Bir Haber: Mevlid’in en eski nüshası ABD’de bulundu[1].
Eserin bulunduğu Michigan Üniversitesinin Kütüphanesindeki kayda göre eser II. Abdülhamit Han’ın özel kütüphanesinden çıkmış. Ancak Mevlid-i Şerif’in padişahın özel kütüphanesinden çıkıp Amerika’ya nasıl gittiği bilinmiyormuş.Eser üzerinde yapılan inceleme ile nüshanın Süleyman Çelebi hayatta iken kaleme alındığı sonucuna varılmış. Eserin, 1400’lü yılların başına kadar kullanılan Selçuki neshiyle kaleme alınmış olması bu iddiayı destekler nitelikteymiş. Bu nüshanın içinde diğer nüshalarda olmayan Arapça mensur ve manzum bölümlere de rastlanılmış: Bunlar Süleyman Çelebi’ye ait şiirler ve ortasında 4 sayfalık mensur bölümmüş. Böylece ilk kez Mevlid-i Şerifin tam nüshasına ulaşmışız. Bu vesile ile yüz yıllardır okuyup durduğumuz Mevlid’i Şerifin tam ismini de öğrenmiş olduk: “Kitabu Vesileti’n-necat fi Mevlidi Eşrefi’l-mevcudat”.
Olay bana, birkaç ay önce Beyefendi ile aramızda geçen bir
başka sohbeti hatırlattı: İstanbul Sütlüce’deki Saa’di Hasîrîzâde Dergâhı
hakkında okumalar yaparken, 1983 yılında dergâhın büyük bir yangında yandığını,
Elif Efendinin elinden çıkma hat ve kalem işleri ile birlikte yüz yıllar içinde
birikmiş nice kıymetli eserin böylece zayi olduğunu öğrenmiştik. Bu olayı
anlattığım birisi, tarihi eser koleksiyoncusu büyük bir sanayici tarafından dergâhın
içinin boşaltılıp sonra kasten yakıldığını iddia etmişti.
Olayı Beyefendiye nakledince, “Yok öyle şey! Aile yangın sırasında hala dergâhta ikamet etmekteydi.
Konuşmayın böyle şeyler” dedi. Bir arkadaşımız, “Ama efendim malum çevrenin Türkiye’nin her tarafından tarihi eserleri,
özellikle Roma ve Bizans dönemi eserlerini topladığı herkesin malumu” diye
itiraz edince, Beyefendi, canının sıkıldığını belli eder tarzda, “Onlar toplamasa idi, ahali, o eserleri ne
yapacaktı?” diye sordu.
Arkalardan birinin sessizce yanındakine biraz ironi, biraz latife ile fısıldaması kulağımıza kadar geldi: “Yahu, bu herifler hakkında bile, ağız tadı ile dedikodu etmemize izin vermiyor.”
Soru karşısında geri adım atmak zorunda kaldık. Zira o malum çevrenin eline geçmeyen tarihi eserlerin bu eserlerde kıymet görmeyen ve onlar hakkında bir şuura sahip olmayan halk tarafından nasıl tahrip edilip yağmalanabileceğine hepimiz şahittik. Gözümüzün önünde nice şaheser niteliğinde, ince işçilikli ahşap eser yıkılıp yerlerine beton apartmanlar dikilmedi mi? Diğer taraftan ele geçen eserde bir kıymet görüldüğünde de, ona sahip çıkmak veya korumak yerine, kime ve nereye satılacağı şaşırılmıyor mu? Yani halkın şikâyeti genelde, bu eserlerin hakkı ile korunup sahip çıkılamamasından değil, “kendileri tarafından” paraya çevrilme fırsatının kaçırılmış olmasındandı. Bakın, dedi “Mesela Koç grubunun kurmuş olduğu veya desteklediği müzelere: Muazzam işler yapmışlar. Sarıyer’deki Sadberk Hanım müzesi, Hasköy’deki Rahmi Koç Sanayi Müzesi, Ankara Çengelhan’daki Rahmi Koç Sanayi Müzesi çok ciddi bir emek, bilgi birikimi ve özen ile hazırlanmış müzeler. Herkesin gidip bunları gezmesini tavsiye ederim. Çocukların ufkunu açabilecek yerler.
Ne
yazık ki bu ölçüde kaliteli işleri yapmak Türkiye’de devlete bile nasip
olmuyor. Devlet, bırakın yapmayı, kendi elindeki eserleri bile doğru düzgün koruyamıyor.
Kapatılan medreselerden, tekkelerden, saraylardan toplanan eserlerin hatta bizzat
kendi elimizle teslim ettiğimiz eserlerin büyük kısmının akıbetleri meçhul. Açıkgöz
bir memurun elinden kurtulabilmişlerse, ihtimaldir ki, bir köşeye atılmış, nem
ve rutubetten çürüyerek tamamen yok olmaları bekleniyordur.
Geçenlerde elime, İstanbul’da bir belediyenin bastırdığı Kudüs’le ilgili bir broşür kitap geçti. Sağ olsunlar, özene bezene, nadir görülen bir ciddiyet ve titizlikle, harikulade bir şekilde basmışlar. Kudüs’teki tarihi eserlerin resimleri ile dolu bir kitapçık. Gördükçe içim eridi: Yahudi, binlerce senelik eserlere, camilere, kiliselere, manastırlara, havralara gözü gibi bakmış; mümkün olduğunca orijinal halleri ile korumuş. Evet, oradaki siyasi atmosfer içimizi kan ağlatıyor lakin şunu nasıl inkâr ederiz: Eğer o eserler Müslümanların şu zillet halinde, şu en zayıf, şu en sefil, şu düşmüş halinde ellerine geçmiş olsaydı ya yıkılıp otoparka, AVM’ye, gökdelene ya da yenileyeceğiz diye yıkılıp ne idüğü belli olmayan kimliksiz bir binaya dönüştürüleceklerdi. Görmüyor musunuz KABE’nin tepesine dikilen o heyulayı? Böylesi bir görmemişlik, böylesi bir kibir, böylesi bir hadsizlik sizleri de incitmiyor mu?
İnciniyoruz
tabi…
Neyine itiraz edebilirdim ki bu kelimelerin!
Adeta bizim elimizde perişan olacak pek çok eseri Aziz
Allah(cc), gavurun eli ile “bize karşı” korumaya almış.
Kendimiz değer üretmeden, iYİYE, en iyiyi yapmaya yani hayırda yarışmaya talip olmadan[2] sadece karşı tarafın
açıklarını dile getirerek hayra ulaşmaya, en azından var olan pozisyonumuzu
korumaya çalışıyoruz.
Hâlbuki 2. Abdülhamit Han gibi bir padişahın bile özel koruma altındaki kitap koleksiyonuna
sahip çıkmayı becerememiş bir topluluğuz. Müsteşriklerin peşine düşüp alıp
gittikleri dedelerimizin eserlerinin birçoğunun varlıklarından bile haberdar
değiliz. Eğer onlar bir yerlerde sergilerlerse, biz de tesadüf edersek ancak
tespitini yapabiliyoruz.
Düşünün ki, bu topraklarda en fazla okunan, 600 senedir tüm
merasimlerimize eşlik eden eserimizin ismini dahi böyle fark etmişiz.
İşimiz zor. Hem de çook zor.
Ve devam etti beyefendi; Ama bunları görüyorsun, fark ediyorsun, ümidin kırılıyor diye “Bana ne!" de diyemezsin Müslüman isen. Münasebetsizliklere canın sıkıldı diye; "Bir işi düzelteceğim derken başını belaya sokacaksın. Ne gereği var, sokma!" demenin âlemi yok. Balını aldılar diye arıya, "Bal yapma!" demek kadar boş bir telkindir bu.
Yani, bütün balını kaptırsa da bal arıları bal yapmaya devam eder. Zira onlar HAK’ka
tabi olmuş ve “düşman istemese de hesap
gününün geleceğinden ve Allah’ın nurunu tamamlayacağından” emindirler[3].
Son sözü Cahit Zarifoğlu’ndan tamamlayalım.
Bir
duruşu olmalı insanın;
Bir bakışı,
Bir anlayışı,
Bir aşkı,
Bir davası olmalı...
Ahmet Hakan Çakıcı
Muharrem 1444 / ALANYA
[1] https://www.timeturk.com/kultur/mevlid-in-en-eski-nushasi-abd-de-bulundu/haber-1744775
[2] Bakara
Suresi 148. Ayet-i Kerimeye Atıf: “Öyleyse hayırlarda yarışın. Nerede olursanız
olun, Allah sizin hepinizi bir araya getirecektir. Şüphesiz Allah her şeye
kadirdir”.
[3] Saff
Suresi 8. Ayet: “İstiyorlar ki Allah’ın
nûrunu ağızlariyle söndürsünler, Allah ise nûrunu tamamlıyacaktır, isterse
kâfirler hoşlanmasınlar.”
0 yorum:
Yorum Gönder