Dergâha ilk kez gelen beyefendi, tarihi mekânın uhrevi havasından etkilenmiş, üzerine bir edep bir ağırlık sinmişti. Gözlerini bir taraftan görülmemiş hiçbir şey bırakmamak istermiş gibi dikkatle ağır ağır çevrede gezdirirken bir taraftan da içinde bulunduğu atmosferi içine çekip, her gittiği yere götürmek istermiş gibi burnunu yukarı kaldırmış derin derin nefes alıyordu: Aniden hayıflanmaya yakın bir ses tonu ile kemalat zamanına erişmiş Beyefendiye:
“Şehir dışında olduğumuz için bizim imkânımız yok ama sanırım halkanıza katılmak, derslerinizde bulunmak, öğüdünüzü dinlemek isteyen çok oluyordur” deyince;
“Pek öyle sayılmaz zira bu vaktin insanının öğüt dinlemeye ne mecali var, ne de sabrı. O öğüt dinlemeyi değil, öğüt vermeyi seviyor. Peygamber gelse ona bile dersini verip gönderecek bir özgüveni, böyle bir kibri var. Zahmetlere katlanıp buralara kadar geliyor, bizim hata ve kusurlarımızı tespit ediyor, sonra bize dersimizi verip, nasihat edip gidiyorlar” diyor.
Dâvûd-i
Kayserî[1]
“Dâvûd-i Kayserî hakkında yazı var mı elinizde?” diye sorduğumda İstanbul’dan
bir hemşerim “Osmanlı Devletinin
kurulduğu dönemdeki bir âlimin varlık - zaman - Allah konusunda beyin yakıcı
fikirleri, meraklısına ilginç gelecektir. Foucault, Nietzsche, Kierkegaard diye
debelenmeye gerek yok.” demişti.
Gerçekten de Dâvûd-i Kayserî üzerinde çalıştıkça,
her adımda daha da büyüyen, insanı hayretlere bırakan biri ile karşı karşıya
kalıyor insan.
Dâvûd-i Kayserî’nin, 1260-62’li
yıllarda bugün İran sınırları içinde kalan Sâva’dan göç edip Kayseri’ye
yerleşmiş bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldiği tahmin ediliyor. O dönemde Anadolu
Selçuklu’nun eğitim havzalarından biri olan Kayseri’de, daha sonra Anadolu
Selçuklularının baş kadısı olacak olan büyük Kürt âlim Siraceddin Urmevi’den
ders alıyor. Ardından ilim öğrenmek için Mısır’a gidiyor. Orada eğitimini
tamamladıktan sonra dönemin meşhur Nizamiye Medreselerinden biri olan Niksar
Yağıbasan (Nizamiye) Medresesi’e gidiyor. Orada yine vaktinin büyük âlimlerinden
ve medresenin baş müderrisi İbn Sertak’tan muhtemelen matematik, geometri ve
astronomi dersleri alıyor. İbn-i Sertak’ın vefatından sonra 52-53 yaşlarında
iken Sâva’ya gittiği ve orada Sadrettin Konevi’nin öğrencisi Abdülrezzâk
el-Keşânî’nin halkasına katıldığı kesin gibi. El Keşani’nin vefatından sona
Anadolu’ya döndüğü tahmin edilen Dâvûd-i Kayserî’nin şöhreti, “Keşfü’l-Hicâb an Kelâmi
Rabbi’lErbâb” ve bir Fusûs’u şerhi olan “Matla” eserlerini yazması ile artıyor.
Bu dönemde Orhan Gazi kendisini İznik’e davet edip
Kadılık veya Kadı Askerlik görevini vermek istiyor. Ancak Dâvûd-i Kayserî bu teklifi kabul etmeyince, Orhan Gazi ona, bir
rivayete göre kiliseden çevirerek, bir rivayete göre temelden inşa ettirerek,
Osmanlıların ilk medresesi olan İznik Medresesi’ne baş müderrislik (rektör) vazifesini
teklif ediyor. 1136 yılında bu teklifi kabul eden Dâvûd-i Kayserî, hem idarecilik hem baş müderrislik görevini 15 sene boyunca
vefatına kadar ifa ediyor.
Dâvûd-i Kayserî’nin ilminin derecesini ve çok yönlü kişiliğini hissettirebilmek
için birkaç örnek alıntılamak istiyorum:
-
Eserlerinden
Aristoteles, İbn Sînâ, Ebu’l-Berekât Bağdâdî, Şihâbüddin Sühreverdî ve
Zemâhşerî gibi isimlerin düşüncelerini eleştirebilecek kadar özgüveni yüksek
bir düşünürdür.
-
Kendisinden
önce kullanılan kavramları yeniden yorumlayabildiği gibi kendisi de yeni kavramlar
tanımlar.
-
Işık,
siyahlık, karanlık gibi kavramları ve bunların hâricî varlıkları hakkındaki
tartışmayı ele alır. Bu çerçevede görmeyi, göz, görünen, ışın ve izlenim
(intibâ‘) terimleri çerçevesinde tanımlar; ihsâs[2] ve mahsûs[3] ilişkilerini verir.
-
Tabiatta var
olan her şeyin esasını ve bütün tabiat olaylarını enerji ve enerji değişimiyle
açıklayan fizik ve felsefe doktrini enerjetizmi, Batı’da bu görüşün kurucusu
olarak ilan edilen Wilhelm Ostwald’dan (ö. 1932) altı yüzyıl önce temellendiren
Dâvûd-i Kayserîdir. Ona göre tabiatın da içinde yer aldığı görünür görünmez
maddî ve ruhî bütün varlıkların toplamı olan âlem, Allah’ın isim ve
sıfatlarının tecellisidir. “Küllî unsur” adını verdiği tabiattaki her şey atom
(cüz) ve moleküllerden (mürekkeb) teşekkül etmiştir. Varlıkların nitelik ve
niceliğini atom ve moleküller tayin eder. Tabiat kendi özünde enerjiden
ibarettir.
-
Enerjinin
özelliği ve tezahürü ışık ve ateş olmasıdır. Dâvûd-i Kayserî bu fikrini, “Sonra
O, özü duhân olan gökyüzüne yöneldi” (Fussılet 41/11) âyetinde geçen “duhân”
kelimesine dayandırır. Ona göre tabiattaki her şeyin kendisinden oluştuğu duhân
enerjinin şekil almamış durumudur. İlk enerji olan duhân zaman içinde çok
çeşitli formlar almış ve varlıkların şeklini belirleyen dört unsura (su, hava,
ateş ve toprak) dönüşmüştür. Öte yandan Demokritos gibi varlıkların atomlardan
ve moleküllerden teşekkül ettiğini, ancak kendisinden önceki Yunan filozofları
ve onların takipçisi olan Müslüman atomist filozoflardan farklı olarak
atomların enerji yüklü olduğunu da söyler.
-
Zaman
konusunda kendisinden önce kabul edilen Aristo ve Ebü’l-Berekât el-Bağdâdî’nin
görüşlerini özetledikten sonra bunların tenkidini yapmış ve kendi görüşünü
ortaya koymuştur. Ona göre “fizikî zaman” aynı zamanda “matematiksel” bir
zamandır.[4]
- Kendisinden önce Batlamyus astronomisinin Ay’ın episaykıl (tedvir) hareketleri, hızları, konumları ve aralarındaki açıların ölçüm hatalarını tespit etmiş ve doğru önermelerini ve ölçümlerini vermiştir.
Dâvûd-i Kayserî Hicri 751 (miladi 1350) yılında İznik’te vefat etmiştir. Çandarlı Kara Halil Paşa Camii’nin karşısında olduğu rivayet edilen mezarı 1938 yılında Belediye tarafından yapılan çevre düzenlemesi sırasında yok edilmiştir. Yıllar sonra birileri ismini unutturmamak adına Hazret’e bir mezar yeri ihdas etmişler.
(Şahidesi bile olmayan bu kabir, iki bina arasına sıkışmış olup bina yapmaya müsait arazisi olmadığı için olsa gerek kendini kurtarabilmiş olan İznik Medresesinin 3. Baş müderrisi Alaüddin Ali Esved Karahisari’nin (Kara Hoca) mezarının 100 metre ilerisindedir. Kara Hoca lakaplı Alüiddin Ali Esved, Eşrefoğlu Abdullah-i Rûmî, Molla Şemsettin Fenarî, Çandarlı Kara Halil Hayreddin Paşa ile oğlu Şeyh Kutbettin gibi bir çok “Osmanlının kuruluşunda ziyadesiyle önemli roller üstlenmiş ünlü âlim ve şahsiyeti yetiştirmiştir. Ankaralı Hacı Bayram Velî ile de samimi dost olan Alüddin Ali Esved, kızı Zeliha’yı Hacı Bayram’ı Velinin oğluna gelin vermiştir. İznik Medresesinin 2. Baş Müderrisi Tâcüddîn Kürdî ise aynı zamanda öğrencileri olan Şeyh Edebali ve Çandarlı Kara Halil Paşa’nın kayınpederidir. Eğitimini Dâvûd-i Kayserî gibi Siraceddin Urmevi'nin yanında almış, Bursa’da adına bir medrese yaptırmıştır.)
Osmanlının ilk üniversitesini/medresesini kuran, ilk rektörü/dekanı/profesörü
olan, İran ve Hint düşüncesini çok ciddi ölçüde etkileyen, Vahdet-i Vücud
felsefesine toplumun anlayabileceği/kabul edebileceği bir form veren, Mehmet Bayraktar
Hocanın ifadesi ile Vahdet-i Vücud felsefesinin en zirve kişisi, Batı’da ciddi
şekilde alıntılanan ve Batı düşüncesini raya oturtan adam diye anılan[5] böyle
biri hakkında “Türkiye Üniversitelerinde ne var?” diye girdiğim YÖK’ün tez ve
doktoraları yayınladığı sitede, büyük bir hayal kırıklığı ile karşılaşıyorum:
Birkaç farklı isimle aratmama rağmen ancak 3 çalışma önüme düşüyor.
Yani son dönemde mezarına bile sahip çıkamamışken, “Bu adam kimdir? Ne
anlatmıştır” diye kulak vermemiş, anlamaya çalışmamış; “Kurmaya çalıştığı
binanın üzerine bir tuğla nasıl ilave ederiz?” derdine düşmemişiz.
Said Halim Paşa’dan bir kelime geliyor aklıma: “
Osmanlı cemiyetini garplılaştırmak heves ve arzusu ile cemiyetlerimizden bir kısmı nihilist olmuşlardır. Bunlar, herhangi bir şey meydana getirmekten aciz, her çeşit koruma hissinden mahrum, her şeyi yıkmaya hazır, yıkıcı, tahripçi kimseler haline gelmişlerdir. Çünkü “ıslah” hissi, “koruma, muhafaza etme” duygusu ile beraber bulunur”[6] der.Paşa haklı çıkmıştı: Yıkmayı biliyor ama yapmayı bilmiyor; kendi dedelerimizinkiler gibi, umranın kurucusu alimlerimizin hatıralarını dahi muhafaza etmeyi beceremiyoruz.
Aklıma, karşılaştırma olsun diye GENDER (Toplumsal Cinsiyet) kelimesini aynı siteden arattırmak geliyor. YÖK’ün sayfasında “gender” diye aratınca sadece son 10 senede 2000’den fazla tez ve doktora çalışması önüme düşüyor.
Burada da merhum
Prof. Erol Güngör Bey’e bir atıf yapalım: “Batı
ile veya yabancı herhangi bir ülke ile bu derece yakın ve kesif bir münasebete
giriştikten sonra, oradan istenilen şeylerle birlikte istenmeyenlerin de
gelmesi kadar tabi bişi olamaz… Önemli olan yerli kültürün bunlara kolayca teslim
olup yerini terk edecek kadar zayıf kalmasını önlemektir… Türkiye’ye gelince,
onun asıl talihsizliği bu medeniyet alışverişinde kendi milli kültürünün dıştan
ziyade içten tahribata uğraması, böylece batılılaşmanın bozucu tesirlerine
tamamen açık hale getirilmesidir. Türkiye’de bugün hala bağımsız bir kültür
şahsiyetinden bahsediliyorsa bunun bizim eski kültürümüzün her türlü hoyratlık
karşısında hala direnecek kadar kuvvetli olmasına borçluyuz. Fakat bu direnen
kültüre bir hamle gücü kazandırılmazsa daha fazla ayakta kalmasını da
bekleyemeyiz.”[7]
Öyle ya Dâvûd-i Kayserî, Tâcüddîn Kürdî, Alaüddin Ali Esved Karahisari’lerin kurdukları terbiye sisteminden kalanlar,
Batılı kimliksizleştirmeye 150 senedir direnebilecek bir zırhı bize sağladı.
Ancak bu kadar hor görülmeye, zayıf bırakılmaya, terk edilmişliğe daha ne kadar
direnebilecekler belli değil?
Lafı Said Halim Paşa’dan bir alıntı ile bitirelim: “Bu hengâme içinde hiç kimse, kime veya neye inanacağını, kime veya neye
hürmet ve riayet edeceğini bilemiyor. Herkes her şeyi biliyor. Fakat hiç kimse
bir şey yapmaya muvaffak olamıyor. Bununla beraber her yerde ve her meselede
meydana çıkan çeşit çeşit ıslahatçıların haddi hesabı yok.”[8]
Tam da Paşanın dediği gibi: Kimseyi dinlemeye mecalimizi yok! Her şeyi
biliyor, her şeye çözüm üretiyor ve hiçbir şey beceremiyoruz.
Kıymetlilerimize kulak vermeyi bile.
Ahmet H. Çakıcı
1443/ ZiLKADE
[1] Bu
yazıda Prof. Dr. Mehmet Bayraktar Beyefendinin https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/219981
makalesinden yararlanılmıştır.
[2] İhsas: 1. Üstü kapalı olarak anlatma, sezdirme,
duyurma. 2. Duyma, hissetme; duyurma, hissettirme: Son
ihsas anlarını tek başına yaşayan müstakil bir gözde (Ahmet H. Tanpınar). Zîra
genç müdür, gönlündeki emâneti henüz annesinden başka hiçbir kimse ile
paylaşmamakta, ona hiç kimseyi âşinâ etmemektedir, Seyyide Hanım ve Mehmet Baba
gibi mânevî bir ihsas ile haber alanlardan gayri (Sâmiha Ayverdi).
[3] Mahsus:
Yalnız bir kimse, bir nesne veya bir yere âit olan, başkasında bulunmayan,
husûsîleşmiş, has, özgü: İstanbul’un yaza mahsus güzelliğine büyük zarar
veriyor (Ahmet Hâşim). Sonra bu eserlerin kendilerine mahsus bir
devirleri var (Ahmet H. Tanpınar)
[4] İhsan
Fazlıoğlu, İznik’te Ne Oldu? Osmanlı İlmî Hayatının Teşekkülü ve Dâvûd Kayseri
[5] Bu
ifadeye rastladığım kaynağı yeniden bulamadım.
[6] Said
Halim Paşa, Buhranlarımız, s:87
[7] Erol
Güngör, “Teknoloji ve Kültür değişmesi” Nihayet Dergi, Mehmet Ali Akyurt,
Haziran
[8] Said
Halim Paşa, Buhranlarımız, s:103
0 yorum:
Yorum Gönder