İş, bana teklif edildiğinde çok hevesli değildim. Kendimce,
hevesli olmamamın anlaşılır sebepleri de vardı: İlk olarak ben zaten iki işi
birden yapmaya çalışan, vakti pek de
müsait olmayan biriydim. Bir taraftan 6-7 dönüm muz bahçesine bakıyordum, bir
taraftan da hediyelik eşya dükkânında esnaflık yapmaya çalışıyordum. Üstelik
Osmanlıcaya hiç aşina olmadığım gibi, Türkçeye de hâkim değildim. Ne gramerden
anlıyordum, ne noktalama işaretlerinden. Bizimkisi resmen cahil cesaretiydi.
Şemseddin Yeşil Efendinin 1950-60’larda yaptığı
konuşmaların ses kayıtlarını yazıya dökmemiz isteniyordu. Ancak kasetler eski
bir teknoloji ile kayıt edildiklerinden ses kalitesi çok düşüktü ve anlamak
bazen çok zor oluyordu. Ancak asıl sorun Yeşil Efendinin kullandığı dilin
yüksekliği idi: Birçok kelimeyi hiç duymamıştık. Bilmediği kelimeleri kulak, en
yakın kelimeye uyarlıyor ve başka bir kelime olarak duyuyordu. Yeşil Efendi “çûn”
(gitmek) diyor biz “için”, “cin”, “Çin”, ya da “kün” yazıyoruz; o, “muhti”
(hata yapan) diyor biz “muhyi” (hayat veren) yazıyoruz; o, Masnûat (diyor) biz
maslahat işitiyoruz; o, “Gayr-ı mahlûku nasıl idrak edebilir” (Yaratılmış, yaratılmamışı nasıl idrak edebilir?) diye
soruyor, biz araya bir virgül koyup, “Gayrı, mahlûku nasıl idrak edebilir?”
(Yaratılmamış, yaratılmışı nasıl idrak edebilir) diye giriyoruz.
Üstelik bazı kelimeleri biz değil sözlük bile duymamıştı.
Zira üstad, Osmanlıca Farsça kelimelerden yeni terkipler de meydana
getirebiliyordu.
Sorunlar bunlardan ibaret de değildi: Hediyelik dükkânında
kulaklığımı takıp ne zaman dinlemeye başlasam ya kapıdan bir müşteri giriyor ya
bir telefon geliyor ya da karısından, ev sahibinden, patronundan dertlenmiş biri
tarafından zamanımın verimli kısmı işgal ediliyordu. Kaseti dur kalklar,
kulaklık tak çıkarlarla dinlemeye çalışıyor, sürekli bölünen ve dağıtılan
dikkatimi tekrar tekrar kaset üzerinde toplamaya çalışarak hiç de müsait
olmayan bir ortamda çalışıyordum. Turizm sezonunda mesaim sabah 8’den gece 24’e
kadar uzayabildiğinden bu işi dükkânda yapmaktan başka bir çaremde yoktu. Kış
sezonunda yoğunlaştığım tarla işleri ise bedeni çok yorduğundan ya yağmurlu
günlerde ya da sabah namazından evvel kalkıp namaza kadar ne yapabilirsem yapıyordum.
Bu şartlar altında 90 dakikalık bir kaset ortalama 2-3 hafta gibi sürede ancak kâğıda
dökülebiliyordu. Benden sonra benimle hemen hemen aynı imkânlara sahip iki
arkadaşın daha elinden geçmesine rağmen hataları tamamen bitirmek mümkün
olmuyordu.
Ancak yine de beğenilmiş olsalar gerek ki, Yeşil Efendinin
kasetlerini haftalık toplantılarla dinleyen grubun, ellerinde bizim metne döktüğümüz
dokümanlarla kaseti dinlemeye başladıklarının haberini aldım.
Bunu duyunca ne yalan söyleyeyim, epey bi gururlandım. Kendime
kocaman bir aferin çektim. İçimde gizlediğim, bir de “Beyefendiden Aferin alma
hissi” ile İstanbul’a toptancılardan mal almaya giderken yolumu Bursa’ya düşürdüm.
Ders halkasındakilerle daha önce tanışmadığım için biraz heyecanlıyım. Bir de
“kasetleri döken adam olarak” orada olmanın nefsime verdiği, -farkında olsam da-
engel olamadığım bir gururu götürdüm yanımda.
Kapıdan giriyorum. Oda duvarlarının neredeyse her noktası Arapça
ya da Osmanlıca ibarelerle dolu. İçlerinde sadece Batı tarafındakilerin en
üstünde Mevlana’dan alınma “Başkalarının hatalarını gören gözlerimi kör ettim”
ibaresi Latin harfleriyle yazılmış. Adeta gelen misafirlere “Diğerlerini anlamasanız da olur ama bunu
mutlaka anlayın!” der gibi.
Tanışma merasimi ve hoş beşten sonra kaset dinleme
merasimi başlıyor. Daha önceden çıktı alınmış -bizim metne döktüğümüz- kaset
dökümleri gelenlere dağıtılıyor. İçimi yeniden bir neşe ve gurur kaplıyor. Ancak
bu durum çok uzun sürmüyor zira kasetten Yeşil Efendinin sesinin yükselmesi ile
birlikte o gurur yerle bir oluyor.
Odanın havası mı, kasetçaların kalitesi mi, hoparlör farkı
mı, yoksa ilahi bir lütuf mu bilmiyorum ancak kasetin sesi burada dükkânda
dinlediğimden çok daha net geliyor. Öyle ki geri döne döne 20-30 sefer dinleyip
anlayamadığım kelimeleri bile çıkarabiliyorum.
Kaset
ilerledikçe üst üste hatalar çıkmaya başlıyor. Aksilik bu ya, meclisin yeni
yeni müdavimi olan biri, her fark ettiği hatanın altını yüksek sesle çizmeyi
kendine görev ediniyor. Ev sahibi Beyefendi müdahale ediyor, “İnsanlar
bilmedikleri kelimeleri duyamazlar. Arkadaşlar uğraşmışlar. Bu tür durumlarda kese kağıdının şeker ile şeker fiyatından
tartılması gibi hatalar da sevaplara sayılır, diyor.” Ancak arkadaş yeni
hatalarda da, “Biraz da ciddiyet gerek, biraz özen lazım Efendim, bu kadar hatada
olmaz ki” kıvamında kelimeler ediyor.
Yüzüm kıpkırmızı. Başım önüme eğilmiş, her hatada, her kelimede biraz daha koltuğun altına giresim geliyor. “Acaba tashih edilmemiş ilk dökümü mü sehven yolladım” diye kendimi avutmaya çalışıyorum. Nerede derse girerken hissettiğim o hava, nerede gelirken yanımda gelen o gurur.
Derviş Yunus kasedi
Eğri büğrü çözme
Seni sıygaya çeker
Bir Molla Kasım gelir’ diye geçiriyorum aklımdan.
“Geldi işte bir Molla Kasım. Kendini adama saydın. Gubur gubur guburlanarak onca yolu geldin. Aldın mı ağzının payını?” diye kendimi azarlıyorum. Biri dokunsa koyverecek haldeyim.
Birden -daha sonra öğrendiğim üzere- Beyefendi âdeti olmadığı halde dersi bölüyor ve “Ağzım kurudu. Mutfakta zemzem olacaktı. Rica etsem biriniz haber ediverir mi, ikram etsinler” diyor. sonra zemzem geliyor ve herkese dağıtılıyor. Beyefendi ilk yudumu alınca,
ağzını şapırdatıp yüzünü buruşturuyor ve:
- Zemzem biraz kekremsi olmaz mı? Bu musluk suyu
gibi, diyor. Cemaatten biri:
- Efendim ben bir fark göremedim, diyor.
- Yok Yok! Bu zemzemde bir gariplik var. Acaba
buralarda mı dolduruyorlar, diyor.
- Efendim, zemzem bidonunun üzerinde Arabistan
etiketi vardı.
- Neyse neyse, devam edelim! Diye kaseti işaret
ediyor.
Sonrasında bir hatamız çıkmıyor. En azından kimse “burada da
hata var” demiyor. Kaset bitiyor. Ardından çay geliyor.
Sürpriz!
2. Latin harfleri ile yazılmış yazıyı görüyorum odada.
Şeker kaşığının üzerinde de Latin harfleri ile aynı ibare yazıyor: “Hata gören
gözlerimi, kör ettim!”
İkram sonrasında dağılma vakti geliyor. Ev sahibi ilk
kalkan misafirleri kapıya kadar uğurluyor. Onların hemen ardından sohbetin
devamlısı bir abi ile birlikte kalkıp izin istiyoruz. Bizden önce kalkanları
kapıya kadar uğurlayan ev sahibi bizi, “Allah’a emanet olunuz” diyerek oturduğu
yerden uğurluyor.
Zaten yaralıyım, iyice alınıyorum: “Bu kadar baştan savma
bir iş çıkarmışsın, bir de iltifat bekliyorsun. Var git yoluna, yallah!” diye söyleniyorum
kendi kendime. Yine de kendimden emin olamayıp mihmandarlığımı eden beyefendinin
ağzını arıyorum:
- Beyefendi benim yüzümden size de mi kızdı
acaba?
- Neden böyle düşündünüz?
- Bizden öncekileri kapıya kadar uğurladı. Bizi
oturduğu yerden yolladı da...
- Misafir, kapıya kadar uğurlanır. Ev ahalisi yakın
görülür, uğurlanmaz. Sizi beyefendi ev ahalisinden saydı. İltifat etti yani.
Hem size niye kızsın ki?
- Çok hata çıktı.
- Beyefendi gerekli cevabı verdi ya!
Şaşırıyorum:
- Ne cevap verdi? Ben bir şey fark etmedim.
- Dedi ya, İnsan hata kusur görmeye kalkarsa zemzemde
bile hata bulur: “Bu ne biçim zemzem!” der. Zemzemi o arkadaş getirmişti. Zaten
arkadaş da mesajı aldı ve sonrasında hata görmedi. Beyefendi kimseye
hissettirmeden, incelikle arkadaşı ikaz etmiş oldu.
Beyefendi sık sık tekrar eder: Beşer hadsiz bir varlıktır, kusur görmeyi pek
sever. Öyle ki, Allah Teala’da bile kusur bulur; O'nu bile düzeltmeye, O'na bile akıl vermeye kalkar.
Hâlbuki Aziz Kudret “Aranızdaki ortak kelimelere gelin”, yani birbirinizin
güzelliklerini görün buyurur. Biz de cahilliğimizle ille de ihtilafları,
hataları, kusurları görmeye çalışırız. Cahillik işte. Ararsanız hata bulursunuz. Mü’minlerin gözbebeği Hazreti Resulü bile kusur gözü
ile kevgire çevirmek mümkündür. Zira mükemmellik Allah’a mahsustur. İnsanın
buna gücü yetmez. İnsandan mükemmeli istemek onun TANRI olmasını istemektir,
yani şirktir. Kıymetli ve zor olan Aziz Allah’ın settar gömleğini sırtına
geçirip kusurları örtebilmeyi becerebilmektir. Kusur gözü ile silahlanmış
insanlar, sürekli birbirlerini vuracaklarından 3 kişi ile bile 100 metre yol
gidemezler. Paramparça olurlar.
Ama unutmamak da lazım: Bu başkalarının hataları için böyledir. Kendi hatalarını
görüp hatadan vaz geçebilmek ise çok büyük bir erdem gerektirir. İçerdeki
arkadaşın fark ettirilince, hemen susması gibi.
Derleyen:
Ahmet Hakan Çakıcı
Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın
0 yorum:
Yorum Gönder