Behçet Kemal Çağlar, Anna
Masala, Çetin Altan |
Anna Masala,
İtalyan-İspanyol karışımı bir ailenin çocuğu olarak İtalya’da dünyaya gelmiş. Hanımefendi, dünyaca ünlü şarkiyatçı Ettore
Rossı’nin son öğrencisi olarak ismini duyurmuş, Roma Üniversitesinde Türkoloji
dalında öğretim görevlisi iken 1980 yılında “Ordinaryüs Profesör” unvanını
almış.
“Ben, Manevi olarak
Türküm” diyen Anna Masala’nın ismini ilk kez, Bursa’da verdiği konferansa
katılmış bir arkadaşın anlattığı hatırası ile duydum. Dinlediğimde çok hoşuma
giden bu hatıra aklımda kaldığı kadarı ile şöyle idi:[1]
Anna Masala, bir tercüman ile Nurettin Cerrahi Tekkesinin postnişini Muzaffer Özak Efendinin yanına gidiyor ve sebeb-i ziyaretini “müridanı arasına katılma isteği” olarak ifade ediyor. Muzaffer Efendi:
— Böyle şeyler aceleye gelmez. Hele oturup biraz sohbet edelim, bir şeyler yiyip içelim sonra konuşuruz, diyor. Çayımız var, kavunumuz var, dondurmamız var. Neyi tercih ederler? Sor bakalım, diyor.
— Ice cream (dondurma) cevabı gelince, dönüyor arkasını ve sesleniyor:
— Sultanım, 3
çay kap gel.
Nerden geldin, ne
yaparsın ne edersin derken çaylar bitiyor ve tekrar soruyor:
—
Çayımız var, kavunumuz var, dondurmamız var.
Hangisini tercih ederler?
Bir önceki sefer
sesini duyuramadığı için çay içmek zorunda kaldığını düşünen Masala Hanım, bu
sefer daha yüksek sesle:
—
Ice cream, diyor. Muzaffer Özak Bey, arkasını
dönüp:
—
Koçum çayları tazeleyiver, diyor ve çaylar yine
geliyor. Az sonra yine aynı soru:
—
Çayımız var, dondurmamız var, kavunumuz var?
Masala Hanım bu sefer
daha alttan ve ümitsizce,
—
Ice cream, diyor.
Muzaffer bey tekrar
dönüp,
—
Paşam, 3 çay daha kapıver, diyor.
Çaylar bitince
tercümana dönüp: “Hafta başına şunları yapıversin.” diye ilk ödevini Masala
Hanım’a veriyor. Tercüman şaşırıyor ve,
—
Önce konuşmayacak mıydık! diyor.
—
Konuştuk ya, diyor Muzaffer Bey: Biz ona “Ne
istediğini biliyor musun?” diye sorduk. O
her seferinde “ice cream” dedi. Demek ki ne istediğini biliyor. Peki, bizden
geleni kabul edecek misin? Dedik. İtiraz etmeden çayları içti. Daha ne olsun?
Eğer bizden geleni kabul etmeyecekse kendi bildiğinin peşine düşecekse kendi
bildiklerine bizim tecrübemizden daha fazla güveniyorsa burada ne işi var?
Hatırayı dinleyince aklıma,
Safiyüddin Bey’den işittiğim bazı kaynaklarda Sultan-ı Meczubin diye anılan
Abdal Mehmed Efendi ile Eşrefoğlu Abdullah Efendi arasında geçtiği rivayet
edilen bir menkıbe geldi.
Eşrefzade Abdullah
Efendi şimdi Bursa’nın Yeşil semtinde Türk İslam Eserleri Müzesi olarak
kullanılan Medrese-i Sultaniye’de okurken, dönemin büyük âlimlerinden Kara
Hoca’ya muid[2] olacak seviyeye geldiği halde, Bursa’nın üç meşhur “abdal”ından biri
olan Abdal Mehmet Efendi’nin sohbetlerine de devam eder. Bu sohbetlerin birinde
Abdal Mehmet Efendi, Eşrefzade Abdullah Efendiye hitaben:
— Danişment[3], var git bize köfteli çorba getir, der.
Buyruğu alan Abdullah
Efendi, bugün “Kayhan” diye anılan, o dönemde “Kayegan” denilen semte gidip bir
çorba bulup getirir. Çorbayı önüne alan Hazret, çorbayı karıştırır ama
köfteleri bulamaz. Dönüp:
— Kandedir bunun köfteleri?[4] diye sual eder.
Abdullah
Efendi:
—
Çorbanın köftelisi kalmamış. Eğer müsaade
buyurursanız köftelisini de yarın getireyim, diye mazeretini arz eder.
Bunun üzerine Abdal
Mehmet Efendi yakındaki çamurdan biraz alıp, avucunun içinde küçük küçük
yuvarlayıp çorbanın içine atar. Kendisinin sipariş verdiği, sonra içine
çamurdan köfteler kattığı çorbayı Abdullah Efendiye uzatıp içmesini teklif eder.
Abdullah Efendi hiç tereddüt ve itiraz etmeden tam bir itaatle çorbayı cümbüşler.
Abdal Mehmet Efendi bu teslimiyeti görünce:
—
Ya sen “Ol”mayacak da kim olacak, diye birkaç
kez tekrar eder.
Bu iki hatırayı daha anlaşılır
kılmak için müsaadenizle artlarına Üstaddan bir hatıra daha ilave etmek
istiyorum.
Bir seferinde Üstad
birine sual edilmesine karşı çıkıyor: “Efendim neden sormamıza müsaade
etmediniz?” denilince:
— Tavsiyesini yerine getirecek miydiniz? diye soruyor. Cevaben:
— Efendim, uygun görürsek neden olmasın? Kafamıza uymazsa, fikrini
öğrenmiş oluruz, diyorlar.
— Bu, en hafif tabir ile nezaketsizliktir. Hem beyefendiyi, zaten var
olan kendi fikriniz kadar ciddiye almadığınız ve güvenmediğiniz hâlde sanki
ciddiye alırmış gibi yapıyorsunuz, hem belki de çok kıymetli olan bir nasihate kıymet
vermeyip ayaklar altına alıyorsunuz hem de nâhak yere vaktini çalıp, zihnini meşgul
ediyorsunuz. Eğer ondan iyi biliyorsanız onu neden meşgul ediyorsunuz? Kendi bildiğinizi
yapın! Yok eğer, o sizden iyi biliyorsa, neden teslim olup nasihatini yerine
getirmiyorsunuz? Eğer öğüt tutulmayacaksa soru da sorulmamalı kanaatindeyim.
Üzerinde biraz daha
derin düşünülürse burada vakti geçenin, kıymetten düşenin tasavvuf, tasavvufi
yapılar veya şeyhler, üstadlar olmadığı fark edilecektir.
Vakti geçen, kıymetten düşen tecrübe ve hikmetin bizzat kendisidir.
Sanırım bu yüzden Modern
dünyanın putlaştırılmış “bireyselciliğinde” yoğrulmuş nesillerinin algılamakta ve
anlamakta oldukça zorlanabileceği menkıbeler ve kelimelerdir bunlar. Zira
Modern dünyada tecrübe ve hikmet -kimden
gelirse gelsin- aşağılanıyor, değeri ve
önemi yok sayılıyor. Babadan, anneden, dededen, ustadan, âlimden, hocadan,
öğretmenden hatta Peygamberlerden; çocuğa, talebeye, müride yani önceki
nesilden sonraki nesle doğru yönelen tecrübe ve hikmet nehrinin önü kesilerek
gelecek nesle klavuzluk etmesi engelleniyor. Adeta bilinçli bir ihmalle doğruyu,
iyiyi, güzeli, HAKKI bulmak için tecrübenin ve hikmetin ne kadar büyük önem arz
ettiği genç neslin gözlerinden kaçırılıyor.
Aksine tecrübenin
reddi; büyük bir maharetmiş gibi, büyük bir iş başarılmış gibi sunularak
“özgürlük” kılıfına sokuluyor. “Siz, her şeyi yapabilirsiniz, başarabilirsiniz.”
Propagandası her alandan çocukların ve gençlerin zihinlerine yediriliyor. Onlar,
sadece doğmuş olmakla kendi kendilerine doğruya ulaşabilecekleri, kararlarını
kendi kendilerine vermeleri gerektiği efsunu ile büyülenirken; insani AKLIN ve bireysel
kararların nefsin, arzunun, şehvetin, korkuların, menfaatin baskısı, tahakkümü
ve ayartması altında olduğunun ikazı yapılmıyor. Şeytanın insanı boş vaadlerle
ya da vesveseler ile yoldan çıkarabileceğine inanmak ise “Modern İnsan” için
fazlası ile hurafe kokan bir saçmalık!
Bu durum, bunun farkında olmayan nesilleri medya ve internet yolu ile kolay
ayartılır, etkilenilir, yönlendirilebilir, yönetilebilir, gaza getirilebilir,
manipüle edilebilir kılıyor.
Tecrübe ve hikmetin gelecek nesillere nakli azaldıkça insaniyet
azalırken hayvani duyguların öncelendiği yaşam formları öne çıkıyor. Hayvani
duyguların öncelendiği iklimde insaniyetin yüce ve asil sıfatları tutunamıyor,
çözülüyor, gözlerden kayboluyor.
Hâlbuki salih niyetli
bir hoca, tecrübeli bir usta veya bilge bir rehberle hemhâl olmak, gidilen
yolda, insana çok büyük kolaylıklar ve avantajlar sağlayabilir. Nice tuzağı
onların ikazı ile görür, nice yanından görmeden geçip gidilebilecek ayetler ve
imkânlar onların ikazı ile fark edilebilir, nice uzun seneler emek vererek elde
edilebilecek bilgilere kestirme yollardan ulaşılabilir. Bu yolla nice lüzumsuz
acıdan, mânâsız ıstıraptan, boş emekten, sonuçsuz gayretten ve ömrünü boşa
harcamaktan da kurtulunabilir.
Uygarlık dediğimiz toplumların birikmiş tecrübelerinden ibarettir. Toplumlar
tecrübe biriktirmeyi beceremediklerinde oradan ustalar, üstadlar, ilim ve âlimler
çekilir, görünmez olur. O toplumlar tecrübe biriktirebilen toplumların kölesi
olur.
Üstelik insan, kemalat bulmuş olgunlaşmış insanlardan sadece bilgi ve
tecrübe almaz; onlar üzerinde talim de yapar. Mesela insan; birini sevmeyi, birine güvenmeyi, birine teslim olmayı,
birine hürmet etmeyi, birine saygı göstermeyi, vefayı, muhabbeti insanda talim
ederek öğrenir. İnsanı sevmeyi, insana güvenmeyi, teslim olmayı beceremeyen
gözle göremediği, dokunamadığı, koklayamadığı, işitemediği Aziz Allah’a nasıl
güvenecek, hürmet edecek?
Olmaz, olmuyor!
Ne yazık ki, edep sahibi insanlara güvenemeyen, selim akıl sahiplerine teslim
olamayan, ortak akla sahip çıkamayanların demagoglara, bankacılara, para-taparlara,
zalimlere, sömürgecilere teslim olduklarını, olmak zorunda kaldıklarını;
nesillerini ve çocuklarını onlara kaptırdıklarını yaşayarak öğrendik ve
öğrenmeye devam ediyoruz.
Ahmet H. Çakıcı
Rebiülevvel 1444
[1] Hatıra
arkadaşın aklında kaldığı, onun anlattıklarından da benim aklımda kaldığı kadar
sahihtir.
[2] Muid: Dersi iade
eden, tekrar ettiren. Muallim yardımcısı.
[3] Dönemin
hocalarının, öğrencilerine hitap şekli
[4] Nerede
bunun köfteleri?
0 yorum:
Yorum Gönder