Cinsel Roller Kırıldığında - 2 (Yaşlılık da Gelir.)

Yazar : Ahmet H. Çakıcı Tarih : 2 Şub 2009 0 yorum
İlk Yazı : Cinsel Roller Kırıldığında - 1 (Söz ile Kurulan Bağ, Söz ile Kırılır)

Toplumsal ve cinsel roller; alt tabakaların, zenginlerin para ile aldıkları hizmetleri, birbirlerine sıra ile ikram ettikleri dayanışma formlarıdır.

Toplumsal/cinsel roller dağıtıldığında doğum yapacaklar, eğer paraları varsa, gittikleri özel hastanelerde hemşirelerden iyi hizmet almayı bekleyebilirler. Ne arkadaş ne dost ne de herhangi bir başka cinsiyetlendirilmiş rol sahibinin kendisine hizmet vermesini ümit edemez. Buna niyeti olanlar, bunu nasıl yapacaklarını; buna ihtiyaç duyanlar da, nasıl yardım isteyeceklerini bilemezler.

Bu mekanizmalar dağıtıldığında ihtiyarlar, paraları varsa huzur evinde; yoksa bir çöpün kenarında -ama ille de yalnız- ölümü beklerler.
 
1998’de Chicago Tribune’un yayınladığı bir rapor adeta konuyu özetliyor: “Amerikalı yaşlı insanlara ait evlerin %60’ına tek bir ziyaretçi bile uğramıyor.”[2] Amerika’da 2018 yılında 65-74 yaş arası kadınların %26’sı, 75-84 yaş arası kadınların yüzde 39'u, 85 yaş ve üstü kadınların ise %55'i tamamen yalnız olduğu raporlandı[3]2019 yılında Japonya’da evde tek başına ölen (Kodokuşi) Japon sayısı 28.000’i geçti[4]. Bu Japonya’da her gün 76 kişinin yalnızlık içinde öldüğü anlamına gelmekte. 

Türkiye’de de gidişatın bu yönde olduğunu tahmin etmek zor değil. 2014'te yüzde 13,9 olan tek kişilik hane oranı, çok hızlı bir büyüme ile 2018 yılında yüzde 16,1'e ulaştı.[5]  Bu yalnızlar yaşlılıklarına ulaştıklarında muhtemelen kimselerin haberi olmadan, kimseler tarafından umursanmadan tek başlarına ölecekler.

Avusturya’da ambulans şoförlüğü yapan bir dostumuzun ifadesi bütün bu durumu özetler mahiyette: “Avusturya’da en çok yaptığımız iş, komşularının kokudan rahatsız olup haber vermesi üzerine, maske takarak girdiğimiz evlerden yapayalnız ölmüş yaşlıları toplamaktı.”
Reklam Veremler Derneğinin İstanbul'da
reklam panolarına verdiği reklamlardan
Ancak sorun yaşlılarla bitmiyor: Abdülhakim Murad devletlerin; ekonomiyi canlandırmak, sigorta prim gelirlerini artırmak ve iş sektörüne ucuz işçi temin etmek için kadınların iş dünyasına çekilmesi ve ailenin dağıtılması sürecinde büyük kapitalistlerle işbirlikçiliği yapmalarını değerlendirirken, “İki eşin de çalıştığı ailelerde stres, normal insanların çoğunun üstesinden gelebileceğinden fazladır. Yüksek gelir ve (bazıları için) işten zevk alma gittikçe artan yorgunluk, tükenmişlik duygusu ve stres ile mücadele edebilmek için yetersiz motivasyon araçlarıdır… Babaları anneleştirme, anneleri babalaştırma kampanyaları sonucu Avrupa’da artık birçok ev, “ev”den çok “yatakhaneye” dönüşmüştür. Öğün vakitleri rastgeledir, öğünler konserve türü hazır yemeklerden ibarettir; anne ve babalar işte tüm enerjilerini tükettiklerinden, çocuklarına ne zaman ne de sabır harcayabilecek durumdadırlar. Dahası evin bireylerinin birbirlerine aidiyet duyguları çok zayıflamıştır. Bu nedenle 16-18 yaşına geldiğinde çocuk evi terk ederken kendisini pek bir şey terk etmiş gibi hissetmemektedir.[6]“ derken anne, baba ve çocuk arasındaki bağların kırılmasının ve ailenin dağılmasının sonuçlarına işaret etmeye çalışır.
Anne-Baba-Çocuk arasındaki geleneksel rol dağılımı, “’Hayır’ derse çocuktan herhangi bir şey talep edilemez, evde sorumluluk yüklenemez, su bile istenemez, cinsel hayatına ve eve getireceği cinsel partnerine müdahale edilmez, kiminle yatıp kalktığına karışılamaz” şeklindeki bakışın topluma dayatılması ile kırılırken, ebeveyn ile çocuğu arasındaki mesafe de kapatılması mümkün olamayacak ölçüde açılıyor. Anne babanın çocuk üzerindeki haklarını ve terbiye edici niteliğini inkâr edip ebeveynleri, çocuğun keyfinin ve hazlarının finansörü konumuna indirgemek, onların çocuğun 16-18 yaşına gelip bir an önce evi terk etmesini bekler olmasına sebep oluyor. Bu nedenle Deutsche Welle’de rastladığımız haberde, Almanya’da 18 yaşına geldiği halde evi terk etmeyen çocuklarına “evden tahliye” davası açan ebeveyn sayısının 30 bini aşmış olmasını işitmemiz bize şaşırtıcı gelmiyor.

Karşılıklı fedakârlık zemininde sıra ile birbirlerine sığınan aile fertleri, “bencillik” zemininde ailenin dağıtılması ile toplama kamplarına bölüştürülüyorlar. Yaşlılar, ölümü bekleme kamplarına (huzur evleri); özürlüler, özürlü toplama kamplarına (özürlü bakım evleri); kadınlar, kadın toplama kamplarına (Kadın sığınma evleri); çocuklar, çocuk toplama kamplarına (sevgi evleri, kreş ve okullar); bağımlılar, bağımlı toplama kamplarına (rehabilitasyon merkezleri); işsiz ve ıskarta erkekler, atık bekleme kaplarına (açık ve kapalı cezaevleri); hastalar, hasta toplama kamplarına (hastaneler, sağlık merkezleri); iyice fakirler, evsiz toplama kamplarına (sokaklar, köprü altları) dağıtılıyor.
Abdülhalık Murad, ünlü feminist kuramcı Luce Irigray’i tam da bu noktadan eleştirir; “Çalışmasındaki zaaf, onun yaşlılara karşı üzüntü veren kayıtsızlığıdır. Birçok feminist gibi oda, sadece görünüşte olanlarla ilgilidir. Dişi vücudunun üreme ve beslenme telosunu kabul etse de, sonu ihtiyarlığa varan doğal gidişatı değerlendirirken gözle görünür oranda başarısızdır[7] demesi Irigray’in toplumsal rollerin kırılması ile -ödemek zorunda kalacakları bedel konusunda- kadınları yanıltıyor olması olarak okunabilir. 

Ortalama kadın ömrünün 80-90 seneyi bulduğunu düşünür ve kadınların 14 ila 45 yaş aralığında “arzulanabilir obje” olarak tasarlandığını hesap edersek, hızlı bir seks hayatından sonra kendilerini bekleyen “yalnızlık içindeki ortalama 40-50 senenin” gizleniyor, gösterilmiyor, konuşulmuyor olmasının sadece bir dalgınlık sonucu olduğunu düşünmekte zorlanıyoruz. 

Cinsel rolleri, toplumsal sorumlulukları reddederken kırılan bağlar aynı zamanda karşılıklı güvenlik sığınaklarının dağıtılması anlamına da geliyor. Abdulhakim Murad, “Çözülme meydana geldiğinde, hemen her zaman en fazla acı çekenler kadınlar olur. Ama asıl büyük sıkıntı, aileden gelen (baba, koca, abi, çocuk vs-AHÇ.) desteği kesilmiş, bir işe dişiyle tırnağı ile tutunmak zorunda bırakılmış dar gelirli kadınların başındadır[9] der. Geleneksel toplumlarda kadının başının sıkıntıya düşmesinden kocası, babası, oğlu, kardeşi, dedesi hatta komşuları sorumlu iken, kadına; “özgürlüğü ve bencilliği seç ve tüm toplumsal ve cinsel sorumlulukları/rolleri reddet” denildiğinde kadını koruyan yapılar da çevresinden dağıtılmış olur. Abdülhakim Murad, “Modernite, İslam’ın kadının kocasına, erkeğin annesine karşı vazifeşinas olmasını öğütleyen iki bağı birden zayıflatır: ilkini hiddetle, ikincisini dalgınlıkla”[10] derken karı koca arasındaki cinsel ve toplumsal rolleri kırmaya yönelik saldırının anne-oğul arasındaki rolleri de kırmış olduğunun ayırdına varılamadığının altını çizer. Kadının serbest cinsel hayat sürebilmek için çevresinde kendisini kollayan tüm ilişki ağlarını dağıtmaya razı edilmesi yalnızlar sokağına, yaşlılar, özürlüler ve çocuklardan sonra “çok zengin olamayan” kadınlar da savurur. 

Sahipsiz kalan sadece kadın değildir. Özellikle evlenen veya uzun süre kadınla beraber olmayı göze alan erkeğin cezalandırılma süreçleri ve zehirli feminist dil, erkeği kadına, kadını erkeğe yanaşamaz kıldıkça tek başına yaşayan yalnızlar ordusu toplumsal tabakaların en kalabalığı olmaya doğru gider. Nitekim Almanya’da 17 milyon insan tek başına yaşarken, 2 milyon 200 bin kadın, 400 bin de erkek çocukları ile yalnız yaşamaktadır[8]. Özellikle çocukları ile yalnız kalan kadınların içine düştükleri fakirlik girdabından kendilerini kurtarmaları çok ender vaki olur. Japonya’da ise 1985 yılında 50 yaşına geldiği halde hiç evlenemeyen erkek oranı %1’ken, 2015’te bu rakam %23’e çıkmıştır[11].

Ancak sorun, ekonomisi güçlü ülkelerin dışına çıkıldığında biraz daha farklı bir biçim alıyor. Mesela Almanya’da çocuk “devletin” mülkü olarak görülüyor. Ailenin çocuğa -ister özürlü ister özürsüz olsun- “devlet“ adına baktığı kabul ediliyor. Bu nedenle devletin çocuğuna bakması karşılığında ebeveynlere -ne kadar varlıklı olursa olsun- bakım ücreti ödeniyor. Eğer ebeveyn, çocuğa bakmak istemezse, devlet çocuğu alıp kendi kurumlarında bakıyor. Aynı şekilde ebeveynler de devletin mülküdür ve ihtiyaç durumunda onların kira ve yiyecek masraflarını da devlet karşılar. Yani aile dağıldığında çocuk, ebeveyn, özürlü, yaşlı hemen herkes devletin korumasında kalmaya devam eder. Ama Türkiye ve Türkiye gibi bitmek bilmeyen ve muhtemelen bitmemeye ayarlanmış bir kalkınaMAma sürecine ve borç döngüsüne sokulmuş ülkelerde evden atılan her çocuğa, kadına, erkeğe, yaşlıya, özürlüye, bağımlıya, kimsesize konut ve yiyecek yardımı yapılabilecek ekonomik güç yoktur. Batı’nın göz ardı ettiği, görmeyi veya görülmesini istemediği husus;  Batı’nın, ailenin çökertilmesi, toplumsal ve cinsel rollerin dağıtılması ile oluşan kaosu, 3. Dünya ülkelerini sömürerek finanse edip yönettiğidir. Batı, Ortodoks Feminizmi ve Eşcinselliği sopa gibi kullanarak patakladığı 3. Dünya ülkelerinin[12] ailesini, toplumsal ilişkilerini, cinsel rollerini, dayanışma mekanizmalarını vs. paramparça ederken ortalığa saçılacak olanları ekonomik anlamda finanse edebilecek bir refah devleti ortada olmadığı için, toplumu -özellikle fakirleri- “kaos”a ittiğini görmezden gelir. 
 
Sayın Murad "Hızla değişen dünyada ailenin, günahların en büyüğü olan bencillikle yıkılmış olmasının yasını tutuyorlar. Kimse feragatte bulunmak istemiyor. Kişisel ÖZGÜRLÜK Putuna boyun eğerek, haklarımız için yaygara koparıp sorumluluklarımızı es geçiyoruz[13]” derken modern hayatın “keyfe”, “hazza” ve “bedene” tapan bir toplum inşa ederek insanların birbirlerine hizmet etmelerini aşağılıyor olmasının sonuçlarını ifade etmeye çalışır. Modern hayat karşılıklı hizmet bağlarını kırıyor. İnsanlara  “para”nın ve “devlet”in gücünü ima ederek güvenlik vaad ediyor ve ihtiyacın olursa, “devlet senin yanında” mesajı vererek toplumu haz üzerinden ayartıyor. Ancak modern hayatın vaad ettiği “güvenlik” ağı bir halüsünasyon ya da illüzyondan ibarettir. Kapitalist ekonomide devlet korumasına girenler ancak bunun bedelini ödeyebilecek geliri olanlardır. Bu bedeli ödeyebilecek bir geliri olmayanların hiçbir güvenceleri yoktur. Ama devletin ya da paranın korumasına girebilmeyi başarsalar da insanın insana olan muhtaciyetinin yerini para ya da kurumların soğuk yüzü dolduramaz.

Bir hatıramı dile getirerek meseleyi anlatmak istiyorum:

Nasipse Devam Ederiz.
                                                            Ahmet H. Çakıcı

Cemaziyelahir 1441 / ALANYA





Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın

0 yorum:

Yorum Gönder