ŞİDDETİN
TOPOLOJİSİ
Koreli Byung Chul Han, Almanya’da yaşayıp Berlin Sanat Üniversitesi'nde ara sıra ders veriyor. HAn, okuduğum, bu ve diğer eserlerinden çok faydalandığım, okuyucunun zihnini tokatlayan
ve modern dünyanın eteğini kaldırıp ayıbını faş edebilen bir yazar. Modern
insanı ve ilişkilerini kıyasıya eleştirdiği bu kitabında, Modern İnsanın artık
dışardan gelen şiddetten çok, odağı, modern insanın kendi iç dünyası olan, bir şiddete
maruz kaldığını, özgürlük, başarı ve performans putları ile kendini, hiçbir köle
tacirine ya da zorbaya ihtiyaç duymadan köleleştirdiğini anlatıyor. Bu dönemde
herkes kendini sömüren bir sömürgecidir ve herkes aynı zamanda kendisi tarafından sömürülen
bir kurban. Arzu üzerinden ikna edilmiş, performans insanın bundan sonraki
durağı “doping insanıdır.” Fail ve kurbanın özdeşleştiği bu yerde çözüm de
yoktur. Çünkü “Ölemeyecek kadar canlı ve
yaşayamayacak kadar ölüleri” ne öldürebilir ne de diriltebilirsiniz.
Ahmet H. Çakıcı
GiRİŞ
Kaybolmayan şeyler
vardır. Onlardan birisi de şiddettir. Şiddetin tarihi insanlık tarihi kadar
eski.
Değişen kültür ve
teknoloji ile beraber şiddet te kavramsallaşarak çeşitli aşamalardan geçerek
evrimleşmekte, kılıktan kılığa girmektedir.
Şiddet, toplumsal durumlara bağlı olarak
aşikârlıktan mahremiyete, kaba güçten medyatiğe, fiziksellikten ruhsallığa, olumsuzdan
olumluya kayıyor; deri altına, kılcal damarlara ve sinir uçlarına doğru siniyor.
Kaba kuvvet günümüzde anonimleşmiş, öznesinden arınmış, sistemle bütünleşmiş
bir şiddete dönüşmüştür.
Güney Koreli kültür
kuramcısı Byung-Chul Han “Şiddetin Topolojisi” kitabında özellikle şiddetin
olumsuzluk kılığında tezahür eden makrofiziksel görüntülerine yönelir; Ego ve Alter,
İç ve Dış, Dost ve Düşman gibi iki kutuplu gerilim hatları üzerinde ilerler. Bu
konuda Freud’den, Girard‘dan, Foucault’dan, Deleuze’ye, Zizek’ten, Negri’ye
kadar pek çok kuramcıya da eleştiri getirmeyi de unutmaz.
Şiddet biçimleri arasında
arkaik ve kanlı kurban ayinlerini, kıskanç ve intikamcı tanrıların mitolojik
gazabını, hükümdarın öldürücü şiddetini, işkenceyi, gaz odasının kansız
şiddetini ya da terörizmin viral şiddetini sayabiliriz. Günümüzde makrofiziksel
şiddet kendini daha örtük bir biçimde ifade eder, mesela iftira atmak,
itibarsızlaştırmak, yoksun bırakmak, aşağılamak, görmezden gelmek, hakaret
etmek gibi dilin üzerinden bir şiddet kurabilir. Ya da olumluluğun şiddeti
olarak aşırı iletişim, aşırı bilgi ve haber, azmanlaşmış bir dil, dilin
spamleşmesi ile kitlelere bir başka şiddet biçimi olarak yönelebilir.
Han’a göre günümüz
toplumunu, “ötekini” olumsuz görmeyi giderek üzerinden atıyor. Ama bu şiddetin
azalması anlamına gelmiyor. Olumsuzun şiddetinin yerini olumlunun şiddeti
alıyor. Üstelik olumluluğun şiddeti bir düşmana, bir iktidara da ihtiyaç
duymuyor. Şiddet kişinin kendisinin ürettiği kendisine yönelen bir biçim
alıyor. Aşırı performans, aşırı
tüketim, aşırı güzellik, aşırı iletişim, hiper hareket veya hiper bir “kendine
dikkat” fitlik, güzellik baskısı dışardan gelebilecek şiddet kadar bireyi
yoruyor.
1.
ŞİDDETİN TOPOLOJİSİ
Antik Yunan’da işkence,
şiddet bir kader ya da doğa olayı olarak algılanır. Karşımızda fiziksel şiddeti,
amaca götüren bir araç olarak kutsayan bir toplum vardır. Şiddet, görünmezlikten
görünürlüğe ve amaca götüren bir araç olarak karşımıza çıkmaktadır. Yani toplum
kan toplumudur. Ruh toplumu olan modern toplumdan farklıdır. Çatışmalar Yunan’da
dolaysız olarak bir çırpıda yapılır. Şiddetin dışsallığı ruhun yükünü
böylelikle hafifletir. Çünkü acının ağırlık noktasını dışa kaydırır. Modernitede
şiddet ruhsallaştırılmış, psikolojilkleştirilmiş, içselleştirilmiş biçimlerde
ortaya çıkar. Dolayısı ile yıkıcı eleştiri dolaysızca, fevri boşalmaz, psişik
emekle bir yüzleşme ve uğraş gerektirir.
Ruh eziyet verici ıstıraptan kurtulmuş olur.
Han’ın burada ifade etmek
istediği şiddet kavramı modernite öncesi toplumlar da hazır ve nazırdır.
Gündelik hayatın ve toplumsal pratiğin ve iletişimin önemli bir parçasıdır ve
alenidir. Özellikle Antik Yunan ve Antik Roma’da şiddet sadece uygulanmakla
kalmaz, aynı zamanda seyirliktir de. Çünkü iktidar ve hegomanyanın haşmetini ve
gücünü ortaya koymak için şiddetin teatral sahnelenişinden faydalanılır.
Modernite de şiddet iktidar
değildir. Artık siyaset sahnesinde ve tüm toplumsal düzlemlerde meşruiyetini
kaybetmiştir. Şiddetin gösteri mekânı kapanır. İnfaz artık özel mekânlara
çekilir. Kamusal alanda kendini göstermek istemez. Şiddet kendini gururla
sahnelemek yerine utançla gizlemektedir. Her türlü dilden ve simgeden
yoksundur. Bir şey ilan etmez. Dilsiz, sözsüz bir imha…
Modernite de şiddetin en
merkezi topolojik kaymalarından biri ruhsal içselleştirmedir. Yani şiddet ruhla
sürekli bir çatışma halinde olup, yıkıcı gerilimleri ile ruhu kemirir. Cephe,
artık Ben’in dışında değil, içindedir… Şiddetin bu ruh yıkıcı etkisini
gemleyici güç içimizdeki Vicdan’dır. Nitekim Freud’a göre ‘ Vicdan, şiddetin
tersine çevrilmiş yeridir’. Başkalarına karşı saldırganlık, kendine karşı
saldırganlığa dönüşür.
İktidar teknikleri de
şiddetin içselleştirilmesinden yararlanır. Tebaanın dış otoriteyi içselleştirmesini
ve kendisinin bir parçası haline getirmesini sağlar. İktidar bu şekilde çok
daha zahmetsizce hükmeder. Bu sayede herhangi bir kaba kuvvete ihtiyaç
duymadan, ince mahrem dokunuşlarla öznenin sinir uçlarına kas liflerine kadar
girer ve onu ruhen ve bedenen etkisi altına alır, istedikleri her ne ise
gerçekleştirir. Şiddet doğallaşır.
Geç modernitenin başarıya
ve performansa endeksli öznesinde (subject) yabancıdan gelen şiddetin yerini
kendine yönelik şiddet alır. Bu süreç kapitalist üretim ilişkileri ile doğrudan
ilişkilidir. Belli bir üretim düzeyinden itibaren insanın kendini sömürmesi,
özgürlük duygusu ile el ele gittiği için, bir başkasını sömürmekten çok daha
randımanlı ve başarılıdır. Başarı ve performans toplumu bir kendi kendini
sömürme toplumudur. Başarıya endeksli özne tamamen kendini tüketene kadar
kendini sömürecektir. (s:20)
Artık öznel performans önemli değildir. Sadece başarıya ve performansa odaklı özne hiç kimsenin kulu olmadığını hissetse de artık kapitalizmin bir sömürgesidir.
Artık öznel performans önemli değildir. Sadece başarıya ve performansa odaklı özne hiç kimsenin kulu olmadığını hissetse de artık kapitalizmin bir sömürgesidir.
2.
ŞİDDETİN ARKEOLOJİSİ
Şiddetin
somutlaştırılmasına izin vermemek için Rene Girard “mimetik rekabet” kavramını
ortaya attı. Mimetizm (taklitçilik) - Antik Yunan filozofları da dâhil birçok
filozof tarafından tartışılan- günümüzde insan beyninin bir taklit makinesi
olduğunu iddia etmektedir. Filozof Girard mimetik Arzu Teorisi’ne göre ‘Arzu
taklitçidir’ İnsan ötekinin arzusunu taklit eder. Öznenin bir nesneyi arzuluyor olmasının altındaki sebep bir başkalarının
onu arzuluyor olmasındandır. Yani arzuladığımız her şey bir başkasının
arzusu olduğu için bizim arzumuz haline dönüşür. Aynı nesneye yönelen iki arzu
birbirini karşılıklı olarak engeller. Bu da mimetiğin kaçınılmaz bir şekilde
şiddete yol açtığı sonucuna varır ve “mimetik rekabetin” insanlar arası
şiddetin başlıca kaynağı olduğunu iddia eder.
Fakat Han’a göre mimetizm
Arzu’dan doğmaz, kendi içlerinde kendilerine ait bir değere sahip olan şeyler
uğruna girişilen kavgadan kaynaklanır. Bunlar asli ihtiyaçlardır. Mesela para…
Han bu fikre itiraz eder, bu teori mesela “para” ile sınandığında çöker, para
başkaları “sahip olduğu için arzulanmaz. Para özel bir nesnedir, değerin
kendisidir. Mimesis şüphesiz ki insanın
merkezi davranış biçimlerinden biridir. Onsuz sosyalleşilemez ama mimesiz simgesel
alanlardadır kaçınılmaz bir şiddete yol açmaz.
Girard intikamı, öç alma
ve kan davasını da mimesise bağlar. Kan davasındaki mesele temelde aynı olup
her seferinde yapılan taklitlerle sürekli gelişir ve zincirleme halini alır.
Artık bu mimesisin zirvesidir. Han’a göre ise mimesis kan davasının yıkıcı
şiddetini açıklayamaz. Arkaik toplumlarda ki mesele cinayetin taklidi değil
asıl kendisidir. Çünkü öldürme işleminin içkin bir değeri vardır. Han, cinai
şiddet döngüsünün taklit yoluyla ortaya çıkamayacağını, öldürme işleminin
varlığın içinde bulunan mimetik değil, şiddet ekonomisine hâkim olan kapitalist
bir ilke olduğunu vurgulamıştır. Ne kadar şiddet uygulanırsa kişinin iktidarı o
kadar güçlenir. İnsanın ölüme hükmedeceği inancı ile ‘ölümün üstesinden
öldürmekle gelinir’ . Burada mesele bizzat öldürmenin kendisidir. (s:23)
Arkaik din, insanın
dışsallaştırarak (kendi başarısızlıklarını ve sorunlarını hep dışarıda araması
rasyanolize ederek-AY) kutsallık mertebesine çıkardığı şiddetle karmaşık bir alışverişler
bütünüdür. Kurban ayinleri bu alışveriş biçimlerinin en önemlilerindendir. Aztekler
kurban edecekleri insanları yakalamak için ritüel savaşlara girerlerdi. Rahip
başkanlığında yapılan bu savaşın kendisi dinsel ayinlere dönüştürülürdü. Arkaik
(eskimiş, geçmiş döneme ait-AY) toplumda
şiddet, dinsel iletişimin asli aracı idi. Şiddet tanrısı ile şiddet aracılığı ile
iletişime geçilir…Girard’ın ifadesi ile “Bu toplumlarda şiddetin yol
açabileceği kötülükler o kadar büyük ve panzehiri o kadar zayıftır ki, asıl
sorun şiddeti önlemektir Tedbirin öncelikli alanı dinseldir. Buna göre dinsel
eylemin başlıca amacı şiddeti yatıştırmak ve kontrolden çıkmamasını
sağlamaktır. Girard’a göre toplum şiddete olan açlığını dışarı aktarmak için
kurban seçer ve o kurbanın yüzü suyu hürmetine (sevabı) üzerinden kendi içinde
barışır ve şiddeti dışarı atmış olur. Seçilen kurban ilk planda toplumun
birlikteliğini, uyumunu, sosyal dayanışmayı güçlendirip; kıskançlığı, kavgayı ortadan kaldırır. Kurban
bir tür paratoner işlevi üstlenip şiddeti kurnazca bazı nesnelere yönlendirmiş
olur.
Han ‘a göre kurban
şiddeti önlemeye yarar ama bunu dinselliğe indirgeyemeyiz. Çünkü şiddet pratiği
yalnızca tepkisel ve önlemsel değildir, aktif ve üretkendir. Toplum kendini
tanrı ile özdeşleştirirse, saldırgan ve şiddete eğilimli olur. Nietzsche şöyle
der “Hala kendisine inancını yitirmemiş bir halkın kendi tanrısı da vardır.”
Kendi olma zevkini, iktidar olma duygusunu bir varlığa yansıtır… Öfkeyi,
intikamı, kıskançlığı, hileyi, şiddeti ve bunların sonunda ki, zaferin ve
imhanın verdiği zevkleri tatmamış bir Tanrı neye yarar ki?
Arkaik kan davası sonucu
yaşanan cinayet kurbanın ait olduğu grubu zayıflatmıştır. Hissettiği güç
kaybını telafi etmek için kendisi de öldürmek zorundadır. Önemli olan kimi
öldüreceği değil; aslolan öldürme işlemidir. Toplumda her ölüm -sonucu doğal
yoldan da olsa - öç alma duygusunu tetikler. Her öldürme edimi iktidar
duygusunu çoğaltır. Dolayısıyla kan davasını yıkıcı kılan bu şiddet
ekonomisidir. Arkaik şiddet ekonomisi modernite de öyle kendiliğinden ve
kolayca yok olmaz. Sermaye ekonomisi ile arkaik şiddet ekonomisi benzerlik
gösterir. Kan‘ın yerini ‘Para’ almıştır. Sermaye modern Mana gibi davranır. Ne
kadar çok paraya sahip olursan; o kadar güçlü, yaralanmaz hatta ölmez
hissedilir. Para etimolojik manada ‘kurban’ ve ‘kült’ bağlamlarını içinde
barındırır. Ne kadar çok paraya sahipsen, o kadar çok öldürtebileceği kurbanlık
var demektir. Yani para ve sermaye ölüme karşı bir araç ve çaredir.
Sermaye ekonomisi de
arkaik şiddet ekonomisi ile benzerlik gösterir. Ancak kan yerine para akıtılır.
Ne kadar paraya sahip olunursa o kadar güçlü, yaralanmaz ve hatta ölmez
hissedilir. Para etimolojisi gereği para ve kurban kült bağlamlarını da
içerisinde barındırır… demek ki para ve sermayenin asıl işlevi ölüme karşı bir
araç, çare olmasıdır.
Kapitalist ekonomi
hayatta kalmayı mutlaklaştırır. Meselesi iyi yaşamak değildir; daha çok
sermayenin yaşama kalitesini arttıracağı yanılsamasından beslenir. İyi yaşama
endişesi hayatta kalma histerisine dönüşür. Bu hayatın canlılığını çalar. Sağlıklı
yaşam histerisi ile hayatın bozuk para gibi çıplaklaştığı, her türlü manadan
yoksunlaştığı, içerisinin boşaldığı geriye donuk bir yaşam ve Ben’in bedeni
kaldığı yerdir artık burası.
Freud “Savaş ve Ölüm
Üzerine Güncel Düşünceler” isimli makalesinde “Hayatı yaşamak istiyorsan ölüme
hazırlan” der. Demek ki hayatın bir ölmemişlik kalıbında donmaması için ölüme
daha çok yer açmak gerekiyor… Ölüme hak ettiği değeri düşüncelerimizin ve
gerçekliğin içinde verebilirsek bu daha dürüst bir tavır olacak üstelik
hayatımız katlanılır hale gelecektir. (Yaşam
ölümün umududur. Mutluluk ise sahip
olduklarımız değil; ümit ettiklerimizdir. –İhsan Fazlıoğlu’ndan alıntı –AY)
3.
ŞİDDETİN RUHU
Freud’un psikolojik
aygıtı bir ‘olumsuzlama sistemi’dir ’. Üst ben katı bir emir ve yasaklar merci
olarak bilinir. “Üst ben, baba karakterini koruyacaktır ve Oidipus Kompleksi ne
kadar kuvvetli olur, bir o kadar da bastırılırsa üst Ben akabinde bir o kadar
katı vicdan olarak veya bilinçsiz bir suçluluk duygusu olarak Ben’e egemen
olacaktır. Çünkü üst ben kategorik imparatif olarak buyurgan bir zorunluluğun
katı, gaddar yüzüdür. Ben ‘in üzerinde acımasız bir şiddetle hüküm sürer.
Üst Ben yerine göre
tanrı, hükümdar ya da baba yerine geçen içselleştirilmiş bir iktidar merciidir.
Bunu kendi içimizdeki öteki olarak ele alır. Bu anlamda da şiddet ötekinden
kaynaklandığı için olumsuzdur. Freud psişik olayları da tarif ederken
olumsuzluk şemasından faydalanır. Ben’in sahiplenmesine izin vermeyen ötekinin
izini sürer. Bu anlamda ruhsal hastalıkların tedavisi de zor olacaktır. Freud
melankoliği de Ben’in içinde yuvalanan ve onu değiştiren ötekine bağlar.
Böylelikle çatışmalar içselleştirilir. Kendine dönük olarak yoksullaşma ve
saldırganlık ortaya çıkmış olur.
Bastırılmış dürtü
karanlıkta azar ve yıkıcı biçimler alarak “aşırı ifade biçimlerine” dönüşür.
Tuhsal yapı, savunma, kuşatma, ricat, kaçış, kamuflaj, işgal ve sızma gibi bir
çok harekatın vuku bulduğu bir savaş meydanına dönmüştür.
Freud, yas gibi ve melankolinin
de bir nesneden feragat etmekle başladığını düşünür. Libidoyu yitirilen
nesneden kopartan ve böylelikle yeni bir nesneyi işgal eden yas ve yas tutma
eylemine karşılık melankolide nesne içselleştirilir. Melankolide nesne
içselleştirilir ve kolaylıkla vazgeçmez. Daha ziyade nesne ile narsistik bir
özdeşleşme yaşanır. Nesne seçilmişti ve libido belli bir kişiye bağlanmıştı; sevilen kişi tarafından rencide ediliş veya
hayal kırıklığının etkisi ile nesneyle ilişkide sarsılma meydana geldiğinde libido
nesneden ayrılmak yerine Ben ‘in derinliklerine geri çekilir. Bu Ben’in
vazgeçilen nesneyle özdeşleşmesine yol açar. Bu durumda ben ve sevilen kişi arasındaki
çatışma, Ben eleştirisi ile özdeşleşme ile değişen ben arasında bir çatışmaya
dönüşür. Bu da kişiyi ikileme sürükler.
Melankolinin temelinde
Ben’in parçalanması yatar. Melankoliyi tetikleyen nedenler çoğunlukla bir
ölümün yarattığı net bir kaybının ötesine geçer ve incinme, reddedilme, hayal
kırıklığı gibi aşk ve nefreti aynı ilişkinin içine taşıyan ya da var olan bir
ikircikliği kuvvetlendiren tüm durumları kapsar… Melankoli, insanın kendisiyle
hastalık derecesinde bozulmuş ilişkisidir. Freud bunu bir yabancı ile ilişki,
Ötekiyle ilişki… Benim bendeki öteki ile ilişki olarak yorumlar.
Günümüz başarıya ve
performansa odaklı öznenin depresif rahatsızlığının temelinde, yitirilmiş bir
öteki ile çatışmalı ikircikli ilişki yatmaz. Depresyon öteki boyutunu içermez.
Burnout[1]’a göre depresyonun asıl nedenleri arasında
yıkıcı ölçüde kendine dönüklük, aşırı gerilim, aşırı kontrollü ve mebzul
miktarda bir kendilik var. Başarı ve performansa odaklı çalışan yorgun depresif
özne kendinden bıkmıştır. Kendinden yorulmuş ve kendi ile savaşmaktan bitkin
düşmüştür. Kendinden çıkmayı, dışarıda olmayı ve dünyaya açılmayı beceremez.
Saplantılı bir şekilde kendine odaklanır. İçinin oyulmasına ve boşalmasına yol
açar. Tekrarları yaşayan özne sonunda tükenişe doğru yol alır.
Freud’un Ben’inin
üstesinden geldiği iş bir görevin ifasıdır. Kant’ın itaatkâr öznesi ile ortak
yönü budur. Kant’ da üst Ben’in yerini vicdan alır. Her insan da vicdan vardır.
Kendi içindeki bir Yargıç tarafından gözlenmekte, tehdit edilmekte ve
sorgulanmaktadır. Kanunların ötesinde içinde bekçilik yapan bu kuvvet özünde
içkin olarak yer alır. Kant’ın öznesi eğilimleri gemler. Her şeye hükmeden
ahlaki varlık –Tanrı - yalnız cezalandırıcı ve yargılayıcı bir güç değil,
ödüllendirici bir merci olarak bilinir. Ahlaklı özne erdem adına bütün
zevklerini bastırır. Ahlaklı Tanrı onu saadetle ödüllendirir. Ödüllendirilmek
sorun olmayacaktır. Çünkü Tanrı aldatmaz. O’na güvenilir. Ödüllendirmenin
yerini günümüzde ‘üretim ilişkileri’ alır.
Geç modernitenin başarıya
ve performansa odaklı öznesinin işi bir görevi yerine getirmek değildir. İtaat,
yasa ve görev bilinci ile değil; özgürlük, keyif ve bireysel eğilimlerine göre
yaşar. İşten beklediği en başta keyiftir. Ötekinin emri ile hareket etmez.
Kendinin efendisidir. Ötekinden kurtulmak başarıya odaklı çalışan öznenin
ruhsal bozukluğundan sorumlu olacak narsistik bir kendine odaklanmayı
beraberinde getirir… Öteki’ne bağın yitirilmesi bir ödüllendirilme krizine yol
açar. Yapılan işin değerini bulması ve takdir edilerek ödüllendirilme bir
üçüncü kişinin varlığını gerektirir. İnsan kendini ödüllendiremez. Kant’ta ödüllendirici
merci Tanrı’dır. O ödüllendirir ve ahlaki başarıyı takdir eder. Ödüllendirme
yapısının bozulması ile başarıya odaklı özne hep daha çok iş ve daha çok başarı
kazanma zorunda olduğu bir döngünün içinde bulur kendisini. (S:37)
Sennett’de, ödüllendirme
krizinin ardından narsistik bir bozukluk, öteki ile bağın yitirilmesi ile
ortaya çıktığını söyler. Bir karakter bozukluğu olarak narsizm, insanın kendini
derin sevgisinin tam zıddıdır. Kendine dalmak ödüllendirilmez, acı verir.
Narsist birey yeni ve farklı olanı, onda kendini bulana kadar mas edip
dönüştürür- ve bu ötekini veya farklı olan şeyi önemsiz hale getirir… Narsist
tecrübe değil bir yaşantı peşindedir- Karşısına çıkan her şey de kendini
yaşamak ister... İnsan kendinde boğulur. Oysaki tecrübeler insanı
farklılaştırır. Yaşantılar ise Ben’i ötekine, dünyaya doğru uzatırlar sadece.
Yeni medya ve iletişim
teknikleri varlığın ötekine dönüş imkânlarını zayıflatıyor. Sanal dünya
farklılık ve direnç açısından yoksul, Benlik virtual mekânlarda gerçeklik
ilkesi olmadan narsist hayali dünyanın mekânlarında dolaşıyor. Narsist ben,
sanal dünyanın hayali mekânlarında öncelikle hep kendine rastlar. Geç
modernitenin başarıya ve performansa odaklı yaşayan ve neredeyse sonsuz imkânlara
sahip öznesi kuvvetli bağlar kurmaktan acizdir. Depresyonda insanın kendisiyle
olan bağları dâhil tüm bağlar kopar… Sosyal ağlardaki arkadaşlıkların başlıca
görevi, bir meta gibi sergilenen egoya dikkatlerini tüketiciye nasıl
yönelteceklerini göstererek, kişinin narsistik Ben duygusunu arttırmaktır
(beslemektir-AY).
Alain Ehrenberg’e göre,
melankoli günümüzde depresyona dönüşerek demokratikleşir. “Melankoli eskiden
sıra dışı insanların tuhaflığı iken, depresyon sıra dışılığın popülerleşmesinin
ifadesi oldu.” Ehrenberg’e göre depresyon; melankoli+eşitliktir. Demokratik
insana en yakışan hastalıktır.
Ehrenberg’ e göre depresif insan “egemenliğinden bitap düşen” yani
kendisinin efendisi olmaya gücü kalmayandır. Sürekli inisiyatif gösterme
mecburiyetinden yorgun düşmüştür… Ona göre depresyonun ardında bağımlılık
yaratan anti depresanlarla daha da geri plana itilmiş gizli bir çatışma yatar.
O çatışma da güvenilir bir rehber değildir: Dengelenmiş yoksunluk, üstesinden
gelinmiş zoraki davranışlar depresyonun arka yüzünü oluşturuyor… Oysa gerçekte
çatışma modeli – psikanaliz -depresyonu tümüyle açıklamaktan acizdir.
Şiddet sadece kavganın ve
çatışmanın olumsuzluğundan değil, uzlaşmanın olumluluğundan da doğar.
Sermayenin her şeyi yutar görünen tümleşikliği uzlaşmacı bir şiddet
oluşturuyor.
Sorunlu olan bireysel
rekabetin kendisi değil kendine dönüklüğüdür ki; bu da mutlak rekabeti
doğurmaktadır. Başarıya odaklı özne kendi kendisiyle rekabete girmekte ve
yıkıcı bir kendini aşma mecburiyeti hissetmektedir. Amaç ötekileri geçmek ya da
yenmek değildir. Mücadele kendine dönüktür. Ama insanın kendini yenmesi,
kendini geçme çabası ölümcül bir oyundur. Kendisiyle rekabet, kendi gölgesini
geçme isteğine ancak ölümle sonuçlanacak bir oyundur. (S:46)
4.
ŞİDDETİN
POLİTİKASI
4.1 DOST İLE DÜŞMAN
Carl Schmit’ e göre, politikanın özünde dost ile düşmanı
ayırt etmek yatıyor. Siyasi düşünce ve siyasi içgüdü “dost ile düşmanı ayırt
etme becerisi”nden başka bir şey değildir, der. Dost düşman zıtlığı politik
sistemi başka sistemlerden farklı kılan ikili koda benzemez. Çünkü siyaset
herhangi bir sistem, “nesnel bir alan” sayılamaz. Ahlakın nesnel alanında
iyi-kötü ikili kodu hâkimdir. Güzel-çirkin zıtlığı estetiğin sistemini
tanımlar. Politika nesnel alan olmadığından dost düşman ikilisi toplumsal
sistemi kuran nesnel alandan farklıdır. Nesnel alanların içerdiği zıtlıklar
nesnel konuları kapsar. Güzel ve ya iyi bir şeyi tarif eder. Oysa dost düşman
zıtlığı nesnel değil, varoluşa dair bir ayrımdır. Düşmanın ahlaken kötü, estetik
olarak çirkin olması gerekmez. Nesnel bir zıtlığın dost düşman karşıtlığına
dönüşmesi için en uç yoğunluk derecesinde yaşanması gerekir. Estetik ve ahlak
gibi din ve ekonomide nesnel bir alandır. Nesnel farklar üzerinden yükselirler.
Fakat dinsel cemaat inançlarından ötürü bir savaşa girdiğinde artık politik
eylem içindedir. Reel dost-düşman kümeleri varoluşsal düzlemde öylesine
kuvvetli ve tayin edicidir ki, politik olmayan bir zıtlık bu kümeleri yarattığı
anda, o zamana kadar ki saf dinsel, saf ekonomik, saf kültürel kriterlerini ve
motiflerini arka plana atacaktır. Kendine özgü yepyeni bir durumda bulacaktır
kendini. O eski saf çıkış noktalarından bakıldığında fazlası ile politikleşmiş
hesaplanamaz ve irrasyonel şartlarına ve sonuçlarına tabi olacaktır. Kısaca
Schmitt’ e göre nesnel savaş diye bir şey yoktur.
Schmitt’e göre cemaat ancak düşman tarafından bir
tehlikeye girdiğinde ve kendini savunma zorunda kalınca yani savaş sırasında
politikleşir. Reel şiddet olasılığı siyasetin özünü oluşturur. Mücadele yalnız
devletlerarasında değil aynı devlet içinde de yaşanabilir. Bir devlet içi
düşman karşısında da politik yalnızlık yaşar. Onun için der ki Schmitt, bütün
devletlerin içinde ‘düşman ilan etme kurumu’
vardır. Ve hakir görme, sürgün, aforoz, kurban etme şekillerinde tecelli
ederler.
Heidegger gibi Schmitt ‘de cemaat ve toplumu birbirinden
ayırır. Yalnız cemaatin politik bir enerji ürettiğini söyler. Buna karşın
toplum sadece basit bir birlikteliktir. Bir iradeden, harstan, savaşma
kararlılığından yoksundur. Ekonomik düzlemde örgütlenmiş bir toplum rakibini
şiddetsiz bir biçimde yer ile yeksan edebilir. Fakat yine de politik birlik
değildir. Çünkü hasmı düşman değil sadece bir rakiptir. Schmitt’in düşüncesinde
savaş, yalnızca politikanın farklı araçlarla yapılması değil bizzat kendisidir.
Düşmanlık kimliğin kurucu ögesidir. Ben kendini sadece düşman
ötekine karşı bir bağışıklık tepkisi olarak tanımlayabilir. Yani der Scmitt,
“tek bir düşmandan daha fazla düşmana sahip olmak, içsel bir zaafın, bir
bölünmenin işaretidir. Düşmanın kesin tarifinin yapılamayışı, Kendi’nin
kifayetsizliğine işaret eder. Düşmanın çokluğu Ben’i dağıtır. Düşman, bizim
kendi varlığımıza ilişkin bir meseledir… Bu nedenle kendi ölçümü, kendi sınırım
şeklimi kazanabilmem için onunla savaş halinde olmalıyım.
Politikanın zirve noktaları düşmanla bir barış ya da
anlaşmanın başarıldığı anlar değildir, düşmanın tüm somut gerçekliği ile düşman
olarak tanındığı anlardır. Diyalog ve uzlaşı değil savaş ve kavgadır
politikanın temeli. Tayin edici olan her zaman ve sadece çatışmadır.
Çatışmaların çözümü politik değildir, çatışmanın ardındaki düşmanlıktır. Olağan
üstü hal, bir cemaatin bütün normatif koşullarının devre dışı bırakıldığı
durumdur. Bu durum cemaati çıplak varoluşuna indirger. Politika bir iş
değildir, gerilimden beslenir.
Schmitt bir konuşmasında, mücadele birliğinden bahseder.
Ve ‘Varlık mücadeledir. Ancak o zaman politik bir boyut kazanır’ der. Politika
karar alma mücadelesidir. Evet, karar almanın keskin şiddetidir. Karar
tartışmayı fuzuli kılar. Tartışma kararı tanımlayan o vurucu güçten yoksundur.
Bu yüzden tartışmayı küçümser. Böylece aslen siyasi bir kavram olan mücadele,
liberal düşüncede… tartışmaya dönüşüyor. Net bir kararın yerini bitmez tükenmez
rekabet ve tartışmalar alıyor.
Schmitt barışmaz zıtlıklar üzerinden düşünür. Ya-o-ya-bu
formülü, düşüncesinin hatta ruhunun temelidir. Dünyası keskin kopuşlarla ifade
bulur. Romantizme getirdiği eleştirinin ardında da çok anlamlılığa ve
müphemliğe alan açma aczi yatar. Romantik dünya onun nezdinde “özden, işlevsellikten,
sağlam rehberlikten, nihai bir sondan, bir tanımdan yoksun, karardan ve
kıyametten kopuk bir dünyadır. Müller’i “duygusal olarak her yerde arabuluculuk
etme iptilası, “dünyayı kapsayan hoşgörüsü” nedeniyle suçlar. Çünkü “insana
sevebileceği gönül rahatlığı ile nefret edebileceği hiçbir şey bırakmaz.”
Schmitt’in şiddetinin politikası, politikanın ötesinde
ruhunu belirleyen bir kimlik politikasıdır. Hidrofobisi (su korkusu-AY) de
kimlik saplantısına dayanır. Su, kesin bir işaret koymaya izin vermediği için
çok korkutucu bir elementtir. İçine bir şey yazılmadığından tümüyle karaktersizdir.
Deniz mekâna ve kanuna, düzene ve düzleme, yani hiçbir anlamlı birliğe izin
vermiyor. Denizin içine kesin hatlarda
çizilemez. Yunanca da deniz; gömmek, çizmek, damgalamaktan gelen bir asli
anlamıyla karakteri yok. Schmitt yalnız katı farklarla, zıtlıklarla düşünmesi
uçarı-kaçarı, yüzeri-gezeri kavrayamaması, açısından Schmitt, özel bir toprak
insanıdır ve toprağı arşınlayandır.
Başarıya odaklı insan her şeyden önce esnek bir insan
olmalıdır. BU dönüşümün temeli her şeyden önce ekonomiktir. Rijit, katı kimlik
günümüzün üretim ilişkilerindeki hızlanmaya terstir. Dayanıklılık, kalıcılık ve
süreklilik büyümeyi yavaşlatır. Başarı
ve performans toplumunun ideal öznesi her şey için kullanabilecek karaktersiz,
karakterden azade insandır. Başarıya odaklı çalışan özne kendini net hatlarla
çizilmesine, nihai bir topraklanmaya izin vermeyen bir yüzergezerlik halindedir
sürekli. Yüzergezerlik duygusu bir noktaya kadar özgürlük duygusuyla paralel
gider. Ama uzun vadede ruhsal tükenmişlik yaratacaktır.
Olumsuzluk tümden ortadan kaybolunca deformasyon(biçimi
bozulma, biçimsizleşme- AY) ve destabilizasyon(istikrarsızlaştırma,
dengesizleştirme –AY) gelir. Ruh mevzi alamaz, yerleşemez… Kendi’nin ucu
açıklığı ve kapanamayışı, yalnız öğür değil hasta da eder. Başarıya ve
performansa koşan özne, karaktersiz, bir adamdır.
Başarıya odaklı geç modern özne, olumsuzluğu gitgide
atmıştır üstünden. Karşısında ne bir düşman ne bir hükmeden vardır artık. Onu
daha fazla iş başarmaya zorlayan bir dış merci bulunmaz. O daha çok kendi
kendini zorlar ve kendisi ile savaşır… Özne dışarısı ile nesnelerle ve dünya
ile bağını gitgide yitirir. Yeni medya ve iletişim biçimleri bu gelişimi
güçlendirmektedir. Başarıya ve performansa yönelik toplumun öznesine, narsistik
bir kendine yöneliklik damga vurmamaktadır. Ötekinden (Tanrıdan-AY) ödül
alamadığından hep daha fazla başarı, daha fazla üretim elde etmek zorunda
hisseder kendini. Aslında son kertede kendi kendi ile rekabet halindedir, hep
kendini aşmaya odaklanmıştır. Böylece ortaya ölümcül bir yarış çıkar, bir gün
düşüp kalana kadar kendi etrafında döner.
Kendi etrafında, kendi kuyruğunu ısıran narsistik özne
depresyon tehdidi altındadır. Ötekiyle yitirilen ilişkiden ve dışarısıyla,
dünyayla kopmuş olmaktan doğar. Bireyin kendi etrafında sürekli daha hızlı döndüren
narsistik kısır döngüden kurtulmak için öteki ile ilişkiyi Schmitt’in diliyle
söyleyecek olursak, “kendi varlık şeklinin” ortaya çıkmasına izin vermeyen bu
kendine dönüklük, hayali bir dış düşman korkusunu kolaylaştırabilir çünkü bu,
kendisinin yüküyle ezilen, kendiyle yıpranan ve kendi ile savaşan ruhu
rahatlatır. Bireyi kendi etrafında
sürekli ve daha hızlı döndüren narsistik kısır döngüden kurtulabilmek için
ötekiyle ilişkiyi Schmitt vari dost düşman şemasının olumsuz şiddetinden uzakta
yeniden kurmak gerekir. Bu ise farklı bir inşayı, Öteki’nin bağışıklık
sisteminin yıkıcı savunmasına izin vermeyecek bir biçimde, yeniden inşasını
gerektirir. Tüm farklılıklara rağmen onu olduğu gibi kabul edecek bir ilişki
mümkün olmalıdır. Bu da dostaneliktir. Dostanelik ötekini kendi haline bırakmak
değil; aktif katılımcı bir yaklaşımla gerçekleşir. Dostanelik politikası
hoşgörülük politikasından daha açık kalplidir. Hoşgörü muhafazakâr bir
pratiktir, çünkü farklılık burada katlanılan bir şeydir. Azınlıklar iktidar
tarafından hoş görülür, tolere edilir. Dostanelik politikası, asgari bağ ile azami
bağlılık, asgari akrabalıkla azami yakınlık yaratır. Schmit’in kimlik
politikası olarak önerdiği şiddet politikası, azami akrabalık içeren kardeşliği
bile zıddına çevirme gücüne sahiptir. Schmitt, “senin düşmanın kim?” sorusuna, “ötekinin
kardeşim olduğu, kardeşimin düşman olduğu ortaya çıktı” yanıtını verir. (s:56)
4.2 HUKUK VE ŞİDDET
Hukuk füzeninin hedeflerine ulaşmak için şiddet aracına
başvurmazsa etkisiz kalacağı yönünde yaygın bir inanç vardır. Böyle olsaydı
hukuk iktidardakilerin kendi haklarını zorla uygulattığı bir düzen olurdu.
Evet, hukuk ilkelerinin şiddete kullanmaya ihtiyacı var, ama şiddetin hukuk
için zorunlu şart olduğu anlamına gelmez. Hegel bu konuda şöyle der; “İnsanlar
devletin şiddet sayesinde ayakta kaldığını düşünür. Oysa asıl harç herkesin
paylaştığı temel düzen duygusudur. Bir hukuk düzeni yalnız şiddet veya olumsuz
yaptırımların tehdidi ile ayakta kalamaz. Çünkü şiddet bir arada tutmaz. Sağlam
bir dayanak değildir. Aksine toplumda şiddetin artması istikrarsızlığı getirir.
Şiddetle ayakta durmaya çalışan hukuk düzeni kırılgan olur. En sağlam dayanak, hukuk
düzenine gönüllü rızadır.
Walter Benjamin’in siyaset felsefesi de şiddetle hukukun
içsel birliğinden yola çıkar. Benjamin için hukuk, iktidardakinin kendi hakkını
öncelikle zorla alması demektir… Hukuk ilişkisi iktidar ilişkisinden başka bir
şeyi yansıtmaz: Hukuk kurmak, iktidar kurmaktır. Yani şiddet, yasa koyabilmek
için tayin edici önemdedir Hukuk iktidar kurmak için şiddetin yasa
koyuculuğundan faydalanır. Ama hukuk tesis edildikten sonra da şiddet
yürürlükten kalkmaz.
Benjamin’e göre hukuk, tüm düzlemlerinde kopmaz bir şekilde
şiddete bağlıdır. Onun üzerine oturur. Şiddet, hukukun özüdür.
Şiddetin hukuk yoluyla görünür kılınması ve her ikisinin
bir iktidar bloğu içinde konumlanması diyalektik çözümlemede önemlidir.
Benjamin yasa ile şiddet arasındaki bağı mistik hikâyelere
de bağlar. Benjamin burada şiddetin kökenini tanrılara mitolojik ya da ilahi
yasalara dayandığını onların verdiği cezaların günümüz yasalarını oluşturduğunu
bu yüzden de şiddetin tarihi ve felsefi hukuku iktidarla iç içe olduğunu
açıklar. Bunu Niobe efsanesi ile tarif eder. Apollo ve Artemis’in eylemlerini
ceza olarak görülebileceği fakat ikisinin şiddeti ve mevcut hukukun ihlal
edilişinde temel esas hukuk kurmaya çalışmaktır. Şiddet hukukun özüdür. Şiddet
kendi düzeninin yaratmakla kalmaz, kendi karşıtını da biçimlendirir.
Her hukukun işlevini kaybetmesi, uygulanmaması sonucu
adaleti tesis etmekte yetersiz olduğunda;
kanunların tarihsel işlevinin çürümüşlüğü karşısında işlemeyen hukukun
ortadan kaldırılması gereklidir.
Benjamin’in ‘Şiddet Eleştirisi Üzerine’ adlı metni Weimer
Cumhuriyetinin krizli yıllarında ortaya çıkmıştır. Schmitt gibi
parlamentarizmden kuşku duyuyordu. Parlamentoların kendilerinde temsil edilen
yasa kurucu şiddettir. Şiddete hakkını
vermemeleri, dilin ve ruhun parlamentolaşması, siyasal meselelerde uzlaşarak
söz ve şiddet dışı bir yöntemi benimsemeleri sonucu savunmanın yerini uzlaşı
almıştır.
Parlamento birlikte oturup konuşmanın mekânıdır. Yasa
koyma işleminin yerini konuşma almıştır. Schmitt ‘ parlerin uzunluğuna ve
açıklığına artık sabır yok, parler bir palavradır ‘, der. Schmitt burada
parlamentarizmin yasa kurucu ve karar merci olarak gözden düşürmeyi amaçlar.
Benjamin ise, hukuka duyduğu şüpheden dolayı hukuku radikal bir biçimde
eleştirir. Schmitt hukuk düzeninin içinde düşünürken; Benjamin gözlerinin
hukukun ötesindeki bir dünyaya çevirmiştir.
Benjamin hukuk şiddet karakterine bakarak, insanlar arası
çıkar çatışmalarının çözümlenmesinde şiddetten başka bir yol olup olmadığını
sorar. Hepsi şiddetten ibaret hukuksal ve hukuk dışı araçları karşısına “saf
araçları” çıkartır. Bunlar her türlü hukuk ilişkisinden uzak oldukları için
saftır. Aracılığın bu şiddet dışı araçları arasında ‘kalpten gelen nezaketi,
temayülü, barışseverliği, güveni ‘ sayar. Örneğin; güven, yazılı antlaşma ile
kurulan ilişkiden daha barışçıldır. Çünkü antlaşma çiğnendiğinde taraflar
şiddet yoluna başvurmaz. Güvenin azaldığı yerde doğan boşluğu şiddet doldurur.
Benjamin devletlerin binlerce yıllık tarihinde şiddetten kaçınan antlaşma
yollarının geliştiğine ve diplomatların çalışmaları karşılıklı trafik ile özel
kişiler arasındaki mutabakat gibi yazılı antlaşma olmaksızın barışçı yollarla
adım adım çözdüğüne dikkat çeker.
Benjamin’e göre dünya tarihinden bugüne kadar birikmiş
varoluş hallerin yörüngesinden kurtulmak ve basit insani görevleri bile
çözerken şiddetin her türlüsünden kaçınmak imkânsızdır. Benjamin hukuk kuramına
uymayan bambaşka şiddet türü arar. Hukuk düzeninden şiddet
çıkarılamayacağından; şiddetten tümüyle feragat edilemeyeceğinden dolayı ilahi
şiddete sığınır… İlahi şiddet, hukuku şiddetle
birleştiren bağı kopardığı ve hukukun çatısı altına sokmayı reddettiği için
saftır. Bu yüzden eylemcidir. Bir güç ve iktidar ilişkisi kurmaz. İlahi şiddet
hâkim davranan güçtür der. O bakımdan ilahi güç her türlü idareden, her türlü
düğmeden, kablodan, ekonomiden, hesaptan, teknolojiden uzaktır.
Mistik şiddet ve ilahi şiddet ayırımında, ilahi şiddet bir
güç ve iktidar ilişkisi kurmaz. Mistik şiddet ise yenilen tarafı suçlu ilan
eden bir suç ve hukuk ilişkisi oluşturur. Böylece şiddet sürdükçe suçta var
olacaktır. Mitsel şiddet yasa kurucu ve kanlıdır. ”Çıplak hayatın üzerinde
kanlı bir şiddet”tir. Buna karşılık ilahi güç “kansız bir biçimde öldürür”.
Benjamin’e göre kan, mülkiyete ve iktidara yapışmış hayatı simgeler’. İlahi
güç’te gerçi yok edicidir ama “imha güzünü yalnız mal mülk, hukuk, hayat
üzerine göreceli kullanır, mutlak olarak bir canlının ruhunu almaz. “Ruh”,
hukukun, iktidarın ve mülkiyet ilişkilerinin, çıplak hayatın üzerinde saf bir
uzamdır… Benjamin’in saf güç olarak ayrı tuttuğu ilahi güç, “Hukukun dışında
olan, terbiye edici güç”, en mükemmel, evet en saf halinde bile ruhu sakınmaz.
Benjamin’in izinden giden Agamben’de hukuku sadece şiddet
açısından ele alır ve şeytanlaştırır. Onun da özlemi bir Mehdici ricattır.
Agamben’e göre hukuk ve şiddet arasında özsel bir akrabalık vardır ve bu en
yalın halliyle yürürlükteki hukuk yerini iktidarın yasa kurucu haline bıraktığı
olağanüstü hal durumunda otaya çıkar. Olağanüstü hal, hukukun var olma nedenini
görünür olduğu andır. Olağanüstü hal, ilan etme yetkisine sahip, egemen, “şiddetle
hukukun ayırt edilemediği noktadadır, hukukun şiddete, şiddetin hukuka geçiş
yaptığı eşiktir.”
Mekân kurma gücü şiddete değil, yalnızca iktidara aittir.
Agamben o yüzden şiddetle iktidarı ayırmaz. Şiddetin bir mekân açmak için
iktidara dönüşmesi lazımdır. Yoksa eylemi esnasında buharlaşıp gidecektir. Şiddet bir direnişle ve Hayır’la karşılaşır.
Oysa iktidar evet sahillerine yerleşir. İktidarı elinde tutulan kişi ne kadar
kabul görüyorsa, iktidarı da bir o kadar güçlenir. Hükümdarın iradesi ile tebaanın
iradesi arasındaki fark ne kadar az ise, iktidarı da o kadar sağlam demektir.
Politika kendini devletin (polis) yönetilmesine adamıştır.
Aristoteles’e göre, ’devlet yaşatmak için doğmuştur. Sürekliliğini ise iyi
yaşatmaya borçludur’. Devlet (polis)
salt bir güç ve iktidar yapılanmasından çok daha fazladır. Polis ‘otarşi’yi’
hedefler. İnsanlar bir şeyler eksik kaldığı için bir araya gelir ve bir
birliktelik oluşturur. Politik birliktelik, güç ve iktidar arzusundan değil,
bir yoksunluk duygusundan doğar. Bu yoksunluk duygusundan kurtulmak için
başkalarıyla birlikte yaşamaya karar verir. Politika aracılıktır. Aristoteles
tam da burada dostluğa önem verir. Dostluğun hukuk ve adaletten daha güçlü
olduğunu o bakımdan yasa kurucuların adaletten çok dostluğa dikkat etmeleri
gerektiğini söyler. Çünkü dostluk toplumsal yaşamı hukuk düzeninden daha etkin
düzenler ve şiddeti asgariye indirger… Aristoteles dostluğu devletlerarasındaki
‘en önemli zenginlik’ ilan eder. Dostluk ‘özgür bir birliktelik yaşama kararı’
olduğu için devlet dostluğu temel alır, varoluşunun imkânı olarak görür.
İnsanın varoluşunu politikleştiren şey birlikte yaşama kararıdır.
Agamben ve Hobbes ‘e atıfla politika ile antlaşmadan
devletin çok sayıda insanla bir araya gelerek yaptığı antlaşmaya herkesin
iradesinin oluşturulduğu bir tüzel kişi olarak tek tek kişilerin güçlerini ve
yeteneklerini ortak barış ve korunma amacı ile birleştirip kullanılabildiğini
söyler.
Leviathan’ da devleti bir kişi tasavvur edilir. O kişi
(devlet) herkesin gücünü ve elindeki araçları kullanarak kendi uygun gördüğü
şekilde, barış ve ortak savunma uğruna kullanacaktır. Buna göre hükümdarın
eylemlerinin ve hükümlerinin yazarı bizzat teba’dır. Bu iradede herkesin ortak
iradesidir, yurttaş olarak teba kendini hükümdarda görür. Ve icraatında kendini
bulur.
Hubbes hukuk düzenini koruyan hükümdara ‘violence(şiddet)
‘ değil ’common power (genelin/kamunun
gücü)’ adını verir. Politik iktidarın
temelinde common yani ortak iradeye dayalı birlikte davranmak vardır. Violonce
(şiddet) politik değildir.
Agamben egemen gücü gayet sorunlu bir biçimde “violenza”
(şiddet) diye niteler. Böylece “commonpower” ve “violence” arasındaki
olağanüstü önemli anlam farkını siler. İktidarı diyabolik yanına, şeytaniliğine
indirger ve şiddete yaklaştırır. Polis de şeytanlaştırılır. Agamben’in gözünde
Körfez Savaşındaki ‘ius belli’ (savaş hukuku) herhangi bir hukuk normuna saygı
gösterme mecburiyeti olmayan bir polis operasyonu olarak karşımıza çıkmıştır.
Burada hukukun tamamen şeytanlaştırıldığı ve şiddetle örtüştürüldüğü için
Agamben’e politik felsefe alanı kalmaz… “İnsanlar birbirine sadece bir
iletilebilirliği ilettikleri için… politika alanının, aslında bir iletişim
boşluğu olduğu anlaşılır.
Benjamin’in ve Schmitt’i yaşadığı toplum olumsuzluk
toplumudur. Oysa Agamben hem egemenlik hem disiplin toplumunu ardında bırakmış
yeni bir toplumda, postimmünolojik toplumda yaşamaktadır.
Günümüz toplumun bunalımı Agamben’in iddia ettiği gibi,
egemenliğin ölçüsüzce yaygınlaşmasından ve hukuk ile şiddet arasındaki ayrımın
ortadan kalkmasından yani olağanüstü halin normalleşmesinden kaynaklanmaz.
Artık olağanüstü halin mümkün olmayışından, her şeyin topluma içkin bir aynılık
tarafından mas edilmesinden kaynaklanır. “Aynılık Cehennemi” olumsuzluğun
şiddetine benzemeyen özel şiddet biçimleri ortaya çıkarmaktadır. S:69
Politika günümüzde bağımsız tavır alma imkânının
yokluğunda bir işe dönüşüyor. İş olumludur çünkü asla tabi olduğu güçleri ve
zorunlulukları sorgulama ve onların üstüne çıkma imkânı yoktur. İşin olumluluğu
normal hali perçinler. İş olarak politika her türlü aşkın ufuktan yoksun
sermayenin iç mekânına kıvrılıp uzanıyor. Politikanın olumlulanması karşısında
siyasi partiler ve ideolojiler gitgide anlam kaybediyor.
Politik boşluk medyadaki sahnelemelerin şatafatlı
gösterileri ile dolduruluyor. Politikacılarda bu mekânda kendilerine yer
buluyorlar. Siyasi eylemleri ile değil, medyatik sahnenin ortasında kişi olarak
gündeme geliyorlar.
Modern demokrasilerde medya bu kadar önemli rol oynuyorsa..
bu tam da haşmeti, iktidarın yeni zamanlarda kaybolduğu sanılan doksolojik- dua
ve ayin sonunda Tanrı’nın övülmesi- boyutunu idare ettiği ve paylaştırdığı
içindir.
Günümüz demokrasisi tamamen ihtişam üzerine kuruludur.
Yani medya tarafından çoğaltılan ve yaygınlaştırılan her türlü hayal gücünü
aşan bir toplu alkışın ikna gücüdür. Agamben’in zannettiğinin aksine günümüzde
medya politikadan, ilahiyattan arındırılmış bir şamata mekânında yaşıyor. Medya,
eğer başarılı bir medya ise, iktidarsız bir ihtişam yaratıyor. Görünebilmek
için şamatanın medyatik suretine bürünüyor. Şamata politikası bir iletişimsel
boşluk politikasıdır.
İktidar ve ihtişam politik alanı çoktan terk etti.
Sermayenin iç mekânına taşındı. Reklamlar litürjik methiye ilahilerinin
kapitalist versiyonudur artık. Yeni ürünleri metheden yıldızlar günümüzün
melekleridir. Haşmeti öven kapitalist ilahilerdir. İhtişam kendini yalnız
sermayeye adamış iktidarların güzel yüzüdür. Sermayenin iktidarına gösteren
rızanın adı şimdi Tüketim’dir.
5. ŞİDDETİN
MAKRO MANTIĞI
Makro fiziksel şiddet, Ego ve Alter, (Benlik ve Öteki Benlik) dost düşman, iç ve dış arasındaki gerilim
alanında serpilir. Ötekinin olumsuzluğu başlıca yapıtaşıdır. Sızma, işgal,
bulaşma gibi yetenekleri vardır. Şiddet burada üstüme gelen, Ben’i esir alan ve
özgürlüğümü çalan bir dış güç olarak ifadesini bulur. Rızam olmadan içime girer.
Ama dış kaynaklı her yabancı etki şiddet değildir. Ona rıza gösterildiği, davranışlara
katıldığı, onunla ilişki inşa edildiği anda şiddet olmaktan çıkar. Ona karşı
özgürümdür. Onu kendime katar, kendi içeriğim olarak olumlarım. Bu
içselleştirici sahiplenmenin imkansız olduğu yerde ise onu şiddet olarak
algılarım. O zaman içime zorla girerek parçalar.
Şiddetin sadece kişinin içinde bulunamayacağı
Ego ve Alter arasına sığmayan,
makrofiziksel boyutlarıyla kavrayabilmek iç ve dış arasındaki gerilim ilişkisi
olarak, formülleştirmek anlamlı
olacaktır. O zaman şiddet, hükmünü sürdüren fakat içselleştirilmeye direnen bir
olay olarak betimlenebilir. İç’i içerideki düzen ve anlam yapısına uymayan bir Dış’a
maruz bırakır. Buna göre şiddet, İç’in bir dış müdahaleyle iç olmaktan
çıkartılması, söküp alınmasıdır.
Dış’ı oluşturan
başka bir düzen ve anlam ile bu düzene karşı çalışan güçler vardır. İç eğer Dış’la
arasında bir geçişkenlik ve süreklilik yaratmayı başaramazsa, Dış’ın içeri sökün
etmesi ile kırılacaktır. Şiddet hiçbir arabuluculuğa, hiçbir barışmaya izin vermeyen
bir yırtılmadır.
İktidar hiyerarşik ilişkilerden oluşan
bir devamlılık kurarken, şiddet yırtılmalara yol açar. Şiddetin kalıcı yapısal
özelliği olarak kopuş, iktidar için kurucu nitelikteki hiyerarşiden farklıdır. Hiyerarşi
bir farktır, kopuşa karşın ilişki kuran, bağlayıcı bir sürekliliğin içindeki alt
üst ilişkileridir. İktidar her zaman bir iktidar ağı olarak örgütlenir. Şiddet ağı ise kendi içinde
tezattır. Çünkü şiddet ağları yırtar, oturmuş ilişkileri yerinden
oynatır. Bağlanmak ve buyurmak iktidarın
özellikleridir. Yırtmak ve yırtıcılık şiddeti tarif eder. İktidar, Alter’i itaat edene kadar eğip bükecek. Şiddet
ise, Alter’i kırılana kadar bükecektir.
Şiddet kurbanın elinden her türlü eylem
imkânını alır, kurbanın eylem alanını sıfıra indirger. Şiddet mekânı tahrip
edicidir. İktidar ise eylemi ve özgürlüğü ilkesel olarak dışlamaz. İktidar
ötekinin özgürlüğünü kullanırken şiddet, o özgürlüğü yok eder. İktidara boyun
eğen kişi hal özgürlüğünü iktidarın iradesi üzerine kurma şansına sahiptir.
Benim iradem onun iradesi haline gelir. Yani ötekinin özgürlüğüne giden yolda
şiddet ve tecavüz değil, yönetim ve baştan çıkartma yatar.
Gerek şiddet
ve gerek iktidar ötekinin tedirgin eden başkalığını, inatla direnen özgürlüğünü
nötr hale getirme stratejileridir. Ego’nun iktidarı Alter’e boyun eğdirir. Ve Alter,
Ego için rahatsız edici ve tehditkâr farklılığını bir tarafa atıp teslim olur. İktidar
sayesinde ego kendini Alter’de sürekli kılar. Demek ki, İktidar, Öteki ile
ilişkiyi kendiyle ilişkiye, evet bir öz ilişkiye çevirme yeteneğidir... İktidar
bir ilişki zamiridir. Ötekinin başkalığını asgariye indirir fakat Alter’i
bütünüyle ortadan kaldırmaz. Alter daha çok egonun hayatına katılır. İktidarın
zıttı “Şiddet”, bir ilişki sözcüğü değildir,
Ötekini yok eder.
Ne iktidar ne
de şiddet Ötekini kendi halinde bırakmaz. İkisi de Öteki’nin farklılığını
nötrleştirme gayretleridir. Aşkta da ötekine karşı özgürlüğünü kendine
bırakmaz. Hidegger aşkın en derin tanımını ‘amo volo ut sis’ (Seni seviyorum.
Olduğun gibi kal-AY) diyen Augustinus yapmıştır belki de der. Aşk, (Sevilenin) özü(nü) ortaya çıkartacak, bir
kendi haline bırakmaktır. Yani aşk, birinin ötekine karşı en derin özgürlüğüdür.
Ama istemenin niyeti ve amacı bu aşka bir ikircik ve çifte anlam yükler. Arendt
bu yüzden haklı bir şüpheyi dile getirir:
“Volo ut sis” aşkın değil, Öteki’nin özünü bile tahakküm altına almaya
çalışan bir iradenin bir hükmetme saplantısının ifadesi değil midir? Augustinus
başka bir ifade ile (öteki’nde “olduğu şeyi”
değil, “olmasını istediğin şeyi” seviyorsun) olduğu gibi olmasını istemek, ille
‘hükmetme saplantısı’ olmayabilir. Ama bu aşk her şeyden önce bir efendinin
cömertliğine sığınmaktır. Ancak hiyerarşik bir ilişki içinde mümkündür, Tanrı
ve insan, baba oğul gibi…
Aristotales
arkadaşa, ikinci kendim der. ‘Azami ölçüde arkadaşlık’ ‘insanın kendine duyduğu’ sevgiye eşittir der. Arkadaşlık da dostluk da
hem şiddetin hem de aşkın tabi oldukları ben rejimini aşamaz.
İktidar, bir
icraat vasıtasıdır. Faaliyetleri yönlendirir ve hızlandırır çünkü iktidarın
tebaası hükümdarın kararlarını emir sayar ve fiiliyata döker. Oysa “şiddet” bir
faaliyet aracı değildir, her halükarda yıkıcıdır. “İktidar” sadece hükmetmek ve
iktidarını pekiştirmek niyetiyle kullanıldığında üretken ve yapıcı olur… Burada
şiddet ve iktidar ilişkisi, bir araç amaç ilişkisidir. Buna karşın Öteki’nin
varlığına karşı palazlanan şiddet dünyevi bir hedef gütmez. Yok etme anından
ibarettir… İktidarın her zaman, yapıcı
bir çekirdeği vardır. İktidar çalışır organize eder, iktidar alanını emekle var
eder, yapılar kurumlar ortaya çıkarır. Şiddet
çalışmaz özellikleri organizasyon yâda idare değildir. Onun için yıkıcıdır.
Hükümdara
karşı Büyük çaplı direnişin varlığı bir iktidar zaafının ifadesidir. Bir güç,
tam da iktidardan yoksun olduğu için şiddete başvurur. Şiddete başvurmak,
güçsüzlüğü çaresizce güce dönüştürme çabasıdır. Gerçekten güçlü bir hükümdar
iktidarını sürekliliğini korumak için şiddete başvurmaz. Şiddet yoluyla ele geçirilen iktidar,
kırılgandır. Şiddetin neden olduğu çatlaklar yüzünden çarçabuk yıkılır. İktidarın
şiddete dayandığını varsaymak yanılgıdır. Şiddetin iktidardan farklı bir
niyetselliği vardır. Mesela Ötekini nefret nedeniyle öldürmek, Ötek’nin
varlığını yok etmeye yönelik bir şiddet eylemidir, Öteki’nin üzerine tahakküm
kurmaya çalışmaz. Şiddete salt iktidar
penceresinde bakıldığında özü anlaşılmaz.
İktidar,
egoyu ve alteri birbirine bağlayan bir ilişkidir. İktidar etkisini simgelerle
gösterir ve şeytani (diabolik) bir biçim de alabilir. İktidarın şeytanlaşması
kendini baskıcı, yıkıcı, ayırıcı ve dışlayıcı ifade etmesine yol açar… Buna
karşın şiddet simgesel bir araç değildir. Özü gereği şeytanidir(diabolik)
bölücüdür, ikiye ayırır. İktidar simgesel boyutu gereği birçok simge oluşturma
gücüne sahiptir ve bu simgeler onun dilini açar, iktidara belagat kazandırır. Buna
karşın şeytani (diabolik) özelliğinden ötürü şiddet simgeden yana fakirdir,
hatta dili mühürlüdür.
İktidar
artıkça, mekân genişler. Cihanşumül devlet iktidarın kapsadığı alanla ölçülür
ve gücü, iktidarın uzanabildiği yer kadardır. Mekân sadece toprak anlamında
değil kişisel ve kişilerarası düzeyde de çoğalır. Hükümdarlık halesi, nüfusunun
erişebildiği her yere uzanır. Hükmettiği, yani kendisiyle işgal ettiği tüm mekâna eşittir. Bu iktidar toplojisi,
bir hükümdarın tümden iktidar kaybının niçin tümden mekân kaybı olarak tecrübe
edildiğini de açıklar. Hükümdarın, iktidarının uzandığı mekâna eşit olan vücudu
iktidarı kaybettiğinde büzülerek küçük fani bedenine indirgenmiş olur.
Mekân, kuran
ve mekânsallaşan iktidarın tersine şiddet mekânı yıkar ve geride boşluk
bırakır. Boşaltıcı iç koparıcı etki yapar. Buna karşın iktidar içselleştirici
yoğunlaştırıcıdır. Bir iktidar alanını, bir iktidar vücudunu yok etmek
isteyenler, özellikle onu dilinden soymalıdırlar. İktidar biçimsel bir ilkedir,
oysa Şiddet biçimleri yok eder. İktidar fark ve sınır yaratarak belli bir düzen
kurar. Oysa Şiddet sınırları ortadan kaldırır. İktidar, ölçü koyar. Şiddet
ölçüsüzdür. Verili ölçüyü aşan şeyler bu nedenle ölçüsüzdür.
Dışarıdan
yıkıcı müdahale olarak şiddet oturmuş olanın içini deşen boşaltan bir etki
gösterir. Oturmuş olanı ayağa kaldırır, dehşete düşürür. O yüzden her şeyi ve
herkesi ayağa kaldırır. Oturmuşluğun içinde daima bir ayaklanma imkânı
gizlidir. Şiddete karşı iktidar dehşete düşürmez, çünkü taşları yerine oturtur.
Süreklilik, içe dönüklük ve oturmuşluk, iktidar olgusunu tanımlayan
özelliklerdir.
Toplumun olumlulaşması
sürecinde iktidar sosyo immünolojik bir araç olarak giderek önem kaybediyor. Kendini
öldürücü ve kelle alıcı şiddet olarak gösteren o eski hükümran güç artık
geçmişe ait bir anıdır. Günümüzde hem
politik hem de ekonomik örgütlenmeler giderek hiyerarşik yapılarından
arınıyorlar. İktidar, politikaya damga vuran bir olgu olmaktan çıkıyor… Toplumun
giderek olumlulaşması, her türlü şiddet biçimini, gerek fiziksel gerekse psikolojik şiddeti
kabul edilemez hale getiriyor. Ama bu şiddetin sona erdiği anlamına gelmiyor. Çünkü
şiddetin çıkış noktası yalnız ötekinin olumsuzluğunda değil, aşırı ölçüde bir
olumlulukta da yatıyor. Olumlunun şiddeti kendini yoksunlukla değil,
doymuşlukla; icraatla değil, bitkinlikle gösterir. Dışlamakla kalmaz, şehir
dışına atar. Baskı değil depresyon şeklinde görülür.
Makrofiziksel
şiddetin operasyon biçimleri sızma, işgal veya bulaşmadır… Olumsuzluğun
yokluğunda mikro fiziksel şiddet bambaşka bir topolojik ve patolojik biçim
gösterir. Enfeksiyonun, bulaşmanın yerini enfarktüs alır. Makrofiziksel şiddet
kendini dışa vururken patlayıcı, açık seçik, fevri ve işgalci ifade ederken,
mikro fiziksel şiddet örtük ve içe dönük çalışır.
Makrofiziksel
şiddet öznenin içine zorla girip içi yok eder, boşaltır içeriğinden koparır.
Dış, içi yok eder. Mikrofiziksel şiddet ise aşırı olumluluğa yönlendirdiği
özneyi içeriğinden arındırır. ADS (AİDS) ve ADHS (Dikkat Eksikligi ve
Hiperaktivite Bozukluğu) gibi psikolojik hastalıklar bu yıkıcı dağılmadan
kaynaklanır. Yıkım ve dağılma aynı şey değildir. Dağılma’da Öteki’nin
yıkıcılığı eksiktir. Çok fazla aynılık
yatar temelinde… Ayırıcı ve dışlayıcı makro fiziksel şiddete karşın mikro
fiziksel şiddet toparlayıcı ve içericidir. Makrofiziksel şiddet her türlü eylem
ve aktivite imkânını ortadan kaldırır.
Şiddetin
makro mantığı immünolojik modele göre işler. Şiddet kendi içimize giren ve bizi
reddeden immünolojik Öteki’nden kaynaklanır. Kendimiz ötekinin olumsuzluğuna
karşı koyamazsa yok olur. İmmunolojik savunma reddin reddi olarak
gerçekleşecektir. Kendimiz ötekinin olumsuzluğunu olumsuzlayarak var
olabilecektir. Olumsuzluğun olumsuzlanması veya reddin reddi, immünolojik bir
formül olarak özgürlüğü tanımlar. Ama günümüz toplumuna ümminolojik damgasını
vurmuyor; Öteki, o kadar büyük bir gerilim yaratmaktan aciz artık. Şiddetli bir bağışıklık tepkisine yol açacak
o varoluşsal vuruculuktan yoksun. Schmiit le söyleyecek olursak, ötekinin
simgelediği düşman günümüzde rakibe dönüşerek olumlulanmıştır. Her bağışıklık
tepkisi başkalığa karşı gösterilir. Günümüzde farklılık başkalık giderek
tüketilebilir bir farka dönüşüyor ve artık bir bağışıklık tepkisi doğurmuyor.
Savunma reaksiyonuna yol açacak o yabancılık dikeninden yoksun. Yabancı
günümüzde artık bağışıklık tepkisi üretmeyen egzotik bir ötekine dönüşüyor ve
olumlulanıyor.
Günümüz
toplumunun genelleşmiş hafif meşrepliği immünolojik ötekinin yokluğu
hafifmeşreplik ötekine karşı bir bağışıklık tepkisini yokluğu anlamına gelir.
Günümüz hayatına giderek damgasını vuran melezleşme de bağışıklık modelinin tam
zıddıdır.
ŞİDDETİN
MİKROFİZİĞİ
1.
SİSTEME
İÇKİN ŞİDDET
Bir şiddet
eyleminin gerçekleştiği durum sıklıkla sisteme, sisteme içkin bir dokuya
gömülüdür. Şiddetin gözle görünür, dışa vuran biçimleri bir iktidar düzenini
pekiştiren ve sürekli kılan fakat göze görünmekten kaçınan örtük yapılara
bağlıdır. Galtung´un yapısal şiddet kuramı şiddetin dolaylı yapısal kökenini
ele alır. Sosyal sisteme içkin yapılar adaletsiz koşulların devamını sağlar. Eşitsiz
iktidar şartlarını ve onların sonucu olan eşitsiz hayat imkânlarını,
göstermeksizin, örtük bir biçimde yerlerine mıhlarlar. Şiddet kurbanları bu
yapılar görünmez olduğu için iktidar ilişkilerini kavrayamazlar. Zaten
iktidarın gücüde buradan gelir. (s:83)
Galtung düşüncelerinde şiddet kavramına geniş bir şekilde yer
verir. “İnsanların güncel hayatlarındaki
bedensel ve ruhsal koşulları, potansiyel imkânlarının altında ise orada şiddet
vardır” der. Buna göre yapısal şiddetin ön şartı, kaynakların ve imkânların
adil dağılımını engelleyen bir sistem olmasıdır. Bu şiddet kavramı o kadar
genel ki, şiddetin özünü, yani onu olumsuz başka toplumsal koşullardan ayırt eden
şeyi kapsamıyor. Mesela işçi sınıfının çocuklarını üst sınıf çocuklarından daha
az eğitim şansına sahip olması şiddet değil, bir adaletsizliktir. Eğer şiddetin
sınırları bütün toplumsal olumsuzlukları kapsayacak şekilde genişletilirse
şiddet kavramı iyice profil kaybeder.
Galtungun ´şiddet kavramı, özellikle iktidar ve şiddet
arasındaki farkı bulanıklaştırır. Şiddeti iktidar ve güç ilişkilerinin
temelindeki hiyerarşilere ve ast üst ilişkilerine bağlar. Ezilenler güçsüzdür.
Çünkü yapı onların amirlere karşı gücü örgütlenme ve güçlenme imkânlarını
ellerinden alır. Yani iktidar şiddetsizde hüküm sürer. Yapısal şiddet daha dar
anlamda şiddet değildir, daha çok bir hükmetme yoludur. Açık şiddete dayalı bir
iktidarından çok daha etkin, mahrem bir iktidarı mümkün kılar.
Bourdieu’nun
simgesel şiddeti de sosyal şiddetin içine gömülüdür. Sorgulanmadan tekrarlanan
kabullenilmiş davranış kalıplarına sinmiştir. İnsan yaşadığı şartları onaylar
ve alışkanlık halinde yapılması gerekeni yaparak iktidar ilişkisini sürdürür.
Gündeliklik bile yerleşik iktidar ilişkilerinin onaylanmasıdır. Simgesel şiddet
fiziksel şiddete başvurmaya gerek olmadan iktidarı ayakta tutmaya yeter. Simgesel
şiddet yaşanana anlayış ile ‘hükmedene
rızayı’ birleştirir.
Bourdieu de iktidar ve şiddet arasında bir ayırım yapmaz. İktidar
ve şiddet arasındaki yakınlığa rağmen aralarında yapısal bir fark bulunur. İktidarın
simgesel boyutu şiddet kullanmadan hükmetmeyi mümkün kılacaktır. İktidar ne
kadar refleks öncesi rıza üretmeyi başarırsa açık şiddete de o kadar az ihtiyaç
duyacaktır. Rızayı otomatiğe bağlamayı sağlayan simgesel araçlardan yoksun
kaldıkça o kadar yoğun şiddet uygulamak zorunda kalacaktır.
Yapısal ve simgesel şiddet hiyerarşik antaginist bir sınıf ilişkisini
şart koşar. Egemen sınıftan ezilene, hükmedenlerden hükmedilenlere, amirlerden memurlara uygulanır. Fail ve kurban
bellidir. Dış sömürü vardır.
Zizek’in nesnel şiddet dediği şey de simgesel ve yapısal
şiddetten farklı değildir. Zizek e göre ideoloji her bilinçli karardan önce
rıza gösterilen doğal bir koşul gibidir ve toplumsal-simgesel şiddeti meydana
getirir… Söz konusu şiddet, açık bir şiddet eylemini önceleyen ama göze
görünmeyen, sisteme içkin bir şiddettir. Egemen sınıf tarafından ezilen sınıfa
uygulandığında bir olumsuzluk şiddetidir. Misal küresel kapitalizmin
koşullarına içkin bir şiddet vardır. Dışlanan veya ihtiyaç duyulmayan evsiz ve işsiz
bireyler ortaya çıkartır. Zizek´e göre Agamben´in “homines sacri”si sisteme içkin şiddetin kurbanlarıdır. Agambenin ‘homines
sacri’ adını verdiği, medeni düzenden dışlanmış insanların yaşadığı bir ölüler
ve can çekişenler şehri kıyamet sonrası bir ölüm kuşağıdır.
Zizek, şiddet kuramında olumsuzluk modeline sıkı sıkıya bağlı
kalır. Şiddet bir dışlamadır ve duvar inşa eder. Ekonomik refah evreninin
içindekilerle, bu evrenin dışında bırakılanlar arasında temel bir uçurum
meydana getirir… Zizek’e göre batının toplumsal sistemi bizim liberal kadınlarımızı
serbest cinsel ticaret pazarında rekabet güçlerini koruyabilmek için güzellik
ameliyatlarına katlanmak, kozmetik emplantatlar koydurmak ve botoks iğneleri
yaptırmak için devasa baskı altına almaktadır. Batılı toplumunun kadınları
gönüllü olarak eziyet verici güzellik ameliyatlarına katlanmaları klitoris
sünnetine maruz bırakılan Afrika toplumundan ilke olarak farkı yoktur.
Zizek’e göre
nesnel şiddet iktidar ve sömürü koşullarını ayakta tutar. Burada bahsedilen
sömürü dışarıdan gelen sömürüdür. Zizek, hegemonyasız gerçekleşen, insanın
kendini sömürmesine yol açan sisteme içkin şiddeti, toplumun sadece bir
bölümünü değil tamamını etkisi altına alan şiddeti gözden kaçırır. Misal
günümüz başarı ve performans dönemi sadece kadınları ve işçi sınıfının değil
bütün üyelerinin maruz kaldığı bir şiddet ortamı yaratır. Zizek’in
zannettiğinin aksine günümüzde güzellik ameliyatlarına sadece kadınlar değil
erkeklerde yatmaktadır... Yalnız botoks, silikon veya güzellik zombileri değil,
kas, anabolika ve fitness merkezi zombileri de vardır. Başarı ve randıman
toplumu sınıf yada cinsiyet farkı gözetmeyen bir doping toplumudur. Öyle görünüyor ki, bugün bizlerin, hepimizin
birer performans ve sağlık zombisi olduğumuz söylenebilir. Sisteme içkin şiddet
dışlayıcı bir şiddet değildir. Daha çok herkesi, kendi kedisini sömürmeye
zorlayan bir sistemin mahpuslarına, tutuklularına çevirmektedir. (s:87)
Olumluluk şiddeti olarak sisteme içkin şiddette engel, red, yasak,
dışlama ve yoksun bırakma gibi olumsuzluklar bulunmaz. Kendini aşırılık ve kitleselleşme,
ifrat, aşırı bolluk ve tüketim, üretim, aşırı birikim, aşırı iletişim ve aşırı haber
kılığında kendini gösterir. Olumluluk, olumluluğu nedeniyle bizzat şiddet
olarak algılanmaz.
Günümüzde insan çok fazla aynılığa, olumluluğa giderek
psikolojik bir baş çevirmeyle tepki gösteriliyor. Onun için olumluluk şiddeti
olumsuzluk şiddetinden daha da tehlikeli. Giderek artan depresyon ve nöronal
bozukluklar içinde yaşadığımız hayatı reddetmemizin işaretleridir. Burada
sömüren ile sömürülen arasında fark kalmıyor. Bu sömürüye sadece memur değil
amir de maruz kalıyor. Kurban sistemin aynı zamanda işbirlikçisi, hem ortağıdır.
Sistemin aksaksız işlemesini sağlayanın kurbandan farkı yok. İnsan kendini sömürdüğü ölçüde şiddet kendine
yöneliyor, insan hem fail hem de kurban.
2.
İKTİDARIN
MİKROFİZİĞİ
Foucault’nun
iktidar kuramının ana tezi şudur: İktidar 17.yüzyıldan beri artık bir
hükümdarın kelle alıp –veren iktidar şeklinde değil, disiplin ve biyo -iktidar
biçiminde tezahür etmektedir. Hükümdarın gücü kılıçtan gelir ve tebaayı ölümle
tehdit eder. “Hayatta, yok etme ve el koyma ayrıcalığıyla” zirveye ulaşır. Buna
karşın disiplin iktidarı, tabi kıldığı güçlerin kışkırtılması,
kuvvetlendirilmesi, kontrolü, gözetimi, çoğaltılması ve örgütlenmesi için çaba
harcar. Amacı gücü ortaya çıkartmak büyütmek ve düzenlemektir. O eski ölümcül
iktidarın yerini, bedenlerin itinalı idaresi, hayatın aritmetik hesapları
almıştır. Disipliner iktidar, insan bedenine işkence yapmak yerine, onu bir
emirler ve yasaklar sistemine sokarak denetim altına alır.
Hükümdarın
iktidarı bedenin ve ruhun köşelerine nüfuz eden ve orada etkisini geliştiren
ince müdahalelerden yoksundur. Foucault ‘nun iktidarın mikro fiziği, acı ve
ölüm yerine norm ve alışkanlık oluşturan, bir patlamayla kendini ortaya
koymaktan ziyade niteleyen ölçen biçen, derecelendiren iktidar süreçlerini
anlatır. Özneleri “normların etrafına dizerek onlara uygun davranmalarını”
sağlar. Bu da kendini iktidar kisvesi altına gizleyen, toplum olduğu
yanılsaması yaratan bir normalleştirme gücüdür. Normalleştirici toplum, hayata
yönelik bir iktidar teknolojisinin tarihsel tezahürüdür. Bu iktidar teknolojisi
“nüfus”u keşfeder ve “bio–iktidar” olarak ortaya çıkar: Üreme, doğum ve ölüm oranı,
sağlık düzeyi, yaşama süresi, uzun yaşam bütün çeşitlemeleriyle, müdahaleci
önlemlerin ve düzenleyici kontrollerin konusu oldu: Nüfusun biyo-politikası.
Öldürücü
iktidarın öznesi net tanımlanmıştır. Bu tanrıya benzeyen hükümdardır. Peki
disiplin ve bio-iktidarın öznesi kimdir? Kim hükmetmektedir? Bir hakiki anlamda
bir iktidar sayılabilir mi? İlerleyen sanayileşme hem bedeni, hem ruhu
disipline etme ve onları makine ve sanayi üretimine uygun kılma zorunluluğunu
getirmiştir. Ama hayatın bütün alanlarını kapsayan disiplin teknolojisi iktidar
teknolojisiyle aynı şey değildir.
Foucault yeni
bir iktidar biçimini değil, yeni bir toplum biçimini tarif etmektedir-yani
disiplin toplumunu; ne var ki bir güç ve iktidar biçimi oluşturmaz. Yani
hegemonik güç ve disiplin teknolojisi, gücün ve iktidarın dolaysız ifadesi
değildir, genel toplumsal pratiktir. Disiplin toplumunun zorunluluklarına yalnız
ezilenler veya tebaa değil, bütün toplum fertleri tüm sınıflar, uşaklar,
efendiler tabidir. Biyo politika bizzat iktidar politikası değildir.
Modernitede
iktidar parçalanır, dağılır, hatta iktidarın giderek iktidarsızlaştırılma
süreci yaşanır. Bu Foucault’yu yapısal anlamda bir bölgede yaşayan ve
örgütlenen güçlerin çoğullaşması diye tanımlamaya sevk etmiştir. Foucault
iktidarı bir grubun diğerine karşı ayakta tuttuğu, bölünmelerle tüm toplum
bedenine nüfuz eden genel egemenlik sisteminden yoksun düşünmeye çalışır. Ancak
iktidarı her türlü egemenlik hiyerarşik toplumsal düzenden ayrı düşünmek
imkânsızdır. Ayrıca iktidar için bir öznellik gereklidir. Anlaşılan
Foucault’nun aklında öznellikten arınmış bir iktidar ilişkisi yatar... Saf
yapısalcı iktidar mefhumunun zaafın ancak sonradan fark eder ve öznelliği
yeniden iktidar ilişkisini içine sokar. İktidar birilerinden ötekilere
uygulandığı şekliyle vardır. Dayanıklılığı ve dağınık imkânlar destesi içinde
kalıcılaşmak için katı yapılar oluşturur. Onların içinde çözülüp dağılmaz
sadece uygun araçlar yaratır.
Foucault
savaşların 19.yüyıldan beri hiç olmadıkları kadar kanlı geçtiklerine dikkat
çeker. Müthiş öldürücü bir gücün bunca şevk ve siniklikle tüm sınırları aşarak
yaygınlaşmasının nedeni, “hayatı abartmak ve çoğaltmak, her biriminde
denetlemek ve tümünde düzenlemek için eline alan bir olumlu “yaşama iktidarının
tamamlayıcısı” haline gelmesidir. Foucault savaşların artık hükümdar adına
yapılmadığını “herkesin varoluşu” adına yapıldığını ve sürdürüldüğünü söyler. Hayatın,
hayatta kalmanın, bedenin ve ırkın idarecileri olma iddiasındaki bunca hükumet,
bu kadar çok savaşta, bunca insanı öldürtebildi. “Yaşamak için öldürmek” ilkesi
devletlerarasındaki stratejik ilke haline geldi. Artık önemli olan egemenliğin
hukuki varlığı değil, bir nüfusun biyolojik varlığı. Bir “millet” ya da “halk”
adına, evet, “herkesin varoluşu adına” yürütülen savaşlar, bir hükümdar adına
yürütülen savaşlardan çok daha öldürücü bir şiddette ortaya çıkmaktadır.
Foucault da
anlaşıldığına göre şiddeti ölçecek kantar yoktur. Misal, işkenceyi sadece
hakikatin üretimi olarak inceler ve işkenceye içkin, şiddet ve zevk ekonomisini
göz ardı eder. İntiharın temelindeki şiddeti kavrayamaz. İnsan, hükümdarın
elinde olan ölüm kalım yetkisini kendi eline alınca suç kabul edilen
intiharın, “siyasi iktidarın hayatın
idaresini eline aldığı bir toplumda” sosyolojik bir analiz nesnesi haline
geldiğine dikkati çeker. Bu meyanda intiharı, dikkat edilmesine gerek olmayan
düzenli ve sürekli doğal bir olay olarak algılar. Böylece disiplin toplumu adı
verilen yapı içinde, kendine yönelik şiddetin nasıl büyük bir hızla artığına
kafa yormaz.
Foucault’nun
hapishanelerden, hastanelerden, ıslahevlerinden, garnizonlardan ve
fabrikalardan oluşan disiplin toplumu günümüz toplumunu yansıtmaz. Yerini
çoktan camdan ofis kuleleri, alışveriş merkezleri, fitness salonları ve
güzellik klinikleri almıştır.21.yüzyıl toplumu başarı ve performansa endeksli
bir çalışma ve yaşama toplumudur… Varoluşu emirlerle ve yasaklarla değil,
özgürlükle ve girişimle tanımlanır. Yabancı sömürünün yerini kendini sömürme almıştır.
Fail bizzat kurbandır, kendiyle savaşır ve şiddeti kendine uygular. Modern
hayat, insanın hem gardiyan hem de tutuklu olduğu bir çalışma kampıdır…
Patolojik tezahürü ise depresyondur.
3.
OLUMLULUĞUN
ŞİDDETİ
Din olumsuzluk
sistemidir. Emirleri, yasakları, ritüelleriyle olumluluğun alıp başını
gitmesini önlemeye çalışır… Özgürleşme, sınırlamalardan kurtuluş, ritüellerden
arınma, olumsuzluğun sınırlarını oldukça gerilere çekmiştir. Olumsuzluğun
aşındırılması aşırı olumluluk, genelleşmiş bir hafif meşreplik, aşırı
hareketlilik, tüketim, iletişim, haber ve üretimi yaratır. Olumlunun
kitleselleşmesi, dolaşım sistemlerinin tıkanmasına ve yağlanmasına ve sistemin
enfarktüsüne neden olur. Bir yerden sonra haber bilgilendirmez, iletişim
iletişim sağlamaz. Her şey artık aşırıdır ve amacının çok ötesine geçip
işlevlerini kaybeder. Baudrillard şöyle der: “olumluluğun kesintisiz üretimi
korkunç sonuçlara neden oldu. Olumsuzluk kriz ve kritik yaratırdı, abartılı
olumluluk felaketler yaratıyor.”
Baudrillard
verdiği bir mülakatta artık bir cephe ve siper hattı yok; düşman, onunla
mücadele eden kültürün tam kalbinde. Eğer böyle dersek dördüncü dünya savaşı:
Artık halklar, devletler, sistemler ve ideolojiler arasında geçmiyor demektir.
Yenidünya savaşının bugün, mücadele edilecek bir düşmanı yok. İnsan artık
kendiyle savaş halinde; kendini barış diye sunan bu savaşta her türlü
görünürlük ve alenilik eksiktir. Bu kazanılacak bir savaş değildir, ancak bu
savaşı küresel bir çöküş bitirebilir. Bir dış olmadığı için içe patlayan şiddet
yıkıcı gerilimler ve zorunluluklar oluşturur buda sistemin enfarktüsüne yol
açar.
Baudrillard
“Artık bir cephe ve siper hattı yok; düşman onunla mücadele eden kültürün tam
kalbinde. Bu dördüncü dünya savaşı. Savaş artık halklar, devletler, sistemler
ve ideolojiler arasında geçmiyor… Savaş
bugün mücadele edilecek bir düşman olmadan olmaksızın yaşanıyor. İnsan artık
kendisi ile savaşıyor. Düşmanın olumsuzluğu ortadan kalktığında savaş insanın
kendine yöneliyor… Başarıya ve performansa odaklı öznenin Burnout’u sistemin
içe çöküş tehlikesinin patolojik işaretidir.
Baudrillard’ın
düşmanlık jenealojisi uyarınca düşman ilk evrede kurttur. “İnsanı kendini
korumasını, tahkim etmesini, duvarlar
inşa ederek kendini savunmasını gerektiren bir dış düşman. İlerleyen evrelerde
jenealo[2]jisinin
öldürücü gücü ve görünürlüğü azalır. Küçülür ve saklanmaya başlar. İkinci
evrede yeraltında hareket eden sıçandır artık, farklı bir savunma stratejsi
gerektirir. Duvarlar çitler işlemez. Yalnız “hijyen” ve temizlik teknolojileri
savuşturabilir bu tehlikeyi. Üçüncü evre, böcekten sonra düşman viral bir biçimine
bürünür. Dördüncü evre “mikroplardır”. Onlarla savaşmak çok zordur, çünkü
sistemin kalbindedirler. İçeride bir dış oluştururlar ve sisteme dışsal
kuvvetler olarak saldırırlar. Onlarla savaşmak çok zordur çünkü sistemin
kalbindedirler.
Baudrillard
terörizmin viral şiddetini günümüz şiddet biçimine geneller. Terörizmin her
yerde her birimizin içinde olduğunu söyler. Terörizm her önüne gelen aktörü,
her birimizi sanal suç ortağı haline getirip kullanmaktadır. Terörizm önüne her
gelen aktörü, “her birimizi sanal suç ortağı” haline getirerek kullanmaktadır… Baudrillard,
küreselliğin şiddetine “radikal bir biriciklik, tekillik” olayı ile karşı
koymaya çağırır. Onun tezinin tersine günümüz toplumunda sosyalliğin gitgide
erozyona uğradığı o tekilleşmiş, kendi haline izole olmuş egolar, keskin rekabet
ortamında Biz Bağı meydana
getirmekten acizler. Bunlar küreselliğe karşı koyacak biriciklikler değildir.
Daha çok küreselliğin peşinden koşarlar, sistemin suç ortakları aynı zamanda
kurbanlarıdır… Günümüzde İslami Terörizm’de gerçek bir tehdit değildir.
Ötekinin teröründen çok daha tehlikelisi, aynının
terörüdür, Sisteme içkin terördür.
Baudrilard
küreselin şiddeti adlı denemesinde; “Bu viral bir şiddet, ağların, sanallığın
şiddeti. Yumuşak imhanın, genetiğin, iletişimin şiddeti; mutabakatın ve zoraki
alışverişin şiddeti… Bu şiddet viral, cepheden saldırmıyor, bulaşma, zincirleme
reaksiyon ve tüm bağışıklıkların yok edilmesi yoluyla yayılıyor.
Günümüzün
zamansal krizinin adı hızlanma değil. Hızlanma kendi başına yıkıcı değildir
çünkü… Hızlanma her türlü anlamlı işlevin ötesine geçtiği ve özerkleştiği zaman
şeytani bir biçim alır. Böyle hızlandırılmış bir büyüme, artık büyüme değildir,
devasa bir ur, bir çıbandır… Günümüzde hızlanma olarak algılanan, gerçekte
şeyleri ortalığa salıp çıbanlaştıran ve karşınıza doymuş, boğulmuş kütleler
çıkartan entropinin dehşetengiz artırılmış halidir.
4.
ŞEFFAFLIĞIN
ŞİDDETİ
Günümüz toplumsal söylemine şeffaflık sloganı damgasını
vuruyor. Karmaşıklığı ve derinlemesine etkisi düşünüldüğünde demokrasi,
adalet veya doğruluk gibi sorunların çok
ötesine geçen kapsamlı bir süreç, evet, bir paradigma değişimi söz konusu.
Genel şeffaflık mecburiyeti aşırı ölçüde
olumluluğun hüküm sürdüğü ve giderek
olumsuzluğu daha çok tüketen bir topluma işaret ediyor. Eşiklerin, ayrımların
ve sınırların aşındırılması, toplumsal döngülerin farklı urlaşmaya ve yağlanma
biçimlerine neden oluyor. Eşiğin aşındırılma tecrübesi, her şeyi aynılıkta
düzleştirir. Eşik, bugün her şeyin görünürlükte sınır tanımayan bakış açısını
engellerdi. Bu yüzden şeffaflık diktesi, aşırı iletişim, aşırı bilgi ve aşırı görünürlük gibi
olgulardan bağımsız düşünülemez.
Kutsalın
topolojisine erişilmezin olumsuzluğu hükmeder… Dinsel tecrübe, bir eşiği geçme
tecrübesidir. İnançta şeffaflık meselesi baştan yoktur. Buna karşılık bir
olumluluk toplumu olarak şeffaf toplum her eşitliği, her eşik tecrübesini aşındırır
ve her şeyi aynılıkta düzleştirir. Ancak bir makine ancak tamamen şeffaf
olabilir. Şeffaflık politikası, farklılığı ortadan kaldırmak için her şeyi
aynılaştırıyor. Buda ötekinin ortadan kaldırılmasıyla sağlanır. Tümden şeffaflık zorunluluğu, insanı, kendini
düzleştirerek (robotlaştırarak-AY) bir sistemin işlevsel bir parçası olabilir. Şeffaflık
tam da ötekinin ortadan kaldırılması ile sağlanır. Şeffaflığın şiddeti budur
işte. Şeffaflığın politikası, bir aynılık diktatörlüğüdür.
Bu şeffaflık
buyruğu durup dinlenmeyi, içine dönmeyi, tereddüdü gerekli kılacak her türlü
olumsuzluğu ortadan kaldırdığı içindir ki direk iletişim hızlanıyor. İletişim azami
hızına, Aynı’nın Aynı’ya cevap verdiği, aynıların zincirleme reaksiyonunun
oluştuğu yerde ulaşıyor. Şeffaf dil, her türlü ikircilikten yoksun makinesel ve
işlevsel bir dil. Şeffaflığın diktesi müphem olanı, opak ve karmaşık olanı yok
ediyor. Sayı saymak hikâye anlatmaktan çok daha şeffaftır, adisyon da sayı
saymaktan. Şeffaf zaman kokusuz bir zamandır, olaysız bir zaman, anlatışız bir zaman, sahnesiz bir zaman.
Politika stratejik
davranmak demektir. Bu nedenle politika için bir gizlilik alanı kurucu önem
taşır. Siyasi faaliyet iş değildir. Tüm niyetler ortada olsaydı, oyun
oynanamazdı. Stratejinin olmadığı bir yerde geriye anketler sayılar ve rakamlar
kalır. Schmitt’e göre politika tüm gizli
alanlardan arındırıldığında, sahnesiz ve seyircisiz yaşayamayacak bir tiyatrokrasi
haline gelir. Schmitt’in şiddet politikası bir sır politikasıdır. Bir eylem ne
kadar politikse o kadar sır içerir. İktidar ile şeffaflık birbiriyle uyuşmaz.
Şeffaflık buyruğu,
her türlü mesafeyi ve mahremiyeti ortadan kaldırır. Şeffaflık, tümden yakınlık
ve mesafesizlik, tümden hafifmeşreplik ve geçişkenlik, tümden dışa dönüklük ve
gösteriş demektir. Ayrıca her şeyin her
şeyle karşılaştırılmasını mümkün kılan paranın çıplaklığı ve müstehcenliği de
demektir. Her şeyin bir fiyatının olduğu ve her şeyin illaki bir kazanç
getirmesi gerektiği bir dünya müstehcendir. Şeffaflık dünyası ayrıca her şeyin
sergilendiği bir toplumdur. Her şey sergi değeri ile ölçülür. Sergilenme
durumunda değil, var-olma durumunda ısrar eden her kültürel değer kaybolur. Her
şeyin sergilendiği toplum, pornografik bir toplumdur. Her şey dışa dönmüştür, açıktır,
çıplaklaşmıştır, soyunmuştur ve gösterilmiştir. “Bakışın aurasın”dan yoksun her
yüz, surata, yüzün süratine (face)indirgenerek sathileşir. Face, yüzün
metalaşmış halidir. Tümüyle sergilenmişlik, arsız pazara açılmışlık, aşırı
görünürlük müstehcendir.
Şeyler
karanlıkta değil aşırı aydınlıkta ve görünürlükte kaybolur.
Sınırların ve
eşiklerin toptan aşındırılması ve ortadan kaldırılması pornografiktir. Her şeyi
işletişimin ve görünürlüğün emrine verme zorunluluğu müstehcendir.
Günümüzün
şeffaflık toplumunun özelliği, pornografik sergilemeyle panoptik kontrolün iç
içe geçişidir. Teşhircilik ve röntgencilik, ağları elektronik panaptikon olarak
besliyor. Denetim toplumu, öznesinin dıştan baskıyla değil, kendi içinde doğan bir
ihtiyaçtan dolayı soyunduğunda, yani özel ve mahrem aklanını kaybetme tehdidi
yerini kendini arsızca sergileme ihtiyacına bıraktığında kemale erer. Başarı ve
performans üzerine kurulu toplum da özgürlüğün kendini sömürmeyle örtüştüğü
yerde azami randıman getirir. Yani kendini şeffaflaştırmakla kendini sömürmek
örtüşür.
Şeffaflığın
zorunluluğu etik veya politik değil, ekonomik bir buyruktur. Soyunmak sömürü,
iletişim ticarettir. Işığın altında şeffaflaşmış insan sömürüye korumasızca
açılır. Kişinin her yönüyle tanınması ekonomik randımanı artırır. Şeffaf
müşteri ekonomik panoptikonun yeni sahibi, “homo saceri”dir. Tüketim ve
randıman toplumunun panaptikonunun disiplin toplumunun panaptikonundan
ayrıldığı nokta, hiçbir prangaya, hiçbir duvara, hiç bir kapalı mekâna ihtiyaç
duymamasıdır. Google ve Facebook gibi sosyal ağlar aynı zamanda gizli
servislerin digital panaptikonlarıdır. Artık
bütün toplum bütün yerküre panoptikondur. Bugün gözetim özgürlüğe bir saldırı
olarak yaşamıyor. Daha ziyade özgürlük ve kontrol örtüşüyor.
5.
MEDIUM
IS MASS-AGE
Dil
simgeselliği sayesinde birleştiricidir, yani iletişimseldir. Ama symbolon ile
birlikte bir de diabolon vardır. Diabbellein ayırmak ve çatallaştırmak
demektir. Dil diyabolikliği nedeniyle yalnız bağlayıcı, birleştirici değil aynı
zamanda ayırıcı ve yaralayıcıdır. Toplumun olumlulaşması dili de kapsıyor ve
bambaşka bir dilsel şiddet biçimi ortaya çıkıyor. İftira atmak,
itibarsızlaştırmak, incitmek veya şeyleştirmek üzerine kurulu dilsel şiddet bir
olumsuzluk şiddetidir. Burada Öteki reddedilir, olumsuzlanır. Dilin yeni
şiddeti ise olumsuz değil, olumludur. Ötekine karşı değildir. Daha çok aynılar
kitlesinden yola çıkar, olumsuzluğun kitleselleşmesini temel alır.
Günümüz
toplumundaki iletişim ifradı, dilin ve iletişimin spamleşmesine neden olmuştur.
Ortaya ne bilgilendiren ne de iletişim kuran bir iletişim ve haber kütlesi
ortaya çıkarmıştır… Dilin spamleşmesi, Ben’in iletişimsel bir boşluk
oluşturacak biçimde şişmesiyle el ele gider… Sınırsızlaşmış ağın mekânında
Öteki’ne karşı korunan veya sınır çeken değil, Öteki’nin dikkatini çekmeye
çalışan bir Ben ile karşı karşıyayız.
Aşırı
iletişim, iletişim sisteminin entropisini artırır. Bu iletişim ve dil çöplüğü
yaratır. İletişim bir yakınlık oluşturur. Ama fazla iletişim otomatikman daha
büyük bir yakınlık demek değildir. Aşırı yakınlık bir noktadan sonra mesafesiz
bir kayıtsızlığa dönüşür… Olumlunun kitleselleşmesi, aşırı ölçülerde olumluluk
bir körelmeye ve dikkat dağınıklığına, hatta algının ilk anda göze çarpmayan,
mütereddit, sessiz, mahrem, örtük şeylere körleşecek ölçüde kabuk bağlamasına
yol açar.
Günümüzün
aşırı üretimi ve aşırı birikimi kullanım değerini aşkınlaştırır ve ekonomik
araç ve amaç bağını koparır. Araç kendisine referanslı ve ölçüsüz hale gelir.
Büyüme urlaşır ve ölçüyü kaçırır, şeytanlaşır. Her şey gerçek amacından öteye
büyür, sistemin yağlanmasına ve tıkanmasına neden olur: “O kadar çok şey
üretiliyor ve biriktiriliyor ki, bir işe yarayacak vakitleri kalmıyor… O kadar
çok haber ve sinyal üretiliyor ve dolaşıma sokuluyor ki, okuyacak zaman yok.”
BU
olumlulukla yüklü, iletişiz iletişim yığını dikkati dağıtmakta, algıyı
köreltmekte ve sakatlamaktadır.
6.
RİZOMATİK
ŞİDDET
Şiddet sadece katı, baskıcı ve özgürlük alanını kaldıran
aşırı kodlamadan yayılmaz: dünyayı kontrol edilemez olayların, dürtülerin ve yoğunlukların içinde çözen
sınırsız bir kodsuzlaşma ve sınırsızlaşmadan da doğar. Kodlamanın kendisi
şiddet değildir. Dünyayı ifadeye büründürür, yapılandırır, biçimlendirir,
düzenler ve ona bir dil kazandırır. Şiddet totaliter bir aşırı ya da hiper
kodlamadır. Bu diyabolik (Şeytani-AY)
ölçüdeyse bizzat yıkıcılaştırır. Deleuze sınırsız kodsuzlaşmayı diyalektiğe
aykırı bir biçimde kurtuluş diye över. Fakat diyabolik boyutunu göz ardı eder.
Lakin o tüm organlara sirayet eden ve organik farkları ortadan kaldıran kanser
urlarının çoğalmasını ve yersiz yurtsuzlaşmasının diyabolik biçimidir. Deleuze’un, organik kodlamanın ortadan kalktığı, organsız
bir bedeni, her türlü işlevsellikten uzaklaşmış ‘şizofren masa’dır. Masa
giderek hacmini yitirir, kaybolur ve kasnağı tarafından yenilir. Dilin kendisi
de kodlarından arındırılarak anlaşılması imkânsız bir sesler kütlesi haline
gelir ve nüansları kaybeder.
Deleuze ün
rizomu kontrolsüz ve dümensiz büyür. Ne başı, ne de sonu vardır hep ortadadır,
şeylerin arasındadır... Şiddet ne baskıcı nede şantajcı aynı zamanda
biteviyedir… Hızı artan Aynılar Kümesi,
aşırı ölçüde olumluluk, tam da bu olumluluğu nedeniyle immünolujik savunmadan
farklı, şiddetli bir kurtulma, kovma refleksi meydana getirir
Deleuzenin protagonistinin (kahraman) adı şizo dur: Daima tökezleyen,
sürekli serserice dolaşan, giderek daha derin ve şaşkın bir biçimde yersizyurtsuzlaşmaya
gömülen, organsız bedeninde dekompozisyonuna batan… Deleuze, Şizo’yu adeta
dünyada dolaşmayı kendine iş edinmiş bir Lenz’e
benzetip idealleştirir: “Serserice
dolaşan şizofren, kanepenin üzerinde serilmiş nörotikten daha iyi örnektir
insanlara…” der. Örneğin Büchnerin Lenz’inin seyr-i sefası… Her şey makinedir. Gökyüzünün makineleri,
yıldızlar ve gökkuşağı, vücudun makineleri ile birleşen dağların makineleri.
Kesintisiz makine gürültüleri… Doğayı doğa olarak değil bir üretim süreci
olarak deneyimler. Ne insan vardır artık ne de doğa, sadece biri diğerini
doğuran ve makineleri birbirine bağlayan süreçler vardır. Her yerde üretim ya da
arzu makineleri, şizofren makineler… Şizonun başlıca özelliği, parçaları
sürekli yeni parçalanmalara katmaktır. Şizonun içinde bir ölüm güdüsü yaşar.
Yıkımla
örtüşen şizofren, sınırsızlaşmış
kapitalist üretimden pek farklı sayılmaz. Deleuze, şizofren ve kapitalizm
arasında özsel bir yakınlığın altını çizer. “Akışların kodsuzlaşması ve
ortaklığın yersizyurtsuzlaşması kapitalizmin asli eğilimini oluşturuyor. Sahici
anlamda şizofreni sınırına önlenemez bir biçimde yaklaşıyor. Bütün gücüyle,
organsız vücuttaki kodsuzlaşmış akışların öznesi olan şizoyu yaratmaya
çalışıyor…” Deleuze e göre kapitalizm yalnız şizofren değil, paranoid
özellikler de geliştirmektedir.
Deleuze
şizofreninin her türlü Şeytanilikten (diyabolik) azade olduğu kanaatindedir.
Şizofreniyi romantize eder, idealleştirir… Deleuzenin şizofren kodsuzlaşma ve
yersizyurtsuzlaşmaya ilişkin karşıt modeli de yıkıcı şeytanidir. Olumsuzluktan
kurtulmuş şizo makine bir olumluluk üretir. Kontrolsüz zincirleme
reaksiyonlarla ve aşırı ısınmayla yanan bir nükleer santrali andırır(Burnout).
Her olumsuzluk yıkıcı değildir. Tereddüt, tefekkür, can sıkıntısı, bekleyiş ya da
öfke gibi, toplumun giderek olumlulaşması nedeniyle de kaybolma riski taşıyan
olumsuzluk biçimleri sıklıkla yapıcı etki gösterecektir. Bilgisayar bilindiği
gibi tereddüt etmez. Öteki boyutundan yoksundur. Ve bu onu otistik bir hesap
makinesi yapar. Düşünme eylemi her türlü olumsuzluktan yoksun olsaydı, hesaplamaktan
başka bir şey olmazdı. Şizofren her türlü olumsuzluktan yoksundur ve
olumluluğun kitleselleşmesini getirir. Ancak durup düşünme ihtiyacının olumsuzluğudur
ki ölçüyü, ritmi ve zamanı ortaya çıkartabilsin. Oysa hem paranoid blokaj, hem
de şizofren ölçüsüzlük zamanı imha eder.
7.
KÜRESELLİĞİN
ŞİDDETİ
HARD VE NEGRİ
ye göre küreselleşme, iki zıt kuvvet meydana getirir. Bir yanda daimi denetimle
ve sürekli çatışmayla âdem-i merkezileşmiş, yersiz yurtsuz kapitalist bir
iktidar düzeni kuran imparatorluk (empire) öte yandan, ağlar üzerinden
birbiriyle iletişim halinde olan ve beraber davranan tekillikler toplamının
çokluğu. Çokluk, imparatorluk içinde imparatorluğa karşı muhalefet eder. Hard
ve Negri sınıf mücadelesini güncellemektedir. İmparatorluktan yayılan şiddet, yabancı bir sömürü şiddeti olarak yorumlanır.
Kitle(çokluk), sosyal dünyanın hakiki üretici gücüyken, imparatorluk kitlenin
yaşam enerjisinden beslenen sömürü aygıtıdır.
Hard ve Negri
politik ve ekonomik gerçekleri çok az dikkate almakta ve teorik modellerini tarihsel
açıdan aşılmış sınıf veya sınıf mücadelesi kategorisi üzerine oturturlar. Mesela
çokluğu bir sınıf olarak tanımlarlar. İlk yaklaşımda çokluğu, sermayenin
egemenliği altında çalışan ve o nedenle sermayenin egemenliğine karşı gelen
potansiyel sınıf olarak tanımlarlar. Ama sınıftan söz etmek ancak birbirleriyle
iletişen ve rekabet eden sınıfların çoğulluğu içinde mümkündür. Fakat çokluk
pratikte tek bir sınıftır. Çünkü ona
kapitalist sistemdeki herkes dâhildir. İmparatorluk Çokluğu işçi sınıfı gibi
sömüren bir egemen sınıf değildir. İmparatorluk, herkesin üzerini bir ağ ile
örten kapitalist sistemin kendisidir. Sistemi
ayakta tutan asıl modus, özsömürüdür.
Hard ve
Negrinin de saptadıkları gibi sınıf, yalnızca birlikte mücadele edildiği zaman kolektif
bir bütün oluşturur. Toplumun artan ölçülerde sonradan görgüsüzleşmesi de
siyasi apati ve aldırmazlıkla birleşerek, beraber davranabilmeyi uzak bir
ihtimal haline getirmektedir. Küreselleşmiş dünyanın sakinleri İmparatorluğa
karşı ortak direnişte kararlı değil, birbirlerine karşı gitgide antagonist
davranan, kendi içine kapanmış, izole EGOLardır. Kapitalist üretim sürecine
katılan herkes hem fail hem de kurbandır. Kurban ile failin örtüştüğü yerde
direniş mümkün değildir. Sınıfa ortak davranışı veren yoğun bir aidiyet duygusu
olmalıdır. Ama günümüz toplumunun ortak karakteristiği, aidiyet duygusunun
BİZ’in yokluğudur. Bugünün toplumsal halini çokluk değil yalnızlık betimler. Yalnızlıktan
kuvvet doğmaz. Bu düzen öyle güçlü sahiplenme enerjisi üretmektedir ki, her
şeyi emerek kapitalist formüle uyarlamaktadır.
Günümüzde
toplum genel bir toplumsallığın, ortaklığın ve ortaklıkların çöküşü tarafından
kuşatılmıştır. Toplum giderek atomize olmakta ve özelleşmektedir. Hard ve Negri
üretim ilişkisinin işbirliği, iletişim ve beraberlik oluşturmak üzere
örgütlendiğini bunun özel mülkiyet krizine yol açtığını iddia ediyorlar. Aksine
özel mülkiyet kavramı değil giderek anlamsızlaşan, aksine ortaklık duygusu
günümüzde giderek aşınıyor. Özelleştirme ruhun içine kadar sızıyor… Sistemin
ana özelliklerinden biri sömüren ile sömürülenin kolay kolay ayırt edilememesi,
fail ve kurbanın aynı potada birlikte yer almasıdır. İki ayrı kamp, güç ya da
sınıfı şart koşan belirgin bir Karşı, net bir cephe oluşmamaktadır. Şiddetin ve
sömürünün mekânı çoktan karşıdaki bir yer olmaktan çıkmıştır, herkes kendi
kendini sömürmektedir. Böylece sömürü her türlü iktidardan (zorbadan-AY)
bağımsız gerçekleşebilir, çünkü özgürlük adına yaşanır. Şiddetin sisteme
içkinliği, cepheden mücadele edilebilecek her hasmı ortadan kaldırır.
Savaş her bir
insanın ruhuna doğru uzuyor, genişliyor. İnsan yalnız ötekilerle değil,
özellikle kendi kendine karşı savaşmaktadır.
Deleüze ve Guattari,
sermayenin küreselleşmesine karşı konamayacağını, tersine bu süreci daha da hızlandırmak
gerektiği görüşündeydi. Dünya ve dünya pazarı aynı şey değildir. Dünyanın
topyekûn pazarlaşması, onun tecavüzü anlamına gelirdi. Bugün pazarlaşma emek,
kar sermaye, randıman ve üretkenlik oluşturmayan her şeyi bir kenara itmekte ve
yok etmektedir. Üretim ve kar performans histerisi ve rekabet hipertansiyonu
çok farklı patolojik olgulara yol açmaktadır. Küreselliğin aşırı seyyarlığı,
kendini barış gibi gösteren, topyekûn bir seferberlik gibidir.
Ortada yalnız
sistemin aşırı ısınma ve aşırı kontrol yüzünden işe patlaması ihtimali
kalmıştır. Bu içe patlayan şiddet, klasik savaşların şiddeti gibi yayılan ve
yeni alanlar fetheden patlayıcı şiddetten farklı olacaktır. Patlayıcı şiddet
basıncı dışarıya yöneltir. İçe patlayan şiddette basınç, bir dış yokluğundan
Dış’a döner. İçerde, sistemi kendi içine çökertecek yıkıcı gerilimler ve fay
hatları yaratır.
8. MEDIUM IS MASS –AGE
DİL, bir
iletişim aracıdır. Her araç gibi hem simgesel hem de diyabolik ifade eder
kendini. Dilin özünün uzlaşmak olduğu iddiasında olan kişi, diyabolik yönünü
gözden kaçırmaktadır. Dil, simgeselliği sayesinde yapıcı, birleştiricidir,
iletişimseldir.
Toplumun
olumlulaşması dili de kapsıyor ve dilsel şiddet meydana çıkıyor. İftira atmak,
itibarsızlaştırmak, aşağılamak, incitmek veya şeyleştirmek üzerine kurulu,
dilsel şiddet bir olumsuzluk şiddetidir.
Günümüz
toplumundaki iletişim ifradı, dilin ve iletişimin spamleşmesine neden olmuştur.
Ortaya ne bilgilendiren nede iletişim kuran bir iletişim ve haber kütlesi
çıkartmıştır. Mikroblogging gibi iletişim yığınını da buna eklenebilir. Dilin
spamleşmesi ben in iletişimsel bir boşluk oluşturacak biçimde, şişmesiyle el
ele gider. Bu, Post Kartezyen bir dönüşümün başlangıcıdır. Kartezyen ben kırılgandır.
Postkatezyen ben kendini ötekine karşı reddetmez. Postkartezyen ben in-varımın
dili her türlü takiyyeden her sırdan arınmıştır. Post Kartezyen ben çıplak
kalana kadar, hatta pornografik bir üryanlığa değin, soyunan estetik bir özne
olarak belirir. İnsan, kendinin sergi değerini, sömürmesi kaçınılmazdır artık.
Soyunmuş sergilenmiş ben için; öteki tüketici olarak seyircidir.
Aşırı
iletişim, düzensizliği artırır ve bir iletişimsel dil çöplüğü yaratır. Michel
Serres hakiki kötülük adlı denemesinde dünyanın çöpleşmesini ve kirlenmesini
hayvani köklerden gelen bir sahiplenme çılgınlığına bağlar. Hayvanlar
bölgelerini pis kokulu sidik ve dışkıyla işaretleyerek sahiplenirler. İnsanlar
başkalarının kaşık sallamasını engellemek için çorbasını içine tükürür. Serres
iki çeşit çöp arasında ayırım yapar: Devasa atık alanları, çevre zehirleri ya da
sanayi çöpleri gibi maddi atıklar. Buna karşın dil in işaret ve iletişim çöpü
yumuşaktır. Sahiplenme çılgınlığı gezegeni çöpte, işaretler tusunamisinde
boğulmaktadır.
Serres’in
hayvanları hala kartezyendir. Pis kokuları, dışkıları veya çıkardıkları
gürültüyle ötekilere düşman olarak savunmadadırlar. Dünyanın çöpleşmesi ve
kirlenmesi bugün kartezyenin ötesine geçiyor. Postkartezyen çöp, kartezyen gibi
kokmaz. Hatta güzel olana, dikkat çekip reklama bürünür. Günümüzün
postkartezyen bülbülleri, öteki bülbülleri kendi bölgelerinden atmak için
ötmüyor. Dikkat çekmek için ötüyor, yani tweet atıyor.
Serres
dünyanın çöpleşmesini Kartezyen öznenin sahiplenmesine bağlar. Günümüzün aşırı
üretimi ve aşırı birikimi trans ekonomiktir oysaki. Ekonominin araç ve amaç
bağını kopartır. Araç artık sınırlamayı gözetmez. Kendine referanslıdır ve
ölçüyü kaçırır. Her şey amacından o kadar uzaklaştırıldı ki, sistemin
tıkanmasına ve urlaşmasına neden oldu. O kadar çok şey üretiliyor ve
biriktiriliyor ki bir işe yarayacak vakitleri kalmıyor… O kadar çok haber ve
sinyal üretiliyor ve dolaşıma sokuluyor ki, okuyacak zaman yok. Bu olumlulukla
yüklü, iletişiz iletişim yığını dikkati dağıtmakta, algıyı körletmekte ve
sakatlamaktadır.
9. HOMO LIBER
Olağanüstü
hal bir uç olumsuzluk halidir. Çünkü içindeki tüm pozitif normlar devre dışı
bırakılmıştır. Dışın, sistemin içine zorla girdiği ve her şeyi soru işareti haline
getirdiği anda devreye girer. İç ve dış arasındaki olumsuz bir gerilim,
olağanüstü hal için kurucu önemdedir. Sistemin içkinliği olağanüstü halde aşkın
bir öteki tarafından tehdit edilmektedir. Tümüyle farklı olan Öteki’nin
olumsuzluğu, sistemde bir iç kasılma yaratmış ve onu içten titretmiştir.
Olağanüstü hal, bir sistemin dışarıdan gelen tehdide karşı ürettiği bağışıklık
tepkisidir.
Egemen güç,
yürürlükteki hukuk düzenini devre dışı bırakma yetkisine sahiptir. Yani egemen
gücün yasa koymak için haklı olmak gibi bir zorunluluğu yok. Olağan üstü hal
yürürlükteki hukuk düzenini kaldırınca her bir kişiye dokunmanın mümkün olduğu hukuktan
kurtulmuş bir mekân yaratır… Hakimiyet ve Homo
Sacer’in çıplak hayatı bir düzenin iki uç menzilinde yer alır. Egemen güce
karşılık tüm insanlar potansiyel olarak homines
sacri’dir.
Olumluluk,
günümüz toplumunda her türlü olumsuzluğu ve aşkınlığı çalarak olağan hal haline
gelmiştir. Toplumun olumsuzlaşması her türlü dışın silindiği iç mekânı
tümleştirir.
Egemenlik
toplumu çoktan tarihe karıştı. Bugün hiç kimse ölüm kalım hakkını mutlak
iktidarın eline vererek politikleşmiyor. Mutlak iradeye korumasızca tabi olan
bir özne yok artık. Günümüz toplumu bir egemenlik toplumu değildir. Başarı ve
performans toplumunda yaşıyor. Hayatını performans ve üretim üzerine kuran özneyi
tebaadan ayıran nokta, kendisinin egemen oluşu, pazarlamacı girişimci
özgürlüğüdür. Başarı ve performansa odaklı özne kendi randımanının azamileşmesi
için özgürlüğü zorunluluk hisseder ve böylece kendini sömürmüş olur. Kendini
sömürmek yanıltıcı özgürlük duygusuyla aynı oranda gittiğinden yabancı
sömürüden daha verimlidir. Paradoksal özgürlüğü nedeniyle hem fail hem kurban,
hem efendi, hem de uşaktır.
Özgürlük ve
kendi kendine şiddet ayırt edilemez hale gelmiştir. Kendi üzerinde egemen, homo
liber olarak sahneye çıkan yeni öznenin aslında bir homo sacer (lanetli insan) olduğu anlaşılır. Başarıya ve
performansa odaklı toplumun egemeni aynı zamanda kendi kendisinin homo
sacer’idir. Paradoksal görünse de, bu toplumda sömüren ve sömürülen, özne ve
homo sacer aynı kişidir.
Muselmanlar[3]
tamamen kuvvetten düşmüş, bir deri bir kemik kalmış ve apatikleşmiş kamp
tutukluları. Totaliter bir toplumun homines sacri’leri olarak düzenin en dış mekânında,
bir imha mekânında duruyorlar. Geç modern homines sacri olarak başarı ve
performansa odaklı özneler ise artık mekânın tam ortasında düzenin
merkezindeler. Çalışmaya ve performansa odaklı her birey toplama kampını
yanında taşıyor. Yaşanan mekân ve işkence görülen mekân artık birbirinden ayırt
edilemez olmuştur. Kendi kendilerinin gardiyanları, kendi kendilerinden çıkan
şiddete karşı koyamaz... Şiddetin tarihi, faille kurbanın, efendiyle uşağın,
özgürlük ve şiddetin örtüşmesiyle kemale eriyor.
Hepimizi homines sacri haline getiren büyü ve
cazibe bir egemenin gücü değil, başarı ve performansın büyüsüdür. Kendini özgür
hisseden, bir homo liber sayan,
kendinin egemeni hisseden insan, kendi kendini homo sacer yapmaktadır.
Nietzsche “Böyle buyurdu Zerdüşt”te şöyle der: Çılgınca
çalışmayı ve hızlıyı, yeniyi, yabancıyı seven herkese –kendinize pek
katlanamıyorsunuz, çalışkanlığınız kaçıştır ve kendinizi unutma isteğinden
başka bir şey değildir. Eğer hayata inansaydınız, yaşadığınız an bu denli
büyülemezdi sizi. Ama içinizde bekleyecek muhteva yok-hatta tembellik bile edemezsiniz.
Başarı ve
performans odaklı toplum, iç mantığından hareketle bir doping toplumuna
evrilmektedir. Çıplak canlılık işlevlerine indirgenmiş hayat, mutlaka sağlıklı
tutulması gereken hayattır. Sağlık yeni Tanrıçadır. Bu nedenle yalın hayat
kutsaldır… Başarıya ve performansa odaklı toplumun homines sacrilerileri,
egemenlik toplumlarındakilerden bir noktada daha ayrılır: Öldürülmelerine
kesinlikle imkân yoktur. Hayatları zaten bir ölmemişlikten ibarettir. Ölemeyecek
kadar canlı ve yaşayamayacak kadar ölüdürler.
AYŞE YILMAZ / ALANYA
Cemaziyelevvel / 1441
Cemaziyelevvel / 1441
[1] Burnout:
Tükenmişlik Sendromu
[2]
Genealoji/Jenealoji: Soy bilimi ya da jenealoji, ailelerin
kökenlerini ve akrabalık ilişkilerini inceleyen bilim dalıdır.
[3][3]
Muselmann, Nazi toplama kamplarına esir askerlerden diğerleri bağırıp, çağırıp
isyan ederken bir kenarda çekilip sessizce sonlarını bekleyenlere verilen,
Müslümanların kaderlerine razı sükûnetlerine atıf yapılmış lakap.
Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın
Konu yorumu: ŞİDDETİN TOPOLOJİSİ, Byung Chul Han (Özet)
Açıklama:
Değerlendirme: 5
Yorum: Ahmet H. Çakıcı
Etiketler:
Byung Chul HAn,
Kitaplarım,
misafir,
Şiddetin Topolojisi
0 yorum:
Yorum Gönder