İsmail Hakkı Bursevi – Şeyhi Olmayanın Şeyhi
-
“Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır”, diyorsunuz ama…
-
Haşa, iftiradır. Biz öyle bişi demiyoruz”, diye cevap verdi, yaşı ellileri aşmış olmasına rağmen saçı yeni yeni
beyazlamaya başlamış, doğu şivesi ile konuşan beyefendi.
-
“Demiyor musunuz?” diyerek, istihza ile araya girdim. Bendeki
gayrı ciddi tonu fark etmemezlikten gelerek, özendiği ciddiyetini
muhafaza etmeye çalıştı;
-
“Biz Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır” deriz, diye itirazımı karşıladı, gülümseyerek.
- Ha, Kel Hasan! Ha, Hasan kel!.. Ne farkı var da itiraz ettiniz? Diyerek alttan alta istihzaya devam ettim.
-
“Şeyh”, evin ya da ailenin büyüğüne, ihtiyarına denir. Malumunuz, doğu toplumlarında büyüklere
saygı ve hürmet önemlidir. Zira birikmiş tecrübe ve hikmetten faydalanmak akıl sahibi
olmanın işareti olarak bilinir. Kur’an’da “Sen öğüt ver. Zira mü’minler öğüt alır[1]” buyurulmuyor mu?
Öğütlere kulak asmazsak, deneyerek öğreniriz ama bu hayvani yöntemdir. Mesela köpek dayak yediği yere bir daha gitmez, tecrübe kazanmıştır. İnsan da başkalarındaki “tecrübe ve hikmete” kulak vermediği zaman feleğin tokadını yiye yiye öğrenir.
Büyüğe yani şeyhe sahip olduğu hikmetten dolayı verilen kıymet nedeniyle mürşid ile sıklıkla karıştırılır. Ama mürşid
farklıdır.
-
Nasıl farklı?
- Mürşid, irşad eden demek. Hakkı gösterene, yolu, yani kalbi aydınlatana denir. Onlar her toplumda vardır. Mutlaka vardır. Allah hiçbir topluluğu Hakkı hatırlatacak insanlardan hali kılmaz. Çünkü zalim değildir, HAKKI hatırlatmadan, doğruyu göstermeden kimseye azap yazmaz. Mürşid yani Hakkı hatırlatan bazen kişinin babasıdır, bazen öğretmenidir, bazen komşusudur, bazen hocasıdır bazen yoldan geçen biridir. Mekân, bazen tekkedir, bazen okuldur, bazen evdir, bazen harp meydanıdır.
Eğer kişi derse ki; benim çevremde böyle biri yok!
Bu iddia, o toplumda iyiliği emredip kötülükten nehyedecek, hakka irşad edecek birinin
olmadığına değil; o şahsın kulaklarının İRŞADA kapalı olduğuna delildir. İrşad edebilecek, hayrı tavsiye edebilecek,
hata ve kusurlarına ayna olacak kimseleri “kibri” ile çevresinden
uzaklaştırmış, yanına yaklaştırmıyor demektir. Yani Hakka değil, kibre, kibri tavsiye eden Şeytan’a kulak vermiş, onu rehber,
mürşid edinmiştir.
“Mürşidi olmayanın, mürşidi Şeytandır” demek, “Aman ha!
Çevrenden irşad edecek, sana iyiliği emir, kötülüğü nehiy edecek insanları
uzaklaştırma, Şeytan’ı rehber edinme” demektir.
Bu diyaloğu İsmail Hakkı Bursevi Dergâhının yıkımı esnasında beyefendinin başından geçen bir hatırayı dinlerken hatırladım. O hatıraya girmeden önce İsmail Hakkı Bursevi’yi kısaca hatırlatmak istiyorum.
Aydos, Bulgaristan |
Ailesi, İstanbul Aksaray’da
otururken evleri yanınca bugün Bulgaristan sınırları içinde kalan Aydos
Kasabasına taşınır ve 1063 (1653)
senesinde, İsmail Hakkı Bey burada dünyaya gelir. 7 yaşından itibaren validesinin vefatı nedeniyle babaannesinin
yetiştirdiği İsmail Hakkı, ilim tahsil etmek için önce Edirne’ye ardından İstanbul’a gelir. Bu
süreçte Arapça, Farsça öğrenir. Fıkıh, kelam, feraiz (miras hukuku) ve tecvid dersleri
alır. Hüsn-i hat meşk eder. 1086 yılında intisaplı olduğu Osman Fazlı Beyin işareti ile halifesi
olarak Üsküp’te göreve başlar (1675). Sonrasında
bugün Makedonya’nın merkezinde kalan Köprülü’ye oradan da Makedonya’nın
Bulgaristan sınırında kalan Usturumca kasabasına gider. Ardından Sultan IV.
Mehmet’e nasihat etmek için Edirne’ye çağrılır. Edirne sonrası görev yeri Bursa’dır.
Usturumca, Makedonya |
Usturumca,
Makedonya |
1111 yılında kara yolu ile Hacca gider. Yedi ay Medine ve Mekke’de kalır. 1122’de bu sefer deniz yolu ile Hacca gider. Yolculuk esnasında uğradığı İskenderiye ve Kahire’de bir müddet ikamet eder. El Ezher’de öğrencilere ders ve yetkin olanlara icazetnameler verir. Hacdan dönünce irşad faaliyetlerine Tekirdağ’da devam eder. 1129 yılında Şam’a gidip çok etkilendiği Muhyiddin’i Arabi’nin mezarını ziyaret eder.
Şam dönüşü 1132 yılında Üsküdar’a yerleşen İsmail Hakkı Efendi bir vaazından dolayı iftiraya uğrayınca, iftiranın, iftira olduğu ortaya çıkmasına rağmen İstanbul’u terk edip 1135’te Bursa’ya geri döner ve kendi imkânları ile Tuz Pazarı civarında bir cami yaptırır. Kısa bir süre sonra 9 zilkade 1137’de (20 Temmuz 1725) vefat eder. Ve yaptırdığı caminin bahçesinin kıble tarafına defn edilir.
Ondan geriye biri tefsir (Ruhu’l Beyan) olmak üzere 100’den
fazla eser, 100.000 civarında beyit, büyük bir isim ve bir de kendi eli ile
yaptırdığı mescid, semâhâne,
çilehâne ve misafir odalarından müteşekkil dergâh kalır.
İsmail Hakkı Bursevi Dergâhı
Lale Devrini müteakiben yapılması nedeniyle dergah, -henüz Osmanlı coğrafyasına Avrupa’dan gelen barok ve ampirik zevk ve hassalar tesir etmemiş olduğundan- ana hatları ve üzerine giydirilen kıyafeti ile Osmanlı-Türk Klasik dönemi usulünün bir örneğidir. Gayet geniş ve tesirli çatı saçaklarının koruduğu pencereleri, sonrasında yapılanlar gibi dik ve uzun değil, klasik döneme uygun olarak kısa, içten kepenkli ve dıştan parmaklıklı idi. Pencere pervazları İsmail Hakkı Efendinin bazı sözleri, şiirleri ve klasik dönemin zevkine uygun nakışlar ile süslenmişti.Klasik dönemden elimizde kalan bu nadide bina, dergâhların sırlanması ile bir müddet idman yurdu olarak kullanılmış ve ardından müftülüğe devredilerek Kuran Kursu, Hafız Yetiştirme Yurdu, Talebe Yurdu olarak hizmet verdikten sonra bir derneğe devredilmiştir.
Dernek yöneticileri 1979-80 yıllarında birçok ricaya ve araya hatırlı kişiler sokulmasına rağmen, “Daha iyi hizmet edeceğiz. Hizmeti mekâna değil, makama yapacağız” diyerek, klasik dönemden elimizde kalan son semahaneyi ve onunla birlikte çok kıymetli ahşap aksamı söküyor ve binanın büyük kısmını betonarme olarak yeniden inşa ediyorlar. Ahşap aksam ile birlikte o ahşabın üzerindeki onca süsleme ve kalem işi eser de sökülüyor. Mihrabı dahi sökülerek mermer kaplanıyor. Pencereler ve pencerelerin üzerindeki edebi talik yazılar da gayp ediliyor. Hatta binanın kitabeleri bile tahribattan kurtulamıyor ve üzerlerine sürülen yağlı boya ile sanatımızın talik karakterini aksettiren bu nadide eserler bulanık görüntülü bir vaziyet alıyor.
Sonuçta bina, yapıldığı döneme dair mimari hassalardan hemen hiçbir iz geriye kalmayacak şekilde tahrip ediliyor.
Yapının sökümünü haber alıp, belki bir şeyler kurtarabilirim ümidi ile acele ile dergâha giden beyefendi, kalem işleri ile süslenmiş ahşap malzemenin, öğrencilerin ısınması için yakılmak üzere kömürlüklere istiflendiğini görünce yapılabilecek bir şey kalmadığını anlıyor ve aradan mahfil kısmını taşıyan direklerle iki parça daha çekip alıyor. Ne yazık ki, orijinal yapıdan elimizde kalan sadece bu parçalar ve bir ziyaret nedeniyle Bursa’ya gelip bizim göremediğimiz kıymetleri görüp fotoğraflayan Mimar Gabriel’in fotoğrafları oluyor.
Bize tecrübelerini nakleden hikmet ve ihtiyar sahibi büyüklere
ve Hak yolu işaret eden mürşidlere kulaklarımızı tıkayıp, aklımızı kibrin eline
terk ettiğimizde yıktıklarımız, yaptıklarımızı geçiyor. Biz öğüdün kıymetini
anlayana kadar bazen bir ömür, bazen bir servet, bazen baba mirası paha
biçilemeyecek hazinelerimiz eriyip gidiyor.
Başa dönüp soralım, mürşidlere (irşad edenlere) ya da hikmet sahibi büyüklere kulak vermeyince, gerçekte kimseye kulak vermemiş, ÖZGÜR biri mi olmuş oluruz?
Derleyen: Ahmet H. Çakıcı
Cemaziyelevvel 1444
[1] 51:55 : “Sen öğüt verip hatırlat. Çünkü, hatırlatmak
müminlere fayda verir.”
4 yorum:
Emeğinize sağlık. Diğer yazılarınızın da bir kısmını okuyabildim. Elhamdülillah.Allah ömrünüze bereket, kaleminize güç versin.
Çok teşekkür ederim. Kıymet görmüşsünüz.
Çok güzel sade ve özlü anlatımla faydalandığım ve faydalanılmasını istediğim bir araştırma ve yazı. Teşekkür ediyorum. Kaleminize yüreğinize sağlık.
KAtmer Bey, İlgi ve iltifatınız için çok teşekkür ederim.
Yorum Gönder