Gelin diyelim şevk ile lailahe illallahAşkla sıdk-ü zevk ile lailahe illallah
Su bidonlarını taşımak için beyefendi ile çekişiyorlar. İlle de ağır bidonları o alacak.
-
Efendim, müsaade ediverin.
-
Sizin vücudunuz alışık değildir. Lütfen siz müsaade edin.
İlerden
birileri sesleniyor:
-
Efendim, İstanbul’dan bir grup gelmek için “Müsait midir?” diye
soruyorlar. Beyefendi:
-
Nedenini söylediler mi? Yük almaya mı, yük olmaya mı geliyorlarmış?
-
Anlamadım efendim!
-
İnsanlar genelde birinin
yanına giderken, kendi sırtlarındaki yükü onun sırtına atıp, kaçmak için giderler.
O’nun sırtındaki yüke el atayım diye gitmezler!
Üftade Asitanesi[1]
Rivayet
öyle ya:
Gazzazlıkla
(ipekten iplik imalatı) uğraşan, aynı zamanda Doğan Bey Mescidi’nde fahri
imamlık ve müezzinlik yapan Mehmet Muhyiddin Efendi, sesinin güzelliği
nedeniyle Bursa Ulucami’de ezan okuması için yapılan teklifi kabul eder. Bu iş
için birkaç akça da harçlık alacaktır. O gece gördüğü rüyada Hz Peygamber Efendimiz
kendisini, “Padişaha (Allah’a) hizmeti
bırakıp, 3-5 akçaya hizmet eder olmuşsun. Üftâde, eyledik rütbeni” diye
azarlar. O gecenin sabahında, Padişaha hizmete geri dönüp, ücret almayı bırakan
Muhyiddin Efendi, bu hadiseden sonra kendisine, rütbesi indirilmiş anlamında “Üftâde” lakabını alır.
Bursa’nın
2 büyük zatından biri olarak kabul edilen
Üftâde Hazretleri (diğeri Emir Sultan), Hacı Bayram-ı Velî'den icazet ve
hilâfet alan[2] ve
o sırada Ulucami civarındaki Vâiziyye Medresesinde ders vermekte olan Hızır
Dede'ye 15-16 yaşlarından itibaren sekiz sene hizmet edip, ondan istifâde eder.
Ancak Hızır Dede’den hayatta iken kendisinden el alması mümkün olmaz. Bu yüzden
“Üveysî” olarak bilinir. “Yokluk,
yokluk çeken” anlamındaki bu kelime Veysel Karani’nin görmeden Hz. Peygambere
bağlanmasına atıfla bir kişinin görmediği, tanışmadığı, dersini almadığı birine
eserlerinden istifade etmesi, sevgisi ve hürmeti nedeni ile bağlanışını,
kendisini o şahsa atfetmesini ifade eder.
Üftade
Asitane’sinin kuruluşu Mehmet Muhyiddin Efendinin kendi elleri ile Uludağ’ın
sırtlarında, Kestanelik bölgesinde bir dergâh ve camii inşa eylemesi ile başlar.
Zamanla Celveti tarikinin menşei olacak
olan bu dergâha; semahane, mescid, harem, çilehane, selamlık ve tediphane ilave edilince adeta bir
külliye haline gelir[3].
(Tediphane, cezaevinin olmadığı bir toplumda huzursuzluk çıkarmayı adet edinen asilerin, edebe davet edilmek için kadı emri ile bir müddet misafir edildikleri yer imiş. Özellikle semahanenin altında yapılırmış ki, belki sema eden dervişlerin kulaklarına gelen zikirleri, duaları kalplerini yumuşatır, onlara ruhi bir telkin olur da doğru yola dönüp, onlar da HAK‘kı zikretmeye başlarlar diye ümit edilirmiş.[4]
Demek ki, bugünün, ıslah etmekten çok birbirlerine suç yöntemi öğretme fırsatı veren, mahkûmların toplumdan tecrit edilerek bir araya toplandıkları cezaevleri yerine; asileri, erdem sahibi insanlarla bir araya getirmeyi daha uygun görmüşler. Sanırım haklıydılar: Zira Yeşil Efendinin dediği gibi, “insan, insandan huy kapar.” Huy kaparak insan ya güzelleşir ya asileşir.”)Asitanenin
bahçesindeki halk arasında “Hu Çeşmesi”
namı ile meşhur çeşmenin kitabesi, dergâhın ilk yapım tarihine (Hicri 974.
M-1565) dair elimizde
kalan tek belgedir.
Anlayanlar, dergâhın ahşap
işçiliklerini özellikle tavan ve kapı süslemelerini Anadolu ahşap mimarisinin
en nadir örnekleri olarak değerlendiriyorlar. Hassaten dergâhın tavanını süsleyen ahşap kündekari
kubbe; çakma tekniği ve el işi süslemeleri ile Anadolu’da tespit edilmiş tek
örnek olarak asitanenin en kıymetli eseri sayılıyor.
Tarihi 550 sene geriye giden ve koynunda birçok kıymetli eseri barındıran Dergâh ve çevresindeki diğer yapılar, ihtiyaç hâsıl oldukça birçok kez tamir ve tadilattan geçirilmişler. Bu tadilatların belki de en büyüğü 1855’te Bursa’yı yerle bir eden depremde aldığı büyük hasarın ardından olmuş ve yeniden ihya edilip ayakta kalması sağlanmış. Dergâhların sırlanmasından sonra ailenin binaya sahip çıkıp, dergâhı terk etmemesi sayesinde Bursa’da ayakta kalan 2 dergâhtan birisi olmuştur (diğeri Numaniye Dergâhı). Ancak buna rağmen zamanla çatısı çöken bakımsızlık ve imkânsızlıktan yıpranan, çevresi gecekondularca sarılan asitane son yıllara oldukça hırpalanmış bir halde girmiştir.
Asitanenin
yenilenmesi, toz toprağa karışıp ortalıktan kaybolmaması, ayağa kaldırılması ve
ihyası için verdiği büyük gayreti Safiyüddin Erhan Bey şöyle izah eder (Özetlenmiş):
“İçinde yaşadığı kâinatı tetkik eden âdemoğlu, bir gün gelip kendisini
de merak edebilirse, cesedinden başka, bir de manâsının bulunduğunu
hissedebilir. Nasıl ki insanın, nasıl yaşayabildiğini anlaması için onu diri
tutan azalarını, kalbini, karaciğerini ve diğer kalıplarını bilmesi ve anlaması
gerekiyorsa; toplumu bir arada ve diri tutan, onu var eden manayı bilmek için de
onun azalarını yani müesseselerini, onları yetiştiren talim ve telkinleri, bu
manânın rûhâniyetinin sindiği mekânları ve onlara şahsiyet veren mütevazı ve
hikmetli hayat tarzlarını bilmesi icap eder.
Zamanımıza
taşıyıp, bilmediğimiz birçok malûmatı bize aktardıklarından bu tür mimarî eserleri
korumak, eğer yıkılmışlarsa ayağa kaldırmak hususi bir kıymete sahiptir. Gençlere ve çocuklara “Bakın sizin dedeniz,
ceddiniz bunları başarmış kimselerdi” diyeceksiniz ki onlar da hem gayrete
gelsinler, hem kendilerinde bir kıymet görüp ümitlensinler, hem de içlerinde bir
aidiyet hissi peydah olsun.”
Öyle ya çocuk bakacak esere
ve “Heyyt beeee, benim dedem bunu yapmış, benim ceddim bunu başarmış, benim
nenem böyle birisi imiş”, diyecek ki; içinde bir heyecan, bir güven, bir ümit
yeşersin. O ümit, o güven içeride yeşerecek ki; büyüdükçe ona tutunup yol
alabilsin. “Bu millet adam olmaz” gibi insanı değersizlik hissine düçar eden tezvirata
kulaklarını tıkayabilsin. Zira bunu başaran kavimler, başaramayanların izzet ve
şereflerini ayaklarının altına alıp çiğner, onların çocuklarını devşirip
kendilerine kul/köle ederler.[5]
…
Hu çeşmesinin başında dalgın
dalgın bunları düşünürken Beyefendi, arkadaşın tüm ısrarına rağmen ağır varili
kapıyor ve hafif bidonu geride bırakıp, duvarında Üftade’nin, en bilinen
halifesi Aziz Mahmud Hüdai’nin “Sevda-yı sivâdan geç, gel hu
diyelim huu” hattı bulunan “Seyir Odası’na” doğru giderken arkasına
takılan arkadaşa:
- “Dostlar, yük alırlar. Yük olmazlar. Dost, yük almasından ayırt edilir.”
Diyor.
Beyefendi,
hiç görmediği, cismen hiç tanımadığı Mehmet Muhyiddin Efendiye, yani nam-ı
diğer Üftade Hazretlerine Bursa’ya ve Bursa’nın manevi iklimine verdiği hizmete
karşılık üveysi bir vefa hissediyor, ondan kalan yadigârlara omuz verip, yükünü
yeniden ayağa kaldırmayı, yüzü düşen hatırasını güldürmeyi ve yeni yetişen
nesle “sizin ceddinizde çok kıymetli insanlar vardı” demeyi kendine vazife
ediniyordu.
Demek
ki, dost olmak ve yükü paylaşmak için ille de aynı vaktin yolcusu olmak şart
değil: Becerebilen, azimle işe sarılan bazen geçmiş neslin, bazen gelecek
neslin üzerinden de yük alabiliyor, diyorum kendi kendime. Ve bir soru düşüyor
aklıma:
Ben yük almaya mı gelmiştim,
yük olmaya mı?
Derleyen: Ahmet Hakan
Çakıcı
Ramazan 1443
[1] Asitane: İçinde kurucusunun da metfun olduğu
tam teşekkülü dergâh.
[2]
Mehmed Şemseddin, age. s. 62
[3] https://sehirmedya.com/kultur-sanat/uftade-dergahini-bilir-misiniz-h99987.html
[4] https://sehirmedya.com/kultur-sanat/uftade-dergahini-bilir-misiniz-h99987.html
[5] İsra
Suresi 5. Ayete atıf.
2 yorum:
Her bir hatırat/yazınızla âdeta apayrı çok kıymetli bir âlemde seyehat ediyor gibiyiz.
Rabbimiz sözünüzü, kaleminizi tesirli eylesin. Tüm bu cehdinizi kabul olunmuş amellerden saysın ve yük alanlarınızı bol eylesin.Teşekkürler.
Rabb'im kaleminize ve yüreğinize kuvvet versin .Bu yazınız ben de yine ufuklar açtı .Allah razı olsun .
Yorum Gönder