Osmanlıların araya girmesi ile 4 yıllık esaretten sonra Bursa’ya getirilen Abdülkadir el-Cezairî Bursa’da daha sonra kendi ismi verilen sokaktaki bir evde misafir edilir. Yanında getirdiği validesi bu dönemde vefat eder ve Bursa’da sırlanır. Bu süreç içinde kendisi gibi Kadiri tarikinden olan bir dergâha da dönem dönem misafir olur. 3 yıllık misafirliğin ardından 1855 yılında Bursa’yı yerle bir eden ve “kıyametis-sugra” (küçük kıyamet) diye anılan depremin ardından önce İstanbul’a sonra Lübnan’a oradan da Şam’a gider.
Namı kendisinden önce Şam’a ulaşan Abdülkadir el-Cezairî Şam Emeviyye Camiinde
haftada bir vaaz verirken, kendi evinde de pazartesi ve Cuma günleri akşam
namazı ile yatsı namazı arası zikir meclisleri düzenler. Meclisin devamlıları
arasında sadece Kadiri, Mevlevi, Nakşi, Halidi gibi tasavvufi düşünceden gelen şeyh
efendiler yoktur: Suriye Selefi Hareketinin öncülerinden ve bazıları Muhammed
Abduh, Reşid Rıza’nın dostları olup Suriye’de bu çizginin temsilcileri sayılan Cemaleddin-i
Kasımi, Abdülmecid Hani, Ahmet Cezayiri, Abdürrezakk Bitar, Tahir Cezayiri, Abdülgani
Guneymi, Selim Buhari, Abdülhakim Afgani ve Abdülbaki Afgani gibi birçok Selefi
ve modern İslamcı düşüncenin öncüleri de vardır.[1]
Abdülkadir el-Cezairî, kendisi bir Kadiri
mürşidi ve namlı bir kahraman olmasına rağmen hacca gittiğinde tanıştığı Halidiyye’nin
büyük şeyhi Muhammed b. Abdullah’ın müridi olup hizmetine girebilecek kadar da samimi
ve tevazu sahibi biridir.
1860 yılında Fransa’nın Lübnan, Mısır ve
Suriye’deki askeri girişimleri halkta büyük bir öfkeye neden olunca Şam’daki
Hristiyanlara karşı bir öfke gelişir. Bu öfke silahlı eyleme dönüşünce bölgedeki
Hristiyanlar ve Fransızlar (Fransız Konsolos dâhil) Abdülkadir el-Cezairî’nin evine sığınır.
Abdülkadir el-Cezairî ve adamları silahlanıp evin bahçe duvarına
pusuya yatarak halkın içeri girmesine izin vermeyip büyük bir katliamı
önlerler. Ona göre silahlı askerlere karşı savaşmak ile silahsız insanları
öldürmek aynı şey değildir. Onlar, 15 yıl savaşıp esir düştüğü Fransızlar bile olsa.
Avrupa’dan
geldiler
2012 yılında Şeyh Abdülkadir el-Cezairî’nin Bursa’ya gelişinin 160. Sene-i devriyesinde Bursa Belediyesi ve Uludağ Üniversitesi bir sempozyum düzenliyor. Sempozyuma katılmak için Avrupa’dan organize olan 150-200 kişilik Şazeli tarikine mensup bir grup Bursa’ya gelince şeyhin dönem dönem misafir olduğu tekkeye nezaket ziyaretinde bulunmak istiyor. Tekke sokağına kadar gelen öncü grup, arkadan gelecek grubu karşılamak üzere pozisyon alıyor. İkinci grup dergâhın önüne gelince karşılıklı salavatlar getirerek ve Allah’ın güzel isimlerini anarak adeta futbol takım taraftarlarının birbirleri ile atıştıkları usulde ama bağırıp çağırmadan ama sükûnetle selamlaşırlar.
- Ey Müminler, Akıbetiniz hayr olsun.
-
Ey Gelenler! Allah, Hz Muhammet aleyhisselamın yolundan ayırmasın.
-
Salat ve selam O’nun üzerine olsun.
-
Salat ve selam ehl-i Beytine ve onları takip edenlerin üzerine olsun
Ardından tekkenin üst katındaki mescide çıkıp yatsı namazını kılıyorlar. Kudüs mescidi imam/müezzini olan bir beyefendi çok hoş ancak kulaklarımızın aşina olmadığı bir Afrika makamı ile imamlık yapıyor. Namazın ardından Kadiri-Şazeli neşveye uygun bir şekilde neredeyse 5 sayfalık Vakıa Suresini hep bir ağızdan okuyorlar. Tesbihat ve zikirden sonra yine bir Afrika Makamı ile aşr okunup, ardından dua ile meclis sona erdiriliyor. Tüm merasimi Fransız ARTE Kültür TV kanalı baştan sonra kaydedip, daha sonra belgesel olarak yayınlıyor.
Karanlıkta ve çok düşük bir kalite ile çekilmiş
görüntüleri seyrederken sese dışardan bazı gürültülerin karıştığını fark ediyor
ve “Bu sesler ne?” diye sorunca farkında olmadan arkadaşımın yarasını kanatıyorum:
“Şazelilerin ziyarete geleceğini duyunca karşılamak için sağa sola seslendik. Koca Bursa’dan 8, İstanbul’dan 3 kişi ancak çıkarabildik. Bunların içinde de bu işlerden anlayan Beyefendiden başka kimse yoktu. Tüm misafirleri tek başına o ağırladı desek yeri var. Anlayacağın Avrupa’dan gelip bizim değerlerimizi bize öğretip gittiler. Biz içerdeyken Bursaspor’un maçından çıkan yüzlerce genç kaba sloganlar atarak tekkenin hemen ardındaki caddeden geçip gittiler. Videoya giren ses onların sesiydi. Dergâhları, tekkeleri, medreseleri kapatanlar galiba buralardan dağılanların ilim adamı, profesör, araştırmacı, mucit falan olacaklarını sanıyorlardı. Sonradan gelen bir kısım dindarlar da onlara kapılıp gençlerin buralarda boş vakit öldürdüklerini düşündüler. Sanırım eğer oralarda vakit geçirmezlerse okuyup âlim, müfessir, fakih, müçtehit olacaklarını ümit ediyorlardı. Onlarsa stadyumları, bilardo salonlarını, kahvehaneleri, cafeleri, oyun salonlarını doldurdular. Ömürlerini TV ve telefon başında tükettiler. Daha da kötüsü, oraların ahlakını da edindiler.
Hâlbuki insan yetiştirmek için “insanın”
yetişebileceği, içinde var olabileceği bir muhitin ve insanı insan eden kelimeleri
ve hali sonraki kuşaklara taşıyan kurumların olması gerekir. Zira bilgi, hali
taşımaz. Hal, görerek ya da tecrübe
ederek edinilir. Mesela kitap okuyarak yüzemez, araba süremez, bisiklete
binemezsiniz. Hal edinebilmek için taklit, taklit edebilmek için de o bilginin,
bir insan üzerinde nasıl durduğunu görmeniz gerekir. Beyefendi sık sık tekrarlar:
“insanın fırını yoktur, canınız
isteyince fırına verip pişiremezsiniz. İnsanı mayalarsınız. İnsan, insan ile
mayalanır.” Diye. İnsanın çevresinde, manayı hissettirecek, kendi içindeki
cevheri fark ettirecek, halleri ve tepkileri taklit edilecek, kendisine özenilecek
yani onu mayalayabilecek birilerinin (rol modellerin) olması gerekir.
Değilse sadece maddi şeylerle veya kuru bilgi
ile büyütmeye çalıştığımız nesil, aynı, su ve toprak dengesine bakmadan, faydalıdır
diye gübre vere vere yaktığımız ürünler gibi heder olur. Beyefendinin dediği
gibi iyi niyetle yola çıkıp “şakileri[1]
Saidler[2]
yapmak isterken, elimizdeki saidleri dahi şaki yapabiliriz”. Diye söylendi.
Ev sahibi Eşrefzade Bey araya girdi:
"Anne zayıf, baba zayıf, okul zayıf, çevre zayıf, ahbaplar zayıf. Medyadan
gelen çoook; lakin kâmil, faydalı, hayırlı değil. Çocuk manayı nasıl öğrenecek?
İnsanın bir kalbi olduğunu nasıl fark edecek? İnsan yavrusu kedi-köpek
yavrusu değildir. Yetiştiremediğin çocuk,
cemiyetin içine atılmış bomba gibidir.”
“Evet” dedim, “Ne yazık ki, henüz saidleri şaki yapma mevsimimizin sonuna gelemedik. Bu mevsim, karakış misali üzerimize çöktü."
Derleyen: Ahmet Hakan Çakıcı
Şaban 1443
[1] BU bölümdeki bilgiler David
C. Commins’in Osmanlı Suriyesi'nde Islahat Hareketleri isimli eserden
alınmıştır.
[2] Şaki:
Eşkıya, haydut
[3] Said:
İyi, iyiler
1 yorum:
Kaybedilen en azindan bir baskalarinca bulunmus.G
Elinize yureginize saglik . Cok guzel bir yazi
Yorum Gönder