150 Yıldır Sonu Gelmedi:
Yeniden Takrir-i Sükun. (Dezenformasyon Yasası)Asıl konuya girmeden çok da eski olmayan bir hatırayı hatırlatalım.
CHP’li vekil “iyi de” dedi: “Bizim seçmen için sorun yok.
Ya siz bu Sözleşmeyi kendi seçmeninize nasıl anlatacaksınız?”
Muhtemeldir ki, CHP’li vekilin neyi ima ettiğini anlamamıştı birçok Ak Partili
vekil.
İstanbul Sözleşmesi Meclisten geçmiş tüm partilerin oy
birliğini kazanmıştı. Sadece doğu vilayetlerinden ilahiyat profesörü bir vekil
çekimser oy kullanmıştı. O vekil de ertesi gün meclise dilekçe vererek
kendisinin sehven çekimser oy kullandığını oyunun “kabul” yönünde
değiştirilmesini rica etmişti.
Sözleşmenin albenisi yüksekti; “Kadına yönelik şiddeti” önleme iddiasındaydı
ancak Bulgaristan vekili Slavço Atanasov’un dediği gibi “içine iğneler
gizlenmiş bir pamuk şeker[1]”
gibiydi.
İtiraz edenler, kadın düşmanı, ortaçağ yobazı, kadınları dövmek için fırsat arayan
dağ ayıları falan ilan edildi. En azından Ak Parti düşmanı olmalıydılar. Zira
yapılan böyle büyük bir hizmeti takdir etmemek için nadan biri olmak gerekirdi.
Meselenin anlaşılması neredeyse 10 sene aldı. Sözleşme toplumu
eşcinsel ahlakı düzeyinde yeniden formatlama işlevi görüyordu. Zaten birçok
Avrupa ülkesi ya maddelere çekince koymuş ya ön imzayı atmış ama yürürlüğe
koymamış ya da hiç imzalamamıştı. Sonunda iptal edildi. Ama hâlâ tüm kurumları
ile ruhu hayatta. Verdiği ve vereceği toplumsal tahribatın boyutlarını
yaşayarak görüyoruz ve görmeye devam edeceğiz sanırım.
Yeni
bir yasa daha geçti meclisten: Sosyal Medya Yasası.
Yasa paketinin amacı, sosyal medya ortamındaki YALAN ve
İFTİRA furyasını disiplin altına alıp bitirmekmiş.
Güzel, alımlı ve zihin çelen bir hedef daha.
Kim böyle bir niyete ve amaca karşı çıkabilir ki?
Sosyal Medya Yasası, aynı emperyalizmin zorladığı yasalar
gibi çok hızlı, muhalefet tarafından engellenmeden ve ne olduğu anlaşılmasına
müsaade edilmeden meclisten geçiverdi. Hükumet destekli medyadan da, Batılı
fonlarla beslenen medyadan da, ne topa giren ne de -birkaç cılız sesin dışında-
itiraz eden oldu.
Baştan söyleyelim: Kesinlikle sosyal medyayı düzenleyecek
bir yasaya ihtiyaç var. Bu gecikmiş bir zorunluluk haline geldi.
Söz konusu 29. Madde şöyle:
“Sırf halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak
saikiyle, ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili
gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını bozmaya elverişli şekilde alenen
yayan kimse, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır. “
Eğer, önünü görmeyen bir iyi niyet ile hadiseye
bakmıyorsak her kelime insanı fena halde rahatsız edebilir. Zira yasa maddesi tamamen
muğlak, her tarafı her tarafa oynayan, nereye çekersen oraya gidebilecek,
nereye koysan oraya uyabilecek PLASTİK kelimeler ile bezenmiş. Daha çok darbe
anayasalarında rastlanacak cinsten.
Mesela GERÇEĞE aykırı bilgi ne demek? Kimin gerçeğine
aykırı bilgiyi yaymayı yasaklıyoruz?
Post-Truth (Gerçek/Hakikat Sonrası) diye adlandırılan bir
çağda HAKİKATİN kaynağı kim? Kim, bize itiraz edemeyeceğimiz gerçekleri va’z
edecek?
Mesela bize hakikati söyleyecek olan Kur’an mı? Yoksa
Tanrı tanımaz elitlerin yazıp önümüze koyduğu Anayasa mı? Yoksa Başkan mı veya
Bilim Kurulları mı?
“Yok! Biz “gerçekler” derken insanlar arasındaki olayları
kastediyoruz” deniliyorsa, her olay insan adedince yorum, insan adedince
değerlendirme demek değil midir? Yorumlardan ya da anlatılardan hangisinin
GERÇEK ya da hakikat olduğunu nasıl bileceğiz?
“Kasıtlı üretilmiş yalan, uydurma veya iftira
içeriklileri” diye cevap verilebilir.
Lakin düşünün bi! Ulus Devletlerde, piramidin en üstünde
duran, gücü elinde tutan, hesap sorma yetisine sahip olan politikacıların,
bürokratların, memurların “GERÇEK değil” dedikleri pek çok şey daha sonra
GERÇEK çıkmadı mı? Gerçek dedikleri pek çok şey de YALAN değil miydi? Hatırlıyor
musunuz Çernobil faciasından sonra kameraların önünde “radyasyon riski yok”
diye çay içen politikacıları?
(Düşünün bir, devletin resmi istatistiklerini tutmakla
görevli en DOĞRUCU kurumu bile verdiği halkın günlük hayatına uymayan
“enflasyon” rakamları ile DOĞRULUĞU hakkındaki itibarını sorgulatır hale
gelmedi mi?)
Nasıl olur da onların HAKEMLİĞİNE daha doğrusu HAKKIN ne olduğunu belirleyen TANRI konumlarına itimat edeceğiz?
Eğer, “gerçeği gizleyenler, halkı gerçek olmayan senaryolarla
korkutanlar” iktidarı elinde tutan güçlüler ise onların yasayı suiistimal
etmesini nasıl engelleyeceğiz? Bu durumda “gerçek sorgulaması” güçlülere
dokunamayan, sadece güçsüzlerin başının üstünde sallanan bir kılıç olmayacak
mı?
Böyle olursa sorgulayan ama sorgulanamayan, kendini
Doğrunun ve GERÇEĞİN kaynağı olarak gösteren İktidarlar/güçlüler, TANRI ilan
edilmiş olmayacak mı?
Hayır, öyle olmayacak! Biz güçlülerle güçsüzler arasında DOĞRUNUN
hakemliğini yapacak, ADİL ve TARAFSIZ kurumlar/KURULLAR teşkil edeceğiz; mesela,
“Din adamları” ile denilebilir. (Türkiye’de bu denilemez de. Hadi, dedik varsayalım.)
İlahiyatçıların aynı hâkimler/kadılar gibi zoru
gördüklerinde ya da menfaati devreye girdiğinde duruma uygun FETVALAR
verdikleri yüzlerce fıkraya konu olmadı mı? (Hâkimlere yeniden döneceğiz.)
BİLİMİN tarafsızlığı gerçekten bir tarafsızlık mıdır?
Diye sorarız. Zira onların maaşlarını, ikramiyelerini veya fonlarını
verenlerden özgür olduklarını iddia etmek biraz fazla safdillik olmaz mı?
Hem bilim adamlarının yıllarca okullarda okuttukları nice
teori, daha sonra yalanlanmadı mı? O bilim adamları zamanında anne sütüne
sağlığa zararlı, sigaraya faydalı demediler mi? Tereyağ faydalı mı faydasız mı diye
birbirlerine girmediler mi? Hangi hakla GERÇEĞİN Temsilcisi olacaklar?
Dikkat edilirse GERÇEĞİN yani TANRININ, HAKKIN, HAKİKATİN
(HAKK, Aziz Allah’ın ismidir) kim olacağı sorusunun “Gücü elinde tutan Yönetici
Zümreden” başka bir cevabı yok önümüzde.
Ancak bu madde sanki araya sıkıştırılan “genel sağlığı
tehdit” kelimesine yer açmak için ihdas edilmiş gibi.
Şu
GENEL SAĞLIĞI tehdit etme maddesi ne demek?
Kızartmalar, fast food yiyecekler, gazlı içecekler,
genetiği ile oynanmış ürünler kamu sağlığına tehdit değil mi? Suni tatlandırıcılar
yedirilmiş, kimyasal boyalı cicili bicili ürünler çocuklar için zararlı değil
mi? Yetmiş türlü sıkıntının sebebi alkol, insani bilinci gidermiyor mu?
Besinlere bulaşan ilaçlar, kimyasallar, hormonlar, koruyucular kanserojen
etkiye sahip değil mi? Yoksa 4G ve 5G iletişim santralleri hakkında tutulan insan
sağlığı raporlarını mı açıklamaya karar verdiler? (Sahi suni ETLERİN faydalı mı
yoksa zararlı mı olduğu GERÇEĞİNİ bize Bill Gates mi söyleyecek?)
Yoksa her geleni yatırıp kesen normal doğumu unutturan
kadın doğumculara mı, alacağı promosyon için her semptoma antibiyotik yazarak
Türkiye’yi antibiyotik firmalarının cennetine dönüştürenlere mi ayar verilecek?
Fabrikalarının bacalarına filtre takmayan, atık suları
arıtmadan denize salan sanayiciler mi toplum sağlığını tehdit edenler?
Genel halk sağlığının konusu bunlar değil mi?
Kanaatimize göre bunlar değil.
Sanırım daha çok küresel ilaç şirketlerinin PROPAGANDASINI
boşa düşüren ve böylece, bu şirketlerin güç ve ekonomik gelir kayıplarına sebep
olan kelimeleri ya da onların medya üzerinden kitlelere yaptıkları büyüyü bozan
görüntüleri yasaklamaya niyetliyiz.
Yani muhtemeldir ki; “Genel Halk Sağlığı” ilkesi Küresel
egemenlerin Yeni Dünya Düzeni (New World Order) dedikleri ve İKLİM krizi adı
altında hayata geçirdikleri politikaların (İnsan Haklarının kısıtlanması,
Alternatif piyasaların baskılanması, kitle ve nüfus kontrolü, aşı, pandemi vs.)
önündeki muhalefeti sustururken; İç, dış tehlike, kamu düzeni, korku ve dehşet
yayma bahanesi ile konuşulan her şeyin belgelendirilme mecburiyetinde
bırakılması da hükumete oy kaybettiren kelimelerin kontrolünü hedefliyor gibi. (Burada
geçmiş dönemin Büyük girişimcilerinden Selim Edes’in Emlakbank Genel Müdürüne
verdiği rüşvetin belgesini soranlara
söylediği sözü hatırlatmak istiyorum: Rüşvetin
belgesi mi olur lan pe…k.)
Müsaadenizle “Genel Halk Sağlığı” üzerinden “Bilim
Kurullarının” bizlere GERÇEĞİN kaynağı olarak sunulması meselesi üzerinde –hafızamda
kaldığı kadar ile pandemi sürecini özetleyerek- daha ayrıntılı durmak
istiyorum.
Halk
Sağlığı Her Şeyden Önemli!
Gecenin 00:30’nda Sağlık Bakanımızın gazetecileri apar
topar yataklarından toplayarak ülkede 1 (sadece bir) covid vakasının tespit
edildiğini duyurması ile pandemi sürecine girmiştik. Ve hemen ardından bütün
toplumu korku ve endişeye sevk eden haberler ve görüntüler 7X24 TV’lerden evlerimize
akmaya başladı. Asla, halkı korkutma ve endişeye düşürme gibi bir niyeti olmayan
Sağlık Bakanımız, her akşam TV’lerden ölü raporu vermeye başlamıştı, insanı
dehşete düşüren korkunç görüntüler eşliğinde.
İlk tespit edilen covidlinin hemen ardından teşkil edilen
“Bilim Kurulu” ile sürecin yönetiminin Bilim Kuruluna devri yapılmıştı. Bu
anormal değildi zira sari hastalıkla mücadele hakkında GERÇEĞİ Bilim adamlarından
daha iyi kim bilebilirdi?
Ama süre içinde fark ettik ki aslında KESİN GERÇEĞİ bilen
bilim adamlarımız o kadar da gerçeği bilmiyorlarmış.
Mesela Bilim Kurulu üyesi bir Profesör HIV ve Sıtma
tedavisinde kullanılan ilaçların corona tedavisinde çok etkili olduğunu TV’lerden
açıklayarak tedavi protokolüne bu ilaçları yazdıklarını açıklamıştı.[3]
Nitekim Sayın Sağlık Bakanımız o dönemde HIV tedavisinde
kullanılan ilaçlardan 1 milyon kutu alarak depoladıklarını ve bu çok etkili ilacın
en yaygın olarak Türkiye de kullandığını duyurmuştu.[4]
Ama sosyal medyada corona hastalarına günde 2 kez, 4’er 4’er kullanlandırılan
ilacın, birkaç sene önce mucize ilaç olarak büyük bir ilaç firmasınca piyasaya
sürüldüğü ancak beyin kanaması, pıhtı ve inme gibi problemlere neden olduğu fark
edilince Avrupa’da yasaklandığı, firmanın elinde kalan ilaçları Türkiye’ye çok
ucuza sattığı şeklinde bir dedikodu yayıldı[5].
Nitekim ilacı kullanmaya Avrupa hiç yanaşmamıştı.
Sayın Ömer Döngeloğlu gibi tanınmış simaların ani ölümlerini bu ilaçlara
bağlayan paylaşımlar sanal medyadan ortalığa yayılınca Bilim Kurulu üyeleri
toplumu “komplo Teorisyenlerine” inanmamaları konusunda defalarca uyardı. Onlar
halkın sağlığı ile oynayan bilinçsiz cahil kimselerdi. Bilim Kurulunun tavsiye
ettiği ilaçlar ihmal edilmeden harfiyen kullanılması iyileşmek için şarttı.
Ancak 8 Mayıs 2021’de Sağlık Bakanlığı yayınladığı bir
genelge ile sessizce ilacın kullanımını tedavi protokolünden çıkarıverdi[6].
Benzeri süreç, corona tedavisinde kullanılan sıtma
ilacının da başına geldi. Üstelik bu ilaç 8’er 8’er günde iki kez hastaya
veriliyordu.
Kısa sürede sosyal medyada ilacın patentinin Japonya’da
olduğu ancak ilacın hastaya verilmesinin Japonya’da yasaklandığı, patentini
Japonlardan alan Hindistan’da üretiminin yapıldığı oradan ham alınan ürünün
Ankara’da hap haline getirilerek devlete satıldığı; ürün üzerine 2 tane
laboratuar çalışması olduğu, iki çalışmanın da ortak raporunda ilacın yan
etkileri arasında zatürre, kalp krizi, karaciğer problemleri, çoklu organ
yetmezliği vs. olduğu konuşulmaya başlandı.
Ancak 2021 yılında Amerikan sağlık kuruluşu FDA bu ilacın
tedavide hiçbir faydasının tespit edilemediğini konu eden bir araştırma
yayınlayınca[7]
bu ilaç da 2 senenin ardından tedavi protokolünden çıkarıldı.
Yine bu dönemde doktorlar arasında kopan; herkese hemen
her yerde zorunlu kılınan maske ve karantina uygulamalarının, esnaf kapatmanın
faydalılığı/faydasızlığı tartışmaları hâlâ kulaklarınızdadır sanırım.
Ancak bunlardan çok daha büyük bir fırtına aşı meselesi
üzerine koptu.
Bilim Kurulu ve aşı firmalarının temsilcileri salgının
durdurulmasının ve milyonlarca insanın ölümünün engellenmesinin tek yolunun
kitlesel aşı olduğunu ve aşıların çok güvenli, testlerinin tamamlanmış olduğunu
iddia ediyorlardı. Çocuklar ve hamileler de hiç çekinmeden vurulabilirdi.
Ancak sosyal medyada anında karşı bir refleks gelişmişti; aşı yapılmayan ülkelerde hastalığın olmadığı, Afrika gibi çok düşük aşı oranı olan ülkelerde bırakın kitlesel ölümleri, aşı yapılan ülkelerden daha az ölüm oranları olduğu konuşulmaya başlanmıştı. Üstelik aşıların etkilerinin onlarca yıllık gözlemler ile ancak bilinebileceği, 2-3 aylık bir süreçle yan etkilerin tespit edilmesinin mümkün olmadığı, iletiden iletiye yayılmıştı.
Bilim Kurulu üyeleri aşıların tüm testlerinin yapıldığı, tüm kontrollerden başarı ile geçtiği, aşı karşıtı doktorların kötü niyetli oldukları, Komplo Teorisyenlerinin “Kul hakkına girdikleri, insanları, hatta kitleleri riske attıkları, onların ölümlerinden sorumlu oldukları, sorumsuz insanlar oldukları, bireysel menfaatleri için şarlatanlık yaptıkları” vs. gibi bilimsel bilgilerle(!) bu iddialara cevap verdiler.Ancak aradan 1 sene geçtikten sonra Avrupa Parlamentosu'nda ilaç
firmalarıyla yapılan bir oturuma katılan Pfizer yetkilisi Albert Bourla, Bilim
Kurulu üyeleri kadar kesin konuşmuyordu: Kendisine sorulan “Pfizer'ın kovid
aşısı piyasaya sürülmeden önce, hastalığın yayılmasını engelleyip engellemediği
test edildi mi? Eğer test edildiyse, verileri komisyonumuzla paylaşmanız mümkün
mü?” sorusuna “Aşılar piyasaya sürülmeden önce bulaşmayı engelleyip
engellemediğini biliyor muyduk? Hayır.” Cevabını veriyordu.[8]
Aynı toplantıda şirketin 2021 yılındaki cirosunu da 45 milyar dolar olarak
açıklıyordu.
Galiba
aşı konusunda da Bilim Kurulumuzun topluma verdiği bilgi doğru çıkmamış, aksine
“GERÇEĞİ GİZLEMEKLE” suçlanan kesimin haklı olabileceğine dair deliller ortaya
çıkmaya başlamıştı.
Dikkat edilirse halkı dehşete düşürdüğü, korku ve panik yaydıkları, genel sağlığı tehdit ettikleri iddia edilenlerin gerçekten bunu yapıp yapmadıkları göründüğü kadar NET değil. Üstelik halkın sağlığını korumak, onları tehlikelere karşı uyarmakla görevli GERÇEĞİN TEMSİLCİLERİNİN ne yaptıklarını bildiklerine dair de elimizde kesin bir kanıt yok.
Salgının
en başında “bol bol sarmısaklı paça çorbası” için dediği için dalga geçilip
akademik lince uğratılan Canan Karatay Hanımın tavsiyelerinin salgın sonunda
Bilim Kurulu üyelerince dahi kullanılan en popüler tavsiye olması da itimadı
zedeleyen bir başka meseleydi sanırım.
Dolayısı
ile bu yasa üzerinden “Ana Akım Medyaya”, “Modern Popüler DİNE/Bilime, Küresel
ilaç firmalarının ajanslarına, Bilim Kurullarına ve benzeri yapılara karşı
muhalefeti kıstığımızda, tartışma ortamını ve alternatif bilgi kaynaklarını yok
ettiğimizde bundan faydalanacak olanın HALK olduğu oldukça şüpheli.
Burası
şüpheli ancak KÜRESEL SERMAYENİN ve sömürgeci kültürel ve EKONOMİK
politikaların uygulayıcılarının önündeki muhalefetin ezileceği kesin gibi
duruyor.
Halkın Endişesi
Diğer
yandan;
“Halkı
endişeye, korkuya, paniğe sevk edecek kamu barışını bozmaya elverişli” yayınlar
yapmak ne demek? Bir yayının halkı endişelendirip endişelendirmediğine kim
karar verecek?
Mesela
ben ekonomik verilere, devletin borç ödemelerine bakıp “yüksek enflasyonist
ortam en az 10 sene daha sürecek, daha da fakirleşeceğiz” dersem halkı endişeye
sevk eden bir haber mi yapmış olacağım?
Ya
da bir parti lideri diğerine televizyonlardan, “Bayyyy Cemal gelirse
özgürlüklerinizi kısar…” diye başlayan sert bir nutuk irade ederse, halkı
korkutan, karşı tarafı kışkırtan dolayısı ile kamu barışını bozmaya yönelik bir
hamle yapmış sayılacak mı?
Şu
anda özellikle hükumet destekli medyada Yunan Adalarında Amerika silahlanmasına
yönelik büyük bir hareketlilik olduğuna dair yayınlar yapılıyor. Bu savaş demek
ve savaş; ölüm, kan, acı, yokluk, yoksulluk demek. Dolayısı ile bu haberleri
yapan basın, halkı korkutmak ve endişeye sürüklemek amacıyla yayın yapıyor
diyebilir miyiz?
“Yok!
Bunlara hâkimler karar verecek.” Denilebilir.
Hâkimler! Cevabı sanırım çok
tatmin edici bir cevap değil.
Zira
ulus devletlerin Yasama, Yürütme, Yargı üçlemesi üzerine dayalı denge teorisi
çökeli çok oldu. Yargının ve yasamanın, atama yetkisini ve maaşını elinde
tutanlara tam bağımlı olduğu artık kimsenin sembolik bile olsa itiraz etmediği
bir başka “gerçek”.
Gerek
28 Şubat sürecinde, gerek 28 Şubat öncesinde ve sonrasında adalet
mekanizmasının siyasi yapıya ne kadar entegre olduğunu ve kararların adaletten
çok siyasete bağımlı olduğunu gördüğümüzü sanıyorum. (Mesela FETÖ
yapılanmasının içinden simitçi, çaycı, börekçi bile çıkarken hiç siyasi
ayağının çıkmaması size de garip gelmedi mi?)
Biraz daha hafızayı zorlarsak o hakimlerin Türkiye'de "don" davasından Başbakan astıklarını bile hatırlamak mümkün.
Sevgili Bakanımız dahi geçenlerde “bitmez nafakalar” sorununun yasalardan değil, risk almak istemeyen HÂKİMLERDEN kaynaklandığından şikâyet etmiyor muydu? Gerçi sanırım kimse bakanımıza hak vermedi zira siyasi erkle çatışan durumlarda hâkimlerin risk almak istememelerini kimse garipsemez, materyalizmin kutsandığı topraklarda?
Dolayısı ile hâkimler de, TANRI’NIN koltuğu olan “hakikatin kaynağı” olmaya uygun figürler değil kanaatimizce.
“Yahu Ak Parti
iktidarda!
Haksızlığa
ya da kanunun suiistimaline müsaade etmez” diyecek Ak Parti sempatizanlarına,
defalarca söz vermesine rağmen “geçe bırakılmamış evlilik” mağduru olan GENÇ
evli mağdurlar karşısında ne kadar tedirgin ve ürkek davrandığını ve mağduriyetleri
gideremediğini, Feminist kadın ve Queer LGBT Dernekler karşısındaki mütereddid AİLE
politikasını, hâlâ Toplumsal Cinsiyet Politikalarının eğitimde ve kamu
kuruluşlarında devam etmekte olduğunu ve 20 senedir sivil anayasayı
yapamadığını hatırlatırım. Yani bu topraklarda yapılan hatanın telafisi öyle
kolay olmuyor.
Unutmamak
lazım bir hata yarım saatlik meclis oturumu ile işlenebiliyor ancak
düzeltilmesi on yılları, bazen yüzyılları bulabiliyor.
Üstelik
Koltuk babamızın mülkü değil, bir gün bir başkasının eline geçecektir.
Olur
da o koltuğun sahibi değişirse bir Bilim Kurulu üyesi çıkıp “Ben doktorum. Başörtüsü
sağlığa zararlı, başın ve saçların güneş görmesi lazım” derse, “çocuklara dini
eğitim vermek psikolojilerini bozuyor” derse, “sakallılar toplumda korku ve
endişe yayıyor” derse, bu GERÇEKLERE karşı çıkmak 3 senelik hapis gerektirecek
farkında mısınız?
Sonsöz!
Kendi
iktidarımızı veya taraftar olduğumuz yapıyı tahkim etmek amacıyla konuşma,
tartışma, itiraz kanallarını tıkamak daha önce sayısız kralın, diktatörün ve
tiranın denediği bir uygulamadır. Bu iktidarın ömrünü uzatır ancak toplumu
korkak, ürkek, karaktersiz, izzetsiz ve ahmak kılar. Sansürü ve konuşma imkânını
kısarak uygarlık üretmiş, erdem sahibi olmuş hiçbir topluluk yoktur.
Sahi
emin misiniz, Dilipak’a bile Akit TV’de program yaptırtmayan tek boyutlu bir
sansür ortamının hayırlı bir şey olduğundan?
Sahi
siz emin misiniz, Yüce Devletlilerimizin küresel şirketlerin, küresel para
babalarının değil de daha çok sıradan halkın endişelerini dert edindiklerinden?
Sahi
emin misiniz 1925 yılında “dinsel gericiliğe” karşı ülkede huzuru temin etmek
için çıkarılan Takrir-i Sükun Yasasını, bugün halkın genel sağlığını bahane
ederek diriltmenin faydalı bir eylem olacağından?
Sahi
emin misiniz, Meclisten geçen bu yasanın, 150 yıldır topluma atılmış nihayetsiz
kazıklar zincirinin devamı olmadığından?
Ahmet Hakan Çakıcı
Rebiülevvel 1444/ALANYA
Zeyl:
Bu yasayı destekleyen bir beyefendi, “Bu yasa nesli ve aileyi koruyacak” demiş.
Madem derdimiz nesli ve aileyi korumak neden yasayı “halkın genel sağlığını
tehdit eden” diye geçiriyoruz da “halkın genel ahlakını tehdit eden” diye
geçirmiyoruz. Böylece YANLIŞ anlamaları ve manipülasyonları da önleriz?
Yoksa “Ahlaka uygun yasa” kelimesini bırakın yasaya, ağzımıza almaya bile
cesaret edemiyor muyuz?
[1] https://timebalkan.com/bulgaristan-meclisi-istanbul-sozlesmesini-onaylama-surecini-durdurdu/
[2] https://t24.com.tr/haber/akp-li-vekilden-sansur-yasasi-itirafi-bu-yasayi-ve-ozellikle-29-uncu-maddeyi-amerikali-ilgililerle-konustuk,1065684?fbclid=IwAR3ypmCP7ffSWdYQWXqKF7SErj7zHPzZzMj577DbHNfxSzlcrSm4ieB89Xo
[3] https://www.posta.com.tr/son-dakika/koronavirus-tedavisinde-kullanilan-ilaclar-aciklandi-2243859
[4] https://www.yeniakit.com.tr/haber/bakan-fahrettin-koca-gurur-duyun-deyip-acikladi-1-milyon-kutu-ilac-mujdesi-1169203.html
[5] https://medyascope.tv/2020/03/20/doktorlardan-saglik-bakanligina-saglik-calisanlari-icin-koronaviruse-karsi-plaquenil-onerisi-ilacin-kutu-maliyeti-17-lira/
[6] https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/saglik-bakanligi-koronavirus-tedavisinde-tartisilan-ilacin-kullanimini-durdurdu-1834510
[7] https://www.nature.com/articles/s41598-021-90551-6
[8]https://www.yenicaggazetesi.com.tr/pfizerin-yetkilisinden-soke-eden-kovid-asisi-itirafi-testlere-tabi-tutmadan-piyasaya-suruldu-586481h.htm?ysclid=l9dwd2178d396832192
[9] https://content.govdelivery.com/accounts/FLDOH/bulletins/3312697
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder