu şöyle ifade eder: “İnsanın robot ve Yapay zekâlı androidler
karşısında acizliğini “Kendi yarattığımız
yaratıkların kucağında gezdirilen birer köpek mi olacağız?” cümlesi ile
ifade eder[104].
Bu işin diğer yüzünde, yani transhümanist döneme büyük
kapitalist olarak değil de fakirler safında girenler için durumun farklı
olacağını düşünüyoruz. Çünkü onlar
gelişmiş makineleri kullanacak olanlar değil, o makinelerin tahakkümüne girecek
olanlar. Onlar, Androposun/Peygamberlerin hiç bir öğretisini umursamayan ve
“insanilik” adına hiç bir beklentisi olmayan yapay zekâlı robotlarca tehdit
ediliyorlar. (Robotların kimseyi tehdit ettiği yok. Asıl tehdit, robotları
üreten Kapitalistlerden geliyor. Robotlar, Kapitalistleri gizlemeye yarıyor.) “İnsan” olarak bizden artık; ahlak, erdem,
merhamet, şefkat, paylaşım, yüksek maaş, herkese iş, aş, konut, özgürlük,
seyahat hakkı vs. vermemizi bekleyemezsiniz. Robot olmayı kabul edin ve sadece,
makinelerin egemenlerden istediğini, onların istediği kadar isteyin. Siz de
robot olmayı, programlanabilmeyi, her an gözlenmeyi, kameralarca takip
edilmeyi, vücudunuza chipler takılmasını, sorgusuz itaat etmeyi, aklınızı kullanmamayı
ve bireysel menfaatinizi ihmal etmeyi kabul etmelisiniz. Eğer kabul ederseniz
size BELKİ yaşama hakkı tanıyabiliriz. Değilse yapay zekâlı robotlar her yerde
yerinizi alacak, diyorlar, diye düşünüyorum.
Burada makineleşmenin gittiği süreci anlatmak için bir
örnek vermek istiyorum: Harari Homo Deus kitabında, “yapay zekâları
ile öğrenen robotların kendi kararlarını vereceği bir sürece gittiğimizi söylüyor.
Bu şu demek oluyor: Bir robot bir insanı öldürdüğünde ne yapımcısı ne
yazılımcısı ne de o robotu kullanan sahibi, cinayetten sorumlu tutulamaz. (Bu
konu Avrupanın gündeminde tartışılmaya devam etmekte.) “Kararı veren,
sorumludur” ilkesi çerçevesinde, sorumlu olan kendi kararını veren robottur.
Yani robotların sahipleri, bizleri robotlar aracılığı ile öldürdüklerinde
sorumlu olan sadece robotlar olacak. Kimse onları üretenlere ve kullananlara
hesap soramaz, diyorlar. Çağlar Ersoy’un
yaptığı şu alıntıda olduğu gibi “Bir
yazılım mühendisinin bir robotun dâhil olabileceği olası bütün senaryoları hesaplaması
ve eylem şeklini belirlemesi imkânsızdır ve otonominin doğasına aykırıdır[105]. Dolayısı ile
mühendislerin bir ihmali olmadığı sürece sorumlu tutulabilmeleri olası
gözükmüyor. Örneğin ABD’deki silah sektörünün kendini bu yönden korumaya alacak
kanuni düzenlemelere sahip olduğu ve büyük ihtimalle “sorumluluktan yırtacağı”
ifade ediliyor[106]”.
Microsoft'un şefi Brad Smith Katil Robotların gelişi durdurulamaz" |
Dikkat edilirse savaş robotlarının piyasaya sürülüp
sürülmemesi ile ilgili bir tartışma yok. Sürülmesinin sonuçlarından kim sorumlu
olacak, tartışması var. Bir Pentagon yetkilisinin, robotik silahların ölüm
kalım kararları vermesi ile ilgili, “mesele
kullanılıp kullanılmayacakları değil, ne zaman kullanılacakları ile alakalı”
demesi konunun ciddiyetini anlatır sanırım[107].
Biz ne olduğunu anlamaya çalışırken, onlar konunun
önündeki hukuki engelleri robotlara vatandaşlık, yani cezai ehliyet vererek
kaldırmaya başladılar bile. İngiltere’de ilk kez insanlık dışı varlık olarak
bir robot mahkemede tanıklığa çağrılırken[108], Suudi Arabistan’da robotlara ilk kimlik[109],
Azerbeycan’da ilk pasaport verildi[110]. Böylece
egemenler robotların hukuk önünde ceza alabilmeleri için en büyük engeli, yani
cezai mükelleflik engelini vatandaşlık vererek aşmış oldular. Bu arada
Amerika’lı keskin nişancı Micah Xavier Johnson rastgele sağa sola ateş açmaya
başlayınca bir robot polis tarafından öldürülerek, yasal olarak bir robotun
öldürdüğü ilk kişi ünvanını aldı bile[111].
Çağlar Ersoy bu durumu değerlendirirken, “Uzaktan kumanda edilen robotların
kullanıldığı şu dönemde bile eksik veya hatalı yazılımsal hatalar sonucunda ölen
sivilleri “cama yapışan böcekler (Bugsplat)” olarak isimlendirmeye başlamışsak
bunun sonucunun çok da iyi yerlere gitmediğini söylemeye gerek yok[112]” diyerek endişelerini dile getirir.
Ancak devletler bazında izin verilsin mi izin verilmesin mi , ya da robotun öldürdüğü insandan kim sorumlu olacak tartışmaları sürerken egemenler çoktan "robotların" şahsi kimlik kazandığı süreci başlattılar bile: MEF Üniversitesi’nde 24 Mart 2018 III. Ulusal Şiddeti Anlamak Kongresinde Zeynep Reva’nın “Şiddet 4.0: Robotların şiddet Suçlarında
Konumlanması” konuşmasında vurgu yaptığı ‘Seks
Robotlarına karşı işlenen cinsel suçlar[113]’ ve Çağlar Ersoy’un haber
verdiği ‘Savaş esiri robotların Cenevre
Sözleşmesi kapsamına alınması ve kötü muameleye karşı korunması[114] gibi tartışmalar egemenlerin devletlerin kendilerine
hukuki statü tanımasını beklemeyeceklerine işaret ediyor. Onlar çoktan robotun
eylemlerinden, robotun sorumlu olması gerektiğine, onu kullananın sorumlu tutulamayacağına
karar vermişler gibi duruyor.
Burada Kapitalist Teoriler uzmanı diye tanıtılan Wendy
Brown’ın, “Yaklaşmakta olan büyük sarsıntıyı korkunç acılar çekmeden
atlatabilmek, Soykütüğün yaratmayı hedeflediği baş dönmesi(KAOS) ile yok
etmeden sekteye uğratmak ve başka bir hikâyeye dönüşme olanağı sunmanın ne
kadar başarılabileceği ile ilişkili[115]” diyerek bahsettiği “yaklaşmakta olan büyük acılar” üzerinde düşünmeyi teklif ediyorum. Sayın
Braidotti’nin eserinde konuya dair bir ipucu buluyoruz: “Artık sorun
hangi türün soyunun nasıl tükeneceği değil, hangi türlerin hayatta kalmasına izin
verileceğidir.” Hatırlatırım insanların, hayvanlar ve böceklerle eşit farklı türler olarak görüldüğü “zoe” ikliminden bahsediyoruz.
Bu anlamda Varlık Dergisi’nde Cary Wolfe’tan alıntılanan[116],
“Yoğunlaştırılmış Hümanizm” eleştirisini; “kazanan hepsini alır” düsturu
eşliğinde sadece en tepedekilerin, Yüce İnsanlar (Homo Deus-Tanrı İnsan)
olarak değerliler hattına yerleştirildiği, diğerlerinin; hayvanlar, böcekler ve
insanlar olarak değersizler hattını teşkil ettikleri Yeni Kapitalist Düzenin
tanımı olarak okuyorum.
Tanrı, güçsüz ve fakirleri, güçlü ve zenginlerden
korumaya çalışan Kudretti. O’nu öldürünce, bu görevi ondan geriye kalan ‘ahlak’
devralmaya çalıştı. Onu da öldürürlerse, egemenlerin fakirlerin üzerindeki,
tahakkümünü kınayabilecek kimse kalmayacak.
İnsan Sonrasına geçiş ve robot oluş sürecine itiraz eden,
Tanrı’dan geriye kalan hortlağın (ahlakın) öldürülüp gömülme ihalesi ise eşcinsel,
feminist kadın ve teknoloji koalisyonuna verilmiş gibi duruyor.
4- İnsan
Sonrasına Geçişte Öncüler:
a) Eşcinseller:
Braidotti, Spinoza’nın “Bir
bedenin neler yapabileceğini bilmiyoruz[117]” kelimesinden
esinlenerek “Toplumsal Cinsiyet sistemi, insan cinselliğinin karmaşıklığını
heteroseksüel aile oluşumlarına ayrıcalık tanıyan ikili bir mekanizmayla
işleyip, diğer bütün beden imkânlarını bizden çaldığından, cinsiyetlenmiş
bedenlerin neye muktedir olduklarını bilmiyoruz[118]” derken, bize Andropos’un/peygamberlerin tanımladığı Ahlaklı
İnsanın, insanlığın önünü tıkadığını, bu tıkanıklığın trans/kaygan/queer
ilişkilerin yaratacağı ahlaki kaos vasıtası ile aşıldığında yepyeni modellerin ortaya çıkabileceğini, coşkusu yüksek
bir dille haber verir.
Daha önce değindiğimiz Toplumsal Cinsiyet Eşitliği ve
İstanbul Sözleşmesi gibi projelerin bu fikre dayanarak LGBT ve Queer formların
önünü açıp, ihtiyaç duyulan ahlaki kaosun var edilmesi için kullanıldıkları kanaatinde olduğunuzu söylemiştik. Yalnız altını çizmek isterim ki, LGBTQİ+ formlar
toplumların içinde en marjinal olup genelde toplumsal tabanı olmayan
hareketlerdir. Bir araya gelmeleri, gelseler dahi toplumu etkileme ihtimalleri
çok düşük olan yapılardır. Sürekli egemenlerin, medya üzerinden lojistik ve
mali desteğine ihtiyaç duyarlar. Bu nedenle yönlendirilmeye çok açık
yapılardır. Nitekim İstanbul Sözleşmesi ve Toplumsal Cinsiyet Eşitliği gibi
projelerin ardında çok büyük hegemonyal yapıların olması perde ardındaki yönlendirmenin işareti olarak okunabileceğinin işaretidir. Yani eşcinseller gerçek oyuncu değil egemenleri gizleyen sütrelerden biridir kanaatindeyiz.
Braidotti, “Dişi beden ve
teknolojinin ivme kazanan güçleri arasında oldukça baştan çıkarıcı bir ittifak
kurulmaktadır[119]” derken İnsan Sonrasına geçişin, eşcinsel hareketlerin
haricindeki iki temel dayanağına daha işaret eder: Feminist Kadınlar ve Teknoloji.
b)Feminist Hareketler: İnsan Sonrasının fikri alt yapı desteğinin neredeyse
tamamını yüklenen feminist hareketlerin eleştirisi içerden gelir: Kendisini
sosyal feminist olarak tanımlayan Nacy Fraser, Kültürel Feminist dediği zümreyi
Kapitalistlerle işbirliği yapmakla, onlar adına toplumu şekillendirmeye
çalışmakla suçlar.[120] Nacy Fraser’in 2. Dönem
feministleri “Küçük erkeklerden kurtardığı kadınları, büyük erkeklerin haremine
atmakla” suçlaması ve “Örgütsüz kapitalizm, kadının ilerlemesi ve toplumsal
cinsiyet eşitliği masalını uydurarak kadınların ağzına bir parmak bal çalıp,
onları özgürlük hayali ile kapitalistlerin itici gücü olarak kullanır[121]”, demesi Kapitalistlerle kadın hareketleri arasındaki
çarpık ilişkiye yönelik atıflardır.
Hintli feminist düşünür Gayatri Spivak’ın kelimeleri ise daha
da serttir: O Batılı feminist hareketleri ironik bir dille, “esmer
erkeklerin elinden esmer kadınları kurtarmakla” yani Hintli kadını da
erkeği de esmerleştirenin (köleleştiren, ötekileştiren, aşağılayanın) Batı
emperyalizmi olduğunu görmezden gelmekle hatta bu durumdan faydalanarak
kendilerine, sömürgeci ile sömürülen arasında pozisyon yaratmakla suçlar.
Batılı kadın hakları aktivistlerinin egemenlere sattıkları nesne, bizzat
sömürülen kadınlardır. Onların acıları, çileleridir. Bu acıların analizlerini
yaptıkları, yorumladıkları, istatistikleştirdikleri, etkiledikleri ve yönlendirdikleri için emperyalistlerin sofrasında kendilerine koltuk ve konforlu yaşam
verilmiştir. Onlar asla o sıkıntıları paylaşmadılar, paylaşmayı da
düşünmediler, der. Bu haliyle Batılı 2. dönem feminist hareketlerin, “madunun” (esmer
kadının) hem üretilmesi hem pazarlanması sürecinin suç ortağı[122], olduğu fikrindedir.
Spivak’a göre, Batılı entelektüel mazlum adına söz alarak hem
madunun söz hakkını gasp eder, hem madunun gerçek sıkıntılarının, acılarının
yerine kendi tahayyülündeki, kendi değerlerinden ürettiği ve önemsediği ya da
emperyaliste satabileceği konuları ikame ederek “madun”un gerçek problemlerini
de gizler. Yani bir kez daha “madun konuşamaz.”
Spivak, Batılı entelektüeli ve feminist hareketleri,
sorunların ve sorunların çözümünde aktif olacak paternal vasilerin, gizli
kahramanların (emperyalistlerin-AHÇ) üretim süreçlerini üretmekle, dolayısı ile
egemenlerin sömürülen ülkelere müdahalelerinin önünü açan bir işbirliği ve suç
ortaklığı ile suçlar. “Entelektüellerin, egemen bir kendilik mefhumunu
sağlamlaştırmak adına “kurtarılacak” bir ötekilik kurdukları fikri, liberal
feminizm içinde geçerlidir... Spivak’a göre feminizm kendisinin temsil edeceği
ve sonrasında da kurtuluşunu sağlayacağı madun bir öznenin inşası projesinin
suç ortağıdır.”[123]
Bu anlamda Batılı aydın, bilinçli olmasa bile
uluslararası sermayenin emperyalist politikalarının bir unsurudur,
işbirlikçisidir.
Saba Mahmood da Feminist Teorisinde, “ amaçlarımız, hedef alanımızın içindeki normların yıkımına, altüst oluşuna işaret etmeyen alanlarda var olma veya direniş biçimlerini görmeyi, anlamayı, fark etmeyi engelleyen bir körlüğe mi neden olmaktadır?” derken, Batılı feminist hareketlerin kendi ilgi alanlarında olmayan direniş hareketlerini ya da acıları göremediklerini bu alanlarda bir körlüğün ve sağırlığın var olduğunu düşünür[124].
Fredric Jameson’ın “postmodernist ruh, kapitalist
ruhun bir ifadesidir” cümlesini yorumlarken Abdülvehhap el-Messiri bu
görüşe bir ilavede bulunarak kapitalizmin insana olan düşmanlığının seküler
düşüncenin gelmek zorunda olduğu bir yer olduğunun altını çizer; “ben
kapitalizm teriminin yerine “kapsamlı sekülerizm” demeyi tercih ederim... söz
konusu olan eşsiz, özgün, derin, kutsal ya da gizemle yüklü her şeyi yapı
söküme uğratan bir epistemolojik mekanizma olarak sermayenin, tarihe ve
medeniyete düşman olduğu için insana da düşman olan bir mekanizma olmasıdır.
Burada sermaye, insanı medeniyetin ve tarihin karmaşık dünyasından çıkarıp
basit, tek boyutlu bir doğa dünyasına götüren ve onu kutsallığından
(şerefinden-AHÇ) arındıran en önemli araçtır[125]” der. Ve devam eder;
“Modernite projesi, piyasa ve güç gibi beşeri kategorilerin ve beden ve
cinsellik ve haz gibi tek boyutlu kategorilerin lehine olacak bir şekilde
insanın ölümünün ilan edilmesi ile sonuçlanmıştır[126].”
Ancak Braidotti zaten bunu inkâr ediyor değildir: “Bizzat
yaşamın biyogenetik yapılarını pazarladığı ve bunlardan kar ettiği ölçüde ileri
kapitalizm, insanın yerinden edilmesine ve İnsan Sonrasına geçilmesine katkıda
bulunuyor”[127],
kelimesi ve Gilroy’dan yaptığı “İleri Kapitalizm, üst düzey bir androjenlik
ve cinsiyetler arası kategorik ayrımın mühim oranda bulanıklaşmasını
taşıyabilecek bir cinsiyet sonrası sistemdir[128]”
diyerek “İnsan Sonrası” için bize Kapitalizmi işaret eder. Bu nedenle
konuya Varlık Dergisinde değinen Sarphan Uzunoğlu’nun “..ilk bakışta oldukça
“masum” ve “yapıcı” kabul edilebilecek bu çağrıda, antroposen düşüncenin bir
açmazına dahil olarak herkesi aynı oranda suçlu gören ve gösteren bir tavır
olduğu görülür. Bu tavır kapitalist ve neoliberal politikaların adaletsiz
mekanizmalarını gizleme riski taşır[129]” fikrine
katılamıyoruz. Bizce söz konusu olan; Kapitalizmin adaletsiz mekanizmalarını
gizlemeye çalışmak değil bizzat, Feminizmle Kapitalist egemenler arasındaki
işbirliğidir.
Braidotti, “Esasında ileri kapitalizm, yaşayan her şeyin
bilimsel ve iktisadi olarak kontrol altına alınmasına yatırım yapar ve bundan
kar eder. Bu bağlam, bizzat yaşamın ticaretini yapan piyasa güçlerinin sahip
olduğu paradoksal ve son derece oportünist bir insanmerkezcilik sonrasıdır”
deyip, şikâyet ettiği dünyayı kuranların kapitalistler olduğunu görmezden
gelerek, o kapitalist egemenlere hangi gücün yaptırımı ile sözümüzün geçeceği
konusuna hiç girmeden, İleri Kapitalizm dediği egemenlere bizi güvenmeye
çağırıyor. Anlaşılacağı üzere eşcinseller gibi, feminist hareketler de kendi
başlarına bir varlık değil, Egemenlerin önündeki sütre işlevini gören, fikri
zemine dolgu malzemesi sağlayan manipülasyon araçları olarak görev başındalar,
kanaatindeyiz.
c) Teknoloji:
Teknolojinin
bütün manası bu: Bir yandan ölümsüzlüğü vaat edip iştah kabartıyor. Öte yandan bizi evrensel bir
yok oluşa götürüyor. Teknoloji doğadan sökülüp alınmış şehvettir[130].
(Don DeLillo)
Üçüncü partner olarak takdim edilen teknolojidir: Rosi
Braidotti, “Ben teknoloji sever biri olarak oldukça umutluyum: Teknolojinin
özgürleştirici ve normları yerle bir edici potansiyelini, kendilerini
öngörülebilir muhafazakâr bir profile ya da bireyciliği besleyen ve şişiren kâr
odaklı sisteme endekslemeye teşebbüs edenler karşısında her zaman şiddetle savunacağım[131] der.
Andropos’un kurduğu Ahlak İnsanına dayalı öğretiyi yıkmak
için en güvenilir partnerlerden biri de robotlar olacak diyor, Braidotti. Biz
de bu konuda kendisine katılıyoruz. En sert koşullarda eğitilen askerlerin;
çocuk, kadın, yaşlıların resimlerine yaptıkları atışlardaki isabet oranı bile,
diğer hedeflere karşı yapılan atışlardan daha düşük çıkarken robotların kadın,
çocuk, yaşlı, erkek, hayvan atışlarında isabet oranı hiç değişmez. İnsan
askerlerin, çocuklara ateş ederken kenara doğru kayan elleri robotlarda kaymaz.
Erkek hâkimlerin suçlu ile empati yaptıkları anda, kadın hakimlerin her davada
cezayı en alt limitten kesmeye mütemayil olmaları robot hakimleri hiç
ilgilendirmez. İş üzerinde tecavüze uğradığını iddia eden bir fahişe ile
tecavüze uğramış bir iffetli kadın ya da çocuk arasında fark olduğunu düşünen
kolluk kuvvetlerinin ahlaki değer yargılarının hiç birini umursamaz robot
polisler. Veya hacze gittikleri evdeki perişanlığı gören haciz memurlarının
veya banka personelinin vicdan azapları da olmaz makinelerde.
Robotlar makineler, Tanrının da peygamberin de “ne
dediğini” yani “ahlakı” hiç umursamıyorlar. Merhamet, vicdan, paylaşım, iyilik,
adalet, namus, şeref, insanlık onuru gibi kelimeleri sürekli tekrarlayarak
kafalarını şişirmiyorlar egemenlerin. “Vur” düğmesine basınca vuruyor, “dur”
düğmesine basınca duruyorlar. Bu nedenle “Ahlak” sonrasına geçişte eşcinseller
ve feminist hareketten bile daha güvenilir partnerlerdir robotlar.
Donna Haraway gelişen teknolojinin insana müdahalesi ile
ortaya çıkacak olan siborglerin artık geride kalmakta olan dünyaya olan
etkisini şöyle anlatır: “Siborglerin bir
aileleri yoktur. Bir Cennet hayalleri de yoktur. Şerefli, namuslu falan
değillerdir. Hafızalarında bir kozmos yoktur. Siborgler militarizmin ve
patriyarkal kapitalizmin gayrı-meşru evlatlarıdır. Gayrı-meşru evlatların
genelde kökenlerine karşı aşırı vefasız oldukları bilinir. Her şey bir yana,
babalarının hayatlarında hiç bir yeri yoktur... makineler Tanrının her yerde
hazır ve gözetleyen olması ile alay edercesine kutsal hiç bir şeye ne saygı
gösterirler ne de hürmet... Siborg
kopyası, organik üremeden çoğalmamıştır... Siborg için ortaya atacağım argüman,
onun, toplumsal ve bedensel gerçekliğimizin haritasını çıkaran bir kurgu ve
bazı verimli çiftleşmeler akla getiren bir hayali kaynak olduğudur... Siborg
‘Toplumsal Cinsiyet’ sonrası (post gender) dünyanın yaratığıdır.”
“İnsan kararının
rafa kaldırılmasını teknolojik olarak mümkün kılmak... ve makinelere sorumluluk
vermek için sadece önümüzde ahlaki ve hukuki, engeller kaldı[132]” derken Sayın
Braidotti’nin kastettiği sanırım büyük egemen kapitalistler. Daha önce bahsi
geçtiği gibi gelişmiş makineleri ve robotları onları üretenlerden ve
kullananlardan bağımsız saymak bir aldanıştan ibarettir kanaatindeyiz. Yani
gelişmiş makineler, robotlar dediğimizde de muhatabımız gerçekte kapitalist
egemenler.
* Ara başlık- 1: Öjenizm
Darwin’in de kuzeni olan Francis Galton, fikir babası
olduğu öjeniyi "insanın doğum
kalitesini arttırma ve en yüksek avantajı sağlama bilimi" olarak
tanımladı. Hitler Almanya'sı bu fikri ilk olarak "Kalıtımsal Olarak Hastalıklı Zürriyetin Engellenmesi Kanunu”nu
hayata geçirerek uygulamaya koydu ve 400.000 kişi rızası olmadan
kısırlaştırıldı. Almanya’da 1 Ekim 1939 yılında yürürlüğe giren program ise ismini
Berlin'deki Tiergartenstraße 4 numaradaki Şansölye (Başbakan) Ofisi'nden alıyordu: T4 Bir ötenazi (iyi/güzel ölüm)
programı iddiası olmasına karşın, program bireylerin rızası dışında
yürütülüyordu. Resmî rakamlara göre T4 uygulamaları kapsamında 70,273 özürlü,
sakat vs. öldürüldü. Onedio’ya yazdığı
yazıda Taner Bayram, "Naziler kabaca
şöyle düşünüyordu: "En sağlıklı insanlar savaş meydanlarında ölürken,
neden toplum işe yaramayan engelli ve hasta bireylerin yükünü çeksin?[133]" diyordu.
İnsanın acizlikleri, kusurları, engelleri genetik
birleşme esnasındaki yanlış tercihlerden kaynaklanır, iddiasındaki yeni
öjenikler, genetik temizleme ile mükemmel insan formlarına ulaşılabileceği
iddiasındadırlar.
Başlangıçta sağlıksız, özürlü bireylerin ayıklanarak
yaşamalarına izin verilmemesi dolayısı ile dağa sağlıklı, güçlü, zeki
bireylerin yetiştirilmesini hedefleyen öjenik (eugenics) yaklaşım, teknolojinin gelişmesiyle, daha sperm yumurta ile buluşmadan genler üzerinde
düzenleme ve ayıklama yapılarak kişilerin binlerce yıldan beri atalarından
taşıyıp geldikleri genlerinin içinden temizlik(?) yapmaya gelip dayandı. Şeker, kalp,
böbrek, kanser vs. yapan genlerle birlikte huysuzluk, aksilik, inatçılık, boyuneğmezlik, doğurganlık gibi genlerin
de ayıklanmasını ve gelecekte egemenlere tam itaat eden "insanik Robotiklerin" yapılmasını hedefliyorlar. Bu nedenle olsa gerek ki, “Transhümanistlerin ikinci büyük adamı
olarak anılan Haldane ”Bir miktar
adaletsizliğe sebep olsa da insanlığın sorunlarının azaltılması için öjenik
önlemler alınmalıdır[134]” fikrini savunuyor.
Ahmet Dağ bu konuyu şöyle
tanımlıyor: "Uygun olmayan doğumları
önleyerek daha saf bir insan ırkı yaratmayı hedefleyen "öjeni
hareketi", kelimenin tam anlamıyla "iyi (kaliteli ?) doğum"
anlamına gelir ve "insan gen havuzunu" iyileştirmeyi amaçlar...
dönemin en etkili bio-ütopyacı hareketi olan "öjenikler" insanlığın
kontrolsüz çoğalması devam ederse insanlık için felaket olacağını ifade
ederler. Toplumsal temizlik (yaparak ?) ve toplumsal düzeni kökten değiştirerek
toplumsal reform yapılabileceğine ve daha iyi kişisel özellikleri için yeniden
üretimin planlanabileceğine inanırlar. Transhümanizmi öjeninin modern formu
olarak nitelendiren bazıları, liberal versiyona karşıt olarak sterilleşme,
kürtaj ve cinayetten daha çok bireysel tohum ve gen terapisi yoluyla genetiğin
iyileştirilebileceğini savunurlar.[135]”
** Ara
Başlık 2: Yapay Zekâ
Mark
O’Connell göre transhümanist döneme
geçişin en önemli faktörü olarak görülen "Yapay zekâ insanlığın
karşılaştığı en büyük tehlikedir. Bu tehlike daha çok ona emir verenlerin
isteklerini doğru ifade edememelerinden, daha doğrusu isteklerinin bedelini
görememelerinden kaynaklanır. Midas'ın tuttuğu her şeyin altın olmasını
istemesi sonunda aç kalması ve kızını bir altından heykele dönüştürmesi gibi
bir şeydir bu.
Yapay zekâya verilecek basit bir
kontrolsüz emir insanlığın sonunu pekâlâ getirebilir. Mesela "Ucuza vida
üret" emrini verdiğiniz andan itibaren yapay zekâ vida üretmeye
başlayacaktır. Ve bu konuda bulabildiği her şeyi sonsuz bir şekilde vida yapımında
kullanmaya odaklanacaktır. Hatta insanları bile... İnsanları bile vidaya dönüştürmenin yolunu arayacaktır. Bir gün onu durdurmak, kapatmak
istediğinizde, onun kapanmamanın tedbirini aldığını da fark edeceksiniz. Çünkü “Üret!”
emrinin içinde "Sakın durma!" emri de gizlidir. Sorun şudur: Yapay zekâlı
makine insanlardan milyarlarca kat hızlı düşünmekte ve alabileceğiniz ya da
aldığınız tüm tedbirler çoktan yok etmiş olacaktır[136].
Yapay zekânın insanlığı
bitirebileceğini söyleyen astrofizikçi S. Hawking ve Yapay Zekanın “insanlık
için çok tehlikeli olduğunu, "3. Dünya Savaşını başlatabileceğini” söyleyen Elon
Musk, 2015 yılında birlikte yazdıkları açık mektupta, Yapay Zekâlı ve otonom
silahlara karşı yasal önlemler alınması ve insansız kullanımın yasaklanarak
önlenmesi çağrısında bulundular. Yapay Zekâlı silahları yasaklama çağrısı, içlerinde
N. Chomsky ve S. Wozniak gibi dünyaca tanınan düşünürlerin de bulunduğu bin
üzerinde bilim adamı ve araştırmacı tarafından imzalandı[137].
Ancak F. Fukuyama aynı fikirde
değildir, zira Fukuyama sadece Yapay Zekâyı değil genel olarak Tanshümanizmi
hedef alır: Liberal demokrasinin ideallerine tehdit olarak gördüğü, toplumsalda
ve siyasalda genetik bölünmeyi oluşturacak transhümanizmi “dünyanın en
tehlikeli fikri” olarak isimlendirir[138]. Üstelik
Fukuyama transhümanizmin totaliterliğin dönüşümüne kapı açacağı konusunda
uyarıda bulunarak süper diktatörlüğün ikazında bulunur[139].
“Bu süreç
durdurulabilecek ya da engel olunabilecek bir süreçmiş gibi durmuyor. Tüm
bireyleri, toplumları ve ülkeleri önüne katacak bir süreçle karşı karşıya
kalabiliriz. Tarih boyunca olan tüm ilerlemelerde veya gelişmelerde
ilerleyememiş veya geri kalmış toplulukların canı yandığı gibi ilerlemeyi
içeren trans-posthümanizm süreçte de yine daha çok bu toplulukların canının
yanması muhtemeldir” diyor Ahmet Dağ[140].
Wendy Brown, Noah Harari, Judith Butler ve Rosi
Braidotti’nin ortak iddiasıyla, kadınlar ile eşcinsellerin teknoloji ile
işbirliği içerisinde oluşturacakları bir kaos ile İnsan Sonrası döneme
geçebileceğimizi dışlamanın, aşağılamanın, zulmün ve acıların böylece son
bulacağını iddia ediyorlar. Ancak bunlara sebep olarak gösterilen iki ana
unsurdan Andropos’un, ahlakın, erdemin ve küçük erkeklerin tasfiyesinin
işaretleri her yerde kendisini hissettirirken Kapitalizmin unsurlarının emperyalizmin,
sömürgeciliğin, gelir eşitsizliğinin, Batı üstünlük düşüncesinin, büyük
erkeklerin(kapitalistlerin) tasfiyesine dair hiç bir ipucu yok. Şu hali ile
"İnsan Sonrasının işlevi, Yeni Kapitalist hamlenin önündeki engellerin
kadınlar ve eşcinseller eli ile temizlenmesinden ibarettir fikri, bizim
görüşümüz oluyor.
Sonsöz
Sonsöz olarak iki alıntı yapmak istiyorum:
1-“İnsan iş gücü artık gerekli olmayacağından, halk kitleleri gereksiz ve sistemin üzerindeki fuzuli bir yük olacak. Elit kısım acımasızsa, insanlığın büyük kısmını tamamen ortadan kaldırmayı seçebilirler. Ama insancıllarsa propaganda, psikolojik ve biyolojik teknikler kullanarak doğum oranını sıfırlayıp, halk kitlelerinin soyunu tüketerek dünyayı kendilerine ayırabilirler. Ya da eğer elit kısım yumuşak kalpli liberallerden oluşuyorsa, iyi kılavuzlar olmayı seçerek kalan topluma çobanlık yapabilirler. Herkesin fiziksel ihtiyaçlarının çaresine bakıp, bütün çocukların psikolojik açıdan hijyenik koşullarda büyümelerini sağlayıp, kendilerini meşgul edecek birer hobi verip, memnun olmayanlara da bir "tedavi" uygulayarak "problem "ini çözebilirler. Tabii ki, böyle bir durumda yaşam o denli amaçsız olacaktır ki, insanların güce ihtiyaç duyma sürecini engellemek ya da onları "süblim" bir hale getirebilmek için biyolojik veya psikolojik açıdan tekrar tasarlayıp zararsız bir hobiye yöneltmek gerekecektir. Bu tasarlanmış insanlar böyle bir toplumda mutlu olabilirler, ama kesinlikle özgür olmayacaklardır. Artık insanlardan değil, evcil hayvanlar statüsüne düşürülmüşlerden konuşmamız gerekecektir.[143]” Kaczynsky, Unabomber Manifesto
2- Aldoux Huxley; “Tüm şartlandırmaların amacı budur: İnsanlara kaçınılmaz yazgılarını sevdirmek.”[142]
İnsan mükemmellik ve ölümsüzlük peşinde Cennetten kovulup yeryüzüne düştü[141]. Yeniden aynı hevese kapıldı. Bu sefer bedeli “insanlığından” olmak olacak gibi duruyor.
Ahmet H. Çakıcı
4 Rebiülevvel 1441 / ALANYA
4 Rebiülevvel 1441 / ALANYA
[3]
Siborg: Aynı zamanda hem biyonik hem de mekanik vücut
parçalarından oluşan varlıklara verilen ad. (Çağlar Ersoy, Robotlar, Yapay Zekâ
ve Hukuk, s:3)
[4]
Zygmunt Bauman Bauman, Karamazov Kardeşlerden alıntı, Iskarta Hayatlar s:120)
[6]
Friedrich W. Nietzsche, Ahlakın Soykütüğü Üstüne, s:45
[7]
Nietzsche, Ahlakın Soykütüğü Üzerine, s:82
[8]
Nietzsche, Ahlakın Soykütüğü Üzerine s:76 İlerleme"nin büyüklüğü,
fedakarlık etmek zorunda kaldığımız şeylerin yığınıyla bile ölçülebilir;
yığındaki insanlık bir tek insan türünün büyümesine feda edilir- İşte budur
ilerleme"
[9] Friedrich W.
Nietzsche Ahlakın
Soykütüğü Üstüne, s:26
[19]
Ahmet Dağ, Transhümanizm, İnsanın ve Dünyanın Dönüşümü (Nietzsche Böyle Buyurdu Zerdüşt’ten
alıntı) : s:123)
[35] “Erkekler
kadınlar için yöneticidirler.” Nisa 34. Ahdi Cedit, I.
Timoteosa, II, 12 ve Korintoslular XI,3
(Muhammed Hamidullah'ın Aziz Kur'an isimli mealinin s:231'nde Nisa 34
ayetinin dip not)
[39]
Terry Eagleton, Tanrı’nın Ölümü ve Kültür
[40]
Aynı eser, s:85
[43]
“İffetsizce” tabiri “27. İstanbul
LGBTİ+ Onur Haftası / Istanbul LGBTI+ Pride Week”in ilan sayfasından
alıntılanmıştır. https://www.facebook.com/events/1288006351350264/
[45]
Rosi Braidotti, İnsan Sonrası (The Posthuman)
[48]
Tony Davies, İnsan Sonrası s:28
[51] John
Gray’den alıntılayan, İnsan Sonrası
[52] Noah Harari,
Homo Deus
[57] Prof, Harari
her gün gündemimize daha fazla girmesi beklenen “cloud” (bulut) uygulamalarına
atıf yapıyor sanırım.
[59] Noah Harari,
Homo Deus
[61] Rosi
Braidotti, İnsan Sonrası, s:45
[62]
Dr. Haccac Ali, Seküler Aklın Haritası, s:167
[70] Terry
Eagleton, Tanrı’nın Ölümü ve Kültür.
[71] Hicr
Suresi 29. Ayet
[72] Rosi
Braidotti, İnsan Sonrası s:99
[73] ZOOpolis,
Hayvan Haklarının Siyasal Kuramı
[74] Aynı eser.
[75] ZOOpolis,
Hayvan Haklarının Siyasal Kuramı
[79] Homo Deus,
Noah Harari s:266
[80] Aynı Eser.
[81] Rosi
Braidotti, İnsan Sonrası s: 40
[82] Rosi
Braidotti, İnsan Sonrası (The Posthuman) s:95
[83] Dr. Haccac
Ali, Seküler Aklın Haritası
[85] Aynı eser.
[86] Vitalizm:
Canlı olanın, canlılığı özel bir özden alarak canlı olduğunu düşünen bir akım.
Organik ve inorganik tanımları bu Öz’den gelen/gelmeyen anlamında kullanılır.
Hem ruhtan hem de organizmadan ayrı olan ve tüm organik etkinliklerin temelinde bulunan bir yaşam ilkesinin var olduğunu öne süren öğreti. (www. Seslisözlük.net)
Hem ruhtan hem de organizmadan ayrı olan ve tüm organik etkinliklerin temelinde bulunan bir yaşam ilkesinin var olduğunu öne süren öğreti. (www. Seslisözlük.net)
[87] Haşr Suresi
1. Ayet.
[88] Rosi
Braidotti, Aynı Eser.
[99] Noah Harari,
Homo Deus.
[100] Varlık
Dergisi,2019 Ocak 1336. Sayı
[105] Human
Rights Watch, Losing Humanity: The case against Küller Robots, s:43
(Alıntılayan Çağlar Ersoy, Robotlar, Yapay Zekka ve Hukuk, s:109)
[106] Human
Rights Watch, Shaking The Foundations: The Human Rights Implications of Killer
Robots, s20 (Alıntılayan Çağlar Ersoy, Robotlar, Yapay Zekka ve Hukuk, s:109)
[107] Noel
Sharky, Cassandra or False Prophet of Doom: Al Robots and War, s:15
(Alıntılayan Çağlar Ersoy, Robotlar, Yapay Zekka ve Hukuk, s:121)
[113]
http://imdat.org/wp-content/uploads/2018/03/3.-Ulusal-%C5%9Eiddeti-Anlamak-Kongresi-Kitap%C3%A7%C4%B1k.pdf
[116] Varlık
Dergisi,2019 Ocak 1336. Sayı
[120] Makale :
Nancy Fraser, Feminizm, Kapitalizm ve Tarihin Oyunu https://docplayer.biz.tr/18628535-Feminizm-kapitalizm-ve-tarihin-oyunu-1.html
[121] Makale:
Nancy Fraser, Feminizm, Kapitalizm ve Tarihin Oyunu
[127] RosBraidotti,
İnsan Sonrası (The Posthuman) s:95
[128] Aynı eser,
s:120
[129] Varlık
Dergisi,2019 Ocak 1336. Sayı
[141] Araf Suresi 20. Ayet: Derken şeytan, kapalı olan avret
yerlerini birbirine göstermek için onlara fısıldayıp kafalarını karıştırdı ve
"Rabbiniz size bu ağacı sırf melek olursunuz veya ebedî yaşayanlardan
olursunuz diye yasakladı" dedi.
[142]
Aldoux Huxley, Cesur Yeni Dünya
[143] . Kaczynski'nin “Unabomber Manifestosu”'ndan
alıntı. Neden Geleceğin Bize İhtiyacı
Yok? https://seyler.eksisozluk.com/korkunc-saptamalar-iceren-muthis-makale-neden-gelecegin-bize-ihtiyaci-yok
Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın
Konu yorumu: 3 - İnsan’ın Son Vakti, İnsan Sonrası Toplum- Posthümanizm
Açıklama:
Değerlendirme: 5
Yorum: Ahmet H. Çakıcı
Etiketler:
posthümanizm,
transhümanizm
1 yorum:
Allah bereket versin. Pek istifade ettim.
Yorum Gönder