AbdulHakim Murat ya da şehadet getirmeden önceki ismi ile T.J. Winter'ın bu eseri, ciddi bir bilgi birikimi ve tecrübe ile verilmiş 10 konferansın derlemesi.
Modernite, Postmodernite, Posthümanizm gibi konularda da yetkin bir isim olan Abdulhakim Murad'ın Müslümanların meselelerine hem içeriden hem de dışarıdan bakabilecek bir yeteneğinin olması, 20 sene önce derlenmiş bu eserin kalitesini -ne yazık ki- şu an Türkiye'deki tartışma kalitesinin ilerisine taşıyabiliyor.
Çok büyük bir yenilginin getirdiği hesaplaşmanın Müslümanları köşeye sıkıştırdığı, artık, "İslam, gelecek yüzyılı göremeyecek" iddialarının kolayca seslendirildiği vakitlerde İngiliz olan Abdulhakim Murad'ın yenilmişlik psikolojisi altında ezik bir ruh haline sahip olmaması, kendine güveni ve bilgi ile beslenmiş, sükunetli tarzı oldukça kıymetli. Son sözü kendisinden alıntılayalım "Eğer iddialarımıza inanmak için kendimize yeterli güvenimiz varsa, iyimser olmak için de yeterince nedenimiz var demektir."
Makaleleri özetleme lütfunu bize bağışlayan Kamil Güller'e teşekkür ediyorum.
Modernite, Postmodernite, Posthümanizm gibi konularda da yetkin bir isim olan Abdulhakim Murad'ın Müslümanların meselelerine hem içeriden hem de dışarıdan bakabilecek bir yeteneğinin olması, 20 sene önce derlenmiş bu eserin kalitesini -ne yazık ki- şu an Türkiye'deki tartışma kalitesinin ilerisine taşıyabiliyor.
Çok büyük bir yenilginin getirdiği hesaplaşmanın Müslümanları köşeye sıkıştırdığı, artık, "İslam, gelecek yüzyılı göremeyecek" iddialarının kolayca seslendirildiği vakitlerde İngiliz olan Abdulhakim Murad'ın yenilmişlik psikolojisi altında ezik bir ruh haline sahip olmaması, kendine güveni ve bilgi ile beslenmiş, sükunetli tarzı oldukça kıymetli. Son sözü kendisinden alıntılayalım "Eğer iddialarımıza inanmak için kendimize yeterli güvenimiz varsa, iyimser olmak için de yeterince nedenimiz var demektir."
Makaleleri özetleme lütfunu bize bağışlayan Kamil Güller'e teşekkür ediyorum.
Ahmet H. Çakıcı
1.BÖLÜM
BİR İŞARET OLARAK
YENİ BİN YIL
İlk
olarak, 2000 senesiyle başlayan “Yeni Binyıl”, geride kalmış bir medeniyetin
üyeleri olarak ondan kaçamasak da, bizim binyılımız değildir. Aşağı yukarı
bütün Müslüman devletler, bugün utana sıkıla da olsa, tarihi milattan sonra
başlatmayı, dolayısıyla Papa Büyük Gregorius tarafından geliştirilen Hristiyan
takvimiyle yaşamayı kabul ediyorlar. Müslüman tarihinde son peygamberin
hicretinden, bir önceki peygamberin kesin olmayan doğum tarihine doğru yaşanan
bu merkez kayması öylesine derin ki, birçok İslami ulus o günü bir şekilde
kutlamayı planlıyor… Müslümanlar olarak bizim zaten kendi takvimimiz,
dolayısıyla da tarihi zihnimize oturtacak kendimize özgü bir şablonumuz mevcut.
2000 yılı aslında Hicretin 1420. Yılında başlayacak. Böyle olduğu halde, neden
bu münasebeti hiç dikkate almıyoruz?
Aksi halde, en basitinden, rahatsız edici ve yersiz Batı etkisinin başka
bir örneği olmaz mı bu?
İkinci
olarak, önümüzdeki büyük binyıl İslam’ın gideceği yönler hakkında kesin bir
konuşmadan ziyade, bazı tahminler arz edeceğim.
Kuran’ı
Kerim’in bildirdiği üzere, semavat, kıyamete gebedir. İster insan eliyle gelsin
ister başka şekilde, felaket siz bu kitabı bitirmeden önce meydana gelebilir… Orta
Çağ Mısır’ının en büyük ilim adamı İmam es-Suyuti, birçok Müslümanın hicretin
1000. Yılı hakkındaki asabi beklentileri üzerinde ciddiyetle durdu. Kahire
kürsülerinde birçok vaizin ısrarla dile getirdiği gibi, bu tarih dünyanın
sonunu mu haber veriyordu? Suyuti, ihtiyatlı ve sükûnetli tavrıyla, bu ümmetin
ömrü hakkında bulabildiği tüm hadisleri iyice inceleyerek bütün bu korkuları
yatıştırdı. Bu konuda Bu Ümmet’in Binyılı
Yaşayacağına Dair Bir Delil başlıklı küçük bir kitap yazdı. Bu kitapta,
İslam’ın ilk binyılında insanlığın yeryüzündeki hikâyesinin sona ereceğine dair
bir delilin bulunmadığını belirtti. Ama bizim kuşağın temkinle yaklaşması
gereken bir şey daha söyledi: Hadisler, Hz. İsa ve Deccal’ın ortaya çıkışını da
kapsayan alametlerin büyük ihtimalle İslam’ın 15.yy da, yani bizim yüzyılımızda
gözükeceğine işaret etmekteydi.
Geleceğin
bilgisi Allah’a mahsustur ve sadece peygamberler gaybdan haber verebilir. O
halde, takip eden sayfalarda yapmam gereken şey, gaybdan haber vermek değil,
bilinenlere dayalı olarak tahminlerde bulunmaktır.
Müslüman
söylemlerinin hemen hepsi 20.yy, sasında son üç yüzyılın, Müslümanlara yönelik
meydan okumalarına ekseriya kötü ve başarısız bir şekilde cevap vermiştir.
Batı’nın zaferiyle yüz yüze gelmiş olmamız, bizim hangi değişimlerin kaçınılmaz
ve hangilerinin direnç gösterilebilir olduğunu hesap edemediğimizi
göstermektedir.
Çağın
küresel trendlerinin bilincinde olmadıkça ve çağın teknoloji ve araçlarıyla
uzlaşmış hale gelmedikçe, biz Müslümanlar kaybedenler olmaya devam edeceğiz. Şiddetli bir muhafazakarlığın getirdiği
manevi avantajlar, mağlubiyet ve marjinallik tecrübesinin sebep olduğu manevi
çöküntüyle çok kolay bozulur. Bugün merkezi İslam ülkelerinde yaşayan
Müslümanlar, kısa vadeli siyasi meselelerle sonsuz büyülenmişlik
içinde, aynı çöküntüyü yaşamaya devam etmekte gibi gözüküyor. Ki, basitçe
geçici tezahürler hükmündeki bu meselelerle iştigal, daha büyük eylemlerin
ciddi biçimde göz ardı edilmesi suretinde gerçekleşiyor.
Müslümanların bu noktadaki ihmali,
bazen utandırıcı da olmaktadır. Şunu sormalıyız: İslam dünyasının çekirdek
bölgesindeki dini uyanış hareketlerine
liderlik yapanların kaçı, moderniteyi temellendiren fikirleri gerçekten doğru
olarak bilmektedir? Hatta kaçı zamanımızın temel entelektüel sistemlerinin
ismini bilmektedir? Yapısalcılık, posmodernizm,
analitik felsefe, eleştirel teori ve diğerleri onlar için kapalı kitaplardır.
Onlar bunun yerine, “Uluslararası Siyonist Mason Entrikası” veya “Yeni Haçlı
İstilası” ya da buna benzer kuruntuları mırıldanıyorlar. Eğer birçok İslami
hareketin niçin başarısız olduğunu anlamak istiyorsak, belki de modern dünyayı
entelektüel olarak kavrayamayan bu liderler hakkında bilgilenmekle işe
başlamalıyız.
Modernite ideolojilerinin
isimlerini dahi bilmeyen bir İslami hareket liderinin bunların üstesinden
gelebileceğini ummak, doğrusu hiç de gerçekçi değildir.
Küresel gerçekler, geleneksel
söylemlerin bundan böyle işlevselliğini kaybedeceği bir dünyaya şekil
vermektedirler. Bu gerçeklerden herhangi bir etkilenmeye maruz kalmaksızın uzak durulabileceğini düşünmek ise,
intihar etmekten farksızdır. Çünkü tüm zamanı hızlandıran, ivmelendiren ve
tek-kültürleştiren bir süreçle bağlantılı olarak, giderek daha tek bir dünyada
yaşıyoruz.
Bir Amerikan üniversitesinde
okuyan genç Müslüman öğrencinin hali nedir? Bu öğrenci, modern Batı’da ve
dolayısıyla modern küresel sistemde derin etkiye sahip ideolojileri,
postmodernizmi ve postyapısalcılığı öğreniyor. Sonra doğal olarak, bunların
İslami hareket liderleri tarafından çürütülmesini talep ediyor.
Çürütülmediklerinde, kafası karışıyor ve zamanlar üstü bir hakikat olarak
İslam’a olan itimadı sarsılıyor.
Etrafımızda bize rağmen büyük bir
hızla güçlenmekte olan küresel süreçleri anlamak, dini bir yükümlülük, bir
farizadır.
Önümüzdeki binyılın olası
fotoğraflarından biri şudur: Batı’da istikrarlı, kendini tahlil eden bir
siyaset kültürüne sahip yaşlı ve durağan nüfuslar; İslam dünyasında ise
patlayan bir nüfus ve radikaller tarafından çepeçevre kuşatılmış yerleşik
rejimler.
Siyasi analizciler, teknoloji
ilerledikçe rejimlerin, büyüklüğü ne olursa olsun, kendi aleyhlerine olan
hareketleri-silahlı kuvvetlerin içine sızmadıkları müddetçe-bastırılabileceklerine
inanmaktadırlar. Hatırlanacak olursa, İran’da Şah’ın düşmesinde asıl rolü,
Şah’ın aleyhine dönen ordu oynamıştı; yoksa bu, sokaktaki aleyhtarların işi
değildi. Buna karşılık, Cezayir’de devrim bastırıldı, zira radikaller ordunun içinden
destek sağlamadan da modern devletin üstesinden gelebileceklerine inanmışlardı.
Ama yanıldılar.
Her şeyden önce, ana akım İslami
hareketlerin iktidara erişmekte başarısız olduklarını görmekteyiz. BU şartlar
altında, hayal kırıklığı içindeki gençler, daha radikal alternatiflere
kayıyorlar. Müslüman toplumun ve Müslüman bilincinin giderek daha fazla
yaşayacağı bir kutuplaşmanın önümüzdeki yüzyıla damgasını vuracağı dürüst olmak
gerekirse yeterince açıktır.
Tüm totaliter dini hareketler
gibi, Haricilik de ironik bir şekilde pratikte bölünüp farklılaşmasına rağmen,
tanımlayıcı tek bir özelliğe sahiptir: tekfir. Tekfir, bir Müslümanın başka Müslümanların hududu aştığını ve
dolayısıyla öldürülmeyi hak ettiklerini beyan etmesi diye tanımlanabilir. Bu
eğilime, İmam Gazali gibi muteber klasik İslam uleması şiddetle hücum
etmişlerdir. Gazali İslam’ı Zındıktan Tefrikin Kesin Ölçüsü[1]
adlı eserinde, Lâ ilâhe illallah,
Muhammedün Rasulullah dediği müddetçe, bir kimsenin İslam’ın dışına çıktığını
beyan etmekten daha zor ve daha karmaşık bir şey olmadığını belirtir.
Çeşitlilik, her zaman İslami
kültürlerin bir karakteristiği olmuştur… Müslümanlar arasında İslam’ın
totaliter biçimlerine taraftar olma yönünde artan bir eğilim mevcuttur. Genç
eylemci, “Benimle hem fikir olmayan herkes günahkârdır ve cehenneme gidecek”
diye bağırıyor.
Oysa ortamın tehdide daha yakın
olduğu dönemlerde ya da mü’min topluluklar böyle hissettiğinde, genel olarak
dışlayıcılık tavrı sergilerler. Doğrusu
ümmet kendini daha önce belki de hiç bu kadar tehdit altında hissetmemişti.
Aydınlanma fantezileri, kâh
belirli tipteki bir Protestan kapitalist ahlakı yoluyla pratiğe dökülen materyalizm,
Dünya Ana’nın ekip ruhuyla tecavüze uğramasına önderlik etmiştir. Gezegenin
yüzünün her tarafında yara izi var. Binlerce ton zehirli atık, bugün
okyanuslarda dolaşıyor veya stratosferde gezinip duruyor. Her gün, bilinen bir
düzine tür daha yok oluyor. Kendimizin ve bazı evcil hayvanların dışındaki her
hayat biçimi, modernitenin kurban ateşinde bir bir imha ediliyor.
Teknoloji ilerledikçe benzer
bilimsel hataların insan türünü yeryüzünden silmeyeceğinin bir garantisi
olmadığını reddedersek, aptallık etmiş oluruz. Tüm zamanlarda olduğu gibi, ilerleme çok büyük bir kumardır.
Çok daha acil ve inkâr edilemez
olan çevre meselelerinden biri, yeni binyıla da taşıdığımız küresel ısınmadır.
Bir yüzyıl boyunca sera gazlarını gökyüzüne pompaladık ve bu faaliyetin
karşılığının ödenmek zorunda olduğu gerçeğini daha yeni fark ediyoruz. Müslüman dünyada, rahatsız edici bir
şekilde, çok az kişi bu sorunla ilgili görünüyor.
Müslüman liderlerin çoğu, zeki gençlere bugünün meydan okumalarına
karşı ihtiyaç duydukları yardım noktasında rehberlik edemiyor. Ortalama bir
Müslüman aktivistten postmodernist yanlışları açıklamasını istediğinizde, özellikle
de Vehhabi itikadına sahipse, size pek fazla yardım edemeyecektir. Kafalarımızı
toprağa gömmüşüz. Böylesi hiziplerin göz ardı ettiği şey, entelektüel
trendlerden ibaret de değildir. Dikkatimizi hiç vermediğimiz çevre de
kendisiyle alakalı günahlarımız için vukuu yakınlaşan bir Hesap Günü’dür. Hal
böyle iken, bizim aktivistlerimiz,
ülkelerinde belki de içlerine doyasıya çekebilecekleri son nefeslerini
alırlarken, ibadet sırasında elleri doğru şekilde bağlama ve yahut sakalın
olması gereken uzunluğu üstüne rakip söylemlerini dillendiriyor olacaklar.
Onların öncelikleri, saçmalıkları kadar sarsılmazdır.
Geleneksel ulema, ihtiyaç
duyduğumuz nezaket ve ılımlılığa sahip, ama onlar da dinamizmden yoksunlar.
Radikal grup liderleri ise, bencil dışlayıcılık, hoşgörüsüzlük ve tekfir
tuzağına düşmüşlerdir. Öte yandan ana akımı ihyacı liderler, dostça söylemek gerekirse,
çok zaman ilgisizler. Hem kütle halinde hareket etmeleri, hem de tehlikeli bir
“ideolojik” İslam görüşünün tuzağına düşmüş olmaları yüzünden, bugünün
dünyasının karmaşıklığını anlamaktan epeyce uzaktalar. Parlak gençlerimiz, bu
durumu yakında yeterince göreceklerdir.
Bu sebeple, geleneksel şer’i
disiplinleri ve bugünün dünyasının kültürel ve entelektüel dilini genç erkek ve
kadınlara öğretmek üzere kurumlaşmaya ihtiyaç hissedilecektir. Aslında buna
benzer bir şey geçmişte yapılmıştı: Gazâli’nin şöhret kazandırdığı Bağdat’taki
Nizamiye Medresesi, sadece fıkıh bilgisini değil, aynı zamanda Yunan
geleneğinin felsefi teolojisini de teşvik etmiş ve liderlerini bu şekilde
zamanın rakip ideolojilerinin üstesinden gelebilecekleri uygun silahlarla
teçhiz etmişti. Bizim yeni binyıl için
Gazâli gibi bir müceddide ihtiyacımız var: Seküler düşünceye karşı
kendisine çit örmeye çalışmayacak, ama onu anlayabilecek ve onunla başa
çıkabilecek, dengeli, hoşgörülü ve manen
şuurlu bir yüksek istidada sahip bir mücedddide. Özelde, ancak böyle bir kişi,
reddedilmez bir şekilde modern şartlarda konuşulan maneviyat, sanat ve çevre
meselelerine vurgu yapabilir.
Eğer miras almış ya da tercih
etmiş olduğumuz temel iddialara inanmak için kendimize yeterli güvenimiz varsa,
iyimser olmak içinde yeterince nedenimiz var demektir. Müslümanlar, eğer
sinirlerine hâkim olabilir ve rakiplerince onların haritanın dışına itilmesine
yol açan sekülerleşme sürecinin yanı sıra tepkisel Hariciliğin çıkmaz
sokaklarından kaçınabilirlerse, işte o zaman, gerçekten dünyanın hakemi ve
Allah’ın halifesi olma niteliklerini yeniden keşfedebilirler. Aksi halde, modernlik
söyleminde şimdilerde yaşanan kriz ortada iken, ümmetin o zaman üstü ve meydan
okuyucu sözü, yeryüzündeki başarısızlığın şaşkınlığı olmaksızın bir kez daha
ikrar edeceğini umut etmek boşunadır.
2.BÖLÜM
MODERNİTENİN
SONUNA OLAN İNANÇ
İkinci binyılın ilk yarısında,
Avrupa İslam’dan ve İslam’ın aracılığıyla Yunanistan’dan çok şey almıştır. Rönesans
sonrası Avrupa’da ise –Pascal ve Malebranche ve belki Leibniz- gibi birkaç
düşünür, İslami mirastan ilham almaya devam etmişse de çok daha uzak Doğu’dan
ithal edilen fikirler cazip hale gelmiştir: Keşif amaçlı seyahatler, Cizvit
misyonu ve Şarkiyatçılığın doğuşunun mümkün kıldığı bir süreç.
Clarke 18 yy. Avrupa’sında
zihinleri büyük ölçüde Çin’in işgal ettiğine işaret eder… Voltaire, Ahlak Üstüne Deneme[2]’sinde
Çin’in ahlak felsefesinin tabiatı gereği üstün olduğunu savunmuş ve Çin
tecrübesini rasyonel deizmin bir teyidi olarak övmüştür.
Lyotard’ın “Postmodernite,
modernitenin önünden yürür” şeklindeki beyanı ise, Aydınlanmanın
rasyonalizminin karanlığa gömüldüğüne işaret etmektedir: Gerçekliğe dair
doğrusal ve söylemsel kuruntular, basitçe tercihe bağlıdır, onlar temelsiz
birer safsatadır. Buna karşın ilk insanın sezgisi doğru kabul edilerek övülür,
zira onun kesinlikle öznel olduğu düşünülür. Tüm söylemlerin bu radikal
eşitliği, çağdaş ortamın öylesine önde gelen bir özelliği olan kültürün
küreselleşmesi hakkındaki öfkemizi yatıştırır. “Seçmecilik, çağdaş kültürün
sıfır derecesidir.” Der.
Lyotard: “Bir kimse reggae
dinler, bir kovboy filmi izler, öğle yemeğini McDonalds’tan akşam yemeğini
yerel mutfağından yer, Tokyo’da bir Paris parfümü sürer ve Hong-Kong’da
geleneksel giysiler giyer.”
BU bakışa göre Descartes
‘yeryüzünde batıl bir metinsel üstünlüğün araçlarını imal etmiş’ bir
emperyalistti. Günümüz düşünce dünyasında, Richard Rorty’nin deyimiyle “başka
bütün kültürleri yutan bir tür doymaz canavar” olarak Batı’ya teessüflerini
dile getiren güçlü bir Avrupa merkezcilik-karşıtı eğilim şu an mevcuttur.
Dolayısı ile Batı’daki hâkim düşünce okulu bugün bir din ile nasıl
konuşacağını bilmez durumdadır… Bununla birlikte Ferid Esack’ın iddia
ettiği gibi diyalog, liberalleşmiş ve izafileşen gelenekler arasında daha
başarılı olamayacak; bilakis en başarılı diyalog kutsal metinleri referans alan
muhafazakâr mü’minler arasında olacaktır.
İslam ile aşırı feminist düşünce
arasındaki çatışmalar keskin olacaktır; fakat bu tartışmalar Rorty’nin ‘gökyüzü
orakları’ olarak tanımladığı daha yüksek bir epistemolojinin her meselenin üzerinde
Demokles’in kılıcı gibi sallandırılmasıyla çözülemez. Bu tartışmaların
çözümlenebilmesi için, azınlık görüşleri bir nebze zedelenebilecek olsa da, hak
arayışına imkan veren bir konsensüs ortamının yerleşik hale getirilmesi
zorunludur.
1994’teki Kahire Nüfus
Konferansı’nda en başarılı kültürlerarası işbirliği, dindar liberaller arasında
değil, bilakis en muhafazakâr iki katılımcı grubu, Müslümanlar ve Vatikan
temsilcileri arasındaydı. Günümüzün ahlaki göreceliğini aşırılaşmaya devam ederse
ki öyle görünüyor, farklı inançların gelenekselcileri arasındaki böylesi
işbirliğinin daha da yaygınlaşacağı öngörülebilir.
Müslüman düşünürler Varlıktan
yola çıkmışlarken, Hristiyan düşünürler ise Akılla başlamışlardır.
Bugünün dünyasında, keza Allah’ın
izni ve inayetiyle yeni binyılda, İslam’ın süregelen ve birçok modern izleyiciyi
hayrette bırakan gücüne paralel olarak geliştirilmelidir. Gazali’nin de tamamen
öngörülebilir olarak mütalaa etmiş olduğu üzere, Batı düşüncesinde bir boşluğa
yol açmıştır.
Olgusal insanoğlu, kendisini
ancak bir olgu olarak bilebilir; anlamın ve meta-anlatının tek kaynağı olan öz,
yalnızca geleneksel olarak anlaşıldığı
şekliyle aklın ulaşabileceği bir şeydir; yoksa basit bir muhakeme makinesi
olarak akıl ona ulaşamaz.
Anlamlı bütün nazari davaların
kaynağı, Hakk’a yönelik dönüştürücü sevgisidir. Yalnızca o Kaynak, hakikati
sonuç verir; O olmadan, güneş sistemi güneşsiz kalır ve hiçbir şey görülemez.
3.BÖLÜM
TEMEL
İLKE OLARAK SÜNNET
Çağdaş Batı sanatı, biz
Müslümanların pek fazla zaman ayırdığı konu değildir. Aramızda gözü açık
olanlar, bu sanatın açık bir biçimde Batılı Hristiyan dünya görüşünün çöküşünü
temsil ettiğinin bilincindedirler. Ki, bu dünya görüşünün yerini, ilkin,
Rönesans’ın beşer-üstü insan fantezileri, yaratılmış insanın kendine yeter
olduğunu düşündürten o saçma çıplak tasvirler almış ve sonra iki dünya savaşı
Batılı seçkinleri insanın kendi elleriyle bir yeryüzü cenneti yaratmasının
mümkün olmadığına ikna ettiğinde, modern dönemin tuhaf sanat ürünleri boy
göstermeye başlamıştır.
Bugün en bilinen İngiliz sanatçılarından
biri, çürümeyi engelleyen formaldehit adlı kimyasal sıvı içinde yüzen bir koyun
sergilemesiyle meşhur Damien Hurst’tür. En az onun kadar ünlü iki sanatçı da
çok büyük tuvalleri kendi idrarları ile boyayan gri Marks and Spencers kostümlü
iki orta yaşlı eşcinsel, Gilbert ve George’dur. Unutmadan İngiliz sanat
dünyasında en prestijli ödül olan Turner Ödülü’nü 1998’de fil dışkısıyla
boyanmış bir heykelin kazandığını da hatırlatalım.
Postmodernite Batılı ruhu esir
almış, hatta dağıtmıştır. Ki o ruh, en zeki ve en saygın sanatsal
temsilcilerinin örneklendirdiği gibi, buğün insan dışkılarıyla ilgilenmeye
başlamış bulunuyor. Ruhtan akla, bedene ve şimdi de, atık ve dışkılara… Bakışımızı
başka yere çevirmemizi gerektiren can sıkıcı bir gelişme. Ama sırf çöküşün ne
kadar istikrarlı gittiğini gözlemek için dahi sanat galerilerini gezmek, insana
çok şey öğretiyor.
Biz tarihin % 99’luk diliminde
türümüz tarafından genel kabul görmüş normları elimizde tutmaktan öte bir şey
yapmıyoruz. İfrat eden, aşırılığa giden, acayip bir şekilde büyümüş ve
çıldırmak üzereymiş gibi görünen Batı’dır.
Samimi Müslümanların her
akıllarına düştüğünde kalplerinde duydukları Kâbe hasreti, basit bir bina
özlemi değildir. Zaten kendisi için, kendisi adına bakıldığında, Kâbe
kâinattaki diğer şeylerden daha üstün bir cüz değildir. Bu nedenledir ki, Kâbe
hasreti, bizim ruhlar âleminde Yaratıcımızın huzurunda olduğumuz o zaman-dışı
mükemmel ‘zaman’a ulaşma özleminin bir ifadesidir.
Bu hasret, İslam’da merkezi bir duygudur. Kalpten gelmektedir. Kalp Kâbe’nin
ihtişamını bilir, akıl kavrayamaz, akıl için, neticede 12 metre yükseklikte küp
şeklinde bir yapıdan ibarettir. Celâleddin Rumi şöyle der: “Akıl hac için deve
buluncaya kadar, muhabbet Kâbe’yi çoktan tavaf ermiştir.”
İnsanlığın büyük babası ve büyük annesi, Cennette, sadece tek bir şeyin
talimini yapıyordu: Belirli bir ağacın meyvesini yemekten sakınmak!
Namazın sonunda Kabe’den başka yere dönmeden önce, ,kulaklarımızda hala çınlayan içimizdeki o sözü sağa ve sola söyleriz: ‘es-selamü aleykum’. Zarif ve kadim kutsal merkezle kurduğumuz bağlantı, diğer vakitlerde bize değişmiş bir tavır kazandırır.
Namazın sonunda Kabe’den başka yere dönmeden önce, ,kulaklarımızda hala çınlayan içimizdeki o sözü sağa ve sola söyleriz: ‘es-selamü aleykum’. Zarif ve kadim kutsal merkezle kurduğumuz bağlantı, diğer vakitlerde bize değişmiş bir tavır kazandırır.
Namaz, bir zikir biçimidir... Saf
güzellik olan Kâbe’ye bedenen yöneliş, ilk yuvamızın tasdikini, hepimizin bağlı
olduğu o ahde sadakatimizin teyidini temsil eder ve hatırlatır. O halde, namaz tam insanlığımızın beyanıdır.
Modern dünya, fıtrattan uzaklaşma
hususunda bir panik içindedir. Denizler, hava ve nehirler, insanın hırsının ve
saflığa duyduğu nefretin bir sonucu olarak, endüstri atıklarıyla kirleniyor.
Alzheimer hastalığı, satım, ADIS ve erkek kısırlığı, insan türüne ait çöküşün
gittikçe büyüyen işaretleridir…
İnsanların intisap ettiği dinlerin onlar için cazibelerini kaybetmiş olduğu, bu
yüzden de insanların kendi zevklerine ve bizzat kendilerine tapınmakta
oldukları fark edilmedi.
Sünnet modernliğin zehirli denizinde bizim güvenli bir şekilde yol
almamızı sağlayacak bir cankurtaran sandalıdır.
Benlik damarı Peygamberimizden
uzak olduğu gibi, şaşkınlık yahut ümitsizlik de O’na yakın değildi. Daima,
hakikatin hakkı için baktı ve gördü. Uhdesindeki nübüvvet makamının
farkındaydı, ama bununla kibirlenmezdi. Ve şöyle derdi: “Mahşer günü
diriltilecek ilk insan benim ve bununla övünmem.” O kendi kıymetini biliyordu,
ama Rabbini bilmesi dolayısıyla biliyordu. Bu yüzden hiç kibirlenmezdi.
O’nun sünneti dünyada O’ndan kaçmayı değil,
O’nu yaşamayı gerektirir.
Sünnet, fıtratını bozmamış
olanlar için, türümüzün normal yaşam tarzı gibi kolayca ve tabi olarak gelmek
zorundadır. “Aranızda hiç kimse iman sahibi değildir” der Peygamber “ta ki
arzularınızı, kişisel tercihlerinizi, hevanızı size getirdiklerime tabi kılana
dek!”
Nefsi ve Ben’i, bir kedinin
fareyi gözlediği gibi gözlemeye ihtiyacımız var. Sürterek parlatmalıyız
nefsimizi ancak bu sayede nurlanabiliriz.
Merhamet yüklü bir hoşgörü olarak
hilm, Peygamberin yokluğu halinde o kadar kalbi kazanmasının imkânsız olduğu
bir vasfıydı.
Talihliyiz, çünkü Batılılardan ayrı olarak, hala güzelliğe odaklanmış haldeyiz. Başka bir deyişle, her şeye rağmen, ne olduğumuzu yahut ne olmamız gerektiğini biliyoruz.
Talihliyiz, çünkü Batılılardan ayrı olarak, hala güzelliğe odaklanmış haldeyiz. Başka bir deyişle, her şeye rağmen, ne olduğumuzu yahut ne olmamız gerektiğini biliyoruz.
4.BÖLÜM
AİLENİN
ÇÖKÜŞÜ
Abdü’l-Vedud Çelebi, ancak
“tefessüh[3]”
bir ilke olarak kamusal müzakere zemininde kendisinden asla söz edilemez hale
geldiğinde o toplumun gerçekten çökeceğine işaret eder.
Ailenin konumu üzerindeki
münakaşa, göbeği yağ bağlamasına karşın “çökmüş” olan Kuzey ile gitgide daha da
yoksullaşan Güney arasında mevcut olan bir ideolojik çarpışmanın tam ortasında
yer almaktadır. Yine, Avrupalı Müslüman topluluğu da, bu çarpışmanın ortasında,
kendisini tanımlamaya ve hayatiyetini sürdürmeye çalışıyor… Her televizyonu
açıp arkamıza yaslandığımızda, Üçüncü Dünya’nın katı bir şekilde aile-merkezli
oluşunun hastalıkları ve halklarının liberal demokrasinin sosyal öğretilerine
uyum göstermedeki isteksizlikleri hakkındaki sonu gelmez propagandalarla diri
tutulan Kuzeyli önyargı ve şüpheye şahit olmak zorunda kalıyoruz.
Aslında, modern Batı’ya ait
sosyal öğretilerin, girmekte olduğumuz binyılda yeni emperyalist ideolojilere
dönüşmekte olduğu fikrine katılmamak mümkün değildir.
1950’ler ve 60’lara kadar
Avrupa’nın aile değerleri, fark edilir derecede, aileyi merkeze alan büyük bir
din ve gelenekten besleniyordu. Bugün büyük ölçüde kayboldu… Londra’daki 900
rahipten 200’ü eşcinsel eğilimlerini açıklamışlardır. Bu durum laikçiler
tarafından sevinçle karşılanmaktadır zira geleneğin zayıflamış sesinin en
sonunda tamamen kesileceğini ümit ediyorlar. Avrupa’nın geri kalanının durumu
da, doğrusu bundan pek farklı değil.
Bütün bunlar, sınıf, ırk ve
iktisat açısından Avrupa’nın büyük kısmında şimdiye kadar marjinal kalmış
Müslüman topluluğunun, bundan böyle, potansiyel olarak çok daha şiddetli bir
yabancılaşmaya maruz kalacağı anlamına gelmektedir.
İnsanların “İnançsızların ne düşündüğünden bize ne?” diyerek omuz
silkmesi çözüm değildir. Çünkü Kur’an, Müslümanların başkalarına örnek olmaya
çağırmaktadır. Biz, kültürel gettolarda saklanır ve sınırı aşmalarından
ince bir zevk duyduğumuz kimselere yıpratıcı ve küstah bir şekilde davranırsak,
ne örnek olabilir, ne de Allah’ın bize gönderdiği mesajı başarılı bir şekilde
aktarabiliriz. İşte bu yüzden, Batı toplumunun gerçek ikilemlerini anlamada zor
olan yolu seçmek zorundayız ve bizi bekleyen daha da zor bir iş, gerçekten
yardımı olabilecek çareleri nazikçe sunabilmemizdir.
Bugün İngiliz çocukların yüzde
34’ü evlilik dışı doğuyor, benzer oranda yetişkin ise boşanmanın üzücü
sonuçlarını yaşıyor. Yirmi yıl içinde, ulus çapında çocukların ancak yarısından
daha azı, anne ve babanın beraber yaşadığı ailelerde büyütülecek… ABD’de mahkûmların
yarısından çoğunun parçalanmış aileden geldikleri ve erkek ve kadınların orta
ve ileri ve ileri yaşlarda dahi anne-babalarının boşanmasından derin psikolojik
zarar gördükleri biliniyor. Görünen o ki, Piskopos ve Hahambaşı, çocuklar ve
yetişkinlerin aile sığınağına geçmişte asla bu kadar ihtiyaç duymadıkları
hızla-değişen bir dünyada, ailenin
günahların en temeli olan bencillikle yıkılmış
olmasının yasını tutuyorlar. Kimse bir feragatte bulunmak istemiyor. Kişisel özgürlük putuna boyun eğerek, hepimiz
haklarımız için yaygara koparıp görevlerimizi es geçiyoruz.
Açgözlülük, zengin insanlar ve
mutlu Finans Bakanları meydana getiriyor, ama artık bunun uzun vadeli
maliyetini ödeme zamanına gelindiği de gözleniyor.
Müslümanlar olarak bizler biliyoruz ki, toplumun mevcut kötü durumu
asla vaaz vermekle ıslah edilemez. Yapısal değişimler de gerekir ve
böylesine ağır bir problemin çözümünün sancılı olacağı aşikârdır.
En az ailenin çöküşünün nedenleri
kadar aşikâr başka bir şey de, kurulu düzen ideologlarının bu çöküş nedenlerini
tanımayı reddetme gerekçeleridir. En göze batan örnek, politikacılardır… Parlamento üyelerinin ahlak dışı
ilişkileri, ikinci eş olarak kullandıkları sekreterlerle de sınırlı değildir.
Açıkçası, Batı’da çok-eşlilik, Müslüman topraklarda görüldüğü üzere az
rastlanır bir istisna değil, kuraldır.
Bireysel hakların aile
haklarından önce geldiği gibi felakete götürücü bir anlayış kaçınılmaz bir
şekilde hem bireyin, hem de ailenin çökmesi sonucunu doğurmaktadır.
Cinsel tacizler üzerine
günümüzdeki şiddetli tartışmalardan anlıyoruz ki, bundan böyle özel arzuların
tecavüz edemeyeceği bir kamusal alandan pek söz edilemez. Erkek ve kadınların
gelişigüzel birbirine karıştırıldığı, ayartma ve sadakatsizlik yönünde radikal
bir şekilde artmış fırsatın bu derece herkese açık olduğu bir toplum, daha önce
asla var olmamıştı.
Kamusal alanın erotikleşmesi,
kültürümüzün bir parçası haline gelmiştir. Orta yaşlı erkekler ile kadınlar bir
kez baştan çıkınca, gayrimeşru sağlıksız ilişkiler kurmak artık bir an
meselesidir.
Sorulması gereken soru şu: Acaba
çare var mı?
Bizim taraf olduğumuz tercih,
erkek ve kızların ayrı ayrı eğitilmesidir. İşyerlerinde, kadının ilerlemesine
engel olunmadan, gayrimeşru bir aradalığa ilişkin tüm olasılıklar ortadan
kaldırılarak eş hakları garanti altına alınmalıdır. Bu noktada karşı cinsten
asistan istihdam etmede ısrarlı olan siyasetçiler ve işadamları, gerekçelerini
açıklamalıdırlar. Kadını metalaştıran ve evlilikte sadakatsizliği, kışkırtmaya
yönelik pornografi ve pornografi-içeren reklamlar, müsamaha gösterilmeden
sansür edilmelidir.
Ailenin çöküşü süreci, iktisadi
ve insani sonuçları itibarıyla çok radikal bir şekilde gelişiyor. Bu çöküşü
sebebiyet veren unsurların tespit edileceği ve radikal çözümlerin düşünüleceği
bir zaman, hiç kuşkusuz, eninde sonunda gelecektir. Sonra da, büyük bir
ihtimalle, bugün alay konusu edilen mâkuliyet yüklü Müslüman muhafazakârlığı
lâyık olduğu mevkie erişecektir.
Conor Cruise O’Brien’ın izah
ettiği gibi, seküler sosyal ilaçlardaki sıkıntı, uygulandıkça hastayı daha da
hasta etmesidir. Batı’da bugün bunu ifade etmek, sosyal hastalıklarımızın daha
da kötüleştiğini söylemek, küfür kabul edilmektedir. Ama durum budur. Gelgelelim,
bu sahte din (Batı’nın yeni dini, söz konusu tatminin haklardan zevk alabilme
yeteneğiyle elde edilebileceğini öğretir), böylesi bir yıkıma öncülük etmiş
anlayışların toplumun hassas kesiminde eleştiri konusu edilmemesini sağlayacak
kadar güçlüdür hâlâ. Böylesi bir hassaslığı umursamayan yegâne halk olarak,
belki de sadece Müslümanlar kalmıştır.
Bu yüzyılın en karakteristik özgürlükçü hareketlerinden biri, feminizm
olmuştur. 20. Yüzyıl feminist değerlerden dolayı en ziyade mağdur olan kesimin,
öyle niyet edilmediği halde kadınlar olduğu gözlemidir… Gerçek adaletsizlik
ve ıstırap, asıl sosyal desteğin kesildiği, kendilerini bağımsız bir varlık
olarak ispat etmek zorunda kalan bugünün kadınları için oldu… İslam’da kadın,
daima malını, soyadını, miras haklarını ve dava açma hakkını elinde
bulundurarak evlilik sonrasında bile kanun önünde müstakil bir kabul gören
özerk bir kişidir.
Müslümanları üzen şey, daha
ziyade, son otuz yılın yeni feminizmi; Friedan, Greer ve Daly’nin militanca
ideolojileştirilmiş dünya görüşüdür. Bu düşünürler, sadece toplumdaki yapısal
haksızlıklara değil, erkek ve kadın kimliğinin en temel kabullerine de
saldırarak, yeni bir evre başlattılar. “Annelik içgüdüsü miti yok edilene
kadar, kadınlar boyun eğmeye devam edecekler” diyen Simone de Beauvoir’ı, başka
feministler de, benzer sözler söyleyerek takip ettiler.
Günümüz toplumu, mutlak eşitlik aramaları yönünde kadınların
beyinlerini yıkayabilse de, onların bebek sahibi oldukları, hatta çocuk
yetiştirmekten zevk alma eğilimine sahip oldukları gerçeğini daha fazla göz
ardı edemez... Bugün kadınların mutlak kadın-erkek eşitliğini talep eden
feminist ortodoksiye karşı geldiğine ve çocuk bakmanın birçok eğitimli kadının
zihninde medyada sunulduğu kadar da kötü algılanmadığına dair görünür işaretler
söz konusudur. Fakat başka bir skandal daha var ki, o da, babaları
“anneleştirme” ve ev erkeğine dönüştürme kampanyasıdır… Tüm bu yanlışlar ve
başarısızlıklar sonucunda, bugün birçok
ev, evden çok yatakhaneye dönüşmüş durumdadır.
Öğün vakitleri rastgeledir, öğünler ise konserve türü hazır yemeklere
kaymıştır; anne babalar, enerjilerini tükettiklerinden, çocuklarıyla “nitelikli
zaman” harcayamaz hale gelmişler, dahası eve ve birbirlerine aidiyet hisleri de
hazin bir şekilde zayıflamıştır. Çocuklarda evi terk ettiklerinde artık eskisi
gibi kendilerini pek bir şeyleri terk etmiş gibi hissetmiyorlar.
İki eşin de çalıştığı ailelerde
stres, normal insanların çoğunun üstesinden gelebileceğinden fazladır. Yüksek
gelir ve işten zevk alma, artan yorgunluk ve mücadele için yetersiz
telafilerdir. Kadının evi sıcak bir
yuvaya dönüştürme kabiliyetinin törpülenmesiyle, hem koca hem de çocukların
içinde bulunduğu ortam güvensizleşmiştir. Görevlerinin üst üste gelmesi,
sonsuz genişlikte bir tartışma alanına neden olmaktadır. Ve çözülme meydana geldiğinde
en çok acı çekenler, her zaman olduğu
gibi, kadınlar olmaktadır. Yaşlanan yalnız
bir ebeveyn olarak kadın, toplumun kendisiyle çok az ilgilendiğini bizzat
yaşar. Bu kadın tipinden, neredeyse “devletin kadınları” diye yeni bir sınıf
oluşmuştur.
Modern Avrupa’nın sosyal yönden
çözülüşü, vergi gelirlerinde müthiş bir artışı beraberinde getirmiştir.
Sosyal yapıyı kemirmekte olan güveler, yalnızca feministler değildir.
Daha radikal oldukları söylenebilecek başkaları vardır. Bunların en uç örneği
ise eşcinselliği savunanlardır. Merak uyandırıcı ama daima iğrenç
ideolojileri topluma öyle bir doğma dayatıyor ki, aile açısından sonucunun
ölümcül olduğu çoktan ortaya çıkmıştır… Bazı araştırmacılar aşırı nüfuslu
topluluklarda bu eğilim Tabiat’ın nüfusu kontrol altında tutmaya yönelik kendi
tekniğiyle alakalı olduğu tahmininde bulunmuşlardır… Gebelikle sonuçlanan
kadın-erkek cinselliği, yeni yaşama, çocuklara, torunlara ve bitmez tükenmez
bir soya yol açan muazzam bir birleşmedir. Sonsuzluğa açılan bir kapıdır. Buna
mutlak derecede zıt olarak eşcinsellik ise, hiçbir ürün vermez. Her zaman
olduğu gibi, en uç noktada günahlar bir erdem tersyüz edildiğinde gelir.
Eşcinsellik evlilik kurumuna
yönelik radikal bir meydan okumayı temsil eder. Eşcinselliğin propagandacıları,
inkâr etme ihtiyacı hissetmeden, türümüzün en hayati ilkesine saldırmaktadırlar…
Eşcinselliği savunan lobinin her başarısı, toplumun aksi durumda yaşamını
sürdüremeyeceği fıtrata uygunluğa vurulmuş bir darbedir. (s:113)
Eşcinsellik, çok uzun zamandır,
insanı tatmin etmeye yönelik olarak, “hayat tarzı seçenekleri”nden bir seçenek
denilerek ailenin önemi azaltılmaya çalışılıyor.
AIDS’in ilahi bir ceza olduğu
görüşü, çok kaba bir yaklaşımdır. AIDS, sadece ilahi kanunu, nâmus’u göz ardı
ettiğimizde başımıza gelebilecekleri hatırlatan bir numunedir.
Teknoloji ve refah, artan
orandaki zayiatla başa çıkabilecek sosyal güvenlik sistemlerinin vücuda
getirilmesine izin verir. Ama burada bir ironi mevcut: Yeni Dünya Düzeni’ne
liderlik eden bir devletin Central Park’ında gece yarısından sonra asayiş
sağlanamamaktadır… Batı’daki sosyal gidişat hususunda her halükârda endişe
etmeliyiz. Batılı ailenin sağlığına kavuşması, Müslümanların ilgilenmesi
gereken acil bir meseledir. Arkadaş ve komşularımızın inançları, gerçekliğin
örsünde paramparça olup da bizi dinlemeyecek kadar perişan olmadan önce,
görüşlerimizi onlara ifade etmek zorundayız.
5.BÖLÜM
İSLAM,
IRIGARAY VE CİNSİYETİN YENİDEN TANZİMİ
Prof. Carol Gilligan “ kadınlar
ahlâki kararlarını haklar çerçevesinde almaktan ziyade, ilişkiler çerçevesinden
alırlar”.
Cinsiyet-odaklı yaklaşımların
bütün problemi maneviyatla ilişkilendirmesidir.
Mevlana “Akıl hac için bir deve
buluncaya kadar aşk Kâbe’yi tavaf etmiştir” der. Çoğu geleneksel din Allah’a
giden yolun akıldan değil, kalpten geçtiğini kabul eder.
Eski Hristiyanlığın evlilikten
daha yüksek bir davet olarak sürekli bekârlığı tercih etmesi, kadınlara karşı
özel bir tavır takınmasını gerektirmişti. Burada model olarak alınan kişi,
kuşkusuz, Kilise muhayyilesinde tasvir edilip yorumladığı şekliyle, Hz. İsa’nın
kendisiydi. İslam ise, bunun tam zıddı olarak, Semitik nübüvvet çizgisinin asli ve aynı zamanda Süleyman-vari,
çok-eşli, yiğit peygamber modelinin bir versiyonunu muhafaza etti.
İslâm’ın
tabiiliği, sürekli olarak şunu savunur: Kutsiyet, insan içgüdülerinin
bastırılmasından değil, onların bir nizam altında teyidinden hâsıl olur.
Başka
yerlerde olduğu gibi bu mekânda da kadınlar ve erkekler cemaatle yapılan ibadet
esnasında birbirlerinden ayrılırlar. Bunun sebebi yine pragmatik bir nedendir:
Genellikle fiziksel temas da gerektiren ibadet sırasında erkekler ile
kadınların birbirine karışmasının hemencecik zihni ve ilgiyi başka tarafa
çekmesi ihtimali.
Sonuç
olarak, kadınlar ibadette erkeklere liderlik edemezler.
Cinsiyeti kutsal (ya da doğal –AHÇ) işaret olarak tanımayı
reddeden ama rastgele erotik sinyaller göndermekten zevk alan modernite,
kamusal alanı renklendirerek ve kaba bir şekilde “yargılayıcı” bulduğu cinsiyet
ayrımının tüm bakiyelerine savaş açarak, kamusal alanı “evcil”leştirir.
Irigaray’ın
çalışmasındaki zaaf, onun yaşlılara karşı üzücü kayıtsızlığıdır. Birçok
feminist gibi oda, sadece görünüşte
olanlar ile ilgilidir. Dişi vücudunun üreme ve beslenme telosunu kabul etse
de sonu ihtiyarlığa varan doğal gidişatı değerlendirirken gözle görülür oranda
başarısızdır.
Yaşlı
annelere hürmet, annelere yumuşaklık ve sadakat, onların gösterdikleri şefkate
misliyle karşılık verecek bir şefkatin neredeyse kutsal bir davranış olarak
görüldüğü nebevi vizyonun tekerrür eden özelliğidir. “Kim annesinin iki gözü
arasından öperse, ateşten bir korunma kazanır.”(Beyhakî)
Nitekim
İslâmi kültürler üzerine çalışan antropologlar, sürekli olarak, hanımların kocalarına karşı, kocaların
ise annelerine karşı vazifeşinas olmalarını gerektiren ikili bir hiyerarşi
bulunduğunu ifade ederler. Modernite, bu iki bağı da zayıflatır: İlkini
hiddetle, ikincisini dalgınlıkla. Ve sonuç, dürüstçe söylersek, gençleri
yaşlılar öncelikli hale getiren ve toplumun onuru ve toplum hafızasının hazinesi
haline gelmiş yaşlılara karşı insafsız ayrım biçimleri dayatan orantısız bir
yeni hiyerarşi olmuştur... Amerikalı yaşlı insanlara ait evlerin yüzde 60’ına
tek bir ziyaretçinin uğramadığını ortaya koymuştu. Ki, ortalama durum bu
olmakla birlikte, kadınlar arasındaki yüzde daha da yüksek olsa gerektir. Bu
bakımdan ironi şurada: Batı’da genç ve orta yaşlılar, şimdiye kadar olduğundan
daha geniş ufuklara sahiptirler; ama hepsi tek başlarına, televizyon ekranına
bakarak, hafızalarındaki olayları tekrar tekrar sohbet konusu ederek ve çok
nadir ziyaret eden akrabalardan gelen ve yılların akıp geçtiğini hatırlatan
tebrik kartlarıyla oynayarak, evde hapis kalarak geçirecekleri ölümden önceki
son on yılın korkusunu şimdiden yaşıyor olmalıdır. Hâlbuki en Batılılaşmış Müslüman toplumlarda dahi, yaşlıların aslında gayet
konforlu toplama kamplarında soyutlanmış halde tutulmalarına iyi gözle
bakılmaz.
Halk içinde cazibesini
teşhir eden bir kadın, “görsel hırsızlık” olarak tanımlanabilecek nahoşluktan
incinebilir bir konumdadır. Ve böyle bir durumda, onun tanımadığı erkekler,
rızası olmadığı halde kendisinden görsel olarak haz alabilirler. İşte kadın,
örtünerek kendisini fiziksel bir varlık olarak sadece ailesine ve kadınlar
meclisine gösterme iktidarını kazanır. Özellikle modernitenin fırtınalı
ikliminde kullanışlı bir tür “manevi
yağmurluk” olarak hicaba ilişkin bu
görüş, gelenek ve gayeden değil, erkeklerin görsel tecavüzünden ve gereksiz
gösterişten özgürleşmiş bir İslami kadın vizyonuna izin verir.
Stephen Pinker, kitabı Zihin Nasıl Çalışır’da açık bir şekilde
şunu belirtir: “Erkeğin tekrar-üreme
başarısı ne kadar dişiyle çiftleştiğine bağlıdır, ama dişinin tekrar-üreme
başarısı ne kadar erkekle çiftleştiğine bağlı değildir.
İslam özelinde çok-eşlilik, Tevrat’a
inanan bir kabile toplumuna kadar geriye götürülebilecek şekilde, Sâmilerden
tevarüs edilen bir kurum olarak ortaya çıkmıştır. Ki söz konusu toplumda sık
sık savaşlar olduğundan, dul kalanları koruyacak ve tekrar topluma kazandıracak
bir güvenlik sistemine ihtiyaç duyuluyordu. Bununla birlikte konuya daha
evrensel açıdan bakacak olursak, klasik Hinduizm erkeğin dört eşli olmasına
izin verirken, birçok Hristiyan da, otantik biçimde Kitab’ı Mukaddes’e uygun
bir hayat tarzının parçası olarak, bugün
çok-eşliliğin bir kurum olarak yeniden toplumda yer almasını talep
etmektedir.
Çok-eşlilik kadının yararına
da iş görebilir: Mesela böyle bir ailede kadınlardan biri işe gidebilirken,
diğeri çocuklara bakabilir. Hem böylece modern ilişkiler içinde yakayı
bırakmayan bir mânia olarak işin çocukla, çocuğun işle aldatılmasının önüne
geçilebilir. Bu da, çok-eşliliğin, dürüst konuşursak, kadınlar için özgürleştirici
bir seçenek olduğunu göstermektedir.
Modern
Batı toplumları Müslüman toplumlara göre çok daha fazla çok-eşli uygulamaları
bünyesinde barındırmaktadır. Tek farkla ki, Batı’da ikinci ilişkiler herhangi
bir yasal çerçeve içine oturtulmaz.
Erkekler
biyolojik olarak birden fazla kadından hoşlanacak şekilde yaratılmışlardır…
Modern Batı’da bir erkek aynı anda iki kadınla beraber olduğunda hukuk, iki
kadından birini, meşru haklardan ve sosyal konumundan yoksun bırakabilir. Buna
karşılık, şeriatta iki kadın da yasal
eşler olarak pekâlâ kabul görebilir. Batı’da homoseksüel, lezbiyen ve diğerleri
de dâhil olmak üzere tüm türlerin rızaya dayalı ilişkileri, izinden de öte,
militanca savunurken; yine rızaya dayalı surette, bir erkeğin iki hanımla
evliliği ahlaka aykırı olarak görülmektedir. Batı toplumlarında insanlar hâlihazırda
“günah içinde” yaşamakta ve inatla da birlikteliklerini yasallaştırmaktan uzak
durmaktadırlar.
Kuşku
yok ki, benlikten sıyrılmadıkça yeryüzünde adalet ve şefkatin gün yüzü
göremeyeceğine dair sufi içgörüsünün, akıllılar arasında nihai kıstas olacağı
bir zaman gelecektir. İslami gelenek, rol yokluğunun giderek daha fazla tahribi
gözlenen kural yokluğuna önderlik ettiği yeni toplum üzerine tefekkür etmek ve
birçok sorumluluk sahibi zihni karıştırmaya devam edegelen bir tartışmayı gerek
kendisinin, gerek Batı’nın aşmasına imkân sağlamak suretiyle, gerçekten bir
köklü çözüm imkânı sunmaktadır.
6.BÖLÜM
GEÇMİŞE DUYULAN ÖZLEM
OLARAK HİDAYET: BÜYÜK MİSAKIN UZANTISI
İhtida,
İslam’a giriş, bir hatırlatmadır; zaten var olanı inkâr etme değil, içeriye
geri dönme ve teyit etmedir. Bu sebeple, bugünkü yeni Müslümanların büyük
çoğunluğu kendilerini ‘dönenler’ diye değil, ‘aslına dönenler’ diye
tanımlıyorlar. ‘Farkına varanlar=kabul edenler’ belki daha sahih bir karşılık
olabilirdi. İhtida edenler için İspanyolcadaki alışılmış deyim, yani, kendini
Müslüman kabul eden, Müslüman olduğunun farkına varandır.
İslam’a
dönüş, iddia edildiği şekilde tipik bir biçimde resmi baskının veya yerli
Hristiyan kurumlarının ya da diğer kurumlarının çökmesinin bir sonucu değil,
Müslümanlar ile gayrimüslimler arasında artan sosyal etkileşimin bir
neticesidir.
İhtidanın
alışıldık kıvılcımı uzaktaki sultanların siyasetleri değil, Müslüman tebliğciler
ile temas kurulması idi… Bugün Endonezya nüfusunun yüzde 90’dan fazlası
Müslümandır. Öyle görünüyor ki, bunun sebebi, deniz ticaret yollarının
Müslümanların hâkimiyetinde olduğu nazara alınırsa, bölgenin hepsi de
nüfuslanmış birkaç bin adaya bölünmüş olmasının Müslümanların bu adalara
ulaşmasını kolaylaştırmış olmasıdır. Bu sayede Müslümanların ada halkıyla temas
kurma imkânları artmıştır.
Kur’an
kenara itilmiş ve zulme uğrayan bir zümre lehine, çok-tanrılı bir dünyaya karşı
ve aynı zamanda onun ardındaki Yahudi-Hristiyan âlemine karşı bir argüman
olarak ortaya çıktı.
7.BÖLÜM
DİNDAR ÖTEKİYİ TASVİP
ETMEK
Şeriatla
etkileşim içinde olan ve gayrimüslimlerle ilişkiler alanındaki hükümleri
sayesinde anında ulaşılabilir ahlaki ve teolojik zemin temin eden, tasavvuftan
ziyade, kelamdır.
İslam
emelleri itibariyle evrenseldir. Bir hadis-i şerifte “Önceki peygamberler
sadece kendi kavimlerine gönderilmiş iken, ben bütün insanlığa gönderildim”
buyrulmaktadır. Buna göre, Müslümanlar, bir ahir zaman ümmeti, ilk olacak
sonuncular halini almaktadır.
Ötekinin, yani diğer dinlerin
mensuplarının daha nazikâne bir değerlendirmesini güvence altına almak için
Esack ve Eyyup’ün yaptığı şekilde icmaı sorgulamak, hadisi görmezden gelmek ve
Kur’an’i tefisirin temel prensiplerini sulandırmak, zımnen Hristiyanlıktaki
gibi sekteryen çöküşe giden bir çözülme ihtimaline yol açmak demektir.
(s:205)
Kutsi şeriatın âlimleri İslam’ın
diğer bütün dinleri neshettiği hususunda görüş birliği halindedirler. Çünkü bu
bizzat İslam’ın tavrıdır.
Bir kimsenin ait olduğu cemaati
necat tarihi içinde merkezi bir yere oturtmasının kaçınılmaz olarak mü’minleri
aşırı gurura, ihtilafa ve cepheleşmeye götüreceğini ileri sürmenin olsa olsa
bir hata olduğuna hükmedebiliriz.
Dini
bir birlikte yaşama seviyesini ekseriya desteklemiş olan İslam gibi… Çeşitli
inançların birbirlerine geçmiş olduğu bir dünyada yaşamanın talepleri acil bir
cevap istemektedir. Ancak, dinlerin kendi anlayışlarının temel prensiplerinden
vazgeçmemek zarureti de aynı derecede aciliyet kesbetmektedir.
8.BÖLÜM
MÜSLÜMAN VE İNGİLİZ
İslam kültürü, başlangıçtaki Arap
çağından sonraki dinamizmini, kendi etnik dehaları ile önce Farslar, daha sonra
ise bariz bir biçimde Türkler olmak üzere, mühtedilerin enerjisine mi borçludur;
eğer öyleyse, Batı’da mühtedilerin zuhuru, yaşlı ve yorgun İslam ümmetinin
talihinin daha kapsamlı bir dirilişinin habercisi olabilir mi?
1.5 milyona ulaşan İngiliz
Müslüman nüfusu üç gruba ayrılır. Birincisi ve en az sorunsal olanı, kültürel
oluşum itibariyle İngiliz olmayan, ancak bu ülkeye göç etmiş bulunan erkek ve
kadınlardır.
İkinci grubun içinde, birinci
grubun çocukları, bazen de torunları vardır. Bu gruptakiler, genellikle iki
dünya arasında parçalanmış insanlar olarak görülürler; oysa gerçekte, İngiliz
dünyası onların kalplerini, onların çoğunun kabul ettiğinden daha derin bir
biçimde şekillendirmiştir. Modern okul düzeni, gerçeklerin oldukça sade
telkinlerine aykırı biçimde, çocuğu eğitime ve bir kültür aşılama işini anne
babalardan ziyade okul öğretmenlerine yükleyen bir kültür için dizayn
edilmiştir. Bu ülkeye göç etmiş olan Müslümanlar, bu göç işi tam da İngiliz
eğitiminin anne babalık işine de giriyor olduğu bir zamanda gerçekleştirmişlerdir;
neredeyse hiçbir Müslüman ebeveyn bu gerçeğin farkına varmıyor, oysa bu ülkede
Müslüman çocukların daima üçüncü bir ebeveyni vardır: Eğitim Bakanlığı.
İngilizliği öfkeyle reddetme iddiasında olan ikinci nesil Müslümanlar bile,
aslında bu ret davasını Batılı muhalefet tarzlarından derinden derine
etkilenmiş olan radikalizm tiplerine göre yapıyorlar.
Üçüncü grup ise, bu üç grubun en
küçüğü olan “İslam’a dönenler” veya daha yerinde bir deyimle “aslına dönenler”
topluluğudur… Tanım gereği, İslam’ın hidayet verdiği bir İngiliz, bir biçimde
sıra dışı biridir.
Britanya’da İslam’a dönenlerin
bariz bir çoğunluğunun Protestan ve Yahudi bir mazisi olanlardan ziyade
Katolikler arasından çıktığıdır. Bu grup içerisinde, benim tecrübelerime göre
İslam’ı seçen yegâne din adamlar sınıfı Cizvitlerdir; diğer Hristiyan
tarikatlarının mensubu olup da İslam’a dönmüş bir tek kişi görmedim.
Ameller niyetlere göredir. Yüz
yıl önce, Anglo-Müslüman hareketinin kurucusu Liverpoollu İmam Abdullah
Quilliam Allah’a ve O’nun Resûlü’ne yönelen İngilizlerin Allah’ın lütfu ile
Hakka hidayet edileceklerini yazıyordu. Başka herhangi bir gerekçeyle İslam’a
yönelenler ise ciddi manevi problemler içindedirler. Nasıl namaz ibadeti
baştaki niyet doğru değilse sahih olmuyorsa, benzer biçimde, İslam da, ona iman
ile Allah’ın hoşnutluğunu kazanmayı samimi biçimde istemedikçe, bize bir fayda
vermeyecektir. Eğer hadiseler istediğimiz seyretmiyorsa, eğer namazlarımızdan,
dualarımızdan zevk alamıyorsak, eğer Ramazan bizim için sadece aç kalmaktan ibaret
ise, eğer bizi yetiştirecek doğru camiyi ve doğru arkadaşı bulamadığımız
açıksa, o takdirde niyetlerimizi ölçüp tartmakla işe başlarsak çok iyi bir iş
yapmış oluruz. Biz kalplerimizi sadece ve ihlaslı bir biçimde Allah’a döndürmek
için mi Müslüman olduk? Diğer sebepler: Baskı görenlerle dayanışma, bildiğimiz
Müslümanlara duyulan hayranlık, bir gruba katılma arzusu, bir kadının aşkı,
bunların hiçbiri Allah’ın lütuf ve hidayetini hak eden Müslümanlar olarak
hayatımızın yeterli temelleri olamazlar… İmanımıza dikkat etmeye ve eğer
gerekiyorsa, onu yenilemeye ihtiyacımız vardır. Meşhur bir hadis-i şerif
“İmanınızı yenileyiniz buyurur.”
Camilerin kapıları dışındaki
gerçek dünyadan bize ârız olan problemleri çözebilmek için gayrimüslim
cemiyetle düzenli biçimde meşgul olmak zorunda oluşumuzdur. Ne var ki, bunun
için, fiili bir tebliğ yapılmak zorunda değildir. İnsanlar, genel olarak,
İslam’ın sözünü Speakers Corner’da bazı demogogların bağırtısıyla veya bir
pikaptaki gezgin dağıtıcı tarafından ellerine zorla tutuşturulan, öfkeyle
kaleme alınmış küçük bir broşürü okumakla duymazlar. Onlar, tanıdıkları Müslümanlara dair kişisel tecrübeleri vasıtasıyla
hidayete ererler. Bu çok büyük bir oranda işyerinde cereyan eder. Diğer sosyal
zeminler bize kapalıdır: birahaneler, plajlar, partiler… Fakat işyeri, Müslüman
olarak fark edilecek ve değerlendirilecek olduğumuz asıl ortamdır.
Dünyanın yarısını fethetmiş olan
ilk Müslümanlar İskenderiye’nin, Kurtuba’nın veya Fez’in meydanlarında,
Hristiyanlar oralara koşup gelsin de mesajlarını duysun ümidiyle geçici vaaz
kürsüleri kurmuş değillerdi Onlar Hristiyanlarla iş yaptılar ve asaletleri ve
davranışlarındaki dürüstlük Hristiyanların gönlünü fethetti.
Müslüman dünyasının İslamlaşma
yöntemi ile mesela Kuzey ve Güney Amerika’nın Hristiyanlaşma metodunu
karşılaştırın, İslamlaşma süreci, sûfilerin ve tüccarların elinde kayda değer
bir nezaketle işlemiştir. Hristiyanlaşma süreci ise, Amerikan yerlilerin kitle
halinde imhası, bu kıyımdan arta kalan ve de kıyımdan haberi olmayan insanların
vaftiz edilmesi ve herhangi bir sapma işaretinin Engizisyon tarafından meş’um
biçimde ayıklanması usulünü kullanmıştır.
Hristiyanlaşma Avrupalılaşmayı
getirmiştir. İslamlaşma ise Araplaşmayı getirmemiştir.
Hristiyanlık tarihsel açıdan
evrensel bir metropoliten kültür dayatmaya çabalamış evrensel bir dindir. İslam ise her bölgeye özgü yerel
kültürleri mütemadiyen beslemiş olan evrensel bir dindir.
Müslümanların halaskârların
yerel, İslam-öncesi geleneğin vahyin hakikatleri ile mutlak surette çatışmayan
veçhelerine intibak etme kabiliyetindedir.
Hindistan’da bulunmamış ulema
arasında bile, enteresan biçimde Hinduizme dair müspet değerlendirmeler buluyoruz.
Örneğin, Bağdatlı büyük kelamcı eş-Şehristani, ‘el-Milel ve’n-Nihal’ adlı
eserinde Hinduizmin daha yüksek biçimlerinin çok tanrılı olmadığını kabul
etmektedir. Hindularda bir nübüvvet nosyonu bulunmamakla birlikte, İnsanoğlunu
Gerçek’i sevmeye ve erdemleri yaşamaya çağıran yarı-ilahi varlıklar adını
verdikleri bir inançları bulunduğunu belirtmektedir… Şehristani birçok Hindu’yu
açıktan açığa bu kategori içinde kabul eder. Onlar bir Allah’a inanan insanlar
olarak hoş görülebilirler; kendileri,
İslam’la münasip bir şekilde tanıştırılacak ama eğer reddedecek olurlarsa,
yalnızca Allah tarafından cezalandırılacaklardır.
Bir başka örnek de Çin. Çin
tarihinde Ming hanedanı döneminde Çin’in yüksek rütbeli devlet memurlarından
birçoğu aslında Müslümandı. Mesela 1660’da vefat eden Wang Dai-Yu, Çin’in dört
dinine, İslam, Budizm, Taoizm ve Konfüçyanizm’e dair mükemmel bilgisinden
dolayı “Dört Dinin Üstadı” unvanını almış olan bir İslam âlimiydi. Ming
İmparatorluğu’nun deniz kuvvetlerinde önde gelen birçok amiral, dinini yaşayan
Müslümanlardı.
Hindistan ve Çin’den verdiğimiz
örneklerde İslam’ın kendisinin nihai dolayısı ile evrensel bir Allah mesajı
olduğunu fark ederiz. Bir hadisi şeriften şunu öğreniyoruz: “Diğer nebiler yalnızca kendi kavimlerine
gönderildi, oysa ben bütün insanlığa gönderildim.” Bu Kur’an’i dünya görüşü diğer dinleri
yeterli kurtuluş yolları olarak kabul ediyor demek değildir. Aslında net olarak
bunu reddeder. Ne var ki Müslümana, yenidünyalar
ile karşı karşıya geldikçe, gayrimüslim kültürlerdeki harmanlardan, tabii ki
kötü taneleri reddedip diğerlerini muhafaza ederek, buğday devşirme izni
vermektedir.
Bir kanun veya âdet, uygulanışı
ile İslam’ın vahyedilmiş bir prensibi ihlal edilmiyor ise, İslami bir kültür
veya hukuka aktarılabilir. Bundan dolayıdır ki, İslam hukukunun uygulanışının
ülkeden ülkeye değişiklik arz ettiğini görüyoruz. Eğer bir kadın kocasından
yetersiz mehir aldığından dolayı şikâyette bulunursa, kâdı onların ait
oldukları kültür ve sosyal grup içinde normal kabul edileni referans alacak ve
hükmünü ona göre verecektir.
Vahiy, kültürel hayatın
ayrıntıları için tam bir helyograf olmaktan ziyade, parametreler, hudutlar
çizer. Mahalli düşünce manzumeleri İslamileşir, ama apayrı kalmaya devam eder.
Bugünlerde bazı Müslümanlar şiddeti
reddettikleri için tekrar ediyorum. Allah’a daha yakın olmayı arzu ettikleri
için İslam’a girenlerin, tek bir vahiyle gelen paradigmatik merkezden
parıldayarak her yöne yayılan çok biçimli bir İslam’la hiçbir problemi yoktur.
Ama İslam’a bir kimlik arayışı için
girenler, geleneksel Müslüman kültürlerinin çeşitliliğini dayanılmaz
bulacaklardır. Karışık kimlikleri bulunan insanlar, toptancı çözümlere
çekilmektedir. Bugün, nice genç Müslüman, bağlılıkları hususundaki çağrıların
çeşitliliğinden ve modernitenin aşırı kompleksliğinden dolayı kendilerini
öylesine bir tehdit altında hissetmektedirler ki, meşru addedebilecekleri yegâne
İslam, totaliter, tekil bir İslam’dır. Onlar için İslam Hukukunun dört
mezhebinin bulunması da dayanılmaz bir şeydir. Müslüman kültürlerin meşru bir
biçimde birbirinden farklılık göstermesi de, onlar için, bir tür mukaddeslere
sövgü hükmündedir.
Camilerimize sık sık uğrayan ve
herhangi bir ihtilaftan dolayı bağırıp çağıran bu gençler, ya İslam tarihinin
cahilidirler ya da muazzam bir hata sonucu onu reddetmektedirler. Onlar için,
Allah’ın lütuf ve rahmeti, herhangi bir nedenden dolayı, Ümmetin küçük bir
fraksiyonu hariç herkesten çekilmiştir. Bu insanlar seçilmiş insanlardır;
öyleyse, onlarla vuku bulacak her ihtilaf Allah’a karşı bir sövgü
niteliğindedir.
Böylesi kimseleri kolayca ıslah
etmeyi ümit etmiyoruz. Tarihimizden veya bizim ilmimizden alınan basit deliller
bu işe kâfi gelmeyecektir. Onların
ihtiyaç duyduğu şey güven hissidir; bu da, hem İslam dünyasının hem de Batı
şehirlerindeki gettoların kötüye giden durumu göz önüne alındığında, kolayca
gerçekleşeceğe benzemiyor. Öyleyse bugün için yapılacak en iyi şey, onların
bağırmalarını ve melodramatik ama sürekli bedbaht faaliyetlerini görmezden
gelmektir. Bizim ruhi problemlerimiz onların problemi değildir, onlarınki de
hiçbir zaman bizim problemimiz olmayacaktır.
İslam, çeşitliliği tebrik eden
bir dindir ve modern kültürün sefilce küreselleşmesi ortamında bile böyle
kalmayı sürdürecektir.
Bir Müslüman ülkede bir Hristiyan
olmak hep mümkün olmuş ise de, 1812’ye kadar Britanya’da, parlementodan geçmiş
olan Teslis kanununa göre, bir Müslüman olarak yaşamak kanuna aykırı idi. Buna
rağmen, bundan üç asır önce VIII. Henry’nin Üstünlük Kanunu ile İngiltere
kendisi Vatikan doktrinlerine resmen bağlı olmaktan koparmıştı ve bu zamandan
itibaren bir tür dini çeşitlilik, şiddetli baskılar altında, en azından bir
ihtimal olarak da olsa vardı. Gerçekte Britanya, Orta Çağ Avrupa’sındaki dini
gereklere mutlak olarak uyma geleneğini kıran ilk büyük Avrupa ülkesidir. Bugün
Britanya’da dışlamacı ve yabancı düşmanlığı siyasi gösterilerin Kıta Avrupası
ülkelerinden daha az yaygın olması belki de bu hakikat sayesindedir.
Stubbe, İsa Mesih’in ve Hz.
Muhammed’in hayat ve öğretilerini yeniden inşa etmek için modern bilimi
kullanmakta, eski akidenin müşkilatlı ve karışık noktalarını sarsan ve son
derece iyi yetişmiş bir İngiliz aklı sergilemektedir. Burada, egzotik bir şey
yerine, kendini dışa vuran son derece İngiliz türü bir din görüyoruz. Stubbe
maneviyatçıdır, ama hurafeci değildir. O, sadeliği sevmekte; Katolikliğin süslü
taş meteforları veya Kral Charles’ın başdöndürücü yüksek Anglikanizmi yerine,
caminin sade, Püriten duvarını beğenmektedir. O, sorumsuzluk derecesinde
idealist olmaktan ziyade pragmatik olan yararlı bir ahlak anlayışına değer
verir: Bu sebeple çok kadınla evliliği tavsiye eder; kanunun dayatmasıyla
uygulanan tek-eşliliğin ahlaki tehlikelerini gösterir… Stubbe’ye göre, Hz.
Peygamberin yaklaşımı fıtrata uygundu: Kadına duyulan aşk, Allah’a yönelik aşk
kadar fıtri idi.
Britanya Adaları birkaç yüz
yıldır dini ve ahlaki mizaçları İslam’ınkine çok yakın olan fertlerin yurdu
olagelmiştir. Bundan dolayı, bir İngiliz erkek veya kadını için,
Hristiyanlıktan İslam’a geçmek yabancıların zannedebileceği şekilde dev bir
sıçrama değildir… Hristiyanlık aslında bizim milli mizacımıza yabancıdır… İslam, onunla aşina hale geldikçe ve
gönül rızasıyla onda sükûnet buldukça anlayacağız ki, İngilizler için en uygun
dindir. O’nun değerleri, bizim değerlerimizdir. O’nun mutedil kendini ispatlama
gereği duymayan, ama sular gibi derinden işleyen takvası, tevazuu, belirli bir
ihtiyat üzerindeki ısrarı, sağduyu ve pragmatizme yönelik vurgusu, halkımız
için en fıtri ve en kolay dini tercihi sunmak üzere meczolmuş haldedir.
9.BÖLÜM
BAĞNAZLIĞIN
SEFALETİ
Bir hedefi gerçekleştirmek için
masum bir can almak en aşırı seküler faydacı etiğin ayırt edici bir özelliğidir
ve dinin icap ettirdiği mutlak ahlaki sınırlamaların zıt kutbunda durmaktadır.
Müzakere ve muhalefeti hoş görme
kapasitesi ile bir zamanlar diğer bütün dinleri geride bırakmış bir dinin hikâyesinin
böylesine dehşetli ve onur kırıcı bir şekilde bitmesi beklentisi, artık gerçek
bir ihtimal halini almıştır. Geçtiğimiz on beş yılın İslami eserler tecrübesine
bir bütün olarak baktığımızda, geleneksel İslami kurumların ve daha eski İslami
hareketlerin Müslümanları gerçekleştirmeye değer ama şu an için imkânsız olan
“İslam Devleti” arz-ı mev’ûduna götürmede başarısız oldukları düşüncesinin
eşliğinde, radikalleşmenin artması olgusuyla yüz yüze geliyoruz.
İslami hareket şu ana kadar
dikkate değer biçimde başarısız olmuştur. Kendimize sormalıyız: Nâsır gibi bir
kasap, beceriksiz bir asker, kendini beğenmiş bir demagog, inançlarının
batıllığına rağmen, nasıl olmuştur da Mısır gibi çok önemli bir ülkeyi teslim
alabilmiş; buna mukabil, kum gibi kaynayan milyonlarca üyesine rağmen, İhvan-ı
Müslimin altmış yıldır hep başarısız olabilmiştir? Böylesi bir kasvet ve uzayıp
giden bir yetersizlik zemininde, metodolojideki hataya yönelik radikal bir
eleştiri kapılara dayanmakta gecikmeyecektir.
Hastalığın belirtisi, yegâne
otantik Müslüman yorumunun, yani Allah’ın bu harekete yardımını göndermediği
itirafının, İslami hareketin yaşadığı krizle ilişkili olarak getirilen bütün
izahlar arasında bulunmayışıdır. “Onlar kendi nefislerini değiştirmedikçe Allah
bir kavmin durumunu değiştirmez” mealindeki Kur’an ayetini sıklıkla duyduğumuz
doğrudur. Ama öyle görünüyor ki, bu prensip hiçbir zaman zeki biçimde
kavranılmıyor…
Böylesi bir ahlaki reformun (Dine
dönüş iddiasının -AHÇ), faziletlerin zahiri şartları yerine getirme yoluyla mı
yoksa gerçek bir kalp arınması yoluyla mı ortaya çıkacağına dikkat etmeksizin,
fıkhi kriter olarak seçilmesinden daha tehlikeli bir şey yoktur. (Sadece
zahiri amelleri barem alan ancak gerçek bir ruhi dönüşümü dikkate almayan bir
düşünce çok parçalayıcı ve zalim bir düşünce olacaktır, diye anladım-AHÇ) Ayet manevi bir değişimden, özellikle
mü’minlerin nefsinin dönüşümünden bahsediyor; ahlaki bir değişimden değil.
Ve Kutlu Peygamber kurallara zâhiren riayet kalbin içtenlikle hakka
meyletmesini yansıtmıyor ve ondan kaynaklanmıyorsa, pek bir değerinin
olmadığını hep hatırlatmıştır.
Günümüzde “eylemci” inanç
tarzlarının keyfiyetini, bazen kendini sinirli düzensizliklere duçar edebilen
hiddeti ile ve nispeten dar bir alana sıkışmış konu ve meselelere yönelik
saplantısı ile, Kur’an’ın tasvir ettiği anlamda, gerçekten sıkı sıkıya kök
salmış ve meyveli midir? Bunun
cevabını kendi başımdan geçen tecrübeden yola çıkarak vermeye çalışayım.
Cemâat-ı İslamiyye adlı radikal “İslami”
grubun lideri olan ve Mısır’ın Asyût Üniversitesinde öğrenim gören, çok iyi
tanıdığım biri vardı. Bu zatın adı Hamdi idi. Uzun bir sakalı vardı, dişlerini
sürekli misvakla fırçalardı, Kıptî Hristiyanlar aleyhinde nefret uyandıran
vaazlar vererek vaktini geçirirdi. Öyle ki, onun hutbeleri sonucu Kıptîlerden
bazıları dövülmüştü. Yüzlerce takipçisi vardı; Asyût bugün sertlik yanlısı Vehhâbi
stili eylemciliğin kalesi olmaya devam etmektedir.
Hikâyenin ibretli tarafı şu ki; tanışmamızdan
beş yıl kadar sonra kader Şeyh Hamdi’yi tekrar karşıma çıkardı. Ama artık, bir
Kahire caddesinde Hamdi ile karşılaştığımda, neredeyse onu tanıyamayacaktım.
Sakalları gitmişti. Bir pantolon ve süeter giymişti. Daha şaşırtıcı olanı,
Avusturalyalı olduğunu daha sonra öğrendiğim bir kadınla konuşuyor ve utana
sıkıla onunla evlenme niyetinde olduğunu bana söylüyordu. Kendisiyle konuştum.
Anlaşılan o ki, Hamdi artık dinini asgari seviyede bile yaşayan bir Müslüman
değildi, namazı bırakmıştı ve hayattan istediği Mısır’ı terk edip Avustralya’ya
yerleşmek ve para kazanmaktı. Bu olayda fevkalade olan şey, İslami eylemcilik
noktasındaki tecrübelerinin Hamdi’nin kendisi üzerinde hiçbir iz bırakmamış
olmasıydı o, yeniden, “radikal İslam’a” dönmezden önceki gibi, çılgın, sıradan
bir Mısırlı genç olup çıkmıştı.
“Selefi tükeniş” adını
verebileceğimiz bu olgu, birçok modern Müslüman kültürlerinden birçoğunun aşina
olduğu bir hususiyettir. İslami radikalin sıklıkla karşılaştığı bir kader olan
hapis ve işkence, bu azim ve bağlılığı uzatabilir, ama nihayetinde bu neo-Müslümanların
çoğunluğu selefi zihniyet manzumesinin bir kültü andıran âlemi içindeki
deneyimlerinden ötürü, görünüşe bakılırsa ne daha iyi ne daha kötü halde,
yeniden sapıtırlar.
Hakiki Müslüman inancı böylesine
kırılgan olmamalıdır. Kur’an’ın buyurduğu üzere, onun kökü “sapasağlam biçimde”
toprağa yerleşmiştir.
Genç Müslümanları bu tip geçici,
ama yırtıcı bir eylemciliğe çeken şey nedir? Müslüman toplumların bugün
yaşamakta olduğu genel güvensizlik halinin önemini anlamak için, determinist
sosyal teorilere abone olmaya hacet yoktur.
İslam dünyası çok tahripkâr bir geçiş döneminden geçmektedir. Avrupa’da beş yüz
yılı aşmış olan bir ekonomik ve bilimsel değişim tarihi, İslam dünyasında iki
nesle sığışacak biçimde yaşanmaktadır. Mesela çok değil sadece kırk beş yıl
önce, Suudi Arabistan’ın başkenti, binlerce yıldan beri olduğu gibi, balçıktan
yapılmış kulübe kümelerinden ibaretti. Bugünün Riyad’ı cam kulelerin, kola
makinelerinin ve akıp giden Cadillac’ların bulunduğu devasa bir yüksek
teknoloji kentidir. Gerçi bu bir uç örnektir ama modernitenin her şeyi bir derece yerinden oynatması olgusu, bir elin
parmaklarını geçmeyen ücra kabile halkları müstesna, bütün Müslüman toplumların
müşterek gerçeğidir.
Böylesi bir geçiş dönemi, hiçbir
şeyin sabit kalmasına izin vermeyen merkezkaç kuvvetleriyle, insanları çok
güvensiz kılmaktadır. İnsanlar, çevrelerinde kendilerine kimlik kazandıracak
bir şeyler arıyorlar. Bizim durumumuzda be şey genellikle İslam olmaktadır.
İnsanlar ona, normal bir ve iman sürecinden ziyade, bu ruhi güvensizlik duygusu
yüzünden yönelmekte oldukları için, bir süreklilik içinde bir gelenekle temas
kurmakla kazanılabilecek olan ve asla bir kitaptan öğrenilemeyecek olan bazı
fıtri dini faziletlerden mahrum kalacaklardır.
Bir Arap genci, kendisini hiçbir
işaret taşı bulunmayan bir çölde kaybolmuş gibi hisseder. Bir sabah bir gazete
bayiinde Seyyid Kutub’un kitaplarından birini eline geçirir ve oracıkta
“yeniden dünyaya gelir”. İşte bu, onun muhtaç olduğu şeydir: Ani bir kesinlik.
Önündeki eşya ve hadiseleri yorumlayabileceği, hayatının gerilimlerini ve
problemlerini çözebileceği bir çerçeve. Daha hoş olanı, kendisini üstün ve
kontrolde hissetmenin bir yolu. Bu genç bir gruba katılır ve yeni bulduğu kesinliği elde tutma endişesiyle, diğer
bütün grupların yanlış yolda olduğu gibi alışılmış bir önermeyi kabul eder.
İslam dinine dönüşte izlenmesi
gereken yol, şüphesiz ki, bu değildir. Gerçekte bu dönüşle kastedilen, çok
kudsî bir kişi veya mekânın varlığı ile ateşlenen bir entelektüel kemale erme
sürecidir. Tövbe geleneksel biçimiyle, neşeli bir dış görünüş, halinden
memnuniyet ve başkalarına karşı derin bir şefkat duygusunu netice veriyordu…
Modern tip tövbe, zahiri yoğunluğuna rağmen, imanları aynen geldiği hızla
kaybolmaya müsait kimseler ortaya çıkıyor.
Eylemcinin gerçek bir beslenmeden mahrum olan kalbi, en sonunda ölünceye kadar,
aç kalmaya ve zayıflamaya devam ediyor.
Bizim dinimiz, en nihayet, titiz
bir şekilde uygulandığında cennetin pasaportu haline gelen bir kurallar listesi
değildir. Bilakis maksadı insanın kalbini arındırmak olan bir sosyal, entelektüel
ve manevi teknoloji paketidir. Kur’an’da Rabbimiz, Kıyamet Gününde selim bir kalp dışında hiçbir şeyin bize
faydasının olmayacağını beyan eder.
İslam âlimleri kalbin “halleri”ni
tahlil etme ilmini ve onu bu sağlam hale ulaştırmanın yöntemlerini ortaya
koymuşlardır. Zaman içinde bu ilim Tasavvuf, İngilizcede “Sufism” ismini
almıştır. Şimdilerde ona daha kolay anlaşılsın diye, “İslami Psikoloji” adını
verebiliriz… Tasavvuf o bir mezhep değil, bir ilimdir.
Çağımızın nice eylemcisi
tarafından yararsız araçlar olarak görülen, ne var ki çoğu tarafından açıktan
açığa yanlış anlaşılan iki nosyon olarak, sünnet
ve bid’at kavramlarına götürür.
İslam Hukukunun klasik
tanımlamalarına göre, bid’at nedir? Meşhur hadis-i şerifi hepimiz biliriz:
“Yeni başlatılan meseleler konusunda dikkatli olun, zira her yeni başlatılan
şey bid’attir, her bid’at de sapıklıktır ve her sapıklık da ateştedir.”
Kabul edilen ve kabul edilmeyen
bid’at biçimleri arasındaki bu temel ayrım, klasik ulemanın ezici bir çoğunluğu
tarafından kabul görmüştür. Mesela, onların arasında el-Izz İbn Abdisselam’a
–ki İslam tarihinin altı veya yedi büyük müçtehidinden biridir- göre, bid’atler
şeriatın beş değer hükmü başlığı altında yer alırlar: Vacip, mendub, mübah,
mekruh ve haram.
Haram bid’at, Kur’an ve Sünnet’in
bilinen prensipleri ile açıkça çelişen itizali inanç ve uygulamaları içine
alır. Sadece bu günahtır.
İslam düşünce tarihinde sadece
iki önemli istisnası olmuştur: İbn Hazm tarafından geliştirilen Zahiri mezhebi
ve Hanbeli mezhebinin İbn Teymiyye’nin temsil ettiği bir kolu. İbn Teymiyye, bu
meselede klasik icmaya muhalif gider ve güzel olsun kötü olsun bütün
bid’atlerin gayr-i İslami olduğunu iddia eder.
Durum buysa, neden bugün birçok
Müslüman her tür yeniliğin İslam’da kabul edilemez olduğuna inanıyor? Bir
faktöre zaten değinildi: İnsanlara mutlakçı ve harfi yorumlamalarla teselli
bulma eğilimini veren, güvensizliğin sebep olduğu zihni kompleksler. Diğer faktör
ise, liderleri her türlü gelişme ihtimalini reddetmeleri ile meşhur olan
vehhâbilik olarak adlandırılan iyi finanse edilmiş neo-Hanbeli mezhebin
etkisinde yatmaktadır.
Her hâlükârda, İslam’ın yeniliği
kabul etme ve sindirme noktasındaki kabiliyetine dair daha sofistike ve klasik
bir şuur elde ederek, Müslüman medeniyetinin yeni problemler ortaya çıktıkça
onlarla uğraşacak yeni akademik disiplinleri çabucak üretmeye ne derece
muktedir olduğunu anlayabiliriz.
Abbasi şehir cemiyetinin artan
lüksü ve maddeciliği, birçok Müslümanı Peygamber döneminin sadeliğinin yeniden ihyası
yolunda bir seferberliğe teşvik etti. Kalbin safiyeti, başkalarına merhamet ve
sürekli Allah’ı zikretme, bu temayülün ayırt edici özellikleri idi. Bu dönemde,
muhasebe metoduna, riyâzet, yani kendi kendini disiplin altına almak idi.
İnsan fıtratının dört parçadan:
Cisim, akıl, ruh ve nefisten örülü olduğu anlaşılmıştı. İlk ikisi pek yorum
gerektirmiyor.( En azından modern eğitim almış kişiler tarafından ) daha az
bilinen ise, üçüncü ve dördüncü kategorilerdir.
Ruh insan vücudunun, o öldükten
sonra da varlığını sürdüren temel özüdür. Kur’an’ın buyurduğu üzere, ilahi
ilhamın bir parçası olmasından dolayı, onu aklen anlamak zordur.
İlk İslami psikologlara göre, ruh
bütün insan vücudunu kuşatan, fakat kalbi merkez edinen gayri maddi bir
hakikattir… Biz dünyanın meşgalelerine daldıkça, Kur’an’ın sözünü ettiği bir
pas ile örtülür.
Dinin kurallarına zahiren uymak
yeterince basittir; ama bu ancak bir ilk adımdır. Daha çok gayret gerektiren
ise, mücahede; yani nefse karşı verilen güne gün mücadeledir.
Nefis bir kere kontrol altına
alındı mı, artık kalp temiz olur ve bundan kolayca ve fıtrî olarak faziletler
neş’et eder.
Bugün Vehhabi ya da Oryantalist
gündemlerden etkilenen birçok Müslüman tasavvufun İslam’da hep bir nebze
marjinal bir varlık sürdürmüş olduğuna inanıyor olsa da, vakıa, klasik
alimlerin ezici bir çoğunluğunun tasavvufa fiilen girdikleridir.
Gazali’nin kendisi de, bize Ehl-i
Sünnet Tasavvufunun klasik beyannamesini, İhya-ı Ulumi’d-din’i miras bırakmıştır.
Tasavvufun İslami meşruiyeti
olduğunu, onun mümessili olarak temayüz edenlerin İslam-ı İslam dünyasının
sınırlarının dışına taşımadaki coşku ve heyecanları da teyit etmektedir.
Hindistan, Zenci Afrika ve Güneydoğu Asya’daki İslamlaşma süreci büyük ölçüde
gezgin sufi hocaların elleriyle gerçekleşmiştir.
Tasavvuf, tarihimiz boyunca
Müslümanın entelektüel ve politik hayatının çok saygı duyulan bir parçası
olagelmiş iken, bugünlerde niçin onun aleyhine sesler yükseliyor? Bunun iki
temel sebebi var:
İlki, 1922’den önceki Oryantalist
ilim anlayışının yaygın etkisidir… Müslümanların dillerine çevrilen Oryantalist
eserler, anahtar konumdaki Müslüman modernistler üzerinde etkili olmuşlardır.
Bunlardan biri, Muhammed Abduh, yazdığı son eserlerde İslam’da sufi söylemin
merkeziliğini ve hatta meşruiyetini sorgulamaya başlamıştır.
İkincisi, Vehhabi davasının
ortaya çıkmasıdır. Bundan yaklaşık iki yüz yıl kadar önce Muhammed b. Abdu’l
Vehhab Suudi kabilesi ile bir olup komşu aşiretlere saldırdığında, bunu esas
itibarıyla İslam’ın neo-Harici versiyonu etiketi altında yapıyordu. İbn
Teymiyye’den büyük ölçüde faydalanmasına rağmen, onun hakkında bile çekinceleri
vardı. Zira bizzat İbn Teymiyye, bazı sufi grupların aşırılıklarını eleştirmiş
olsa da, ana akım tasavvufun bir koluna bağlanmış durumdaydı. İbn Teymiyye,
altıncı yüzyılda yaşamış Bağdatlı Abdülkadir Geylani’nin anahtar niteliğindeki
eseri, Fütuhu’l-Gayb’ın bazı ıstılahi noktalardaki bir yorumu niteliğini
taşıyan Şerhu Futuhu’l-Gayb adlı eserin sahibidir. Kitap boyunca İbn Teymiyye
kendisini Geylani’nin sadık bir tilmizi olarak gösterir ve ondan “şeyhimiz”
diye söz eder.
Manidardır ki, hemen bütün İslam
topraklarından farklı olarak, Necd, meşhur hiçbir âlim yetiştirmemiştir. Necd
kaynaklı Vehhabi davası daha gür olarak, Suudi petrol serveti patlamasından
sonra duyulmaya başlandı. Kahire ve Beyrut’taki İslami yayınevlerinin pek çoğu,
hatta hemen hepsi Vehhabi teşkilatları tarafından finanse edilmektedir. Böyle
olduğu için de Vehhabiler Tasavvufa ilişkin geleneksel eserlerin yayımlanmasını
engelliyor ve diğer eserlerdeki Vehhabi doktirinine aykırı kabul ettikleri
pasajları çıkarıyorlar.
Vehhabiliğin, neo-Harici niteliği
onu diğer İslami ifade biçimlerinin hepsine karşı hoşgörüsüz kılmaktadır.
İslami gruplar artık esas itibarıyla tutarlı bir mezheple ve Eş’ari
veya Maturidi akidesi ile birlik üzere olamamaktadır. Tam tersine, hepsi de
kendi başlarına Kur’an ve Sünnetten hüküm ve akide çıkarmaya çalışmaktadır.
Sonuç modern selefi durumu çirkinleşen müthiş bir bölünme ve ihtilaf vaziyetidir.
Tarihimizin bu kritik döneminde, ümmetin ancak tek bir ayakta kalma ümidi
vardır. Bu da, sancılı münazara ve ilim asırları boyunca üzerinde çalışılan
ve sofistike klasik icma ile tespit olunan “orta yol”u yeniden eski haline
kavuşturmaktan geçer. Tek başına bu icma, birliğin temelini sağlama hususunda ispatlanmış
bir yeteneğe sahiptir. Ne var ki, onu yeniden elde edebilmemiz, ancak
kalplerimizi arındırıp şefkat, hürmet, hoşgörü ve uzlaşma gibi İslami
meziyetler ile doldurduğumuz takdirde mümkün olacaktır. Tasavvufun yeteneğini
geleneksel olarak ispatladığı bu içsel reform, İslami hareketin birliğinin
yeniden temini için ön şarttır. Bunun alternatifi ise, muhtemelen, sürüp
gidecek olan ıstırap verici başarısızlıktır.
10.
BÖLÜM
MEZHEP
KARŞITLIĞI PROBLEMİ
Ümmetin geçen bin yıllık sürede
sergilediği en büyük başarı, hiç şüphesiz, kendi içindeki entelektüel uyumu
olmuştur… Sünni Müslümanlar kendi dini hoşgörü ve kardeşlik tavırlarını hemen
hemen hiç şaşmadan muhafaza etmişlerdir. Bu uzun zaman dilimi boyunca hiçbir
büyük din savaşı, ayaklanma ya da zulmün onları parçalayamamış olması, çarpıcı
bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır.
Normal sosyolojik yaklaşım, Max
Weber ve takipçilerinin yorumladığı şekliyle şöyledir: Dinler başlangıçta
müntesipleri arasında bir birlik dönemi yaşarlar. Sonra rakip hiyerarşilerin
öncülüğünde dozu giderek artan hizipleşmenin içine sürüklenirler. Hristiyanlık
bunun en bariz örneğini sergilemiştir ki, Marksizm gibi seküler itikatlar da dâhil
başka bir çok din de buna ilave edilebilir. Dış görünüşe bakılırsa İslam’ın bu
akıbetten kaçınma ihtimali hayret uyandırmakta ve çok dikkatli bir tahlil
gerektirmektedir.
Elbette bunun doğrudan dini bir
açıklaması vardır. İslam son dindir, “Son Eve Dönüş Otobüsü”dür ve bundan
dolayı bu son zaman diliminde ortaya çıkan ölümcül bozulma biçimlerinden ilahi
bir surette korunmaktadır. Abdu’l-Vedud Çelebi’nin “manevi entropi” diye
adlandırdığı, bazı hadislerin de olabildiğince desteklediği bir vakıanın
İslamın zuhurundan beri yürürlükte olduğu bir gerçektir.
Halife Hz. Ali, Nehrevan
savaşından sağ kurtulan bir Harici olan İbn Mülcem ‘in düzenlediği bir
suikastla katledildi. Keza en muteber Sünen külliyatlarından birisinin yazarı
olan hadis âlimi İmam en-Nesai, benzer şekilde, 303/915 yılında Şam’da Harici
fanatikler tarafından katledildi.
Osmanlıların son dönemlerdeki
birkaç önemsiz istisna dışında, Sünni
İslam’ın büyük âlimleri İmam Gazali tarafından ana hatları çizilen ethos’a
bağlı kalarak birbirlerinin mezhebine açık biçimde saygı gösterdiler.
Geleneksel İslam’ın açık fikirli ve nazik âlimlerinin rahle-i tedrisinden geçen
herkes bu hakikati berrak biçimde görür.
(Dip Not 194. Büyük âlimlerin en belirgin özellikleri vakar ve sükunet, diğer âlimlere saygı, ümmet için şefkat ve merhamet yüklü bir endişe ve peygambere (sav) tabi oluştur, ki O’nun nazarı her daim engin, hikmeti hep kusursuz, ve tahammülü her zaman fevkalade idi. “ (İmam Yusuf ed-Decevi)
(Dip Not 194. Büyük âlimlerin en belirgin özellikleri vakar ve sükunet, diğer âlimlere saygı, ümmet için şefkat ve merhamet yüklü bir endişe ve peygambere (sav) tabi oluştur, ki O’nun nazarı her daim engin, hikmeti hep kusursuz, ve tahammülü her zaman fevkalade idi. “ (İmam Yusuf ed-Decevi)
İmam Şafii’nin “Benim hükmümle çelişen bir hadis görürseniz,
benim görüşüme değil, hadise tabi olun” talimatı gibi, müçtehid imamların içtihad’a
dair tavsiyeleri işte böylesi uzmanlara yöneliktir. Bugünlerde bazı yazarlar
nasıl inanmak isterlerse istesinler, böylesi
tavsiyelerin muhatabının İslami eğitimden yoksun halk kitleleri değil, İmam’ın
uzmanlaşmış talebeleri olduğu aşikârdır. İmam-ı Şafii bu sözünü söylerken
kasaplardan, bekçilerden ve eşek çobanlarından oluşmuş bir kalabalığa
seslenmiyordu.
Geçmiş zamanların büyük
âlimlerinin ezici çoğunluğu –kesinlikle yüzde doksan dokuz un çok üzerinde bir
kısmı- İslam’ın Hukukunu saptırmama yönündeki geleneksel dindarane endişe
yüzünden, bir mezhebe sadakatle bağlı kaldılar. Sıkıntılı 14. Asırda İbn
Teymiye ve İbn Kayyim gibi aykırı görüşte olan bir avuç âlim ortaya çıktı, fakat bu kimseler bile yarım –tahsilli
Müslümanların uzman yardımı almaksızın içtihada tevessül etmelerine hiçbir
zaman tavsiye etmediler.
Geçen yüzyılın sosyal karmaşaları,
İslami ilimlerin otoritesini terk etmeyi savunan bir grup yazarı kustu. Bu
kampanyanın en önde gelen şahsiyetleri Muhammed Abduh ve onun talebesi Muhammed
Reşid Rıza idi. Batı’nın galebe çalması ile gözleri kamaşmış haldeki bu
kimseler Müslümanların ’taklit
prangaları’nı başlarından atmaları ve dört mezhebin otoritesine reddetmeleri
noktasında ısrarcı oldular.
Henüz çok yaygın olmasa da, bu
sorumsuz yaklaşım, öngörülebilir bir şekilde bin seneyi aşan bir süre önce
büyük imamlar tarafından halledilmiş meseleler hakkında İslami hareketin
birliğine, güvenirliğine ve etki gücüne ciddi biçimde zarar veren keskin kavgaları
tahrik eden keskin ayrılık yüklü fikirlerin kapısını açmaktadır. Bugünlerde
yaygın olarak eylemcilerin camilerde sinsice dolaşarak diğer Mü’minleri –ki bu
kurbanları fıkhın söz sahibi imamlarından bazılarının tâbileri olsalar bile-
inandıkları şeylerin ibadetlerinde eksikliklere sebep olduğu şeklinde
eleştirdiklerini görmek mümkündür. Bu hareket tarzı ile oluşturulan nahoş, riyakârane
ortam, teslimiyeti zayıf birçok Müslümanı camiye gitmekten hepten vazgeçirtecek
bir etki taşımaktadır. Şimdilerde hiç kimse,
ilk âlimlerin, saygın âlimler tarafından ortaya konulmuş olduğu sürece
Müslümanların Sünnetin farklı yorumlarına müsamaha göstermeleri gerektiği
yönündeki görüşlerini hatırlamaz.
“Âlimler arasındaki görüş
farklılıkları bu ümmetin üzerine geniş bir rahmettir”… “İlim ehli, genişlik
ehlidir”… Bu kimseler birbirlerinden farklı fetvalar vermeye devam ederler ve
hiçbir âlim diğerlerine görüşlerinden dolayı sitem etmez. “ Bununla beraber,
şayet, belli bir hizbin arzuladığı üzere, sıradan insanlar hükümlerini doğrudan
Kur’an ve Sünnetten çıkartsalardı, bunların fikirleri bugünkünden daha ahenksiz
ve mezheplerin sayısı da dört değil, binlerce olurdu. Böyle bir gün gelirse, bu, Müslümanların başına musibet üstüne
musibet getirir.
Şüphesiz ki, Müslüman toplumunu
içten zehirleyecek olan bir ayrılık ve garazdır… Bu bize İslam’ın farklı
fikirlerin olabilme ihtimalini ve meşruiyetini reddeden totaliter bir din
olmadığını hatırlatır.
İnsanların ilk çocukluk
yıllarından itibaren “kendilerini düşünme”ye teşvik edildikleri, Batı’nın
etkisi altındaki küresel kültürde, bir kimsenin kendi sınırlarına anlayabilmek
için yeterli tevazuu edinmesi bazen zor olabilir… Muhtemelen temel de yatan bir emniyetsizlik hissinden dolayı birçok
genç Müslüman eylemci kendi dinleri hakkında bilmedikleri bir husus
olabileceğini itirafa tahammül edemiyorlar. Ve bu, kendisine fıkıh hakkında
sorulan kırk sorunun otuz altısına, “Bilmiyorum” diye cevap veren İmam Malik
misaline rağmen böyledir.
Hepimiz, bir parça, Firavun
gibiyiz: Benliklerimiz, yapıları gereği,
başka herhangi bir kimsenin bizden daha akıllı veya bilgili olduğu fikrine
karşı direnç gösterirler. Sıradan Müslümanların, Arapça bilmeseler de,
kendileri için şer’i kuralları çıkarmaya ehliyetli oldukları inancı, bu
bencillik duygusunun azıtmasına bir misaldir… Bu durum Müslümanlar arasında
derin ayrılıkları kışkırtacak bir kasıtsız gündemin içine sürüklenmeleri ile
nihayet bulacak etkili bir tuzak olabilir. Dinin büyük âlimlerinin hepsinin,
hadis âlimleri dâhil, bir mezhebe tâbi oldukları ve talebelerinden de bir
mezhebe tâbi olmalarını istedikleri gerçeği unutulmuş gibi gözüküyor. Kendini
beğenme, sağduyu ve İslami sorumluluğa karşı büyük bir zafer kazanmış
durumdadır.
Kur’an-ı Kerim Müslümanlara akıllarını
ve geniş değerlendirme yapabilme muhakemelerini kullanmalarını emreder ve ilim
erbabına tâbi olma meselesi bu kabiliyetin çok dikkatli biçimde yönlendirilmesi
gereken bir alandır… Ramazan el-Buti,
Mezhep Karşıtlığı: İslam Şeriatını Tehdit
Eden En Büyük Bid’a’da fıkhı hükümler çıkarma ilmini tıp ilmi ile mukayese
eder. Çocuğu gerçekten hasta olan bir
kimse doğru teşhis ve tedavi için tıbbi kitaplara mı bakmalı, yoksa uzman bir
hekime mi gitmelidir, diye sorar. Belli ki, aklı başındalık, ikinci
ihtimali gerektirir… Dini konularda kaynakları kendimiz incelemeyi deneyip
kendi müftülerimiz olmaya kalksaydık, hem ahmak hem de sorumsuz olurduk. Bunun
yerine, bütün hayatlarını Sünnetin ve
Fıkhın kurallarını çalışmakla geçirmiş kimselerin hata yapma riskinin bizden
çok daha az olduğunu takdir etmeliyiz.
Bunun başka misali de
astronomiden eklenebilir. Kur’an ayetlerini ve hadislerini yıldızlara
benzetebiliriz. Çıplak gözle onların birçoğunu berrak biçimde göremeyiz; bu
yüzden teleskoba ihtiyacımız vardır. Eğer ahmak ya da mağrur isek, kendimiz bir
teleskop imal etmeyi deneyebiliriz. Ama eğer aklı başında ve alçakgönüllü isek,
bizim için İmam Malik veya İbn Hanbel tarafından imal edilmiş ve büyük
gökbilimciler kuşağı tarafından nesiller boyu arıtılmış, cilalanmış ve
geliştirilmiş bir teleskobu kullanmaktan memnuniyet duyarız.
Sunni İslam düşmanlarının en
keskin darbelerine dayanarak yüzyıllar boyu ayakta kaldı. Bu yapı, yalnızca içten zayıflatılabilir. Hiç şüphesiz, İslam’ın,
aralarında bu gerçeği iyi bilenlerin de olduğu, zeki düşmanları vardır.
Dört mezhebin uyumu yerine,
herkesin kendisini doğru gördüğü acı bir ihtilaf içindeki bir milyar mezhebimiz
olacak. İslam’ın tahribi için bundan daha zekice bir entrika tasarlanamazdı…
BİTİRİRKEN
Şehir boğuluyor, şehrin sakinleri
de öyle. Güzide dimağların pervasızlığı, anlayışsızlığa dönüşmüş, hab-ı gaflet
çoğu insanoğlu için şimdi ölüm ürpertisine dönüşmüş bulunan bir Alzheimer
Hastalığı halini almıştır. Çevresel bir kıyamet bedeline alınan taktik yaşantı,
kısa süreliğine başımızı göğe erdiriyor; ama ardı sıra, külleri kalıyor geriye
ve boşanma, intihar, depresyon ve uyuşturucu yüklü kişisel ve sosyal kabristana
düşürüyor. İlerlemeye dair sloganlarımıza rağmen, Machado’yla birlikte acı
çekiyoruz: “İnsanlarla barış içinde, ama iç organlarımızla savaş içinde
yaşayış”.
İslam bütün ihtişamıyla,
başlangıçta bize verilen insaniyetimize, fıtratımıza yeniden erişme imkanını sağlıyor;
o, barış içinde yeniden türümüzün normal vaziyetine döndüren bir hayat
kalıbıyla postmodern yaşayış okyanusları boyunca selametle yol almaya bizi
muktedir kılan bir cankurtaran gemisidir.
Yalnız yaşlılar, binlerce kocasız anne, çocukların düştüğü iptilâlar,
evsizler, bağnaz ırkçılar, türlerimizin yapıtaşlarını yeniden edite etme
tehdidinde bulunan faydacı bioetikçiler, nizamsızlık cilasının altında
fokurdayan bütün zehirler… Bütün bunlar, bizi Ernest Geliner’in gerçekten
zamanları aşan son din olarak tanımladığı şeye doğru daha da sürüklüyor ve
Allah’ı bütün isimleriyle öğreten tek dinin potansiyel ihtişamını ortaya
seriyor.
Kamil Güller
Alanya Ramazan / 1441
[1]
El-faysalu’t-Tefrika beyne’l-İslam ve’z-Zendeka
[2] Essai
sur les Moeurs, 1756
Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın
Konu yorumu: Postmodern Dönemde Kıbleyi Bulmak T.J. Winter
Açıklama:
Değerlendirme: 5
Yorum: Ahmet H. Çakıcı
Etiketler:
Abdulhakim Murad,
Kitaplarım,
Postmodern DÜnyada Kıbleyi Bulmak,
T.J. Winter,
yeni bin yıl
2 yorum:
Teşekkür ederiz güzel bir çalışma ve saygın bir emek.Ancak sayfanın ve yapılan bu güzel çalışmaların biraz tanıtımı gerekiyor. İşin doğrusu ben de tesadüfen daha doğrusu tevafuken gördüm. Emeğinize ve gönlünüze sağlık.
Teşekkür ederim. Tanıtım konusunda haklısınız.
Yorum Gönder