İlk Yazı : Cinsel Roller Kırıldığında - 1 (Söz ile Kurulan Bağ, Söz ile Kırılır)
Toplumsal ve cinsel roller; alt tabakaların, zenginlerin para ile aldıkları hizmetleri, birbirlerine sıra ile ikram ettikleri dayanışma formlarıdır.
Ancak sorun yaşlılarla bitmiyor: Abdülhakim Murad devletlerin; ekonomiyi
canlandırmak, sigorta prim gelirlerini artırmak ve iş sektörüne ucuz işçi temin
etmek için kadınların iş dünyasına çekilmesi ve ailenin dağıtılması sürecinde
büyük kapitalistlerle işbirlikçiliği yapmalarını değerlendirirken, “İki eşin
de çalıştığı ailelerde stres, normal insanların çoğunun üstesinden
gelebileceğinden fazladır. Yüksek gelir ve (bazıları için) işten zevk alma
gittikçe artan yorgunluk, tükenmişlik duygusu ve stres ile mücadele edebilmek
için yetersiz motivasyon araçlarıdır… Babaları anneleştirme, anneleri babalaştırma
kampanyaları sonucu Avrupa’da artık birçok ev, “ev”den çok “yatakhaneye”
dönüşmüştür. Öğün vakitleri rastgeledir, öğünler konserve türü hazır
yemeklerden ibarettir; anne ve babalar işte tüm enerjilerini tükettiklerinden,
çocuklarına ne zaman ne de sabır harcayabilecek durumdadırlar. Dahası evin
bireylerinin birbirlerine aidiyet duyguları çok zayıflamıştır. Bu nedenle 16-18
yaşına geldiğinde çocuk evi terk ederken kendisini pek bir şey terk etmiş gibi
hissetmemektedir.[6]“ derken anne, baba
ve çocuk arasındaki bağların kırılmasının ve ailenin dağılmasının sonuçlarına
işaret etmeye çalışır.
Toplumsal ve cinsel roller; alt tabakaların, zenginlerin para ile aldıkları hizmetleri, birbirlerine sıra ile ikram ettikleri dayanışma formlarıdır.
Toplumsal/cinsel roller dağıtıldığında doğum
yapacaklar, eğer paraları varsa, gittikleri özel hastanelerde hemşirelerden iyi
hizmet almayı bekleyebilirler. Ne arkadaş ne dost ne de herhangi bir başka
cinsiyetlendirilmiş rol sahibinin kendisine hizmet vermesini ümit edemez. Buna
niyeti olanlar, bunu nasıl yapacaklarını; buna ihtiyaç duyanlar da, nasıl
yardım isteyeceklerini bilemezler.
Bu
mekanizmalar dağıtıldığında ihtiyarlar, paraları varsa huzur evinde; yoksa bir
çöpün kenarında -ama ille de yalnız- ölümü beklerler.
1998’de
Chicago Tribune’un yayınladığı bir rapor adeta konuyu özetliyor: “Amerikalı
yaşlı insanlara ait evlerin %60’ına tek bir ziyaretçi bile uğramıyor.”[2] Amerika’da 2018 yılında 65-74 yaş arası
kadınların %26’sı, 75-84 yaş arası kadınların yüzde 39'u, 85 yaş ve üstü
kadınların ise %55'i tamamen yalnız olduğu raporlandı[3]. 2019 yılında Japonya’da evde tek
başına ölen (Kodokuşi) Japon sayısı 28.000’i geçti[4].
Bu Japonya’da her gün 76 kişinin yalnızlık içinde öldüğü anlamına
gelmekte.
Türkiye’de
de gidişatın bu yönde olduğunu tahmin etmek zor değil. 2014'te yüzde 13,9 olan
tek kişilik hane oranı, çok hızlı bir büyüme ile 2018 yılında yüzde 16,1'e
ulaştı.[5] Bu yalnızlar yaşlılıklarına ulaştıklarında muhtemelen kimselerin haberi olmadan, kimseler
tarafından umursanmadan tek başlarına ölecekler.
Avusturya’da
ambulans şoförlüğü yapan bir dostumuzun ifadesi bütün bu durumu özetler
mahiyette: “Avusturya’da en çok yaptığımız iş, komşularının kokudan rahatsız
olup haber vermesi üzerine, maske takarak girdiğimiz evlerden yapayalnız ölmüş
yaşlıları toplamaktı.”
Reklam Veremler Derneğinin İstanbul'da reklam panolarına verdiği reklamlardan |
Anne-Baba-Çocuk arasındaki geleneksel rol dağılımı,
“’Hayır’ derse çocuktan herhangi bir şey talep edilemez, evde sorumluluk
yüklenemez, su bile istenemez, cinsel hayatına ve eve getireceği cinsel
partnerine müdahale edilmez, kiminle yatıp kalktığına karışılamaz” şeklindeki
bakışın topluma dayatılması ile kırılırken, ebeveyn ile çocuğu arasındaki
mesafe de kapatılması mümkün olamayacak ölçüde açılıyor. Anne babanın çocuk
üzerindeki haklarını ve terbiye edici niteliğini inkâr edip ebeveynleri, çocuğun
keyfinin ve hazlarının finansörü konumuna indirgemek, onların çocuğun 16-18
yaşına gelip bir an önce evi terk etmesini bekler olmasına sebep oluyor. Bu
nedenle Deutsche Welle’de rastladığımız haberde, Almanya’da 18 yaşına geldiği
halde evi terk etmeyen çocuklarına “evden tahliye” davası açan ebeveyn
sayısının 30 bini aşmış olmasını işitmemiz bize şaşırtıcı gelmiyor.
Karşılıklı fedakârlık zemininde sıra
ile birbirlerine sığınan aile fertleri, “bencillik” zemininde ailenin
dağıtılması ile toplama kamplarına bölüştürülüyorlar. Yaşlılar, ölümü bekleme
kamplarına (huzur evleri); özürlüler, özürlü toplama kamplarına (özürlü bakım
evleri); kadınlar, kadın toplama kamplarına (Kadın sığınma evleri); çocuklar,
çocuk toplama kamplarına (sevgi evleri, kreş ve okullar); bağımlılar, bağımlı
toplama kamplarına (rehabilitasyon merkezleri); işsiz ve ıskarta erkekler, atık
bekleme kaplarına (açık ve kapalı cezaevleri); hastalar, hasta toplama
kamplarına (hastaneler, sağlık merkezleri); iyice fakirler, evsiz toplama
kamplarına (sokaklar, köprü altları) dağıtılıyor.
Abdülhalık
Murad, ünlü feminist kuramcı Luce Irigray’i tam da bu noktadan eleştirir; “Çalışmasındaki
zaaf, onun yaşlılara karşı üzüntü veren kayıtsızlığıdır. Birçok feminist gibi
oda, sadece görünüşte olanlarla ilgilidir. Dişi vücudunun üreme ve beslenme
telosunu kabul etse de, sonu ihtiyarlığa varan doğal gidişatı değerlendirirken
gözle görünür oranda başarısızdır”[7] demesi
Irigray’in toplumsal rollerin kırılması ile -ödemek zorunda kalacakları bedel
konusunda- kadınları yanıltıyor olması olarak okunabilir.
Ortalama
kadın ömrünün 80-90 seneyi bulduğunu düşünür ve kadınların 14 ila 45 yaş
aralığında “arzulanabilir obje” olarak tasarlandığını hesap edersek, hızlı bir
seks hayatından sonra kendilerini bekleyen “yalnızlık içindeki ortalama 40-50
senenin” gizleniyor, gösterilmiyor, konuşulmuyor olmasının sadece bir dalgınlık
sonucu olduğunu düşünmekte zorlanıyoruz.
Cinsel
rolleri, toplumsal sorumlulukları reddederken kırılan bağlar aynı zamanda
karşılıklı güvenlik sığınaklarının dağıtılması anlamına da geliyor. Abdulhakim
Murad, “Çözülme meydana geldiğinde, hemen her zaman en fazla acı çekenler
kadınlar olur. Ama asıl büyük sıkıntı, aileden gelen (baba, koca, abi, çocuk
vs-AHÇ.) desteği kesilmiş, bir işe dişiyle tırnağı ile tutunmak zorunda
bırakılmış dar gelirli kadınların başındadır”[9] der. Geleneksel
toplumlarda kadının başının sıkıntıya düşmesinden kocası, babası, oğlu,
kardeşi, dedesi hatta komşuları sorumlu iken, kadına; “özgürlüğü ve
bencilliği seç ve tüm toplumsal ve cinsel sorumlulukları/rolleri reddet”
denildiğinde kadını koruyan yapılar da çevresinden dağıtılmış olur. Abdülhakim
Murad, “Modernite, İslam’ın kadının kocasına, erkeğin annesine karşı
vazifeşinas olmasını öğütleyen iki bağı birden zayıflatır: ilkini hiddetle,
ikincisini dalgınlıkla”[10] derken karı koca
arasındaki cinsel ve toplumsal rolleri kırmaya yönelik saldırının anne-oğul
arasındaki rolleri de kırmış olduğunun ayırdına varılamadığının altını çizer.
Kadının serbest cinsel hayat sürebilmek için çevresinde kendisini kollayan tüm
ilişki ağlarını dağıtmaya razı edilmesi yalnızlar sokağına, yaşlılar, özürlüler
ve çocuklardan sonra “çok zengin olamayan” kadınlar da savurur.
Sahipsiz
kalan sadece kadın değildir. Özellikle evlenen veya uzun süre kadınla beraber
olmayı göze alan erkeğin cezalandırılma süreçleri ve zehirli feminist dil, erkeği kadına, kadını erkeğe yanaşamaz kıldıkça tek başına yaşayan yalnızlar
ordusu toplumsal tabakaların en kalabalığı olmaya doğru gider. Nitekim
Almanya’da 17 milyon insan tek başına yaşarken, 2 milyon 200 bin kadın, 400 bin
de erkek çocukları ile yalnız yaşamaktadır[8]. Özellikle çocukları ile yalnız
kalan kadınların içine düştükleri fakirlik girdabından kendilerini kurtarmaları
çok ender vaki olur. Japonya’da ise 1985 yılında 50 yaşına geldiği halde hiç
evlenemeyen erkek oranı %1’ken, 2015’te bu rakam %23’e çıkmıştır[11].
Ancak sorun, ekonomisi güçlü ülkelerin dışına
çıkıldığında biraz daha farklı bir biçim alıyor. Mesela Almanya’da çocuk
“devletin” mülkü olarak görülüyor. Ailenin çocuğa -ister özürlü ister özürsüz
olsun- “devlet“ adına baktığı kabul ediliyor. Bu nedenle devletin çocuğuna
bakması karşılığında ebeveynlere -ne kadar varlıklı olursa olsun- bakım ücreti
ödeniyor. Eğer ebeveyn, çocuğa bakmak istemezse, devlet çocuğu alıp kendi
kurumlarında bakıyor. Aynı şekilde ebeveynler de devletin mülküdür ve ihtiyaç
durumunda onların kira ve yiyecek masraflarını da devlet karşılar. Yani aile
dağıldığında çocuk, ebeveyn, özürlü, yaşlı hemen herkes devletin korumasında
kalmaya devam eder. Ama Türkiye ve Türkiye gibi bitmek bilmeyen ve
muhtemelen bitmemeye ayarlanmış bir kalkınaMAma sürecine ve borç döngüsüne
sokulmuş ülkelerde evden atılan her çocuğa, kadına, erkeğe, yaşlıya, özürlüye,
bağımlıya, kimsesize konut ve yiyecek yardımı yapılabilecek ekonomik güç
yoktur. Batı’nın göz ardı ettiği, görmeyi veya görülmesini istemediği husus; Batı’nın,
ailenin çökertilmesi, toplumsal ve cinsel rollerin dağıtılması ile oluşan kaosu, 3. Dünya ülkelerini sömürerek finanse edip yönettiğidir. Batı, Ortodoks
Feminizmi ve Eşcinselliği sopa gibi kullanarak patakladığı 3. Dünya ülkelerinin[12] ailesini, toplumsal ilişkilerini, cinsel
rollerini, dayanışma mekanizmalarını vs. paramparça ederken ortalığa saçılacak
olanları ekonomik anlamda finanse edebilecek bir refah devleti ortada olmadığı
için, toplumu -özellikle fakirleri- “kaos”a ittiğini görmezden gelir.
Sayın Murad "Hızla değişen dünyada ailenin,
günahların en büyüğü olan bencillikle yıkılmış olmasının yasını tutuyorlar.
Kimse feragatte bulunmak istemiyor. Kişisel ÖZGÜRLÜK Putuna boyun eğerek,
haklarımız için yaygara koparıp sorumluluklarımızı es geçiyoruz[13]” derken modern hayatın “keyfe”, “hazza” ve “bedene”
tapan bir toplum inşa ederek insanların birbirlerine hizmet etmelerini
aşağılıyor olmasının sonuçlarını ifade etmeye çalışır. Modern hayat karşılıklı
hizmet bağlarını kırıyor. İnsanlara “para”nın ve “devlet”in gücünü
ima ederek güvenlik vaad ediyor ve ihtiyacın olursa, “devlet senin yanında”
mesajı vererek toplumu haz üzerinden ayartıyor. Ancak modern hayatın vaad
ettiği “güvenlik” ağı bir halüsünasyon ya da illüzyondan ibarettir. Kapitalist ekonomide
devlet korumasına girenler ancak bunun bedelini ödeyebilecek geliri olanlardır.
Bu bedeli ödeyebilecek bir geliri olmayanların hiçbir güvenceleri yoktur. Ama
devletin ya da paranın korumasına girebilmeyi başarsalar da insanın insana olan
muhtaciyetinin yerini para ya da kurumların soğuk yüzü dolduramaz.
Bir hatıramı
dile getirerek meseleyi anlatmak istiyorum:
Nasipse Devam Ederiz.
Ahmet H. Çakıcı
Nasipse Devam Ederiz.
Ahmet H. Çakıcı
Cemaziyelahir 1441 / ALANYA
Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın
Konu yorumu: Cinsel Roller Kırıldığında - 2 (Yaşlılık da Gelir.)
Açıklama:
Değerlendirme: 5
Yorum: Ahmet H. Çakıcı
0 yorum:
Yorum Gönder