Sütlüce semti, İstanbul’da Haliç Köprüsü’nü Eyüp Sultan istikametine doğru geçince hemen sağda kalan denize nazır semtin ismi. Bu semtte, görenlerin hayran kalacağı muhteşem güzellikte bir Tekke var.
1785 (Hicri:1199) tarihinde inşa edilen Tekke'nin birkaç farklı ismi vardır. Bânisi (inşa edeni) Hasîrîzade Şeyh Mustafa İzzî Efendi’ye atfen “Hasîrîzade Tekkesi”;
Mustafa İzzî Efendi’nin mürşidi ve kayınpederi Kırımlı Şeyh Süleyman Sıdkı Efendi’nin Sa’diyye tarikatından olması ve tekkenin inşasından sonra Sa’diyye tarikatının merkezi haline gelmesi nedeniyle “Sa’diyye Tekkesi”; 1887 (Hicri:1305) yılında II. Abdülhamit Han’ın Tekke’yi yenilemesi sırasında yapıları yeniden tasarlayan ve Tekke’nin aynı zamanda son postnişini olan mimar, hattat, mevlevihan, şair, musikişinas Elif Efendiye[1] atfen “Elif Efendi Dergâhı” olarak anılır.Dergâhların kapatılmasından sonra 1970’lere kadar içinde oturanlar sayesinde korunan dergâh bundan sonra harap hale gelmiş. Özellikle 1983 yılındaki yangınla içindeki kıymetli hat levhalar, tarikat âlâtı ve kitaplar ortadan "gayb" olurken dergâhın yeri de adeta mezbeleliğe dönüşmüş.
1991 yılında ise, yangında zarar görmeyen dergâhın semahanesinin kafesleri çalınmıştır. Kafeslerin üzerine resmedilen harikulade hurma yaprakları; Tarikatın kurucusu sayılan, kardeşleri ile birlikte Haçlı Ordularına karşı verdiği mücadele ile nam yapan ancak daha sonra işi haramiliğe döken Sa‘deddin El-Cebâvi’nin Hak yola dönüşünün vesilesi olarak anlatılan rüyaya işaret eder. Aynı zamanda Sa’diyye tarikatının kurucu metni/efsanesi sayılan bu rüyada; Hz Peygamber’in (sav), kendisine çekirdekleri alınmış 3 hurmayı yutturması ile Sa‘deddin El-Cebâvi'nin, dimağı açılıp feyz yolunda ilerlemeye başladığı kabul edilir.
Hurma dalı
süslemeli kafesler 1991 yılında çalınmıştır. Fotoğrafta görüldüğü gibi yukarıdan sarkan
zincirlerin ucundaki avizeler onlardan daha önce sırra kadem basmışlar. |
Bir Acaip Hatıra
Birkaç yıl önce dergâh, ihya edilmeye karar verildiğine dair bir haber geldi ve Beyefendi’den, “Belki bir faydanız olur. Bir de siz baksanız” denilerek ricacı olunuldu. Böylece, bana ve bir arkadaşa da “yol refiki” olma fırsatı doğmuş oldu.
Yolda memleketlerden konu açılıyor: Yeni yeni tanıştığımız arkadaşa memleketini soruyorum, “Ne desem bilemedim. İznikliyim desem bir tarafım bozuk kalır” diyor. Bu kelimelerle başlayan sohbet “Neden itimat edecek kimse kalmadı?” sorusuna gelip dayanıyor. Beyefendi konuya bizden çok farklı bakıyor:
“Siz güveneceksiniz ki, karşıdan güven talep edebilesiniz. Siz güvenmezseniz, elbette ki karşıdaki de size güvenmeyecektir. İnsanlarla aramızda ülfetin gelişmemesi onların bize güven duymamasından değil, bizim onlara güven duymamamızdandır. Ancak insan duygularını karşıdakine yansıtır. “O bana itimat etmediği için ben ona güvenmiyorum.” der. Öncelikle kendinize bir sorun: “Ben güveniyor muyum?” diye. Birine itimat etmeden ondan itimat talep etmek en hafif tabirle nezaketsizliktir.” Diyor.
Dergâhtaki Meczup
Sonunda Sütlüce’de virane haldeki Tekkeye vasıl oluyoruz. Bizi derme çatma bir kapı karşılıyor. Kapıyı çalıyoruz. İçerden altı Charlie Chaplin, üstü tulumbacı[2] gibi giyinmiş biri çıkıyor. İçinde kaybolduğu koca pantolonunu iple bağlamış. Üst tarafı ise yarı çıplak. Saç sakal birbirine karışmış. Kolunun birinde iri, kalın ve uzun bir sopa var. Asa gibi tutuyor. Sopayı tutan koluna bir palto asılı. Yüzü tombul pembe ancak alkoliklere benzemiyor. Elbiseleri mekâna uymayacak kadar temiz. Kapının ardında 10-15 civarında köpek var. Köpeklere isimleri ile sesleniyor. Belli ki, Tekkenin harabesindeki yalnızlığına yoldaş olarak onları seçmiş.
Bizim
Beyefendi, üç beş kelamı ile akli melekelerinin pek de yerinde olmadığını
anladığımız şahıstan izin alarak harabeyi incelemeye başlayınca bize de
gevezelik için fırsat çıkıyor. Önce biz sormaya başlıyoruz. Kimsin, nesin, ne
yapıyorsun derken, şahsın kafayı kırmış Mehmet isminde bir makine mühendisi
olduğunu anlıyoruz. Ama şahıs konuşmaya başlayınca özelliklerinin bunlardan
ibaret olmadığı ortaya çıkıyor. Bana:
“Bitlis’li, Bitlis’in neresindensin?”
Dediğinde tipimden bildiğini düşünüyorum. Ancak yıllar önce vefat etmiş amcamın bir de ismini vererek Mersin’in neresinde metfun olduğunu sorunca gözlerim faltaşı
gibi açılıyor.
“Nereden
bildin amcamı?” desem de cevap vermiyor.
Sonra yanımdaki arkadaşa dönüp elindeki sopayı veriyor ve “Çık şu taşın üstüne, bir dilek dile!” diyor. Arkadaşım kafası kırık şahsın suyuna gitmeyi tercih edip, sopayı elinden alıyor ve “Dilek Taşı”nın üstüne çıkıyor. Daha henüz kayanın üzerine doğru düzgün yerleşmeden:
“Olmaz
öyle şey! İn aşağıya! Şuna bak, yüzü kıpkırmızı oldu!” Diye bizim arkadaşı
azarlayıveriyor.
Sonra, kapar
gibi arkadaşımın elinden aldığı asayı bana doğru uzatıp;
“Hadi sen
çık!” diyor.
Ben,
arkadaşıma teklif edildiği anda, sıranın bana geleceğini hesap edip düşünmeye
başlamıştım. Ancak arkadaşımın yüzünü görünce ürküntüm, iyice korkuya
dönüşüyor: “Ulen dilesem, ya para dilerim ya hatun! İkisi de bu yaştan sonra felaketim
olur” diye içimden geçirip;
“Yok, ben
dilemeyeceğim", diyorum.
O
söylediğime değil, içimden geçene cevap veriyor:
“Niyeymiş
felaketin olacak! Çık şuraya!”
Demesiyle,
frenlerim iyice boşalıyor ve yıkık bahçe duvarına doğru yavaş yavaş uzaklaşmaya
başlıyorum. Ardımdan:
“Yahu senle iyi sohbet ederiz telefonunu versene bana” diyor.
Adımlarımı
hızlandırırken, “Telefonum melefonum yok!” diyorum.
“Ben
vereyim. Numarayı al!” diye ısrar edince, sinir ve korku ile bahçe duvarını
atladığım esnada, “Git başımdan çatlak Herif!” diyorum.
Benim
korku ile kaçışımı seyreden arkadaşım çatlak mühendise;
“Onu bırak.
Bana ver telefonunu.” diyor. Ama o dönüp:
“Sana
vermem, senin bir tarafın bozuk!” deyiveriyor.
Bu olay benim gibi ömrü gayptan yoksun bir akılcılığın içinde geçmiş birinin tüm değerlerini darmadağın edebilecek bir tecrübe idi. Zira Hz Meryem’in mucizevi hamile kalmasına inanamayan, Hz İsa’ya (as) baba arayan, Hz. Musa’nın (as) denizi yarmasına pek çok te’vil geliştiren bir ekolden geliyordum. Bugüne kadar bu tür olayları kolayca reddedebilmişken şimdi başıma gelen olayı ne rasyonel seviyede açıklayabiliyor ne de reddedebiliyordum.
Arabaya geçip beklemeye başladım. Az sonra Beyefendi’nin işi bitiyor ve dönüş yoluna düşüyoruz.
Biraz kendimi teskin etmek, biraz Beyefendi’yi konunun içine çekip fikrini almak için arkadaşa takılıyorum:
“Abi taşın
üstünde ne dilemiştin?” diyorum. Arkadaş cevabı geçiştiriyor:
“Deli boş,
sıradan bir deli değildi. Galiba içimden geçenleri okuyordu.” dedi. Sonra
konuyu benim üzerime yıkmak için, Beyefendi’ye:
“Arkadaşa
telefonumu al diye ısrar etti. Almadı, keşke alsaydı.” dedi. Beyefendi konudan
hiç etkilenmeden:
“Meczuptur, fakih değildir. Ne yapacaksınız telefonunu?” Deyip konuyu kapatıyor.
Bu cümle bana yıllar önce İmam Rabbani’nin Mektubat’ından okuduğum, yarım yamalak hatırladığım bir bölümü hatırlattı. Hindistan’ın Pencap Eyaletinde yaşayan üstada, uzak vilayetlerin birinden bir öğrencisi mektup yazıyor:
“Efendim, burada biri var: Suyun ve ateşin üzerinde yürüyebiliyor, şehir dışına hiç çıkmadığı halde her sene Hacc’da görülüyor. Aynı anda 4-5 yerde olduğuna dair bir sürü insan şahitlik ediyor. Siz bu durum hakkında ne dersiniz?”
Üstad
cevap veriyor: “Bir farz işi, bir vacip, bir sünnet, bir müstehap işi yerine
getirmeyi geçin, bu iş caiz mi değil mi diye düşünülerek yapılmış herhangi bir
iş; suyun, ateşin üzerinde yürümekten daha hayırlıdır. Eğer aynı anda birçok
yerde olmak maharet ise; Şeytan’ı evliyaların padişahı olarak görmek icap ederdi.
Zira aynı anda insan adedince yerde olur.”
Meczuptur (cinlenmiş). Yani belki de yapabilir, söyleyebilir. Benim aklıma ya da insi azalarıma (beş duyu organıma) hitap etmemesi, bir şeyin yokluğuna delil değildir. Ben anlamıyorum, ben kavrayamıyorum diye bir şeyi reddetmek insafa sığmaz.
Ancak fakih değildir! Yani ona uyulmaz. O din va’z edemez. Halife, hâkim, kadı veya herhangi bir kurumda yönetici tayin edilemez.
Biri benden daha becerikli ya da benim bilmediğim bir ilme vasıl olmuş diye, “uçuyor” diye, “denizin üzerinde yürüyor” diye, isminin önene bilmem ne titri almış diye “Yaratanın Halifesi” sayılmaz, “İlmin kapısı” kabul edilmez, “HAKK temsilcisi” görülmez. Zira insan, hakkında bilgi ve tecrübe sahibi olmadığı şeyi doğru değerlendiremez.
Zahirine bakılır, ameline bakılır, hikmetine bakılır, şeriata boyun kesmişliğine, HAKK’a taraf olmuşluğuna bakılır. Ciddiyetine bakılır. Çünkü insan akılla fark edebildiği âlemde, anlayabileceğinden Nass’ın (Kuran ve Sünnet'in) rehberliği ile sorumludur.
Mesele birden basit bir olaya dönüşmüştü:
Meczuptur,
hastadır, keramet sahibidir;
Ya da profesördür,
büyük bir mucittir, filozoftur, bürokrattır, memurdur;
Veya
büyücüdür, sihirbazdır, kâhindir;
Yahut
demagogtur, sahtekârdır, dolandırıcıdır...
Benim aklım yetmez. Hepsi olabilir. Hepsi
imkân dâhilinde.
Aklıma
uymadı diye inkâr etmek için çırpınmaya gerek yok!
Ama Şeriat
yoksa yani maddi sebepler dairesinde değilse, hukuk da yok.
Yani fakih değildir, peşine düşülmez.
Derleyen: Ahmet Hakan Çakıcı
Şaban
1443
[1] Elif
Efendi Kur’an lügati yazacak kadar Arapça’ya, Mesnevi’yi Farsça aslından
okutacak kadar Farsça’ya hâkim bir âlimdir. Darwin Teorisine reddiye
yazabilecek derecede fünuna hâkim müdakkik bir zattır. (Keşkül dergisi 36.
Sayı)
[2]
Tulumbacı: Osmanlı döneminde
yangın söndürme çavuşu.
1 yorum:
Hem keramet ehli hem fakihse İmam Rabbani Hazretleri gibi, ne ala. Peşine düşülür, Duası alınır inşaAllah
Yorum Gönder