- Delikanlı pat diye;
- "Üstadım! Bursa’nın altı evliya, üstü eşkıya dolu” diyorlar. Bursa’nın evliyaları neden
yer altına çekildiler. Niçin artık onları görmüyoruz?” diye sorduğunda
sanırım çok farklı bir cevap bekliyordu.
Beklediği türde bir
cevap alamadığı gibi, tam aksine neredeyse azarlar, adeta hesap sorar tonda;
sorusuna, soru ile cevap alıyor:
- Niçin arıyorsunuz onları?
- Efendim ne, niçin arıyorsunuz? Yani, evliya bu, Allah dostu… Diye kekeleyiverdi.
- Onları bulunca ne yapacaksınız? Diye üstüne basarak ısrar etti beyefendi.
Delikanlı daha da şaşırarak;
- Efendim, evliyaları bulsak onların yanına gider, onlara tabi olur, faydalanırız.
- Yok, Yok! İnsanlar Evliyaları, peygamberleri veya onların takipçilerini onlardan faydalanmak için aramazlar: Genelde öldürmek ya da susturmak için ararlar?
Delikanlı cevabı üzerine alınıyor;
- Efendim olur mu öyle şey? Diyor.
Mesele onların var olup olmadıkları ya da nerede oldukları değildir: Mesele onlardaki kıymeti görebilecek bir göze, onların anlattıklarını işitebilecek bir kulağa, onlardaki kıymeti hissedebilecek bir kalbe sahip miyiz? Budur mesele. Eğer böyle bir göze, böyle bir kulağa, böyle bir kalbe sahip değilsek, bütün şehir evliya olsa, peygamber olsa ne yazar. Onlara düşman olur, öldürmeye kalkarız.
“Boş ver bu işleri” der gibi elini sallayarak: Siz bırakın onların nerede olduklarını aramayı da kendinizde böyle bir göz, böyle bir kalp var mı, onun derdine düşün. Belki de onlar bizlerden saklanıyorlardır.
Deli Ayten
Geçmişte daha çok Romanların yaşadığı Bursa’nın yerlilerinin Kamberler dediği Kızyakup mahallesinde aniden heykeli ile karşılaşınca adeta vakitten kopup çocukluğuma gidiyorum. Daha çok okula gidip gelirken karşılaşırdık Deli Ayten’le. Bursa’da tanımayanı yoktu sanırım. Kısacık boyu, sırtında davulu, üst üste giydiği temizlikten yoksun çulları, dağınık saçları, koluna taktığı taşla dolu çantaları ve o zamanlar ismini bilmediğim cümbüşü ile gelen geçenin fark etmemesi mümkün olmayan, akl-i melekelerini yitirmiş biriydi Deli Ayten. Kendi kendine birileri ile kavga ederdi. Kim oldukları belli değildi. Kelimeleri pek anlaşılmazdı. Ama dikkatli dinleyenler, birilerinin anneleri, bacıları hakkında yapılmış kaba temennilere benzetebilirdi bunları.
Nasıl olmuşsa Bursa’nın ileri gelenlerinden birileri vefat ettikten yıllar sonra kendisini keşfetmiş, dramatik bir aşk hikâyesi ile Deli Ayten’i bir halk kahramanına dönüştürerek Bursa’nın simgesi haline getirmişler. Bir heykelini dikip bir de adına filim çekmişler. Heykeli görünce Muhittin İhya Efendinin bir kelimesini anıp: “Meczup, durgun bir göl suyu gibidir: Ne içilir ne de abdest alınır” deyip; acaba “Deli Ayten’de ne gibi kıymetler gördüler de onun anısını gelecek nesillere iletmeye değer buldular?” deyip gülüp geçiverdim heykelin yanından.
Üç gün sonra vefat eden bir arkadaşımın mezarını ziyaret etmek için “Bursa’nın Karacaahmet’i” diye anılan tarihi Pınarbaşı Mezarlığına yolum düştü. Bursa’nın fethinden daha eskiye giden geçmişi ile bu mezarlıkta –artık isimlerini pek bilen kalmış olmasa da- Bursa’nın birçok ünlü ve tarihi şahsiyeti yatmakta. Mesela İstanbul’da bir semte ismini veren II. Beyazid’in Roma’ya Papa ile görüşmeye gönderdiği heyette sultanı temsil etmiş olan büyük veziri Koca Mustafa Paşa ve oğlu buranın ev sahiplerinden. XVII. Yüzyılın ünlü tabibi ve kimyageri, el-Cevherü’l-ferîd fî tıbbi’l-cedîd gibi birçok kıymetli eserin banisi, zamanının Lokman Hekimi diye anılan Bursalı Ömer Şifai Efendi gibi Bursa’nın fethinde Türklere yardım eden, Fetihten sonrada devlet içinde önemli görevler alan Philippos isimli Bizanslı komutanın oğlu, Filiboz Camii’ni yaptıran Hayreddin Bey’de burada.
Bursa’nın hafızasını saklayan bu mezarlığın girişinde bizi; rüküş, İslam geleneğinden çok Hristiyan an’anesini andıran, sanat olarak da bir şeyler vaad etmekten oldukça uzak bir mezar karşılıyor. Mermerden şahidesine Deli Ayten’in resmi işlenmiş. Mezarın üstüne de büyük harflerle AYTEN diye yazılmış.
Mezarın ayakucuna, yerlerinden sökülüp alınmış, ince taş işçiliği ve yazı
sanatı ile üzerlerine ayetler ya da veciz ifadeler işlenmiş taş oyma sanatının
harika örnekleri olan şahideler -adeta başa bela imiş, ne yapılacakları
bilinememiş gibi- üstü üste istiflenmiş. Belli ki mezar yeri açmak için
yerlerinden edilmişler. Bir kısmı da sahiplerinden koparılarak, adeta Deli
Ayten’in nöbetini tutmaları için yan tarafına gelişi güzel dikilmiş.
Şahidelerinin biçiminden kimisinin ders-i am (halka ders vermeye yetkili müderris),
kimisinin müderris (profesör seviyesinde âlim), kimisinin imam, kimisinin
fakih, kadı, asker, memur, tüccar olduğunu tahmin edebildiğimiz bu mezar
taşlarına keder ile bakıyoruz.
Yanımdaki arkadaş: “Bu üstatların Deli Ayten’den neleri eksik görülmüş ki, bu muameleye tabi tutulmuşlar? Acaba kusurları, akıl ve ilim sahibi olmaları mı? Sormak lazım, bu memlekette adı anılır, gençlere ismi öğretilir bir şahıs olmak için ille kafayı bozmak mı lazım?” diye fısıldadı. Belli ki, bir cevap beklediği yoktu.
Sorun elimizde
kıymetli insanların olup olmaması değil. Bizim onlardaki kıymeti bilip bilmememiz,
diyorum. Eğer bilmezsek elimize geçen âlimleri, vezirleri, kahramanları,
kadıları, tacirleri, devamirleri Deli Ayten’in başucunda nöbete dikeriz.
Onlar da bize yakalanmamak için, bizden saklanırlar.
Derleyen: Ahmet H. Çakıcı
Şaban 1443
2 yorum:
değerini bilmek değerli olduğunu hissedirenle belli olur bazen çok değerverdiklerin aytenden farkı yokturda ağzı laf yapandır makamı şatavatı parası vardır değerli sınıfına geçer aslında en değerli olan kimseye zararı olmayandırda pek belli olmaz
Antkacı, değersize değer vermek, DEĞERİ takdir etme becerimizin problemli olduğuna ancak delil olabilir. Değerlilerin değersiz olduklarına değil.
Kimseye zarar vermemeyi başarmak hayvanların başarabileceği bir şey. Bunun altına düşmemek lazım. Ancak İNSAN olmak için bunun bir miktar daha üzerine çıkmak gerektiğini düşünüyorum.
Allah doğrusunu bilir. Ben bu kadar anlayabiliyorum.
Gününüz hayr olsun.
Yorum Gönder