Tezgâhtar, hani şu “Anasının Gözü” denilen tiplerdendi. Tecrübe kazansın diye mağazaya girdikten sonra kendi başına bıraktığım çocuğu avucunun içine alması için birkaç kelimesi yetti. Uzun süredir satamayıp elinde kalmış olduğunu anlamanın büyük bir yetenek gerektirmediği bir ürünü, benzerlerinin 2 katı fiyata bizimkine sessizce pazarlamasını takdir ve hayranlıkla ama sessizce seyrettim. Para ödeme faslına geldiği anda araya girdim ve “Biz bir başka şeye daha bakmak istiyoruz” dedim.
İşin yönünün değiştiğini hisseden tezgâhtar, bıyık altından gülümsemesine engel
olamayarak, her türlü dolandırıcılığa alet edilebilen o sihirli cümleyi, mutlak
bir vahiymiş edası ile adeta azarlar tonda, “Gencin tercihlerine saygı
göstermemiz gerekmez mi?” diye tekrarladı.
Yani gayet kurnazca çocuğu bilerek yönlendirdiği seçeneği bana, “Çocuğun
Tercihi” olarak sunuyor ve buna boyun eğmemi istiyordu.
“Bak Biladel, yaşım elliyi geçti! Ömrümü, kazık yiyerek ve dolandırılarak
tecrübe biriktirmekle geçirdim. Bunca tecrübeyi “çocuğumun bir uyanık tezgâhtar
tarafından dolandırılmasını sessizce seyretmek için mi biriktirdiğimi
düşünüyorsun? Bir baba, biriktirdiği hikmeti uyanık pazarlamacılara karşı
evlatlarını korumak için kullanmayacaksa ne zaman kullanacak?” diye cevap
verdim.
Ne yazık ki genç NESLİN, EGO ya da şehvet üzerinden ayartılmasında
herkes, tezgâhtarlar kadar ulaşılabilir, fark edilebilir ve baş edilebilir
yerde değil.
FACİA
Son 20-30 senelik süreç; “Çocuk nasıl perişan edilir?”, “Bir
nesil, nasıl heder edilir?”, “Bir toplumun geleceği, yüzyılların emperyal
sömürgecilerine nasıl peşkeş çekilir?” üzerine yapılmış adeta bir gösteri, bir show,
bir deneme, bir deney, bir yüksek ihtisas uygulaması idi sanırım. Ancak, çıkan
sonuçlara bakıp dehşete kapıldığımız sürecin henüz sonuna gelmiş gibi de durmuyoruz.
Müsaadenizle çalakalem, duygularım taze iken görebildiğim
birkaç noktanın altını çizmek istiyorum:
(Ancak üzerinde sık konuşulan çocukların yarış atına
döndürüldüğü süreçlerin; imtihandan imtihana koşturulurken birbirlerine
RAKİPLEŞTİRİLEREK hasımlaştırılmalarının ve bu hasımlaştırmanın toplumsal
parçalanma üzerine etkisi veya kalitesiz, niteliksiz, EZBERİ İHMAL eden eğitim
sisteminin gençleri ahmaklaştırması gibi konulara girmeden daha AZ konuşulan, daha
faza dikkatlerden kaçan konulara girmeyi tercih etmek istiyorum.)
Öncelikle devlete birkaç kelam edelim sonra ailelere de
birkaç kelimemiz var.
Hiçbir şey veremeyen
14 sene
Öncelikle 2 yıl ana sınıfı, 4 yıl ilkokul, 4 yıl ortaokul, 4 yıl lise toplam 14 yıl eğitildikten sonra bir gencin ne topraktan ne hayvandan ne insandan anlamaması, hiç bir mesleki beceri geliştirememiş olması, herhangi bir yeteneğinin fark edilememiş olması hatta kendi geçimini sağlamayı bile beceremeyecek durumda olması ve bu sistemde ısrar edilmesi sadece yanlışlıkla veya hata ile açıklanabilecek bir durum değil gibi geliyor bana.
Üstelik çocuk üniversiteye gitmeyi başarsa da genelde 4 senede oradan da sadece DİPLOMA alabiliyor, yani mesleği yapma izni. Mesleki beceri eğer imkân bulur da iş sahibi olursa, sahada elde ediliyor.
Yok olan kaynaklar
Toplumun “en yüksek enerjiye” sahip kesimi olan bu genç
nüfusa, 14 ila 20 sene boyunca hiç bir şey elde etmeden boşa harcanan kaynakların
toplumun sırtına yüklediği devasa yükü, bu toplumun neden taşıması gerektiğinin
ne iktisadi ne ekonomik ne de sosyolojik makul bir izahı olduğunu sanmıyoruz.
Meslek edinse de sorun
Üstelik lise sonrası mezun olup 2 ile 10 sene daha eğitim
gören EN ZEKİ(?) gençlerden yurtdışına kaçamayıp elde kalanların neredeyse
tamamının büyük emperyal firmaların yurt içi pazarlamacılarına ya da ara elemanlarına
dönüştürülmeleri, büyük kitlenin memurlaştırılarak işlevsiz kılınması,
ÜRETİMİN, eğitim imkânı bulamamış, “yetenekleri en dar” olarak vasıflandırılan
kesimin eline bırakılmış olması bir ülke için bir intihar değil midir? Sorusu
sürekli zihnimizin bir köşesinde durmalı kanaatimizce.
Bizim gördüğümüz kadarı ile mevcut hali ile eğitim sistemi; tüm yetiştirme masrafları
bu toplumun üzerine yıkılmış en yetenekli gençlerini, toplumun içinden seçip Batı’ya ara eleman olarak aktaran bir çark olarak işlev görüyor.
Zekiyi seçmiyor:
İmkânı olanı seçiyor
Lise öncesine indirilmiş baraj sınavı, sorumluluğunu fark edememiş
OYUN çağındaki çocukları birbiri ile yarıştırdığı için çocuklar zekâlarından
çok maddi imkânları ile birbirleri ile yarışıyorlar. Çocukların bir kısmı neyin
ne olduğunun hiç farkında olmadan oyun peşinde koşarken hatta ailelerinden bile
destek alamazlarken diğerleri iyi eğitimli anne babaların sistematik
desteğinden sonuna kadar faydalanmakla kalmıyor; özel etüt merkezleri,
dershaneler (güya dershaneler kapatıldı) ve tutulmuş özel hocalarla sınavlara
hazırlanıyorlar.
Eğitimli anne/baba, dershane ve özel hocalarla desteklenmiş öğrenci
ile aynı imtihana girip diğerinden daha düşük puan alan öğrenci ahmak/tembel
öğrenci ilan edilip öz güveni ezilirken, yüksek puan alan öğrenci de “süper
zekâ” ilan ediliveriyor.
Gördüğümüz kadarı ile sistem, genel olarak ekonomik gücü ve imkânı
olan çocukları, imkânı olmayan çocuklardan eliyor.
Tüketim ve gösteriş
kültürünü besliyor
Ancak sorun burada bitmiyor: ÖZEL imkânları bolca
kullanabilen “Süper Zeki” çocuklar doğal olarak FEN LİSELERİNİN genelini teşkil
ediyorlar. Yani bir çeşit orta HAL üzeri çocuklar kulübü oluşuyor. Ailelerinin
HİÇ BİR ŞEY ESİRGEMEDİĞİ çocuklar arasındaki yarış, sadece PUANLAR üzerinden
sürmüyor; aileler gösteriş ve TANRILAŞTIRMA yarışını da puan yarışına eşlik
eder vaziyette devam ettiriyorlar.
Çocuklar iyi bir bölümü kazanamasalar da MARKA ve Gösteriş takıntısı büyük bir
kesimin bilincini şekillendiriyor ve TAM ANLAMI İle iyi birer TÜKETİCİ oluyorlar.
Elbette tükettikleri genelde kendi gençlikleri, yetenekleri, ümitleri ve
ailelerinin maddi imkânlarıdır.
Baş belası
TANRICIKLAR üretiyor
Çocuklar, “Süper Zeki” ilan edilmiş oldukları için aileleri ve
yakın çevreleri tarafından evlerine LÜTFEN gelmiş yüce bir “TANRI” muamelesi
görüyorlar. “Sen çalış Doktor ol! Yatağını toplamana; yemeğe, süpürgeye, banyo
tuvalet temizliğine, kardeşinin bakımına, babana, iş yerine, alış verişe vs.
yardım etmene gerek yok! Senden sadece okumanı bekliyoruz! Herhangi bir şeyi
kendine dert etme” gibi klişe kelimler adeta kutsal bir metinmiş gibi her ailede
düzenli zikir haline geliyor. Yani “Sen bir Tanrısın, üstelik süper zekâ bir
Tanrı. Anne babandan hatta çevrendeki herkesten üstünsün. Bizim varlığımızın
sebebi sensin.” Tanrı hizmet vermez alır”a çocuk şartlandırılıyor.
Ancak daha da kötüsü şu ki: “Kendi pislettiğini
temizlemekten, kendi dağıttığını toplamaktan aciz, hiçbir sorumluluk almamış, “ENE’si
şişirile şişirile EGOSU, BENCİLLİĞİ, nefsaniyeti kendi başına bela edilmiş” bu
yavrucak bir süre sonra ÖZEL Biri olduğuna kendisi de ikna oluyor. Aile, bir
taraftan nefsaniyetini, egosunu ve kibrini şişirmeye devam ettikleri çocuğun -bunlarla
mücadele konusunda kendisine hiç bir terbiye vermemiş olmasına rağmen- böyle
şişirilmiş bir EGO, bencillik ve kibir ile KENDİ KENDİNe baş etmesinin yolunu
bulmasını bekliyor. Olmuyor.
Aidiyet hissini
kırıyor
Sorumluluk almadan, sıkıntı çekmeden büyütülmüş bencillik
Tanrıları mezun olduklarında kendilerini HİÇ BİR ŞEYE karşı sorumlu ve AİT hissedemiyorlar.
Her şeylerini onlara adayan kendi anne babalarına, tüm kaynaklarını bolca
kullandıkları vatanlarına ve toplumlarına karşı bile. ÖZEL ve YÜCE TANRILARIN
kime ne borçları olabilir ki?
Bir üniversite öğrencisi 1 senelik eğitimi süresince ortalama 30 köylünün
ürettiğini tüketir. Yani 5 senede 150 köylünün emeğini yemiştir[1].
Mezun olduklarında, önüne tüm imkânlarını sermiş ebeveynlerine, toplumuna,
ülkesine karşı sorumluluk duyguları gelişmemiş bu şahıslar, “Bunları HAK etmek
için bu topluma ne verdim? Bu insanlara karşı borcum ne?” sorusunu hiç
akıllarına getirememeleri sanırım bir tesadüf değildir.
Nefsi ve Egosu başına
bela edilmiş bir nesil yetiştiriyor
“Özel bir Tanrı” olduğuna ikna edilmiş bu çocuklar bir
müddet sonra, ailelerinden böyle bir talep gelmese bile “ÖZEL” olduklarını en azından kendilerine ispat
etme ihtiyacı hissetmeye başlıyorlar. Zira aileleri onlara TANRI muamelesi
çekse de onlar Tanrı olmadıklarını, güçsüz, biçare, sürekli ilgiye ve hazza
muhtaç, göğüslerinde nasıl dolduracaklarını bilmedikleri bir boşlukla beraber
yaşamak zorunda olan sahte Tanrılar olduklarını hissediyorlar.
“Başarı” putuna kurban sunmak, kendini sevmenin de tek
yolu olarak öğretilmiştir. Allah‘ı memnun etmenin yolu bellidir: Bir miktar
çaba ya da fedakârlıkla (namaz, oruç, zekât, zinadan uzak durma vs.) kendini “İyi Bir Mü’min” olarak hissetmek
mümkündür. Ancak EGO’nun, NEFS’in, Kibir’in tatmini kolay kolay mümkün
değildir.
Çocuğun üzerinde hem ÖZEL biri olduğunu ispat etmesi gereken
AİLESiNİN beklentileri, hem de ailesinin iltifatına layık olduğunu yani gerçek
bir ÖZEL kahraman olduğunu ispat etmesi gereken bir de kendisi/vicdanı vardır.
(Bu gereksiz ancak çok ağır yük, son dönemde artan genç intiharlarını açıklar
mı acaba?)
Bu çocukların hali Olimpos’taki Tanrıların cezalandırması
ile her gün bir kayayı dağın tepesine kadar sürükleyen tam tepeye vardığı anda
kaya elinden kayıp tekrar dağın eteklerine yuvarlanan Sisipos’un haline
benzetilebilir. Her zirveye çıkarılan taş/ her başarı; bir boşluğa, bir
anlamsızlığa yuvarlanırken onlara, zirveye taşınması gereken yeni bir taşı
işaret eder.
Çok iyi notlar alsa bile, sürekli test çözen ve tek geliştirebildiği becerisi
test olan gençliğin sadece NOT alarak elde edebileceği TATMİN duygusu kendisini
İNSAN olarak hissetmesine yetmez. Çünkü o bir hesap makinesi değildir. Zaten
girdiği yarışta tam tatmin alma ihtimali neredeyse sıfıra yakındır. Zira
imtihana giren öğrencilerin sayısı milyonu bulsa da birinci, sadece 1 tek
tanedir. Üstelik bu yarışta 1. olsa bile
gelecek imtihanda durumu belli değildir.
Tanrısız, ahlaki
endişeleri yok edilmiş bir nesil yetiştiriyor
İçine düşülen boşluğun mana âleminden doldurulma ihtimali de
yok gibidir. Çünkü din, ahlak gibi manayı veya sosyal değerleri ihtiva eden
derslerin ve konuların HESAP günü (sınav günü) verebileceği puan çok düşüktür; önemsizleştirilmiş,
değersizleştirilmişlerdir. CENNET için sevap (puan) pozitivist/ölçülebilir/Tanrısız
alandan (matematik, fizik, kimya, biyoloji, İngilizce vs.) gelir. Yıllarca
Tanrısız zeminde kaldıktan sonra, Tanrı ile sağlıklı bir ilişki kurmak çok
zordur. O yüzden Tanrı olsa bile: “işi gücü yok bizimle mi uğraşacaktır” ya da
“Beni ÖZEL hissettirmeyen yani benim EGO’mu beslemeyen, Tanrı’ya vakit
ayıramam” olacaktır. (Deizm, Agnostsizm)
Sanal âlem ekrandan
çıkıp gerçek hayatı işgal ediyor
Koca bir kuşağı Batının deneme tahtası yaptık ve ilkokul
çocuklarının ellerine TABLET verdik. Tabletle büyütülen bir neslin nereye doğru
şekil alabileceğine dair hiçbir fikrimiz yok iken ellerine, tabletlerin
ardından bilgisayar ve akıllı telefonlar da verdik. Ancak bunun, hiç beklemediğimiz
bir geri dönüşü oldu.
Aklımıza, eşyanın insana düşünce, tavır, hal, fikir dayatabileceğini
hiç getirmedik. Markalı ayakkabı ile yürürken ayağından ayakkabılarını alıp, şıpıdık
terlik verdiğimiz de yürüyüşü de, psikolojisi de, kendine güveni de değişen
insanı, içinde ne olduğunu bilmediğimiz bin türlü şeyin olduğu aletlere, aylarca
hatta yıllarca emanet etmenin onların ruhlarını nasıl şekillendireceği konusunda
hiçbir fikrimiz yok, üzerine hiç düşünmedik. Hâlbuki düşünebilmeliydik.
Çocuk, sanal dünyaya girdiğinde orada “Tanrıdan, ahlaktan, edepten, hayâdan,
namustan, insanilikten, vicdandan, merhametten soyutlanmış bir dünya” bulur. Lütfen
dikkat edin! Gerçek insanlarla oynanan hiçbir oyunda ya da eylemde SINIRSIZ bir
özgürlük olmaz, OLAMAZ: Gerçek hayattaki oyunlarda sınırsızca adam
öldüremezsiniz, arabayla dilediğiniz gibi insanları ezemezsiniz, rakibinize
defalarca çift ayakla dalamazsınız, insanların mahrem hayatlarına -hiçbir ar ve
utanma duygusu hissetmeden- gözlerinizi dikip seyirci olamazsınız, her gün saatlerce
pornografik performansta bulunamazsınız.” Gerçek hayatın bedeli vardır. Bu bedeller
insana bir ahlak nizamı, bir davranış
biçimini dayatırlar. Gerçek hayatta kuralsız, AHLAKSIZ ve TANRISIZ bir hayat
kurmak mümkün değildir.
Ancak tabletler, bilgisayarlar ve akıllı telefonların
dünyası insana hiçbir insani ENDİŞENİN ve bedelin olmadığı SORUMSUZ bir dünya
sunar. Her gün birkaç saatini bu âlemde geçiren insanların zihni
TANRISIZ/insaniyetsiz bir biçimde şekillenir. Böyle düşünmeye alışır. Sanal
alemin “Pavlov’un köpeklerinin zil çalınca ağızlarının suyu akmaya başlaması gibi” programladığı,
şartlandırdığı, günde 300 sefer telefonunu kontrol etme emrini verdiği
gençlerin Tanrıdan, ahlaktan soyutlanmış düşünce biçimleri orada kalmaz, oradan
taşar ve gerçek dünyayı da şekillendirmeye başlar.
Hayat uyum
sağlayamıyor, dünya Tutması var.
Sanal âlemde bir dünya kuran çocuk için, bir de sanal âlemden
çıkmak zorunda kaldığında karışmak zorunda olduğu SORUMLULUKLARIN dünyası
vardır. Çocuk ister istemez ikili bir dünya kurar. Bir tarafta kafasının
içindeki şehvetler, hazlar, eğlenceler, nefsani eylemlerin arda arda geldiği ve
geçtiği HIZLI âlem, bir tarafta da istemeden girmek zorunda kaldığı gerçek dünya.
Şehvetler dünyasının yanında bu dünya
fazla zor, sıkıntılı, YAVAŞ ve karmaşıktır. Çaba, gayret, sorumluluk ister. Bu
noktada çocuklar gerçek hayatla arasında bir uyumsuzluk, bir kabul edememezlik[2]
başlar.
Gerçeğin yerini ‘Rol’
alıyor
İki kişiyi aynı anda olamayacağı için çocuk ROL yapmak
zorundadır. Sanal dünyada YALNIZ olduğu için rol yapmasına gerek yoktur. ROL
gerçek hayata kalır. Ne yazık ki, Anne baba durumu fark ettiğinde genellikle çocukla
mesafeleri kapanabilecek ölçülerin çok ötesine geçmiştir.
Sanal dünyanın içinde giden sadece vakit ve gençlik
değildir. Kurulamamış İLİŞKİLER, vaktinde elde edilememiş beceriler genci
sosyal hataya uyumsuzluğu getirirken; Sanal elemde elde edilen yüksek seviye
HAZZIN ve HIZIN, gerçek hayatta olmayan karşılığı genci ümitsiz, tatminsiz,
beklentisizliğe savurur.
Online kumar ve oyun
bağımlılığını DSÖ, “ruhsal Sağlık Problemi” olarak kabul etti.[3]
İnternet ya da oyun bağımlılığının mekanizmasının uyuşturucu
bağımlılığından çok büyük bir farkı yok sanırım. İkisi de beyine normal
zamanlarda olması mümkün olmayan miktarda mutluluk hormonu salgılıyor.
Salgılanan hormon vücutta “bir daha isterim” mesajını harekete geçiriyor. Bir
daha ki sefer bu mesaj “daha fazlaya” dönüşüyor. Uyuşturucu bağımlısı da
internet/oyun/kumar bağımlısı da dopamine bağımlı hale geliyor. Olmadığı zaman
ne yapacağını bilmeyen, huzursuz, stresli, dağınık, unutkan, dikkatsiz,
odaklanamayan, boş bakışlı biridir bağımlı.
Yalnız önemli bir fark var: Uyuşturucu ya da alkol bağımlısı genelde merakın ya
da arkadaşın kurbanı iken internet bağımlısı çocuk genelde ANNE ya da baba
kurbanıdır. Çocuğu başından atmak isteyen, akıllı telefona çocuk bakıcılığı
görevi veren ebeveynlerin kurbanıdır çocuklar.
Tecrübenin/Babanın
devreden çıkarılması
Öğretmenin/Üstadın/Hocanın/Babanın aşağılandığı
talebenin/öğrencinin/cahilin/çocuğun YÜCELTİLMESİNİN cehlin, şehvetin,
tecrübesizliğin ve AHMAKLIĞIN yüceltilmesi olduğunu da fark edemedik. Bize Eğitim
politikalarından, TV’lerden ve medyadan dayatılan model; çocuğun, doğar doğmaz
tecrübe ve hikmet biriktirmeden iyiyi, güzeli, doğruyu, hakkı kendi kendine fark
edebileceği varsayımına dayanıyordu.
Bize “Çocuklarınızın
tercihine karışmayın”, biraz kenara çekilin, rahat bırakın diyenler; AKLI (hayra gidebilme yeteneği) yeterince gelişmemiş,
tecrübe biriktirememiş, EGO dönemini geçememiş çocuğu, ŞEHVET ve ZEVK üzerinden
kandırmanın, yönlendirmenin, kullanmanın çok kolay olduğunu gayet iyi biliyor;
onları, akıllı telefonlardan, tabletlerden, bilgisayarlardan, TV’lerden ve
reklam panolarından bin türlü yönlendiriyor, bin türlü darbeliyor, bin türlü
çeliyor, kandırıyor, aldatıyorlar ve
tercih dayatıyorlar.
Bu kelime nesli EGOİZİM, KİBİR, NEFS ve ŞEHVET üzerinden formatlayan,
yönlendiren, aldatan sömürgeciliğin önündeki en önemli engel olan tecrübe ve HİKMET
sahiplerini (BABA, öğretmen, üstad, hoca vs.) devre dışı bırakma, sindirme,
püskürtme silahı olarak işlev görüyor.
Sen girmeyesin diye
girdim ateşe[4]
Anneler (genelde) hallerinden ne kadar şikâyet ederlerse
etsinler, çocuklarını mutsuz gördüklerinde çocuğa teslim olmayı tercih
ediyorlar. Baba çocuğun gittiği yerin yanlış istikamet olduğunu hissettiğinde
çocukla ya da annesi ile ne kadar büyük sorun yaşarsa yaşasın çocuğun önüne
geçmeye çalışabiliyor. Yani anne, çocuğu
istediği için çocukla beraber ateşe girerken; baba, çocuğu girmesin diye kendini
ateşe atabiliyor.
Bizim kendi tecrübelerimize göre; “Kadın, psikolojik olarak erkeğe karşı
güçlüdür; Çocuk, Kadına karşı güçlü; erkek ise çocuğa karşı. Bu nedenle, erkek
bir şekilde ezildiğinde evde, güç ve iktidar kadının değil, çocuğun eline
geçiyor.
Babanın, Modernitenin getirileri ve bilinçli devlet
politikaları ile otoritesinin kırılması, evde misafir konumuna indirgenip
etkinliğinin boşa düşürülmesi ve kavvamlıktan uzağa savrulmuş olması nedeniyle,
çocuğa terbiye verebilme yetisi de boşa düşmüş oldu. Artık EVDE çocuk TANRI
konumunadır. Sanal dünyanın binlerce psikolog, psikiyatrist, antropolog ve
sosyolog tarafından desteklenen tezgâhtarları tarafından avuç içine alınan
çocuğu, Çocuk Oyuncağı[5]” olan anneler, hayra yönlendirmekte çok zorlanıyor
tam aksine istemeseler de çocuğunun sömürüldüğü sürecin bir parçası haline
dönüşebiliyorlar.
Morukların dünyadan
haberi yok
Anne-babanın genelde çocuğun içinde kaybolduğu sanal
dünyanın ÖZEL HİZMETLERİ (Kore dizileri, k-pop, anime, oyun, kumar, porno vs. )dünyası
hakkında hiçbir bilgisi yoktur; O yüzden genç üzerinde, “Senin morukların
dünyadan haberi yok! Taş devrinde kalmışlar. Seni anlamaları mümkün değil”
propagandası çok etkili olabiliyor. Ergen, ailesine karşı “Kafası TAŞ DEVRİNDE kalmış
insanlara ne anlatabilir ki” modundadır.
Dolayısı ile çocuk terbiyesini ve güvenini “hiçbir şeyden
anlamayan(!)” ailesine değil de her şeyi bilen SANAL âleme emanet etmekte
tereddüt etmez.
Ancak bu noktada hepsi de emperyalizmin ileri karakollarından olan psikiyatristler,
psikologlar ve emperyalizm destekli medyanın aileye, “Çocuğunuzun tercihlerine
saygı gösterin” ifadesine gizlenmiş, “Çocuğunu bizim telimize terket!” GİZLİ
EMRİNİ verdiklerini unutmamak gerekir. Çocuk anne babasından gördüğü direk
müdahaleyi kolayca sezebilirken; MEDYADAN kendisine verilen yönü, müdahaleyi, sofistike
yöntemleri, bilinç altı mesajları ve terbiyeyi hissedemez.
Baba çocuğa arkadaş
olmuşsa, Çocuğa BABA kim olmuştur
Bu süreçte EGEMEN Medyanın emirlerini boşa düşürebilecek olan
baba, çocuğun yakınında olsa bile “Çocukla Arkadaş” olmaya ikna edilmiş
olduğundan, çocuğun, kararı tashih edebileceği, yanlışını düzeltebileceği bir
makamı kalmamıştır. Arkadaşlardan bir arkadaşa dönüşmüş babanın ve baba
otoritesinin yeri kolayca sosyal medya ve sanal âlemdeki ONAYLANMA BEKLENTİSİ
tarafından doldurulur. Babadan “Aferin”
almak, yerini, sosyal medyadan LİKE almakla değiştirir. Artık karşımızda, anne veya babanın
öğütlerine karşı sağır bir DUVAR vardır.
Ezberlerimiz işe
yaramayacak
Köy dindarlığı, muhafazakârlık veya bin senelik ezberlerle
bu sorunun altından kalkmak mümkün değil.
Özellikle çocuk sağlam bir ahlaki yapı geliştirmeden eline KONTROLSÜZ
tablet, bilgisayar ve akıllı telefon vermiş; çocuğun kendisi ile baş
edebileceği fiziksel ve ruhi olgunluğu gelişmeden önüne ve aklına düşürülmüş
şehvete, zevke ve eğlenceye direnmesini beklemek, kuzuların kurtla baş etmesini
beklemekten çok daha düşük bir ihtimaldir. Özellikle PORNO[6]
ve OYUNA karşı.
Kız çocuklarındaki gittikçe artan teşhirciliğin ve çıplaklanmanın,
erkek çocuklarındaki istikrarsızlık ve güvensizlik sorunun nedenine bu
alanlardan bakılabileceğini düşünüyorum.
Bu sorunlara itiraz etmeden sadece İstanbul Sözleşmesine
itiraz etmekle sorunumuzu çözmeyeceğimizi sanırım hep birlikte göreceğiz.
(Bunun anlamı İstanbul Sözleşmesine itiraz etmek boşuna, demek değil)
ÇÖZÜM ne? Diyebileceklere, “Çözümü SÖYLEYECEĞİM! Peki yapacak mısınız?” diye soruyorum.
Zira hem keyfinizden hem PARADAN fedakârlık etmeniz gerekecek.
BEDELİ var yani. Bedele hazır mısınız? Zira keyfimizi kaçırmayacak, yerimizden
kıpırdamadan "TIK"layarak veya amele eşlik etmeyen dualarla çözüme ulaşma
ihtimalimiz yok.
Mesela çocuklarınızın elinden akıllı telefonları almakla başlayabiliriz işe, hiç
değilse aşağıdan gelenlerin eline vermeyerek.
Ahmet Hakan Çakıcı
1443 Zilkade / ALANYA
[1] E.F.
Schumacher, Küçük Güzeldir, S:157
[2] Mehmet
Dinç, Nihayet Dergi, Haziran
[3] https://www.aa.com.tr/tr/saglik/dsoden-bilgisayar-oyunu-bagimliligi-karari/1179207#:~:text=Dünya%20Sağlık%20Örgütü%20(DSÖ)%2C,11%27inci%20versiyonunun%20listesine%20eklendi.
[4] İsmet
Özel’in “Ben, sen de benim kadar çıkmaza girmeyesin diye girdim çıkmaza.”
Cümlesini yeniden düzenledik.
[5] Cahit
Zarioğlu’nun “Anne” tarifi.
[6] Bakınız:
Porno: Siber dulluk https://www.ahmethakancakici.com/2019/09/porno-siber-seks-ya-da-siber-dulluk1.html
5 yorum:
Allah razı olsun sayın hocam elinize sağlık bu yara bu kadar güzel yazılabilirdi
Çok teşekkür ederim. Aziz Kudret sizden de razı olsun.
Okurken iki kilo falan vermiş olmalıyım hocam, çözüme dair de bir yazı gelecek gibi hissediyorum. Beklemedeyim
Allah Razı olsun. İmanını, İlmini ve salih amelini ziyade edecek yollar nasip etsin.
Başlangıçta tableti almadan bile ufak çözümler bulabiliriz. Böylece tablete alışmış çocuk ve aileler için geçiş dönemi sağlanmış olur. Bazen bakıyorum küçük çocuklar wifi ve bluetoothu, her şeyi açıp öylece bırakıyorlar. Günlerce öyle duruyor belki. Wifi açık olduğunda da oyunlarda sürekli reklam giriyor, rahatsız oluyor ama wifiyi kapatırsa reklam çıkmayacağını bilmiyor. Yani tableti gerçekten eline verip bırakıp gitmişler. İnternet ayarlarından şifreyi unut diyerek çocuğun rahatlıkla internete bağlanması engellenebilir. Şifre sık sık değiştirilir ve yalnızca ailenin daha önce deneyip uygun gördüğü oyun ve videolar tablette yüklü kalacak şekilde ayarlanabilir. Çocuk yine oynar ama ne oynadığını, ne izlediğini biliriz.
Yorum Gönder