Vefatından
sonra öğrencilerinin açık tuttuğu dergâha 1555 yılında Peri Peyker (peri yüzlü)
Cafer Çelebi bir bina daha ilave ederek dergâhın vazifelerine bir de medrese
olmayı eklemiş. Sonrasında vazife birkaç kez inkıtaa uğramış olsa da 1925’te dergâhların
yasaklanmasına dek hizmetini sürdürmüş. Ardından bazı gönüllülerin desteği ile
bina ayakta kalmayı başarsa da iyice harap olmuş.
2008 yılında
Belediyenin el atması ve Bursa’nın bazı hayırhah ve kadirşinas şahıslarının
gayreti ile dergâh ve hazire ihya edilmiş. Ama ne yazık ki, meşayıhını,
müritlerini, cemaatini, misafirlerini kaybeden dergâh, bugün artık Kültür
Merkezi adı altında, “Kehkeşanlara
kaçmış eski günleri” hatırlatmak ve ortaya çıkarılan haziresinin
bekçiliğini yapmaktan daha fazlasını yapamamakta.
Ancak dergâhın
hemen yanı başındaki komşusunun durumu böyle değil; O, “bu vakit benim
vaktimdir” der gibi belki de tarihinin en şanlı günlerini sürüyor.
Arap Şükrü Sokağı
Dergâh,
Bursa’nın bir başka muhacirinin ismini verdiği Arap Şükrü sokağının sonunda yer
alıyor. Şükrü Bey, bugün Yunanistan sınırları içinde kalan Selanik şehrine
yakın bir kasaba olan Vodina’dan Kurtuluş Savaşına katılmak üzere gelmiş
Anadolu’ya. Dedesi Yemen’de görevli iken bir Arap hanımla evlendiği için “Arap”
lakabı verilen Şükrü Bey, birkaç farklı yer ve işten sonra Bursa’nın Yahudilik
Mahallesinin hemen girişinde kiraladığı meyhanede verdiği kuru fasulye, paça,
işkembe çorbası ve diğer mezelerin lezzeti ile ismini duyuruyor. Sonraki
dönemde cadde boyunca açılan diğer meyhaneler ile sokak Bursa’nın gece hayatının
merkezi haline geliyor. Gündüzleri alelade bir Bursa Sokağı olan cadde,
geceleri keyf ve dem ehlinin toplandığı; kemancıların, udilerin,
darbukatörlerin, dansözlerin ve şen kahkahaların mekânı oluveriyor.
Bir gece birkaç muhibban’ın yolu Seyyid Usul Dergâhına düşmesi icap ediyor ve yol Arap Şükrü Sokağından geçiyor. Grup, Arap Şükrü Sokağının başına geldiğinde içlerinden biri Beyefendi’ye:
- Efendim, alt taraftan gitsek, orası daha sakindir, diyor. Ancak o;
- Yolu o kadar uzatmaya ne gerek var? Geçiverelim hemen şuradan, diye cevap veriyor.
-
Efendim,
bu saatte bu sokak pek şenliktir. Nahoş görüntüler çıkar, keyfimiz kaçar…
-
Biz
caddeden geçeceğiz. Onlarla ne işimiz olur? Der ve yürür sokağın içlerine doğru.
Meyhane
ahalisinin keyfi, meyhaneden taşıp caddeye yansıyor. Kemancıların ve
darbükatörlerin ritimle yükselttiği atmosferden yayılan neşe herkesi sarmış;
kimi sarmaş dolaş halde sandalyelerinde sağa sola sallanarak, kimi tek başına
elleri ile ritim tutarak, kimi meydanda alkolün etkisi ile esrik bir halde oynamaya
çalışarak ama hep birlikte;
“Fındıklı bizim
de yolumuz eşim aman aman
Hovardaaaaa, hovardaaaaa çıktı soyumuz
Bu bizim eski de huyumuz canım aman ammaan …”
Diye parçaya eşlik etmeye çalışıyorlar. Müzik ve şarkıyı söylemeye çalışan,
giydiği kıyafetten hanende mi yoksa dansöz mü olduğu pek ayrıt edilemeyen
hanımefendinin makamı, öyle pek tercih edilebilecek kalitede olmasa da
çevredekilere sürur veriyor, içerden yükselen neşe dışardakileri de sarıyor, yoldan
geçenleri en azından dillerinin ucu ile bile olsa parçayı mırıldanmaya
zorluyor.
Baştan sona 5 dakikada geçilen caddenin sonuna çabucak
ulaşıyoruz: Beyefendi birden durarak:
- -- Ne kadar da neşeli idiler değil mi? Diyor.
- -- Evet
efendim. Sanırım alkolün etkisi ile pek neşelenmişlerdi.
- -- Yok! O neşe, bu neşe değil. Dikkat ettiniz mi hepsi birlikte söylüyorlardı. O neşe insana, “kalpler hep birlikte atmaya, aynı ritimle vurmaya başlayınca” verilir. Eğer hepsi farklı şarkıyı terennüm ediyor olsaydılar, alkollü oldukları halde sinir, huysuzluk, keder ve umutsuzluk onları sarardı. Aynı şimdi kalpleri paramparça olmuş, bambaşka ritimler tutturmaya çalışan Müslüman camiayı sardığı gibi.
Bu sokağın sakinleri peygamber tanımıyor, kitap nedir bilmiyorlar; “Biz bilmiyorduk” deyip mazeret sunabilirler. -Kabul edilir edilmez o ayrı mesele.- Ya, biz Müslümanlar ne diyeceğiz? Mazeretimiz ne? Niçin uhuvveti ihya edemiyoruz?
Zeyl:
Bu hatırada
hangisine daha çok ağlasam bilemedim: Meyhanelerini ihya eden, tekkelerini toprağın
altına gömen; meyhanecilerinin ismini yaşatıp; âlimlerinin, isimlerini bile
unutan Bursa’ya mı, yoksa her biri bir başka ritme tutulup kalpleri param parça
olmuş, keder ve acz içinde çırpınan Müslümanlara mı?
Yoksa aslında
ikisi de aynı şey mi?
Derleyen: Ahmet Hakan Çakıcı
1443 RECEP
1 yorum:
Kendi elleriyle kendi değerlerini imha edip, paramparça olmuş biz Müslümanların sürûr ile itminan ile cem olmaları pek tabi mümkün değildir.
Hovardaya çıktıysa soyumuz, oturup ağlamakta kâr etmez.
Anlamak isteyene epey hisse var..
Teşekkür ederiz, istifade ettik
Yorum Gönder