Seküler Ahlakın Sefaleti, Abdurrahman Taha (Özet ve Yorum)

Yazar : Ahmet H. Çakıcı Tarih : 23 Kas 2024 0 yorum

"Kendi eliyle bedenini köleleştirmeye çalışanın aklı özgür kalsa da, kendi eliyle aklını köleleştirenin bedeni özgür kalamaz."

 Abdurrahman TAHA, Seküler AHLAKIN Sefaleti s.227

 İnsanın bedeni KÖLE kaldığında zihni ÖZGÜR kalabilir lakin insanın ZİHNİ köleleştiğinde bedeninin ÖZGÜR kalma ihtimali olamaz.

 ZİHNİ kölelikten kastı kişinin kendi HEVASINA, egosuna, kibrine, bencilliğine, şehvetine, konforuna olan KÖLELİĞİDİR. Bu zihni kölelikler onu GÜÇLÜ insanlara BEDENİ köleliğe mecbur bırakır.

(Mazid'den) 02.10.2023

 

Allah'ın ahlakı ile ahlaklanmada Tanrı'ya benzeme iddiası yoktur.

İnsanın esma-i hüsna ile ahlaki bakımdan ilişkisi i'timan (ilahi emaneti/sorumluluğu yüklenme) ilişkisidir. Dolayısı ile bu ilişkinin bir mülkiyet ya da sahiplik ilişkisi olduğu söylenemez.

Esma-i Hüsna, doğrudan doğruya ahlaki değerlerin referansıdır.

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:15

Tasavvufiler "Allah kulunda kendini görmek ister" derler

ya da daha sembolik bir anlatımla "Mü'min Mü'minin aynasıdır. Mü'min aynada kendini seyretmek ister" derler.

Aynadaki ilk mü'min Aziz Kudretin kendisidir. Aynada yani kulunda kendi silüetinin ortaya çıkmasını, görünmesini ister.

Bu sembolik ifadelerde bahsedile Allah'ın sıfatlarıdır. Doğruluk, dürüstlük, ahde vefa, sadakat, merhamet, şefkat, ilim, hikmet, basiret, cömertlik, kerem, karşılıksız verme gibi Kudret'in sıfatlarının Mü'minde de olmasını talep eder. 

Dikkat edilirse TANRI'ya inanç "esma-i hüsna" diye formüle dilen AHLAK talebi ile geli. Bu anlamda Tanrı'nın reddi bu ahlak talebinin de reddidir. Zira Tanrı olmadığında AHLAKI talep edecek merci de kalmaz. (21.05.2024)

Kapitalist sistemler, insanı meta ve üretim açısından değerlendirdiklerinden onun saygınlığını maddi ölçülere indirgemişlerdir.

Taha Abdurrahman, maddiyatçılığın yaygınlık kazanması ölçüsünde insanın saygınlığının da azalacağını ifade eder.

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın sefaleti, s:16

Kapitalizm PARAYA tapmanın zorunlu sonucu olarak başarısı İNSANİYETLE ters orantılı olmak zorundadır. Bu nedenle insanlar zenginleştikçe İNSANLIKTAN koparlar.

Maddi başarı İNSANLIĞIN kaybedilmesi ile sonuçlanır, diyor sanırım.

Bireyin özgürlüğünün sınırsız görülmesi de Modernitenin yol açtığı problemlerden biridir. Bu anlayış, kutsalı yok ederek, bireyi toplumda temel referans birimi haline getirir ve EGOİZMİ özgürleştirir.

BU ise güce dayalı istibdat ve sistematik materyalizme yol açar.

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın sefaleti, s:17

Kutsalları ve fedakârlığı talep eden Tanrıyı yok edip Bireyselliği merkeze almak, Kişisel Zevklere, kişisel AKLA tapınmak (SANE NE ya da BANA NE din)i bireyi özgürleştirmez EGOİZMİ özgürleştirir.

EGOİZMİN yüceltildiği yerde toplum zerrelere parçalanır ve bir araya gelerek HAKLARINI arayamaz.

GÜÇLÜ OLAN, askere, polise HÂKİM Olan, çevresine üç beş serseriyi toplayan herkesin tepesine vurabilir, diyor sanırım.

Zeyl: Modern devletin ısrarla BİREYSELLİĞİ savunması ve propagandası yapması, sürekli herkesi, HERKESTEN farklı olmaya yöneltmesinin sebebi sanırım çok açık.

Bugün hayatı bütünüyle seküler (Tanrıyı umursamayan-AHÇ) bir rasyonelleştirmeye (akılcılığa-AHÇ) dayandıran epistemolojik (Bilimsel-AHÇ) ve sistematik (devletlerin dayattığı-AHÇ) materyalizm yaygınlık ve güç kazanmıştır.

Nihayetinde metalaştırma (maddiyata tapınma-AHÇ) olgusunun yaygınlaşması, kural tanımaz özgürlük, saldırgan rekabet, canavarca edilimiş kazanç, hiper-egoizm, totaliter güç ve sistematik materyalizm gibi olguları referans alarak insanı, FİZİKİ DÜNYADA ölümsüz olma düşüncesine sevk etmiştir.

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:17

Tanrının devreden çıkarılması vahşi bir DÜNYA tapıncının, güçlüyü TANRI yapan "Bırakınız yapsınlar-Bırakınız Etsinler" anlayışının, hiper egoizmin, acımasız KAR anlayışının, merhametsiz kazanç hırsının, despotizmin, kanunlara uydurulmuş hırsızlığın, tefeciliğin, dolandırıcılığın, sahtekârlığın, yalancılığın ve sınırsız şehvetin üzerindeki tüm dizginleri SERBEST bıraktı.

Elbette Tanrıyı reddetmiş ve dünyanın her türlü rezilliğine bulaşmış bir figürün ÖLMEMESİ de gerekirdi. (27.05.2024)

Din mi, Kültür mü, Ahlak mı?

Dünyevileşmenin yani dinin hayatın içinden ayrıştırılmasının tek bir ağırlık noktası yoktur ve bunların tezahürleri çok farklıdır.

Örneğin hukukun dinden ayrıştırılması ile bilimin dinden ayrıştırılması aynı şey değildir. Siyasetin dinden ayrıştırılması ile sanatın dinden ayrıştırılmasının sonuçları da bir değildir. Bize öyle geliyor ki, bu ayrıştırmaların en etkili ve en tehlikeli olanı ahlakın dinden ayrıştırılmasıdır.

Çünkü dinin ahlaktan ayrıştırılması, doğrudan ve şiddetli bir biçimde ahlakın iman ile bağı üzerinde etkili olduğu kadar dinin imanla bağı üzerinde de etkilidir.   

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:24 

Ahlakın dinden ayrıştırılması 2 yönlü etki yapar: 

1- Seküler kesimleri ahlaktan koparır: Zira DİNSİZ bir ahlak tanımlamak OTORİTESİZ bir ahlak tanımlamaktır. Otoritesi olmayan Ahlak keyfiliğe tabi olmak zorundadır. Yani neyin AHLAK neyin AHLAK dışı olduğunu söyleyecek bir TANRI yok ise ahlak kişiden kişiye, yerden yere, zamandan zamana değişir. Hatta kişi sabah ahlaki dediğine öğle ahlaksızlık akşam tanımsız diyebilir. Kendi için ahlaki dediğine başkası için ahlaksızlık diyebilir. Bugün şöyle yarın böyle düşünüyorum, diyebilir. Bunu sınırlayacak hiç bir otorite yoktur.

Bu da onun aslında olmadığı anlamına gelecektir.

2- Dindar kesimler için AHLAKI dinden koparmak ise AHLAKSIZ bir dindarlığı çağırır. AHLAKLI olmak zorunda değilim ama dindarım gibi absürt cümleler bunun neticesinde kurulabilir.

Bu anlamda DİN salih AMEL işlemekten, salih amel İMANIN göstergesi olmaktan çıkar.

Dindar ile dinsiz arasında FARK kalmaz.

Diyor sanırım.  

Zeyl: Bu AYRIM bilinçli bir şekilde DEVLET tarafından Müslüman topluma zorlanır. Çocuklara İSLAM Dersi diye verilen ismi "DİN Kültürü ve AHLAK Bilgisi" olan derse göre "Din bir kültürdür" ve AHLAKTAN ayrıdır.

Hâlbuki bu önermenin kendisi İSLAM DİNİNİN zeminini YOK eden bir önermedir. (28.05.2024)

İlahi emanet paradigmasının temel ilkeleri farklıdır.

İlki,

1- ŞEHADET ilkesi: Bütün farklı anlamları ile şehadet, insanın kendi varlığının anlamını ve özdeşliğinin hakikatini idrak etmesini sağlayarak fıtratını yeniden kazanmasını ve korumasını sağlar.

BU insanın yaratıcı olan Allah'ın birliğini fiziki ve metafizik âlemde ikrar edip yaratıcının da bu şehadete katıldığı şehadetten başlayarak zat-ı ilahiyeye şehadete ve diğerlerine şehadete kadar uzanır... 

Abdrurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:30 

Hz Musa Firavuna gönderilirken "GİT ona şahitlik et!" denilir. 

Hz Musa Firavuna gidince

Allah'a şahitlik edecektir

Firavuna şahitlik edecektir

Firavun‘un toplumuna şahitlik edecektir 

Aynı zamanda;

Firavun da ona şahitlik edecektir

Firavun'un Toplumu 'da ona şahitlik edecektir 

Aynı anda

Allah'ta Hz Musa'ya şahitlik edecektir

Allah Firavuna da şahitlik edecektir

Allah Firavun'un kavmine de şahitlik edecektir. 

Hatta

Çevredeki her şey, gökler, yıldızlar, gece, seher, dağlar, denizler, ağaçlar, hayvanlar, otlar, evler, taşlar ve toprak da HERKESE şahitlik edecektir.  

Herkes aynı anda herkesin şahidi ve müşahididir (şahitlik edileni) 

Yani Müslüman hem HAKKIN şahididir (O'nun hatırlatıcısı), hem toplumunun şahididir (ikaz edeni), hem müşahidi (eyleyerek göstereni) dir.

BU ne demek? 

Ben Müslümanım demişseniz:

Her kelimenize kendiniz de şahitlik etmelisiniz

YAŞAYARAK ispat etmelisiniz,

Her an her yerde Hakka şahitlik etmelisiniz,

Allah da size Şahitlik etmeli

Ahali de, -Kâfir bile olsa- Müslümanlığınıza şahitlik etmeli 

Canlı ve cansız her mahlûkat, her an her yerde size Şahitlik etmeli 

ŞAHİTLİK "Müslüman için" her anı ve her yeri kapsayan en ciddi EYLEMDİR.

Diyor sanırım... 

〰 

Bakın nereye gidiyor!... 

Açıktır ki, ŞAHİTLİK İlkesi modern felsefelerin benimsediği mücerret özdeşlik (Kişisel tercih edilmiş kimlik) ilkesine TERSTİR. 

Özdeşlik ilkesi "bir şey ben neyim derse, odur" ilkesi iken, şahitlik ilkesi buna ŞART koşar: bir şey DİĞERLERİ ona şahitlik ediyorsa dediği şeydir. 

Abdurrahman TAHA, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:30 

Batılı düşüncede biri 'Ben Müslümanım' derse Müslümandır, 'Komünistim' derse komünist, 'Ateistim' diyorsa ateisttir, der. 

Komünistim diyen, komünal hayat yaşamıyor olabilir, 

Müslümanım diyen, tamamen sekülerleşmiş (Tanrının emirlerini umursamayan) biri olabilir,

Ateistim diyen Kiliseye giden biri olabilir.

Hristiyan'ım diyen kiliseye hiç uğramamış biri olabilir. 

Kişi Ne diyorsa ODUR

Bu yüzden BATI düşüncesinde bişi olmak çok kolaydır ve kalite düzeyi hiç problem değildir.

Bu öyle bir yere kadar gider ki: zorunlu olarak " Kendimi KADIN olarak hissediyorum" diyen erkekleri kadın kabul etmek zorunda kalır. Zira -vücudu Tersine Şahitlik Etmesine rağmen- vücudunun şahitliğine bile gerek yoktur. 

İslam'ın ŞAHİTLİK ilkesinde ise

Herkes İDDİASINA; KENDİSİ, Çevresi ve Tanrı şahitlik ederse "odur" der. 

O yüzden Batıda SÖYLEDİĞİNİ yaşamayana AYDIN denirken, İslam dünyasında KİTAP YÜKLÜ eşek denir. Zira Âlim söylediği her kelimeden sorumludur. 29.05.2024 

〰 

Şahitlik, insanın HAKKA şehadeti, kendine şehadeti, etraftaki diğer insanların ona şehadeti ve diğer varlıkların şehadeti şeklinde uzar gider. 

Çünkü ilahi emanet evreninde, bütün varlıklar şehadet hakkına sahiptir. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:30 

İlahi EMANETİ yüklenmiş olan Mü’min her an her şeye ŞAHİTLİK ederken her varlık da ona -iyi ya da kötü- şahitlik eder.

"O gün geldiğinde o susar, dili, eli ayağı konuşur", ağaçlar konuşur, taşlar konuşur, yıldızlar konuşur, güneş, ay, kedi, köpek, Toprak konuşur, zaman konuşur. 

Bu yolla Mü’min her an dinamik, teyakkuzda ve diri bir AHLAK bilinci ile donatılmaya çalışılır. 

Keyfiyete dayalı Seküler ideolojilerin AHLAK motivasyonu böyle bir temelden yoksundur, demeye çalışıyor sanırım. 

〰 

İlahi emanet ilkesinin temel ilkeleri 

1- Şehadet İlkesi, demiştik.

2- Emanet İlkesi: Bu ilke muhtelif şekilleri ile emanetin, varlıkları sahiplenme ve kendine MÜLK edinme ruhundan insanı korur. Aklının yetkinliği çerçevesinde bir mesuliyet duygusunu onun omuzlarına yükler... 

BU mesuliyet duygusu, insanın eylemlerine karşı sorumluluğundan başlayarak sorumluluğundan sorumlu olmasına geniş bir yelpazeyi kaplar. İnsanın kendinden sorumlu olması, başka insanlardan sorumlu olması, hayat sahibi başka varlıklardan sorumlu olması, tüm varlıklardan sorumlu olması, hatta tüm evrenden sorumlu olması diye uzar gider.

Çünkü ilahi emanet evreninde tüm varlıklar insana muvakkaten (bir süreliğine) verilmiş bir emanetten ibarettir. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti,, s:31 

Can emanettir,

Vakit emanettir,

Ömür Emanettir

Vücut emanettir,

Ahlak emanettir,

Edep emanettir,

Akıl emanettir

Mal emanettir,

Hanım emanettir

Çocuk emanettir

Hayvan emanettir,

Para Emanettir. 

Her şey insana kısa süreliğine GERİ almak ve HESABI SORULMAK üzere VERİLMİŞ emanettir.  

Seküler ideolojiler EMANET paradigmasına sahip olmadıkları için SALİKİNİ eşyaya emanet ruhu ile yanaştıramaz bunun yerini KULLANMA psikolojisi alır. 

Her şey kullanılır; mal, mülk, para, hayvan ve İNSAN, diyor sanırım. 

〰 

Aklı başında hiç kimse emanet ilkesinin soyut akılcılığın çelişmezlik ilkesine karşıt bir ilke olduğunu reddedemez...

Mücerred (saf) akılcılık, bir şeyin zıddı ile bir arada bulunamayacağı ilkesinden başlayarak teorik sonuçlara ve pratik etkilerin sorumluluğuna kadar uzanan bir resim çizer...

 

Bu doğrultuda bazıları emaneti akıl diye anlamışlardır. Bazıları ise bunu teklif ya da sorumluluk anlamında yorumlamışlardır. Ancak Akıl olmadan sorumluluğun olmayacağı açıktır. Bazıları ise emaneti Özgürlük olarak değerlendirmişledir. Ancak akıl olmadan mükellefiyetten de bahsedilemez. O halde akıl olmadan özgürlük de olmaz. 

Hâlbuki ilahi emanet felsefesindeki tutarlılık, mesuliyeti içerisine alacak şekilde çift boyutludur. Hatta sorumluluğun onun ana referansı olduğu da söylenebilir. 

Sorumluluğu referans alan bir düşünce sorumluluğu referans almayan bir düşünceden üstündür. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:32 

Akıl ve Özgürlük sınırları ve sorumlulukları belli olmayan kaynaklardır. Bu nedenle tutarlı bir AHLAK anlayışı üretemezler. Zira sorumluluk tanımları yoktur. Bunu tanımlasalar bile Aklın ya da Keyfiyetin değişmesi ile sorumluluk tanımı da değişeceğinden güvenilir olamaz. 

İlahi Emanet düşüncesi kişinin AKLI ya da ÖZGÜRLÜĞÜ olmasa BİLE ahlakı üretebilecek bir sorumluluk hissi ve düşüncesi var edebilir. Aklı ve ÖZGÜRLÜĞÜ var ise NAMUSLU (emanet sahibi) "Aliyyülâlâ" olur, demeye çalışıyor sanırım. 

〰 

1- Şehadet ilkesi

2- Emanet İlkesi

3- Arınma pratiği: Bu ilke yaradanın rızasını kazanmak, insanın ontolojik (insani) düzlemde ya da varlık alanında üstünlüğünü muhafaza edebilmek ve onun, sürekli daralan ve bu nedenle çatışmaların daha sık ortaya çıktığı dünyada insani değerleri muhafaza etmesini, ortaya çıkan yeni problem ve krizlerle baş etmesini ve ahlaki/vahyedilmiş ruhani ve manevi değerleri kendisinde hâkim kılabilmesini sağlaması için NEFSİ ile mücadeleye sevk eder. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:33 

BATILI dünya KÖTÜLÜĞÜN karşıdan geldiğini düşünür. Kendi NİYETİNDEN emindir. O kötülük için çalışmaz.

Hâlbuki NORMAL zamanlarda herkes hatta ŞEYTAN bile son derece iyi niyetlidir. Mesele çıkarlar, menfaatler, beklentiler, ümitler çatıştığında ŞEHVET ve ARZU kabardığında başlar. 

İslam (Genelde Doğu dinleri) insanın kendi içindeki KÜTÜCÜL duyguları fark etmiş ve kişiyi onlara KARŞI kuvvetli olmaya, onları kontrol ve disiplin altına almaya çağırmıştır. Bu anlamda KÖTÜLÜK sadece dışardan GELMEZ insanın kendisi içinden de kendisine KÖTÜLÜK gelebilir. 

İnsanın kendi içinden kibir, hırs, tamah, hased, buğz, kin, adavet şehvet, öfke, cimrilik, arzu, nefsaniyet kaynaklı ARIZİ duygularını FARK ve kontrol etmesine ARINMA Pratiği demiş sanırım. 

〰 

Arınmada asıl olan YÜKSELMEDİR 

Başka bir deyişle ahlaki ve ruhani gelişmedir... 

Zira bu evrende insanın görevi tıpkı maddi ilerlemenin peşinde koştuğu gibi manevi ilerlemenin de peşinde koşmaktır.

Dahası maddi ilerlemesini manevi ilerlemeye tabi kılarak onu disiplin altına almasıdır. Aksi takdirde beşeri ilerlemeden bahsedilemez. Hatta insanlık maddi ilerlemede en üst seviyeye ulaşsa ve toplum gelişmişliğin en üst seviyesine gelse bile bu, böyledir. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:33 

Maddi gelişme Manevi gelişme ile bir arada yürümezse elimize gelişmiş CANAVARLARDAN başka bişi geçmez.

Bir düğmeye basınca milyonlarca insanı, hayvanı, bitkiyi yakabilmek GELİŞMİŞLİK değil Vahşet-i musanna (İncelikli, sanatkârane vahşet) göstergesidir. Aletler gelişmiş ancak İNSANİLİK geri kalmıştır, diyor sanırım. 

〰 

(Günahlardan, kötü huylardan) arınma pratiğinde asıl olan, insanın kendisi için manevi gelişimini sağlaması ve kendisini daha iyiye götürecek vasıtaları aramasından vaz geçmemesidir. 

Bu tavır modernistlerin "maddiyatta" ilerlemesinin karşılığıdır. 

Zira onları sürekli daha fazla tüketime özendiren hayatın ve maddi unsurların talebine yönelik yeni ve yaratıcı arayışlardan bir an olsun geri durmamakta ve bu gelişmenin sonsuza kadar sürmesi gerektiğini düşünmektedirler. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:35 

Seküler modernist söylem insanı sonsuza kadar maddi güç elde etmeye, SONSUZA kadar biriktirmeye yönlendirirken Manevi söylem son ana kadar AHLAK ve erdem üzerinde olmaya, KEMALATTA yükselmeye yönlendirir. 

Maddiyat yarışı CEDELİ ve huzursuzluğu getirirken Maneviyat yarışı teavün (paylaşım) ve huzuru getirir. Diyor sanırım. 

〰 

Günümüz Müslüman felsefecileri ise sadece "Batı Felsefesi ile İslam Felsefesi arasında eklektik bir bağ kurmaya çalışmakla kalmadılar, aynı zamanda Batı Medeniyetinden bilgi devşirmenin ötesinde adeta bu bilgiyi kılcal damarlarına kadar emdiler. 

Onlar Batılı düşünürleri körü körüne taklit etmenin, kendilerini felsefe yapmaktan aciz bıraktığını da fark edemediler ya da bunu umursamadılar. Bilgi nakilcisi olmakla çok güzel bir akademik üretim içinde olduklarını varsaydılar. 

Onlar geçmişte mücerret akılcılığı referans alan Farabi, İbn-i Sina, El Kindi, İbn- Rüşd'den çok daha uzağa savruldular. 

Onlar aldıkları hiç bir şeyde tasarruf yapma yetkinliğini kendilerinde görmemekte, dahası zaten taklit ettikleri kişilerin düşüncelerini tasavvur etmeye de güç yetirememektedirler. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:38   

Modern İslamcı felsefecilerden bir halt çıkmaz. Zira taklit hiç bir zaman aslın yerini tutmadı, Tutmayacak. Üstelik neyi konuştuklarını anlayabilecek kadar bile meseleye nüfuz edemediler, diyor sanırım. 

〰 

Modern Müslüman düşünürlerin Batı fikriyatı içinde kaybolma süreçlerinin dinin ahlaktan ayrıştırılması şeklinde bir şeyler ortaya koymaya varacağından endişe etmekteyiz. 

Ufukta buna dair girişimlerin olduğuna dair sinyaller var. İndirgemecilik metodu bu düşünürlerin beklentilerine uygun şekilde dini "sadece inanç boyutundan ibaret olduğunu" söylemeye gelip dayanacaktır. 

Nihayet takipçilerinin ZİHİNLERİ bu indirgemeciliğe hazır olduğunda onlar da pişmanlık ve üzüntü duymadan yavaş yavaş tabi oldukları düşünürlerin tavırları gibi tavırlarını dinden uzak bir noktaya götüreceklerdir. 

Sanki bu zihinleri köleleşmiş taklitçi enteljensiya iddia ettiği gibi HAKKI ARAMAMAMAKTA sadece kendi inançlarını gündem ve popüler kılmak için çareler aramaktadır. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:39   

Mesele adeta HAKKI aramak değil kendi beğeni, zevk ve düşüncelerini popüler kılmak, EGO ve KİBİRLERİNİ beslemektir. 

Modern öncesi dönem açısından AKIL kelimesi "varlık dünyasında bulunan unsurların birleştirilmesi"ni ifade edecek şekilde bir araya getirip birleştirme (vasl) kelimesi ile eş anlamlıdır. 

Çünkü modernite öncesi varlık dünyasına ait unsurlar, birbirleri ile bağlantılı bir yolla, yani bizim vasıl dediğimiz bir yordamla birbirleriyle ilişkilendirilir veya bir başka deyişle "akledilirler". 

Hatta bu varlık dünyasındaki unsurlar, ne kadar çok şekilde birbirlerine bağlanılırsa, akledilebilmeleri de o oranda yüksek olabilir. Şöyle denebilir, modernite öncesinin idrakine hâkim olan yasa, kalbin varlıklar dünyasındaki unsurlarını birbirlerine düğümleyerek bağlamasıdır. 

Modernite ÖNCESİNİN tavrı varlıkların arasındaki bağları çözmek ve bunları -iyi mi kötü mü- diye yoklamak değildir. 

Abdurrahman TAHA, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:46 

Modern öncesindeki AKIL varlıkları TEVHİD etmeye çalışır. Varlıklar iyi kötü yararlı yararsız değildir. Her varlık bir sebeple TANRIYA hizmet için yaratılmıştır. Bu nedenle kıymetlidir. Bu bakış insani ilişkileri de bir CEMAAT etrafında şekillenir. 

Modern AKIL her şeyi parçalar, zerrelerine ayırır. 

Bir vücuda odaklanmış Modern tıbbın organları birbirlerinden ayrı şeylermiş gibi algılaması, midecinin kalpten, karaciğerinin akciğerciden haberi olmaması bundandır. 

Her şey DİĞERLERİNDEN BAĞINI koparıp kendi başına kalır. 

Bu nedenle Modern insan da BİREYDİR, tek başına yani...

Der gibi... 

〰 

Bilimi dinden ayıran kişinin BİLİM adımı olması gerekmez, Siyaseti dinden ayıran kişinin de Siyasetçi olması gerekmez. 

Ama ahlakı dinden ayıran da ahlakı din ile birleştiren de zorunlu olarak ahlaki bir paradigmaya sahip olmalı ya da daha doğru bir tanımlamayla ahlaktan nasip almış olmalıdır. 

Aksi takdirde ahlaki bir yönü olmadan dinin, ahlak ile irtibatlandırılmasının doğru olmayacağı eleştirisini yapan da din ile ahlakın birbirinden ayrı alanlar olduğunu iddia edende aynı şekilde eleştiri hakkını kaybeder. 

Çünkü ahlakın yokluğu ile birlikte ahlak üzerine konuşmak, bu sözü söyleyen kişinin, kendi kendisini reddetme şüphesine düşmesi anlamına gelir. 

Kendisini reddeden kişi, söz ve eylem olarak kendisini yalanlamış kişidir.     

Taha Abdurrahman, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:53

Kişi ister AHLAKIN kökü dindir desin ister AHLAKIN dine ihtiyacı yoktur desin, öncelikle AHLAKLI olması gerekir.

Ahlaksız biri ise iki İDDİA Da boştur.

BU konuları konuşabilmek için ister Dİnli İSter dinsiz AHLAK Sahibi insanlar olmak gerekir diyor sanırım.

ÇAĞIN en büyük sorunu da bu sanırım zira mesela

- AHLAKI konuşmak ahlakı reddeden LGBT yapılara

- AİLEYİ konuşmak ailesizlere

- Kadını konuşmak Feminist ERKEKİMSİLERE

- Devleti konuşmak MAFYAYA

- İslamı konuşmak DEİSTLERE

- İlmi konuşmak FAcebook Ahalisine

- Siyaseti, seksi, futbolu konuşmak herkese kalmış 

〰 

Aydınlanmacı FİLOZOFLAR, Hristiyanlığın 2 önemli problem nedeni ile krizde olduğunu düşündüler: 

1) Hurafe ve Akıldışılık: Aydınlanmacılara göre hurafecilik, Hristiyan inancına tamamen hâkim olmuş ve neredeyse putperestliğin ve şirkin Hristiyanlığı avuçları içine almasına sebep olmuştur 

Hatta aydınlanmacıların en önemli filozoflarından Diderot Hristiyanlığı, Tanrıyı umursamamakta Ateistleri bile aşan bir düşünce olarak değerlendirir. 

... Aydınlanmacı filozoflar Hristiyanlığın hurafelerden kurtarılması için büyük günah düşüncesinin olmadığı, teslis ve mucizelerden kurtarılmış bir Hristiyanlığı savunmuşlardır. Bazıları "sırlara dayanmayan bir Hristiyanlık", bazıları "salt Hz İsa'nın hayatını referans alan bir Hristiyanlık", bazıları da "rasyonel/akılcı bir Hristiyanlığı" önermişlerdir. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:58  

Bizimkiler de onları okuyup HRİSTİYANLIK kelimesini silip yerine İslam Kelimesini yazıp Müslüman toplumlara aynı düşünceleri aktardılar. 

Müslüman toplumlarda toplumu köle edinmiş, tüm mülklere ve zenginliklere el koymuş, kraldan bile daha büyük bir siyasi otoritesi olan bir dini ruhban sınıf olup olmadığına, İslam ile AKLIN çatışıp çatışmadığına, AKLIN var olabilmek için İslam'la çatışmasına gerek olup olmadığına, Hurafe ve bidat diye yaftalanan şeylerin ne işe yaradığına dair hiçşünmeden

kopyaladıkları kelimeleri TEFEKKÜR diye bize pazarladılar, sanırım. 

〰 

Aydınlanmacı FİLOZOFLARIN, Hristiyanlığın krizine sebep olan 2. önemli sebep 

b) Fanatizm ve Hoşgörüsüzlük: Taassup dolu çeşitli yaklaşımlar, kendi üstünlüklerini iddia ederek zihinlerde hâkim olmaya çalışmış, Hristiyanlar arasında çeşitli dönemlerde uzun yıllar sürecek son derece kanlı savaşlara büyük itikadi fitnelere sebep olmuştur. 

BU taassup aydınlanmacı filozofları Hristiyanlık inancını benimseyen kişilere karşı son derece hummalı bir harekete ve bu inançları benimseyenleri son derece ağır eleştirilere tabi tutmaya sevk etmiştir. Özellikle Katoliklik hedef alınmıştır. 

Taha Abdurrahman, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:58 

İslam da bu anlamda kendine güvenen ve saliklerine "EĞER inanıyorsanız Üstünsünüz" diyen bir dindir. 

Ama hemen ardından FRENE de basar ve HÜKÜM SAHİBİ olan Allah'tır der. Yani kişinin kendisini mü'min/ÜSTÜN hissetmesinin anlamı yoktur, Aziz ALLAH onaylamadıkça. Onay ise ancak ölümün ardından yani İmtihanın bitmesi ile verilir.

Allah onaylamadan kendisine PAYE veren (ucub) ŞEYTANDIR. 

Yani bir taraftan "İNANANLAR üstündür" diyerek mümini motive eder, diğer taraftan "BAKALIM sen onlardan mısın?" diyerek de bunun KİBRE ve fitneye dönüşmesine sınır koyar, diye anladım. 

Kant'a göre doğal din ile indirilmiş (vahiy dini) birbirinden farklıdır. 

Doğal dine göre tanımlanmış ÖDEVLER indirilmiş dinin emirlerine üstün tutulmalıdır. Ama vahiy dinine göre de İndirilmiş EMİRLER, ödevlere tercih edilmelidir. 

Bu durumda diyebiliriz ki bu iki din arasındaki fark HİYERARŞİ tanımındaki farktır. Yani doğal dinde öncelikli olan ÖDEVLER, vahiy dininde öncelikli olan EMİRLERDİR: 

İkinci olarak Kant'a göre doğal din doğal bir şekilde herkes tarafından doğrudan fark edilebilirken, İndirilmiş din sadece özel birine indirilen bilgi sayesinde bilinebilir. ...

Kant bu tespitlerinden sonra akılcı ve olması gereken tutumun DOĞAL dinin, ahlaki bakımdan ZORUNLU din olması gerektiği sonucuna varır. VAHİY dini ise saf akla ve doğal dine uyumlu olduğu sürece kabul edilebilirdir. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:65 

Kant’ın Herkesin doğasında İYİLİĞİN ve DOĞRULUĞUN doğal olarak var olduğu bunun ASIL DİN olduğu VAHİY temelli dinlerin de AKLA ve bu DOĞAL DİNE uyumlu olması gerektiği görüşü sonraki yüzyılın AMENTÜSÜ oldu sanırım 

Ancak DOĞAL din hiç bir zaman olmadı. 

Zira Kant'ın ölümünün üzerinden 300 yıl geçmesine rağmen DOĞAL Din'in 1 TEK hükmü üzerinde bile anlaşılamadı. Zira menfaatler devreye girdiğinde insanlar HİÇ BİR konu ve iLKE üzerinde buluşamadı. BU öylesine büyük bir bozgun yarattı ki ellerinde tartışılmaz bir tek DOĞRULARI bile kalmadı. (postTruth) 

Hatta artık KADIN nedir, ÇOCUK nedir, AİLE nedir, NAMUS nedir sorularına bile cevap veremez oldular, diyor sanırım. 

〰 

Fransız Üçüncü Cumhuriyeti kamuya ait okullarda öğrencilere laik ahlak diye adlandırılan bir ahlak anlayışını aşılamak istiyordu. Bundan dolayı Fransız yönetimi özel bir okul mevzuatı oluşturmuştur. 

Bu doğrultuda Fransız hükumeti devlet ile kilisenin ayrıştırılmasına yönelik bir yasayla neticelenen bir süreçte devlet ile kiliseyi tamamen birbirinden ayıran bri eğitim programını uygulamaya koydu. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:70 

Bu süreç benzeri ile lakin çok daha sert bir şekilde Türkiye'de de uygulandı. Fransa'da Kilise ve özel okullara dokunulmazken Türkiye'de Seküler temele oturmayan tüm kurumlar yok edildi. 100 sene geçti hala tekke ve zaviyeler kapalıdır. 

Bir müddet sonra bazı dini okullara (imam hatip ve ilahiyatlara) izin verilmişse de bu seküler pozitivist ve materyalist müfredatın üzerine olması kaydı ile verilmiş bir izindi. Yani çocuk önce maddeye tapmayı ve Allahsız düşünmeye alıştırılıyor sonra Müslüman olmanın yollarını arıyordu. 

Fransa'da bu hissedelendirilmiş geçiş bir denge içinde oldu. Ancak Türkiye'deki dengesiz müdahele -toplumu erdem ve ahlaki olarak ayakta tutan Müslüman cenahta dahi- müthiş bir ahlaki alt üst oluş ve sefalete neden oldu, desek yanlış bir cümle mi kurmuş oluruz acaba  (20.06.2024) 

〰 

1880'lerde Fransız profesörler laik bir ahlak inşa etmeye çalıştıklarında "Tanrı, faydasız ve çok pahalıya mal olan bir varsayımdan ibarettir. Bu nedenle bu varsayımı ortadan kaldırmalıyız" türünden görüşler serdettiler. 

Ne var ki etik bir toplum ve dindar bir dünya inşa edebilmek için bazı değerlerin ciddiye alınması ve apriorik (öncül, öncelikli) olarak varlığının kabul edilmesi gerekiyordu. 

Öyleyse biz Tanrı gerçekte mevcut olmasa da ideal bir dünyada buna rağmen söz konusu değerlerin varlığını açıklayacak türden bir eylem ortaya koymalıyız.(Sartre'den alıntı) 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:71  

Ahlaklı olmak istiyorduk, Toplumun erdemli olmasını da istiyorduk ama TANRIYI istemiyorduk. Zira Tanrı, hem İbadet diye yakamıza yapışıp vaktimizi; hem zekat, sadaka, fitre, faiz ve rant (kira) yasağı diyerek PARAMIZA sebep oluyordu.

TANRI olmayınca yerine OTORİTE olarak neyi koyacaktık? 

İnsanlık diye, Bilim diye, devlet diye, vatan diye, şirket diye, insan hakları diye yeni yeni TANRILAR uydurduk ve milletin bu numaraları yeyip namuslu, şerefli, izzetli, ahlaklı ve erdemli olmalarını bekledik.  

Diyor sanırım. (20.06.2024) 

〰 

Durkheim ahlak ile dinin ilişkisinin iç içe ve girift olduğunun altını çizer. 

Ona göre dini olanın içinde ahlaki, ahlaki olanın içinde dini unsur mutlaka vardır. Hatta ahlak, dini olandan soyutlandığı takdirde artık ahlak olmaktan çıkar. 

Bu itibarla nasıl ki ahlaki olan dini olanın ayrılmaz bir parçası ise dini olan da ahlaki olanın ayrılmaz bir parçasıdır. Bu nedenle her ikisi de kutsallık niteliğinde ortaktır. 

Durkheim'a göre kutsal olan kurbiyeti sağlayan sevgiyi harekete geçirdiği kadar, uzaklığı temin eden haşyeti de harekete geçirir. Bu açıdan ahlak da din kadar kutsal olduğundan Dinden doğan Ahlakın yerine ikame edilecek laik ahlak da, AHLAKİ bir din mesabesinde olacaktır. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:72 

Dinden kurtulmak isteyen Sekülerizm, var olabilmek için kendi prensiplerini, AHLAKINI ve erdemlerini var etmek zorundaydı. Bu da onu DİN haline getirir.  

Din olmamak için AHLAKTAN kurtulmaya kalktığı anda da kendini de yok eder. 

ZEYL: Dinden kurtulduğunu ilan edenlerin bunu ÇIPLAKLANARAK (mahremiyetini kamuya açarak),  Vefa/sadakat/Aile ilişkilerini terk ederek (zinayı meşru görerek) ya da alkole sarılarak ilan etmeleri AHLAK ve DİN arasındaki ilişkiyi hissettirebilecek niteliktedir sanırım. 

〰 

Dinin Yok oluşu Luc Ferry'nin Tanrı'nın insanlaştırılması adını verdiği bir olguya dayanır. 

Ferry'nin bundan kastettiği, laikleştirme ya da sekülerize etme eyleminin çok geçmeden dine nüfuz etmesi ve zamanla bütün tanrısal olan unsurların insani bir yapıya evrilmesidir. 

Laikleştirme ya da sekülerize etme eylemi, insanın dış dünyada bulunduğu halde kendisine ilişen bir şeyi iç dünyasında kendi iradesinden kaynaklı bir karar şekline büründürmesidir. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:77 

Sekülerizmi DİN ve DEVLET işlerinin ayrılmasıdır diye tarif etmek bir numaradır. Zira insan "TANRININ karışmaması gereken işler"  diye bir kategori ayırdığında İŞİNE GELMEYEN her şeyi oraya koymaya başlar. Sonuçta TANRI hiç bir fonksiyonu olmayan bir sembole dönüşür. 

Ancak bu TANRININ tamamen ortadan kalktığı anlamına gelmez. ADİL, herkese eşit, eleştirilemez, hikmetinden sual olunmaz TANRININ yerini GÜÇLÜ (özellikle DEVLET ve süper zengin zümre) alır. Kim güçlü ise o artık TANRININ ta kendisidir. Çevrede konuya dâhil olacak bir GÜÇLÜ kalmadığında, ya da GÜÇLÜLERİ ilgilendiren bir konu olmadığında kişi kendini EGOSUNU, şehvetini, kibrini Tanrı edinip kendine tapınmaya başlar. 

Ortalık TANRILAR ve Tanrılığını göstermek için fırsat bekleyen TANRI müsveddeleri ile dolar, diyor sanırım. 

〰 

Felsefeye dayalı dini yapı, ahlaki değerleri KENDİSİ yoktan icad etmiş değildir. Tam tersine o, bütün tanımları dinden almıştır. 

Daha sonra bunları Tanrıdan kopararak laikleştirerek insani ve hümanist forma sokmuştur. Oysaki fıtrata dayalı formu ile din, daha önce kimse tarafından bilinmeyen bu değerleri vahiy yoluyla öğrenmiş ve insanlara da öğretmiştir. 

Üstelik insanlar din, bu değerleri öğretmeden onları eyleme dönüştürme ve bunlarla ruhi arınmayı gerçekleştirebilme başarısına da sahip değillerdir. 

Bu noktada Sekülerizmde olduğu gibi, aldığı her şeyin üstünü örterek alan dini paradigma ile "verdiği her şeyi olabildiğince faydalı bir biçimde veren dini" paradigma arasında büyük fark vardır. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:78 

Felsefe yoluyla sekülerizm dinden aldığı kavramları insanileştirerek işler. DİNDEN Aldığı kavramlara (namus, şeref, izzet, iffet, edep, hayâ, kerem, paylaşım, vefa, sadakat vs.) ilave edebildiği TEK BİR kavram dahi yoktur. 

Sorun şu ki, TANRI ile bağını koparılan bu kavramlar DİNSİZ ortamda uzun vadeli yaşama ve var olma imkânını kaybederler. Bunları motive eden, güçlendiren ve besleyen Ahiret/Tanrı inancıdır.

Bu nedenle olsa gerek DİNİN çekildiği yerde AHLAK manasız bir kaprise dönüşür, diyor sanırım. 

*İçtihad ve Tarihselcilik

Tarihsel dini yapıdan (Tarihselcilikten-AHÇ) felsefi dini yapıya geçiş dinin kendi içerisinden meydana gelen bir geçiş değildir, tam tersine bu, dışardan gerçekleşmiş bir geçiş ve intikal sürecidir.

Çünkü Tarihsel Dinin arkasında irade, dinden çıkmaya yönelik bir istek ve iradenin sonucudur. Böylece nihayetinde dinin inkâr edilmesi, en azından dine kayıtsız kalmak mümkün hale gelir.

Buna mukabil vahiy dininin zamana bağlı formundan fıtrat formuna geçiş, dinin kendi dışından kaynaklanan bir intikal ve geçiş değildir. Tam tersine bu, dinin kendi iç sistematiğinden kaynaklanan bri geçiştir. Çünkü vahiy dininin zamana dayalı formunun arkasında bulunan irade, ilkinin tersine dine dâhil olma istek ve iradesidir.

Nihayetinde din uğruna yapılan bir mücadele ve cihat en azından buna yönelik bir içtihad çabası söz konusudur

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:79

 Tarihin toplumlar üzerindeki etkisini dinin içinden okumakla dinin dışından okumak aynı sonuca varmaz. Biri cehd, gayret ve içtihadla AHLAKİ zemini korumayı ve geliştirmeyi hedeflerken dıştan okuma olan TARİHSELCİLİK, aslında bir dinden, onun ritüellerinden, emir ve yasaklarından yani Ahlakın zemininden uzaklaşma çabasıdır, diyor sanırım.*

 

Dinin laikleştirilmesi veya Tanrısal olanın insanileştirilmesi ya da hümanizme indirgenmesi kısmen vicdani kavramların korunmasına işaret ediyor gibi görünse de bütünüyle dinin dış tezahürü olan şiar ve ibadetlerin ilgasına dayanır.

Zira ibadetlerin bir kısmı zahiren aklileştirilmeye uydurulabilse de nihayetinde söz konusu ibadetlerin kaynaklandığı yapı, bunları doğrudan akılla çelişik hale getirir.

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:81

Dine karşı çıkanlar bunu VİCDANİ bazı hasletlerin korunması için yapma iddiasındadırlar. Lakin bu dinin görünen ve fark edilen her şeyinden kurtulma çabasından başka bir şey değildir.

Mesela HZ Peygamberin çok genç yaşta olan Hz Aişe ile nikâhına tamamen VİCDANİ ve İNSANİ gerekçelerle itiraz ederler.

Hâlbuki bu evlilik dini hassasiyet sahibi insanlara iki kısıtlama getirir:

1) Ergenliğe ermemişlerle ilişki yasaktır

2) NİKÂHSIZ birliktelik YASAKTIR

Hâlbuki bu evliliği vicdani gerekçelerle ANORMAL sayanların ÇAĞDAŞ kabul ettiği ülkelerde (Batılı ülkelerde) serbest cinsellik yaşı 13'lere düşürülmüş, yaşı küçüklerin cinselliğinin tüm sınırlandırmaları kaldırılmış, LGBTTQİ+ gibi her türlü acaiplik normalleştirilmiş PEDOFİLİ, hayvan ve ölü sevicilik gibi sapkınlıklar serbest bırakılsın talepleri YÜKSEK sesle dillendirilir olmuştur.

Yani GÜYA peygamberin evliliğine itiraz eden "vicdani hareket" aslında Pedofilinin ve serbest cinselliğin önünü açma eyleminden başka bir şey değildir.

Çünkü Bunlara itiraz ancak DİNİ bir saikle mümkün olabilir. DİNİ kısıtlamalar kaldırıldığında AKIL bunları sınırlamak için herhangi bir zemin var edemez.

Gibi örneklendirilebilir sanıyorum. 

〰 

Jean-Jacques Rousseau'nun tabiatçı  (naturalist) dini, ilahi yasanın AHLAKİ yasa olduğunu ve bunun insanın kalbinde kökleşmiş bir yapıda olduğunu düşünür. 

Vicdanın aklın sahip olmadığı bir korumaya sahip olduğunu ve insanı sürekli Ahlaka yönlendirdiğini iddia eder. Ona göre akıl hata yapabilir ama vicdan yapmaz. Yani Rousseau'nun tabiat dini aslında bir BATINİ ahlak dinidir. 

Ne var ki, düşüncesi açısından kutsal meleklere, kitaplara ve vahye inanmamasına rağmen, kendini bizim ilahi ekol dediğimiz "deizm" yerine Rabbani ekole yani "teizme" nispet eder. Bize göre bu yol kişiyi dinsizliğe götüren bir yoldur ... 

Roussea'nun atalar dini ya da atalar kültü diye adlandırdığı "vicdan/natüralist din" vahiy dinlerinin zamana bağlı formuna benzemektedir. Ancak bunların arasında temel bir fark vardır. 

Rousseau'ya göre bu fark nedeniyle atalar dini tabi olunmayı, kabul edilmeyi hak ederken, atalar dini vahiy formu üzerine ilerliyorsa onu reddetmeyi gerektirir. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:82 

Deistler insanın FITRATINA vicdanına iyilik doğruluk, yardımlaşma iffet namus şeref cömertlik gibi AHLAKİ niteliklerin YÜCE BİR GÜÇ tarafından yerleştirildiğini kabul ederler. Ama tam da bunları savunan VAHİY dinlerini reddederler. 

Tamam BUNLARI insana İLAHİ BİR GÜÇ vermiştir ama o ilahi gücün bunların hesabını insana soracağını düşünmek saçmalıktır derler.* 

Sonuçta AHLAK bir keyfiyete dönüşür ve Ateist ile Deistin davranış biçimleri arasında fark kalmaz, diyor sanırım.     

Müddessir 53: Hayır! Aslında onlar ahiretten korkmuyorlar. 

〰 

Kant ahlaki bilgiyi sistematik dine önceler. Ama bu çelişik bir durumdur. 

Zira onun teorisine göre ahlaki bilgi insanı geçici menfaatlerden arınma ilkesine sevk eder. Aklı başında herkes fark edecektir ki, bu ilkenin sıradan insana kendi becerileri ile günahsız bir melek olma ağır sorumluluğunu yükler. 

Kant'ta bunu fark etmiş olmalı ki "bu dünya kurulalı beri insanın ahlaki bir eylem yapıp yapmadığını bilemeyiz" demiştir. 

Abdurrahman TAha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:85 

Sistematik bir din olmadan, insanın kendi kendine ahlakı BİLEBİLECEĞİNİ, BULABİLECEĞİNİ VE OLABİLECEĞİNİ iddia etmek onu çok ağır bir yükün altına sokmaktır. 

Bu ağır yük insanın kaldırabileceği bir yük değildir. Zira insan SAF, tertemiz bir melek değildir. Tüm iyi sıfatlarının yanında menfaatçi, çıkarcı, yalancı, sahtekâr, hırslı, intikamcı, aç gözlü, tamahkar, kanaatsiz, zalim, şehvetli, dünyayı ve kendini çok seven bir varlıktır. 

İnsanın Ahlaklı olma mücadelesi sadece Kendine karşı verilen bir mücadele değildir; aynı anda diğer insanlara ve çevreye karşı da verilir. 

ARADA bir hakem olmadığında eylemin AHLAKİ Olup olmadığına KİM Karar verecektir?

Nitekim sonunda ÜZERLERİNDE hem fikir olamadığımız AHLAKİ İlkeler süreç içinde düşmek zorunda kalacak ve AHLAK tamamen belirsiz bir hal alacaktır. 

Diyor sanırım. 

〰 

İman etmiş birinin ahlakileşme sürecine girmesi ile ahlakileşme sürecine giren birinin iman etmesi aynı şey değildir. 

Mü'minin ahlakileşme sürecine girmesi, İMANININ Net bir göstergesi olarak her türlü ahlaki eylemin içinde bulunmasını gerektirir... Zira ahlakın iman üzerine temellenmesi bir şeyin başka bir şey üzerine bina edilmesidir. Böylece ahlak, daha da yükselir.  

Buna mukabil ahlakileşme sürecine girenin imanının gelişmesi şart değildir. Ancak Ahlak yüksek bir motivasyon kaynağına ihtiyaç duyan bir kurum olduğundan, imanın olmadığı yerde DÜNYEVİ bir içgüdüsel duygu olarak kalmak zorundadır. Ancak dünyevi olan AHLAK'tan daha düşük bir değere tekabül eder. Sonuçta AHLAK kendisinden daha düşük bir dünyeviliğe mahkûm olmak zorunda kalır. 

Bu itibarla Mü'min ahlakileşme sürecine girerken yükselirken, imansız bir ahlakileşme sürecine girenin ahlaki maddi/dünyevi bir bağlama iner.

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:86 

Dinsiz de AHLAKLI Olunabilir diyenlerin, dinle bağı kopardıktan sonra DÜNYEVİLEŞMELERİ, şehveti, erdemleri, arı, namusu, iffeti, edebi, hayâyı da terk etmeye meyilli olmaları DÜNYEVİLEŞMELERİ, şehvetengiz bir renk almaları AHLAKIN kendisinden daha YÜKSEK bir kuruma bağlanmamış olmasındandır diyor sanırım. 

〰 

Laik ahlak iç dinamiği dışsal yapıya tabi kılar. 

Durkheim, Etik'te (laik ahlak) kişi davranışları üzerinde iki gücün belirleyici olduğunu düşünür: Otoriteye tabiiyet ve toplumsal gruplarla beraber hareket etme baskısı. Bu ahlaki davranışın modelinin, DIŞARDAN dayatıldığı bir sürece işaret eder. Bu durum içerden gelen/fıtri Ahlakı baskılar bir nitelik kazanabilir. 

Buna mukabil ilahi Ahlak iç dinamiklere dayanır. 

Etiğin üzerinde durduğu ilk iki parametrenin (otorite ve topluma uyma kaygısının) belirlediği dışsal yaptırım "şu anda" gerçekleşmesi gerekirken, Ahlaki motivasyonun hedefi her  zaman gelecektedir.

Bu böyle olmak zorundadır zira insan tüm parametreleri ve hakkın her yüzünü ve sonuçlarını ŞU ANDA görebilecek bir yetenekten yoksundur.  (Ahlaki zeminini eylemlerin sonuçlarını tam olarak görebileceği bir geleceğe (ahirete) atfeder.-AHÇ)

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:88 

AHLAK eğer dışardan tanımlanırsa İÇERDEN fıtrattan gelen ahlakı da bozma dağıtma ile neticelenebilir. Zira DIŞARDAN gelen dayatmayı gücün, iktidarın ve MEDYANIN sahipleri organize eder.

Mesela, Erkeğin karısını, kızını KISKANMASI, onu sahiplenmesi İçten gelen bir AHLAKİ duruştur, DIŞARDAN gelen eşini, kızını, kardeşini, anneni KISKANMA bırak dilediği erkekle dilediğini yapsın baskısına teslim olması ancak içerden gelen Fıtri Ahlakı baskılaması ile mümkün olabilir. 

İnsanların acziyetlerinden, çaresizliklerinden, ACILARINDAN para kazanmak namussuzluktur der içerden gelen AHLAK; ancak piyasa Avukatlık, doktorluk, sahtekarlık, komisyonculuk, ihalecilik, ölü soyuculuk, kefen soyuculuk SERVET transferi yoludur, ticarettir der.. 

〰 

Laik ahlak, dışsal [harici] bir ahlaktır. 

Dinin zaman içinde uğradığı değişiklik, onu dar çerçevede bir dini yapıya dönüştürse de din olması itibari ile onu sahip olduğu öz niteliklerden tamimiyle kopartamaz. 

Ancak Durkheim'ın iddia ettiği gibi, zamana bağımlı gelişmesi beklenen dışsal ahlak zamanın değişmesi ile tamamen değişebilir. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:89 

Seküler zeminde insani değerlerin tanımı olan ETİK zamanın ve toplumun değişmesi ile tamamen değişebilir. Mesela 100 sene önce modernite döneminde çoklu serbest sorumluksuz (nikâhsız) seks hayatı KÖTÜ olarak görülürken bugün bunları ayıplamak ETİK Dışı olarak görülebilir. 

100 sene önce eşcinsel ilişkiler etik dışı görülürken bugün eşcinselliğin propagandasının yapılmasına karşı çıkanlar etik dışı görülebilir. 

100 sene önce vatan için ölmemek ETİK dışı iken 100 sene sonra zorunlu askerlik Etik DIŞI bir hal alır.

ETİK'E uymak toplum içindeki MEŞRUİYETİ ve sosyal gelirden PAY Alabilmeyi ifade eder. 

Etik toplumun özellikle yöneticilerin ve MEDYAYI elinde tutan kesimin keyfine göre şekillenen DIŞ faktörlerle biçimlenen bişidir.

AHLAK dinlerin tanımıdır. 1500 sene önce faiz haramdır, zulm, zina, eşcinsellik, yalan, riya, buğz, kin, kibir AHLAKSIZLIKTIR hala AHLAKSIZLIKTIR.

Kişi bunlara uyarak KENDİ İÇ âlemindeki huzuru sağlar.

Dolayısı ile ETİKİN aksine KANUNLARIN, polisin ve jandarmanın olmadığı yerde de etkindir AHLAK, diyor sanırım. 

〰 

Luc Ferry ahlakı ikiye ayırır: Moral ve Etic 

Moral yani ÖDEV ahlakı genelde olumsuz formları ve yasakları ifade eder. Daha çok başka insanların hayatlarına olumsuz etkilerde bulunabilecek durumlara "saygı gösterme" çerçevesinde kısıtlama getirir. 

ETİK ise insan hayatının akıbeti, yaşlılığı, ölüm, acı, hastalık, ümitsizlik, sevdiklerinin kaybı gibi zamanın getirdiği musibetler karşısında Ümidimizi korumamızı (Hayata tahammül etmemizi) sağlayacak olan nedir? Sorusuna cevap arar. Zira birey söz konusu musibetlere karşı kendisini savunamaz... 

Ancak Ferry'ye göre insan bu değerleri kendi İÇ âleminden alır. Bu anlamda Etik, değerini indirilen ilahi vahiylerden değil, inanların kendi tecrübelerinden neşv-ü nema bulacak erdemlerden almayı bekler.Ancak tecrübeye dayalı aşkınlık, değerlere bir zemin oluştursa bile söz konusu değerleri nasıl önceleyeceği konusunda bir fikre sahip değildir. Aksine bu değerlerin ufku onlardan sonra gelir. 

Eğer biz YARATICISININ otoritesini kabul etmeden bazı değerlerin peşine düşersek bu değerlerin Niteliği, ne zaman hangi şart altında nerede YÜKSELECEĞİ değer kazanabileceği önceleneceği vs. sürekli Sır olarak kalacaktır. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:91 

AHLAk insanın ortak tecrübesinden ve İÇ dünyasından gelir diyor. 

Lakin insani tecrübeden -BİREYSELLİğİN kutsandığı ortamda- insanlığın üzerinde ANLAŞABİLECEĞİ, bir araya gelebileceği ORTAK ilkelerin nasıl üreyeceği ya da MENFAATE tapınmanın kutsandığı yerde insanların menfaatlerinin değil de ERDEMİN peşinden hangi motivasyonla gideceğine hiç kafa yorulmamıştır diyor sanırım. 

〰 

Ferry'e göre ahlak, "Ne yapmalıyım?" sorusuna cevap verirken, bilim "Ne yapabilirim?" sorusuna cevap verir. 

Eğer bu doğru bir önerme ise KURTULUŞ ahlakının dinin sahası olması gerekir. Ancak Ferry kurtuluş ahlakı ile ödev ahlakı arasında ayrımını yaparken vahyi reddeder. Tam tersine kurtuluş ahlakını vahiyden arındırmaya çalışır. 

Ona göre insan, ARTIK Tanrının yarattığı biri değildir. Tanrı, insan aklındaki bir düşünceden bir postulattan (varsayımdan) bir önermeden ibarettir. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:92 

Bilim insana nasıl yapabileceğini söyleyebilir ama bunu NEDEN ve ne için yapması gerektiğini SÖYLEYEMEZ. Bunun için bir ÜST mercinin olması gerekir. 

Batı üst mercii yok ederken insana NE için yaşaması, ne için katlanması, ne için yardım, iyilik, hayır, merhamet, hürmet etmesi gerektiğini söyleyecek makamı da kaybeder. 

Bu anlamda KURTULUŞ AHLAKI denen kişinin kendisini DAHA İYİ BİR İNSAN Yapan AHLAKIN, erdemlerin motivasyon, enerji kaynağı da ortadan kalkar, diyor sanırım. 

〰 

Öyle Değil! 

Jean-Jacques Rousseau'nun "Hiç kimse bana şahit olmadan bir şey yaptığımda ben bilirim ki, Tanrı bana şahittir ve bu davranışımın karşılığını ahirette almayı umuyorum." sözünün zahiri anlamı üzerinde durduğumuzda, Rousseau'nun İlahi buyruk ve otoritesini kabul ettiğimizi düşünebiliriz. 

Lakin bu böyle değil. 

İki açıdan buna itiraz edebiliriz:

Birincisi Tanrı insana bir şey emrettiği zaman onun iyi ve kötü işlerine şahidlik ederek İnsana şahitlik eder. Ama Rousseau hem vahyi hem peygamberliği inkâr etmektedir. Dolayısı ile Tanrının bir buyruğunun olabileceğini inkâr etmektedir. (iyi nedir kötü nedir?-AHÇ)  

İkincisi, Tanrı, emrettiği bir takım dini şiarlarla kendisine tapınılmasını gerekli görürken Rousseau, vahye dayalı şiar, sembol ve ibadetleri kabul etmez ve bütün bunları kalbin amellerine, kalbin amellerine tek bir şeye indirger: Tanrıyı dil ile övmek. 

Taha Abdurrahman, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:94 

Tanrı var ama Peygamberler ve vahiy yok denildiğinde geriye kişinin dili ile Tanrı'ya inandığını söylemesinden başka bir şey kalmaz. Zira bunun AMELLE diğerlerine ve Tanrıya ispat edilmesi gerekmez yani SALİH AMEL manasızlaşır. Bu istenilse bile bunun nasıl yapılacağı da belli değildir. Yani ibadet de düşer. 

Bu anlamda bu düşüncenin oturduğu yerde Tanrı’ya inanmakla İnkâr etmek arasında dilde kalan 3-5 cümleden başka bir fark yoktur, diyor sanırım. 

〰 

Biz de isteriz. 

Jean Jack Rousseau vicdanı stratejik bir noktaya taşır. Hatadan uzak olma (ismet), ölümsüzlük, kendine özgü Tanrısal niteliklere sahip olma (teellüh), yetkinlik (kemal) ve işlenen fiillerin iyi ya da kötü olduğuna hükmetme (hâkim) gibi gerçekte Tanrı'ya ait olan nitelikleri VİCDANA nispet etmiştir. 

Nitekim vicdana bir Tanrı'ya seslenir gibi seslenir:

"Ey Vicdan! Ey Vicdan! Sen ilahi bir duygusun. Tükenmeyecek bir ulvi sessin. Sen cahil ve eksik olan bir varlığa güvenilir bir şekilde yol gösterensin. O varlık akıllı ve özgür bile olsa bu böyledir... Sen olmadan beni hayvan seviyesinden yükseklere taşıyabilecek hiç bir şey yoktur. Ne yazık ki ben, ilkesiz bir akıldan medet umduğum için sürekli hataya düşerim. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:95 

Vicdan bize DOĞRUYU ve insan olmayı öğretir diyor.

Peki, vicdana bunu kim öğretir? 

Sanırım buna cevap olarak TANRI diyecektir Rousseau.

O zaman Rousseau'nun itirazı Tanrı ya da Tanrının öğretisine değil, bu öğretinin KENDİ ÜZERİNDEN insanlığa verilmiyor oluşunadır. Ben sadece vicdanımla Tanrıdan aldığım vahye tabi olurum diyor. 

Burada Rousseau KENDİNİ araya sokarak VİCDANDAN gelen vahyi kontrol altına da almış olur. Peygamberlere gelen VAHİYde işimize gelmeyen, beğenmediğimiz, keyfimizi kaçıran emirler de bulunabilir. 

Onları sansürleyemez, düzeltemez, menfaatimize uyduramayız. Ama kendi vicdanımıza gelen gelenleri kontrol edebiliriz. 

Mekke müşriklerinin "Ey Muhammed, sana gelenden bize de getir" diyerek kendilerine VAhiy istemeleri" sanırım aynı duruma işaret ediyor. 

〰 

Kant "Dini ahlaktan ayırmak suretiyle" İnsani otoriteyi Tanrı otoritesinin yerine yerleştirir. 

Ona göre İyi ve Kötünün belirlenmesinde TANRI zorunlu bir otorite kaynağı olamaz: 

"Belirlenmemiş ve ŞART koşulmamış bir takım yasalarla AKLINI vasıta olarak kullanarak özgürlüğünü kendi BENİ ile ilişkilendiren özgür bir varlık olmak üzere ahlakın İNSAN kavramına dayanması gerekir. 

Bu geçerli olduğuna göre artık ahlak noktasında, insan kendi ödevini öğrenmek için daha yukarıdaki bir varlık düşüncesine ihtiyaç duymamalıdır. Daha açık bir ifade ile insan ahlaki olanı eyleme dönüştürmek için kendi beninin yasası dışında başka bir OTORİTEYE ihtiyaç duymamalıdır. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:96 

Kant, AHLAKI tanımlamak ya da AHLAKLI olmak için Tanrı'ya ya da dine ihtiyaç yoktur. İnsan bunu kendi başına başarabilir diyor. 

Lakin ölümünün üzerinden 225 yıl geçmesine ve fikirleri büyük bir rağbet bulmasına rağmen açtığı yol AHLAKİ niteliklere yeni ahlaki yetiler katmayı bırak AHLAK diye tanımlanan ERDEMLERİN (namus, şeref, edep, hayâ, iffet, merhamet, cömertlik, sadakat, vefa, yardımlaşma, kimsesizlere, evsizlere, fakir, dul, yaşlı ve yetimlere sahip çıkma vs) altını oyarak AHLAK sonrası bir topluma geçmeye sebep oldu. 

Kant, TANRISIZ doğruyu bulabiliriz derken bireysel menfaat, çıkar ve beğenileri nasıl aşıp ORTAK metne ulaşacağımızı, GÜÇLÜLERİ GÜÇSÜZLERLE aynı şartlara nasıl razı edeceğimizi ve bunları uygulamak için POLİSİN olmadığı yerde hangi OTORİTEYE saygı göstereceğimizi de söylemedi. 

Sonuç, şehvetinden ve menfaatinden başka bir şeye TAPINAMAYAN bir varlık oldu, diyor sanırım. 

〰 

Kant'a göre nasıl ki; 

"Tanrı bir şey emrettiğinde o, iyidir; Tanrı bir şeyi nehy ettiğinde ise o şey kötü. Nasıl ki, Tanrı'nın emrinin ya da nehyinin herhangi bir gerekçesinin ya da illetinin olması gerekmez. Aynı şekilde insan, bir şeyi emrettiği için o, iyi olmuştur, bir şeyi yasakladığı için de o, kötü olmuştur ve insanın emir ve yasaklarının da bir gerekçesi ve illeti yoktur. 

Yani Kant'a göre insan iradesi, ahlaki değeri belirler. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:98 

Bireysel anlamda İnsan İradesinin TANRI iradesi gibi olduğu fikri anlaşılabilir. Eğer bir hesap günü yoksa ve ölüp bir OTA dönüşecekse insanın Dünyada ne kadar çok zevk alırsa o kadar iyidir. Ne kadar kendi istek ve tercihlerini gerçekleştirirse o kadar zevk alır. Ölmeden ne kadar çok zevk biriktirirse o kadar iyi olur fikri doğal olarak gelişecektir. Bu anlamda kendi iradesini,, Şehvetini ,, nefsini kutsallaştırması anlamlı olabilir. 

Ancak kabul edilmelidir ki bu durumda herkesi ilgilendiren genel kurallarda BÜYÜK bir problem var. Zira toplumun gidişatında FAKİR ve GÜÇSÜZLERİN hiç bir iradesi olamaz. 

Güçlü ve Zenginlerin iradesini TANRISAL, Mutlak ve AHLAKİ irade olarak tanımlamak YÖNETİCİ eliti TANRI; fakir ve güçsüzleri onların ŞEHVETLERİNİN kulu olarak tanımlamak olmayacak mıdır?

Diye sormak geldi aklıma   

Zeyl: Bu noktayı biz anlamakta zorlanıyoruz. Zira bizim toplumumuz RUHBANLAR ve ASİLLER sınıfının olmadığı toplum. Batıda BİNLERCE senedir Seçilmiş, ÖZEL, Tanrısal ASİLLER ve RUHBANLAR sınıfı var ve tüm düzenlemeler, akıl yürütmeler bu sistemi meşrulaştırma ve devam ettirme adına yapılıyor gibi  

Kant, bir taraftan, 

Tanrı'yı ahlaki evrenin efendisi ya da ahlaki bir Tanrı olarak nitelendirmekte, diğer taraftan ahlakileşmenin temelini insana dayandırmaktadır... Onun buna gerekçesi insanın doğruyu yanlıştan ayırt edebilecek, rüşdünü ispat etmiş bir varlık olmasıdır... 

BU anlayışa göre insan AHLAK anlayışını bizzat kendisi belirlemeli, dışardan Tanrısal bir otorite ile gelebilecek vahyi, peygamberi dayatmalara ya da kilise üzerinden psikopos ve papazlara ahlak inşa etme sorumluluğunu vermemelidir....

Bu durumda seküler ahlak taraftarlarının yapmış olduğu, insanın Tanrı yerine konumlandırılması ve Tanrının celal ve cemal sıfatlarının insanlara isnat edilmesidir. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:99 

İnsanlar kendi AHLAKİ kurallarını kendileri inşa edebilirler. Bunun için vahye, peygamberlere ya da dine ihtiyaç yok dediğimizde ortaya bir ahlak çıkmaz: sadece TAPINILACAK TANRI değişir. 

Artık Hüküm veren ve Ahlakı belirleyen GÜÇ Sahibi Zenginler ve iktidar sahibi politikacılardır. Papazların yerindeyse medya UZMANLARI ve Bilim Adamları vardır. 

Kant'tan sonra geçen 225 sene ise insanın DİNLERİN yerine bir AHLAK üretmekte başarılı olamadığı gibi AHLAKIN tüm temellerini darmadağın ettiğini de ispatlamıştır, demeye çalışıyor olabilir. 

〰 

Kant, Tanrı'nın iradesine yaptığı kıyasla yetinmez, o ilahiyatçıların ahlaki teorilerini temellendirirken aslen vahiy dininin naslarından yararlandıkları bu ahlaki yapıda kullandıkları kavramsal ağı da onlardan ödünç alır... 

Ki Arthur Schopenhauer, daha fazla izaha ihtiyaç duymayacak şekilde harfi harfine şöyle der: "Kant'ın ahlakı gerçekte ilahiyatçıların ahlakından başka bir şey değildir. Ne var ki, Kant'ın son derece soyutlamacı kiplerle üstünü maskelemek ve tepetaklak etmek suretiyle ortaya koyduğu bu ahlaki sistem, apriorik bir biçimde ancak zahiren keşfedilebilecek bir ahlak olarak sunulmuştur."  

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:99 

Seküler kesimin AHLAK diye tanımladığı şey aslında içinden TANRININ ayıklandığı dinlerin AHLAKINDAN başka bir şey değildir. 

Vaizler (doğru yolun göstericileri), papazlar değil Filozoflar, aydınlar, uzmanlardır. 

Tanrı, artık peygamber vasıtası ile kişiye AHLAKI öğretemez birey onu vicdani derinliklerinde kendi bulur. O’nu vicdana koyan da TANRIDIR. Ancak kişi kendisi vicdanının derinliklerinden vahyi "KENDİSİ" alabildiği için artık bir peygambere de ihtiyaç duyulmayacaktır, diyor sanırım. 

Zeyl: Burada "Kişinin kendi vicdani derinliklerinde bulduğu şeyin Şeytani mi yoksa Rahmani mi bilgi olduğunu nasıl bileceğiz?" sorusunun kesin bir cevabı yoktur. Bu nedenle Kur'an'da geçen "O'na temizlerden başkası dokunamaz" ifadesi Resullerdeki bilginin dokunulmamış, (menfaat, çıkar, kişisel zevk, beğeni, kompleks, ümit, beklenti, zaaf vs. bulaşmamış) bilgi olduğunu ifade ederken buna itiraz eder sanırım.

〰 

Kant, ahlakı kuran bir ön şart olarak Tanrı'nın varlığına ilgi duymasa da Tanrı'nın varlığını ahlaki bir postulat (bir varsayım olarak olduğu varsayılan-AHÇ) olarak kabul eder... Erdemin ve mutluluğun diğer bir dünyada gerçekleşmesi için ahlakçı bir Tanrı'dan daha faydalı bir şey yoktur.

Ancak bu postulatta Hakikat ters yüz edilmiştir. Zira burada fer'i olan, asli; asli olan fer'i bir unsura dönüşür. Üstelik erdem ve mutluluğun bir arada bulunması ümit edilen bir iyiliktir. Ne var ki, ümit beslenen iyiliğin Tanrı ile ilişkisi yoktur. Çünkü Tanrı ile ilişki apaçık bir illettir. Kant'a göre ahlaki eylemin, ancak yine kendisi ile ilişkili olabileceği bilinmektedir. 

Ancak bu durumda Tanrı, bir ümit formu şeklinde kabul görmüş olsa da nihayetinde Tanrı'nın varlığının ahlaki eylemde somut hiç bir tesiri yoktur.

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:100

Kant ve bizim kanaatimize göre onun düşüncesinin meyvesi deistlere göre bir TANRI inancı var olsa da bu Tanrının bireysel ve toplumsal ahlak ve erdeme katkısı yoktur.

Vahyi dinlerde Ahlak, Tanrıya ulaşmak için mutlak ve zaruri seçilmesi gereken bir yol iken, Kant'ta "Ahlakın mutlak motivasyon kaynağı Tanrı, Ahlaka ulaşmak için kullanılabilecek aygıtlardan herhangi birine dönüşür", diye anladım.

〰 

Durkheim sadece ilahi buyruk ve otoriteye alternatif tek bir beşeri otorite kabul etmemiş birçok beşeri otorite ihdas etmiştir.

O, toplumu dinin tanrısına alternatif olarak belirledikten sonra toplum kavramını "Ben bununla her insani kolektif yapıyı kastediyorum. Bu, vatan ya da insanlık olabileceği gibi aile de olabilir." Der.

...Dikkat edilirse Durkheim Tanrı otoritesinin yerine daha başlangıçta üç kolektif yapıyı alternatif olarak teklif etmektedir.  Mademki birey kolektif bir yapının mensubudur, o halde her ne olursa olsun ilahi bir otorite olarak alternatif bir beşeri otoriteye dâhil olmuş demektir. Hâlbuki birey bu üç yapının dışındaki başka kolektif yapılarla da çevrelenmiştir ve bu kolektif birlikler için sürekli dönüşüm ve yer değiştirmeler söz konusudur.

Bu durum ki birey için beşeri buyruk ve otorite sahibi pek çok kurum ve kişinin referans olmasına yola açar. 

Nitekim Durkheim'da bu birbirinden farklı otorite alanları arasında gidip gelir. Nihayet o zirvesine VATAN ya da DEVLETİ yerleştirdiği bir hiyerarşik otorite yapısı ortaya koyar.

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:104

Özetle,

Batılı ideoloji, bireyi ÖZGÜRLÜĞE ulaştırmak için "tarafsız" Tanrı'yı ve otoritesini reddederken onu ZENGİN ve Güçlülerin kontrol ettiği her zaman güçlüden yana olan DEVLET TANRISINA kul ve köle etmiştir, diyor sanırım.

〰 

Luc Ferry, insanın Tanrılaşmasının, kendinde "kutsal olanın" bulunması nedeniyle olduğunu söyler. Eğer insan KUTSALLLIĞINDan soyutlanırsa Ferry'nin ifadesi ile HAYVANLAŞIR.

"İnsanda kutsal bir şeyin bulunduğunu kabul etmemiz gerekir; Aksi takdirde onu hayvandan da daha aşağıda konumlandırmak zorunda kalırız." der.

Görüldüğü gibi Ferry'de insanın iki alternatifi vardır: Ya Tanrı olması ya hayvan olması.

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:108 

Nitekim Batı Hümanist dönemle insanın TANRILIĞINI ilan etmiş; yani kendini yönetmek ve devam ettirmek için TANRI'ya ihtiyacı olmadığını, kendi kendine bunu yapabileceğini söylemişti.

Ancak kısa bir süre sonra İnsanların çoğunluğunun kendilerini yönetemeyeceğine ve bunu onlar adına SEÇİLMİŞ Bir zümrenin yapması gerektiğine karar verdiler. Bu da çok az bir zümrenin TANRI'laştığı geri kalan tüm insanlığın HAYVAN seviyesine indiği, hayvanlarla EŞİT hale geldiği, hatta fakirlerin zenginlerin hayvanlarından çok daha aşağı bir dereceye düştüğü bir duruma evrildi.

Aslında TANRI güçlü ve zenginin karşısında güçsüz ve fakir insanı koruyan kurumdu. O olmayınca Zengin ve güçlü olamayan insanın kıymeti kalmadı, Çöp mesabesine düştü. 

İstanbul Sözleşmesi ve Hayvan Halkları meselesi sanırım bu durumun neticesi, mücessem hale gelmesi.

Yani Tüm İnsanlığı TANRI seviyesine çıkarmayınca HAYVAN seviyesine indirdiler.

〰 

Luc Ferry sevgiyi, kutsallığın temeli olarak görür. Ancak manevi kökeni olmayan bu sevginin kökeni (dünyevi-AHÇ)duygulardır.

Luc Ferry burada şehvete dayalı sevgi (hubbu'ş-Şehvet) ile şevke (manevi zevklere) dayalı sevgiyi (hubbu'ş şevk) birbirine karıştırmış görünmektedir.

Kesin olan bir şey var ki, şehvete dayalı sevgide bedeni hazlar egemendir. Ve bu sevgi beş duyunun lezzetleri ve istekleri ile ilişkilidir.

Bu haz ve isteklerin insanın Ahlaki yapısını yükseltebilecek bir ideal ortaya koyamayacağı, yine insanın ruhani değerler açısından yücelmesini sağlayamayacağı açıktır.

Ahlaki yükselme olmadan kutsalı elde etme imkânı da yoktur.

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:110

Manevi Sevgiler, arzular, talepler, eylemler insanı zorunlu olarak AHLAKA yönlendirirken; Dünyevi şehvet kaynaklı sevgiler, arzular, talepler ve eylemlerin insanın AHLAKINA en iyi durumda bir zararları yoksa bile katkıları da yoktur.  BU yüzden insanı manevi, olduğu kadar AHLAKİ bir boşluğa da iterler, diyor sanırım. 

(Bu kitap biraz ağır kaçtı farkındayım.

LAkin her şey ELEŞTİRİLEBİLİR diyerek peygamberi, Kur'an'ı hatta Yüce yaratıcıyı bile delik deşik etmeye kalkan çevrelerin -ilahiyat çevrelerinde bile- iş Kant'a, Weber'e, Durkheim'a, sekülerizme geldiğinde eleştirelliklerinin TESLİMİYETE dönüştüğünü düşünüyorum. BU anlamda Abdurrahman TAHA gibi hem Müslüman literatürü hem Batı Coğrafyasını iyi bilen bir kıvrak zekânın sekülerizm eleştirilerini önemsiyor ve gündeme girmesini istiyorum.)

〰 

Seküler ahlak yanlısının aklına bu dünyanın (sevgisinin şehvetinin-AHÇ) insanın iradesini baskı altına aldığı gelmez. O bunun tam tersini iddia eder. Seküler ahlak yanlısı dünyevi zevklere ulaşarak iradesi ile dünyayı baskı ve kontrol altına aldığını düşünür.

Abdurrahman TAHA, Seküler Ahlakın sefaleti, s:115

Dışardaki zevkler âleminin insanı ŞEKİLENDİRMESİ insanı kontrol ve otorite altına alması mı yoksa içerdeki mananın yükseltilerek dış dünyanın zevklerinin kontrol ve disiplin altına alınması mı daha HAYIRLIDIR?

Örnekleyelim;

Birinin iç ÂLEMİNİ fark ederek kendisindeki şehvet, para, kadın, mal, mülk, konfor, gösteriş, hırs, cimrilik gibi dünya düşkünlüğüne işaret eden hasletlerini kontrol etmesi mi daha hayırlıdır?

Yoksa benim kuvvetim para sevgimde, makam, koltuk, gösteriş, şehvet sevgimde, kıskançlığımda, doymak bilmeyen hırslarımda demesi mi?

Siz mesela DOKTOR olarak, para sevgisi TAVAN yapmış birine mi yoksa para sevgisinin ARIZİ bir hal olduğunu fark edip onu kontrol ve disiplin altına almaya çalışan, dünyaya metelik vermeyen birine mi gitmeyi tercih edersiniz?

Seküler AHLAK insanın İÇ dünyasındaki ARIZİ duygulara odaklanıp onları terbiye etmeye ihtiyac duymaz, ARIZİ duygularının KÖLESİ olduğunu göremez. Diyor sanırım.

〰 

Seküler ahlak paradigmasının 4 farklı yaklaşımı vardır.

Bu tür yaklaşımlar, söz konusu ilahi otorite alanını red ve inkâr eder, onun yerine beşeri otoriteyi kabul ederler.

Tanrının otoritesi yerine

Natüralist yaklaşım vicdanı yerleştirirken

Eleştirel yaklaşım otoriteyi iradeye bağlar

Toplumcu yaklaşım, toplumu otorite merkezi kılarken

Hümanist yaklaşım tanrı-insanı otorite haline getirir.

Açıktır ki, seküler ahlak paradigmasının bu dört yaklaşımının ilahi buyruk ve otorite alanını reddetmesi, bu paradigmalara ait yaklaşımların ahlak ile dini ayrıştırması sonucunu doğurmuştur.

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:111

Dindar olabilmek için AHLAKLI olmak şarttı. Ahlak İNSAN olmanın hayvanlar gibi olmaMAnın da şartıydıAncak TANRı reddedilince seküler zemin insan olmak ile AHLAKLI olmayı birbirinden ayırdı. Ahlaksız da insan olunabilecek bir zemini var etti.

Zaten OTORİTE olarak Tanrının reddi, AHLAK üzerine uzlaşılabilecek zemini de yok etmişti.

OTORİTE olmayınca AHLAKIN ne olduğu kişisel keyfiyete göre değişebilir oldu. Dolayısı ile EN ahlaksız olanın hatta tefecilerin bile kendini EN AHLAKLI ilan edebileceği bir zemin var oldu, demeye çalışıyor olabilir.

Zeyl:  Bu dindarları da etkiledi. Dinsiz AHLAKLI olunabileceğini kabul etmek, Ahlaksız Dindar olunabileceği iddiasına da hayat verdi.

Dolayısı ile ortalık dinsiz 8kendi kriterlerine göre AHLAKLILAR ile

Dinlilik iddiasında ancak AHLAKSIZLIĞI savunan ve yaşayan insanlarla doldu.

〰 

Tanrı ile insan ilişkisinde ASIL olan ÖZGÜRLÜKTÜR (iradedir) .

Zira Tanrı insana bir şeyi yasaklarken onu, o emre uyup uymama konusunda özgür bırakmıştır.

Tanrı'nın insanı özgür bırakması bununla sınırlı değildir. İnsan, Tanrı'yı kabul ettiğini ilan etse ve buna göre hayatını şekillendirse ya da tam tersi davransa da ya da Tanrı'yı inkâr etse ve buna göre hayatını şekillendirse de insana verilmiş "İLK EMANETE" ihanet edilmez.

İLK emanet olan irade ya da muhayyer (özgür) bırakma olgusu dikkate alındığında "dışardan tasallut" olgunun herhangi bir anlamı kalmaz. Zira Tanrı'nın özgür bırakması İÇ ve DIŞ herhangi bir sınırlamanın olmadığı bir âlemde gerçekleşir.

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:116

Tanrı, "diğer insanlara" ZEKÂT, sadaka, fitre vermeyi emreder. Vermezlerse Dışardan ya da içerden herhangi bir ZORLAMA yoktur.

DEVLET, "kendine"  vergi, harç, komisyon ister. Vermeyenin tepesine BİNER.

Tanrı, "kulun olgunlaşması için" ibadet etmesini (Namaz, oruç, Hac vs) emreder ama emre uymayana herhangi bir yaptırımı yoktur.

Devlet de tebaasından kendisine BOYUN BÜKTÜĞÜNÜ görmek için ibadetler ister (Resmi törenler, Bayrak selamı, düdük çalarken ayağa kalkılması, her çocuğun eğitime tabi olması vs) ama boyun eğmeyenin tepesine biner gibi

〰 

Tanrı, insanın dışında değildir.

Âlem insanın dışında olmasına rağmen, Tanrı, insanın dışında değildir.

Tam tersine insan nerede olursa olsun Tanrı hep onunla beraberdir. BU beraberlik ışığın güneşle olan beraberliği ya da CANLI insanın ruhu ile olan beraberliği gibi ayrılmaz, bölünemez, ayrıştırılamaz bir beraberliktir.

Abdurrahman Taha, Seküler ahlakın sefaleti, s:116

Allah her zaman kulu ile beraberdir. Dolayısı ile insan hangi varlıkla muhatap olursa olsun onunla birlikte olan Allah’la da muhatap olur.

İncil'de de benzeri geçen bir Meşhur Kudsi hadisi bu anlamda tekrar düşünebiliriz: (kısaltılmış)

"- Ben hasta idim. Ziyaret etmedin. Acıkmıştım. Yemek istedim vermedin. Susamıştım. Su istedim. Vermedin.

- Ya Rabbi! Sen hastalanmazsın. Sen acıkmazsın. Sen susamazsın.  BU nasıl oldu?

- Felancı kulum hasta idi. Onu ziyaret etseydin beni ziyaret etmiş olurdun. Felancı acıkmıştı. Onu yedirseydin beni yedirmiş sayardım. Felancı susamıştı. Ona su verseydin bana su vermiş olurdun."

Har varlık Allah'ın kulu ve yaratılmışı oldukları için ALLAH'tan bir iz taşırlar. Zira onlar ALLAH'sız olamazlar. Dolayısı ile her varlıkla ALLAH'la muhataplık ölçüsü üzerinden muhatabiyet AHLAKIN temelidir.

Tanrısı olmayan Sekülerizmde Tanrısız, kuru, derinliksiz, sahipsiz kalan eşya, hayvan ve insanla muhataplık MENFAAT ve Şehvet üzerinden olmak zorunda kalmıştır, diyor sanırım.

〰 

 Rahmet Tanrısı, 

Tanrı'ya en layık sıfat tasallut, cebir ya da baskı sıfatı değildir, RAHMET sıfatıdır.

Tanrı inanan ya da inanmayan tüm kullarını esma-i Hüsna’sının ayrılmaz ikilisi ile sevmektedir: Rahman ve Rahim olan isimleri ile...

Allah bu isimlerini, kullarının bütün salih amelleri için başlangıç ve girizgâh olarak besmeleye yerleştirmiştir...

Neticede Rahmet, Allah'ın rahmetinin kalplerine nüfuz etmediği kullarını dahi kuşatacak şekilde, bir gün tövbe ederler diye her an caridir.

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:117

Bir insanın Tanrı'ya karşı gelmesi, günahkâr olması, yoldan çıkması BİR BAŞKASINA ZULE ETMEDİĞİ Sürece Allah'ın RAHMET Alanında olması anlamına da gelir.

Allah'ın kulu olduğu için öldürmedikçe öldüremezsiniz, savaşa kalkmadıkça mallarını gasp edemezsiniz, kan dökmedikçe yurdundan kovamazsınız, ticaretini engelleyemezsiniz, çocuklarını yetiştirmesine müdahale edemezsiniz, Tapınaklarına dokunamazsınız, Dininizi dayatamazsınız, HUKUKLARINA müdahale edemezsiniz, Zorla askere alamazsınız...

Modern Seküler devleti BAĞLAYAN bir RAHMET ilkesi yoktur: İstediği gibi kanunu çıkarır, "rezerv alan ilan edip" tüm varlıklara el koyabilir, zorla askere alabilir, ticaret yapmayı engelleyebilir, dilediklerini idam edebilir, servetlerine el koyabilir, ENFLASYONLA milletini soyabilir, dinlerini yaşamalarına engel olabilir, mescidlerini kapatabilir, çocuklarına KENDİ DİNİNİ eğitim adı altında ZORLA dayatabilir.

Üstelik Boyun eğsin eğmesin, sadık kul olsun olmasın herkese bunu yapabilir.

SÜPER ZENGİNLER HARİÇ: Onlar seküler modern devlette Tanrının kendisidirler, diyor sanırım.. 20.07.2024 

 

Seküler ahlak yanlıları vahye dayalı kitaplardan bazı ahlaki değerleri ya da bazı inanç kavramlarını almakta fakat bu kitapların ortaya koyduğu şer'i ilke ve kuralları dışlamaktadırlar.

Onlar ilke ve kuralları kendi Arzu ve keyfleri doğrultusunda te'vil etmekte,  saf ve rasyonel mantık anlayışına göre ilahi kitapların apaçık söyledikleri şeyleri küçümsemekte ya da ortaya konulan hükümlerin uzak maksatlarını öne çıkararak geçiştirmektedirler.

Nihayetinde onlar AHLAK ile DİNİ ayrıştırdıkları gibi DİN ile İMANI da ayrıştırmaya çalışmaktadırlar.

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:121

Modernitenin, kibri ve egosu TAVAN yapmış seküler dindarı Tanrı'nın emirlerinin kendi KEYDİ keyfi, beğenisi ve arzusunun dışına ÇIKMASININ mümkün olmadığını düşünür. 

Tanrı ASLA onun beğenmediği, onu sıkıntıya sokacak, keyfini kaçıracak bişi emretmiş olamaz.

Eğer İlahi Kitap'ta ya da Hz Peygamberin hayatında bu tür keyif kaçıracak bişi varsa bu durumda ISLAH ve terbiye edilmesi gereken kişinin kendisi değil İlahi Kitap veya Sünnettir.   

O Tanrı'ya inanır ama emirlerine inanmaz, O ahlaka inanır ama yaptırımlarına inanmaz, O iman eder ama teslim olmaz,

Zira o TANRI'DAN daha büyük, daha Önemli ve daha BİLGE'dir, diyor sanırım. 

〰 

Seküler Ahlak, ilahi ahlakın aksine insanı kendi, arzuları üzerinde egemenlik kurabileceği mahiyette değil, onu EGEMEN bir EFENDİ yapacak şekilde eğitir. 

Yine bu AHLAK insanı YERYÜZÜNDEKİ en şerefli varlık olarak değil, DOĞANIN efendisi olarak yetiştirir. Böylece insan kendi iradesine göre doğa üzerinde tasarruf yapma hakkını elde etmiş olur.

Çok geçmeden bu çift yönlü egemenlik insana Tanrılık ve varlık dünyasının idaresi konusunda Tanrı'ya kafa tutacak bir GURUR aşılar. 

Abdurrahman TAHA, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:126 

Dinler, insanı Eşref-i Mahlûkat olarak tanımlarlar: İnsan yaratılmışların şereflisidir. Bu şerefi ona TANRI verir dolayısı ile o şerefin niteliğini tanımlamak da TANRININ elindedir. İnsanın ŞEREFLİ olabilmesi için TANRININ şartlarını yerine getirmesi şarttır. 

SEKÜLER AHLAK ise şerefini TANRIDAN almaz, kendi aklından alır. Bunu da diğerlerine KARŞI üstünlük kurarak ispata çalışır. Başkalarının üzerinde ne kadar TAHAKKÜM kurmuşsa o kadar şeref sahibi olur. 

Bu nedenle TEMEL ÖĞRETİLERİ farklıdır. Biri kişinin kendi ARIZİ duygularını terbiyeye çalışır, diğeri o arızi duyguları GÜÇ olarak sürekli besler, diyor sanırım.  

Biri kul yetiştirir, biri TANRICIKLAR… 

〰 

Bazı inançları korumakla beraber ibadet ve muamelat şeklindeki şer'i hükümlerden yüz çevirmek; apaçık bir önyargıdan ibarettir... 

Zira bu yaklaşımda devre dışı bırakılmış ilahi hükümlerin deşifre edilmesi için ölçüt AKILCILIĞIN ne hikmetse yerli yerinde bırakılmış olan inançlardakinden çok daha belirgin olarak kullanıldığı görülür. 

Gerçek şu ki, ilahi hükümlere kayıtsız kalınmasının gerekçesi, dinin etkilerinin kamu hayatından silinmesine yönelik iradeden başka bir şey değildir. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:122 

Modern AKILCILIĞA dayalı EVRİMCİ DÜŞÜNCE insanlığın sürekli ileri doğru gittiğini bunu da ESKİLERİ sürekli atıp yenileri keşfederek yaptığını iddia eder. 

Ancak bunun bir delili yoktur. Modern BAtı Uygarlığının geçmiş uygarlıklardan daha insani, merhametli adil olduğunu iddia edebilecek hiç bir delil elimizde yoktur. 

Bakınız Filistin, Örnek 28 kişinin dünyanın servetlerinin yarısından fazlasına sahip olması.

Burada ÖZELLİKLE dikkat çekici olan dinin fakirleri garipleri koruyan KAMUSAL yönünün bertaraf edilmeye çalışılıyor olmasıdır, diyor sanırım.

〰 

Açıktır ki, 

Tanrılık iddiası ile Allah'a yakınlaşma iddiası aynı kalpte bir araya gelemeyecek kadar birbirine zıddır.

Ama Allah'a yakınlaşma gayreti kadar insana ahlak kazandıran başka bir şey yoktur. Tanrılaşma iddiası bu yolu tıkar.

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:129

İnsanın motivasyonu kendisini BEĞENDİRMME çabasından gelir.

İnsanın kendini diğer insanlara beğendirme çabasından çoğunlukla GÖSTERİŞ, kendini TANRIYA beğendirme çabasından AHLAK ve erdemler ortaya çıkar. 

Her ne kadar insanın kendini, insana beğendirme çabasından da ahlak çıkabilir görünse de çevrede her zaman beğenecek, takdir edebilecek, kıymeti görebilecek insan bulunamaz. Zira insan nankördür. Dolayısı ile İnsan kendini insana ERDEM olarak beğendirme gayreti ya sömürülme ile ya da büyük bir hayal kırıklığı ile neticelenir.

Hayy (her an diri ve farkında), semi (işiten), basir (duyan), Hakim (hüküm ve hikmet sahibi)  Allah'ın verdiği motivasyonu insanın vermesi mümkün değildir. 

İnsan TANRILAŞMA iddiası ile bu YOLU tıkar. 

Dini terk edenlerin ilk işlerinin ellerinde ALKOL bardağı ile ERDEM yolunu terk ettikleirini ilan etmelerinin sebebi de sanırım bu. 

〰 

İnsanın Tanrılaşma iddiası alemi küçültür. 

Alem artık sadece gözlenebilen boyuta indirgenmiştir. İlahi, gaybi boyutu iptal edilmiş zahiri boyuta sıkıştırılmıştır. 

Ancak insan ahlak iddiasını görünen varlıklar dünyasının ötesinden beslenen kavramlarla devam ettirebilir. Ama seküler ahlak yanlıları için böylesi bir ikinci dünyanın varlığı söz konusu değildir. 

Mü'Min insan için Tanrının çepeçevre kuşattığı, fiziki olarak hissedilemeyen ve gözle görülemeyen bir "büyük âlem" vardır. Seküler Ahlak yanlılarının reddettiği bu âlemden geriye elimizde kalan zahiri âlemde insanı ahlaki kılabilecek herhangi bir şey yoktur. 

Gökyüzüne basiretle (basar) ile bakılınca görülen manevi âlemler seküler bir bakışla bomboş bir uzaya dönüşür. Bu boşluğun ahlaki yapı için hiç bir anlamı yoktur. 

Abdurrahman Taha, Seküler ahlakın Sefaleti, s::130 (Kısaltılmış) 

Mü'min gökyüzüne baktığında yaratıcının kudretini ve kendi aczini görür. Öleceğini, âlemlerden âlemlere seyahat edeceğini, sonsuz seyahatin sadece kısa bir anında olduğunu, daha güzel bir insan olarak bu seyahate devam etmesi gerektiğini hatırlar. 

Seküler gökyüzünde AHLAKA dair hiç bir şey görmez. Orada sadece ritmik bir şekilde başıboş manasızca dolaşan parlak cisimler görür. Diyor sanırım. 

〰 

Seküler İnsan, üzerinde hiç bir otorite kabul etmeyen bir otoritenin arayışındadır. 

Bu noktada ahlakın üzerinde şekillendiği iradesinin üzerindeki otoriteyi de reddetme arayışındadır. Nitekim insanın iradi otoritesi üstünde yalnızca Tanrının otoritesi olduğuna göre, Tanrı'nın otoritesine meydan okuyacak bir otorite arayışı gelişir. 

Bunun iki nedeni olduğu iddiasındadır:

1- Tanrı otoritesinin insanın varlığına yabancı olması

2- Tanrı iradesinin insani iradeyi kısıtlıyor olması 

Seküler insanın, Tanrının kısıtlayıcı ve yabancılaştırıcı otoritesine karşı sarıldığı alternatif otorite AKILDIR. 

Malumdur ki, seküler ahlak yanlıları, tıpkı siyaseti dinden ayrıştıran laikler gibi aklı olabildiğince KUTSARLAR ve AKla kendini ve çevresini yönetme konusunda -sürekli hata yapıyor olsa bile- sonsuz güven beslerler. Zira seküler ahlak taraftarlarına göre akılla boy ölçüşebilecek başka hiç bir alternatif yoktur. Bu nedenle dışardan gelebilecek hiç bir müdahale ve öneriye de açık değillerdir. 

BU çok büyük bir aldanıştır. (Sonra ki paylaşımda devam edeceğiz) 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:132 

1- Akıl, bilgi ile bağımsızlığını elde edemez. (Bilgi, akla ÖZGÜRLÜK vermez, EMİR verir-AHÇ) Aksine, diğer vasıtalarla beraber haberden başlayıp vicdana ulaşan yelpazedeki bir sürü faktör, karar verirken akla ortak olurlar. 

Diğer yandan akıl KENDİNDEN Yüksek değerler ve tecrübe etmediği incelikli kavramlar gibi pek şeyi idrak edemez. Aksine bunları ona yönlendirmek amel ve eylem vasıtası ile bunları kavramasına yardımcı olmak gerekir. 

Üstelik, Akıl hakikati kendisine gizli olan (gaybi) şeyi de kavrayamaz.

Akıl ancak başka idrak yolları arasında bağlar kurarak yol alabilir. 

2- Seküler ahlak yanlıları kendi durumlarını KENDİLERİNDEN daha iyi bilecek başka bir şeyin olmadığına inanırlar... Bu durum kendisinin de yaratılmış bir varlık olduğunu unutmanın neticesidir. 

〰 

Kendi iddiasına göre milyonlarca yılda ulaştığı kendini fark etme haline gelene kadar, daha akıl bütün bunları anlayacak, kavrayacak ve yön verecek duruma gelmeden önce Yüce Yaratıcı her şeyi yaratıp yön vermekteydi. Gel gör ki İnsani Kibir, bildiğini ona öğreten, öğrendiğini yapmış olan, öğrendiği AKLI yaratıp ona veren Kudret'e muhtaç olduğunu ona unutturmuştur. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:133         

İnsan AKLIN mahiyetini anlamaz, anlayamaz, kavrayamaz. Kendisinin nasıl düşündüğünü, nasıl çözdüğünü, nasıl fark ettiğini bilemez. Beynin işleyişi hakkında herhangi bırakın bilgisi, TEORİSİ dahi yoktur. 

Ama AKLIN kendisinin olduğundan onu kendisinin inşa ettiğinden emindir,

İnsan AKLINI ancak, o AKLI yapıp edip kendisine verenin başka biri olduğunu unutarak TANRI edinebilir, diyor sanırım.  (15.08.2024) 

〰 

Mülkiyet ve otorite arasındaki bağ açıktır. İnsan malik olduğu kadar kuvvet elde eder. Otoritesi arttıkça da kuvveti artar. Otoritesi azaldığında da kuvveti azalır. 

Bu nedenle insanın kendi dışındaki bir varlığın iktidarına - Tanrı bile olsa- karşı çıkışı hatta bu konuda gücü yettiğince sınırlarının dışına çıkması güç arayışı olarak değerlendirilebilir. Hatta bir müddet sonra YÖNETİM aradığı şeytani amaç olmaktan çıkar otorite amacına ulaşmak için vasıtaya dönüşür.... 

BU durumda iktidar sevgisi insanın kalbini kaplar ve batınına (iç dünyasına) yerleşir. Artık insan, Tanrı'ya tapar gibi iktidara tapmaya başlar. İktidar, Tanrı gibi tapınılan bir şeye dönüştüğünde seküler ahlak yanlılarının otorite ve iktidar arayışı çağrısı, Tanrı otoritesine başkaldırı ve kafa tutma şeklinde kendini ifade eder. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:134 

Seküler Ahlakın TANRIYA olan muhalefeti -özellikle ELİT kesimin- kendi İktidarlarına/BENLİK alanlarına ortak-şirk istememeleri ile ilgilidir.

Zira Tanrı, "zenginlerin mallarında fakirlerin hakkı vardır", "Paylaşmak güzeldir", "cimrilik kötü ve iğrençtir", "öldürmeyin", "çalmayın", "paralarınızı ve gücünüzü diğerlerini köle edinmek için kullanmayın", "faiz yemeyin", "güç ve kanuni hileler ile fakir ve güçsüzlerin mallarına çökmeyin" gibi  ZENGİN ve GÜÇLÜLERİN canlarını çok sıkan buyruklarda verebiliyordu.

〰 

 Sekülerizm, insanı Tanrının otoritesine tabi olmaktan uzaklaştırır uzaklaştırmaz, onu kendi iradesine göre karar veren kahredici yeni bir iktidarı tanrılaştırma tuzağına iter. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:136 

Laik zemine taşınan insanların TANRI'YI umursamadan ÖZGÜRCE hayat kurma iddiaları anlamsızdır. Zira insan Tapınacak, kutsayacak, tabi olacak, boyun bükecek, emrine girecek, TAKLİD EDECEK yeni bir otoriteyi yani TANRIYI hemen bulur. 

Zira insanın kendisinden DEĞER türemez. 

Tanrıya göre giyinmeyenler TV'ye göre giyinmeye, Tanrı'ya göre çocuklarına yetiştirmeyeneler AZMANLARA göre çocuk yetiştirmeye, Papazları dinlemeyenler BİLİM ADANLARININ ağzına bakmaya başlarlar. 

Ama Tanrıyı dinleyenlerde AHLAK ve ERDEM hissiyatı güçlenirken, Tanrı'yı dinlemeyenlerde "BEN"CİLİK, serbest cinsellik, çıplaklık, parazit yaşam ideal hale gelir, diyor sanırım. 

Çünkü Tanrı ile insanı birbirinden ayıran tanrısal yücelik, sonsuzdur. 

İnsanın Tanrı'ya benzeme gayesi sadece daha fazla ahlaki boyut elde edebilmesi şekliyle olabilir. İnsanın ahlaki boyutu ne kadar gelişirse kemal ve yetkinlik mertebelerinde o derece yükselebilir. 

Diğer tüm yükselişler yüce değerlere doğru da olsa daima sınırlıdır. Zi,ra insan köken olarak sonlu bir varlıktır ve onun eylemleri de sonludur. Buna mukabil kemal ve yetkinlik sınır tanımaz. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:143 

İnsan Büyüklükte, ömürde, zenginlikte, varlıkta, sağlıkta, ilimde ,hükümde TANRI ya benzeyemez. Ama doğrulukta, cömertlikte, merhamette, şefkatte Tanrı'Yı taklid edebilir. 

Dinler insanı mümkün olana yönlendirirken, sekülerizm insanı mümkün olmayana yönlendirir diyor sanırım.

〰 

Gerçek şu ki, seküler ahlak yanlıları ilahi isimlerin (Rahman, herkese merhamet eden; es Selam- Herkese barışla muamele eden, er-Rahim herkese ikram eden; el-Mü'min, herkese emniyetle davranan; es Semi; herkese kulak veren; el Gaffar, herkesin günahlarını örten vs.) gereğine göre yaşamak için bu isimler üzerinde düşünmeye bile yanaşmazlar. 

Aksine onlar için değerler tamamen rastgeledir, sadece kendilerine değenleri bir araya getirir ya da önemserler. Onlar ilahi isimlerle bağ kurmadan, erdemlerin kökeni üzerinden hiç düşünmeden -kasıtlı bir unutma ile- üzerlerinde çalışırlar. 

Tam aksine onlar ilahi isimlerle bu değerlerin arasındaki bağı tamamen koparmak, Tanrıdan ayrıştırmak isterler.

Hâlbuki aklı başında birinin bu ayrıştırmadan sonra o değerlerin beş para etmeyeceğini fark etmemesi mümkün değildir. 

Abdurrahman Taha, Seküler Aklın Sefaleti, s:144 

İnsan kendisini ÜST bir MAKAMA beğendirme derdinde olan biridir. Bunun için gösteriş yapar, bunun için servetlerini harcar, bunun için markalara yığınla para döker. 

Ancak ERDEMLERİN müşterisi TANRIDIR. Eğer ona kendini beğendirme derdi olmazsa insanın kendinden GÜÇLÜYE kendini beğendirme KULLUK çabasından, kula kulluktan başka bir çabası kalmaz. Hâlbuki güçlüler ERDEM değil itaat isterler. BU noktada erdemler tamamen yok olmak zorunda kalır demek istiyor sanırım. 19.08.2024

〰 

Seküler ahlak yanlıları insanı, Tanrı'dan daha fazla yaratmaya muktedir bir varlıkmış gibi sunmuşlardır. 

Ne var ki onlar, DEĞERLERİN dünya üzerindeki yüceliğini ve bu yüceliğin bu dünyaya ait bir şey olarak insan tarafından ortaya koyulamayacağını fark ettiklerinde değerlerin bu dünya kategorisinde olmayan başka bir dünyadan olduğunu kabul etmekten başka bir yol bulamayacaklardır... 

Başka bir deyişle metafizik hakikatin ortaya koyduğu haberler karşısında nazari ve teorik akıl yürütme anlamsızdır...

Nitekim bu yüzden Müslümanlar NASS'ın olduğu yerde içtihadi bir eylemde bulunmazlar. 

Abdurrahman Taha Seküler Ahlakın Sefaleti, s:151 

Fizik, matematik, fizik, kimya, biyoloji, siyaset ... Hiç bir dünyevi ilim, Merhametin, hürmetin, şefkatin, doğruluğun, dürüstlüğün, cömertliğin gerekliliğini ispatlayamaz. Zira bunlar bu dünyaya ait değerler değillerdir. 

Aynı Anne karnındaki bebeğin kulağı, gözü, derisi, burnu, ağzı, eli ayağı, gibidirler. Bunlar ANNE karnı için çok lüzumsuz uzuvlar olmasına rağmen bir sonraki alemde ona çok lazım olacaklardır. 

Tıpkı ilahi hasletlerin dünyaya ölümle birlikte gerçekleşen AHİRET'E doğum hadisesi ile sonraki âlemde ihtiyaç duyulacak olması gibi. 

Bu anlamda bu hasletler sonraki âlemden bu âleme tavsiye edilen DEĞERLERDİR. BU âlemin aklı ile var edilmezler de gereklilikleri ispat da edilemez, diyor sanırım. 

〰 

İlahi emanet paradigmasına göre ilahi şahidiyet, Yani Allah'ın kuluna şahitliği, ahlakileşme sürecinin TEMELİDİR. 

...

Tanrının amellere lehte ve aleyhte şahadeti olmasaydı insanın ahlakileşme süreci tamamlanamaz, dahası insan, ahlaki olgulara erişemezdi...

Zira kişi hiç kimsenin bilgisi ve kontrolü olmayan yerde Hak Teâlâ'nın kendisini görmekte olduğuna kalbiyle şehadet etmek suretiyle- emir ve yasaklara uyabilecek gücü kendinde hissedebilir. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:155   

"Allah şahit ki" diye başlar Müslümanlar birçok iddialarında. "Siz görmeseniz de, Allah gördü, Allah bildi" anlamında.

Zira o kimsenin görmediği yerde de insana AHLAKİ güç ve motivasyon verebilendir. 

Seküler Ahlakın ise Kimsenin görmediği, insanların olmadığı, gücünün yettiği, hesap soranın olmadığı yerde AHLAKİ; motivasyonu sağlayan bir enerji kaynağı yoktur,  diyor sanırım. 

Zeyl: Alttaki karikatürde dünyanın anahtarının ethik olduğu söyleniyor. Lakin görüldüğü gibi o anahtarı çevirecek, o anahtara güç ve motivasyon verebilecek merci yok. 

〰 

İlahi emanet düşüncesi insanın Tarı ile ilişkisinin dışardan olduğu görüşünü kesinlikle reddeder: İnsanın din ile ilişkisi DÜNYA nimetleri tekvini (yaratılmış, göz önündeki) ayetler kategorisindeyken; DİN ise teklifi ayetler kategorisindedir. 

Ayet kesinlikle fenomen (olay, olgu, 5 duyu ile gözlenebilen) değildir. Hem dünyevi hem teklifi ayetler ruha ve ahlaki kavramlara delalet ettiği gibi onları kendisini hatırlatan mesajlar olarak yaratan yaratıcıya da işaret eder. 

Abdurrahman Taha, Seküler ahlakın Sefaleti, s:158 

Mü'minin Tanrı ile ilişkisi İÇSEL bir ilişkidir. Tanrı dışarda değil KALPTEDİR: Bu KALPLE, Ruh ile mana üzerinden bir ilişkiyi işaret eder. Dış dünya, o ilişkiyi tahkim eden HAYRETLER diyarıdır.

Onlar da Allah'ı görür. 

(Hz Ali'ye (ra) atfedilen görmediğim Rabbe itaat etmem" ifadesi sanırım buna işaret eder.) 

Seküler için TANRI ve AHLAK dış kavramlardır. Dışardan kendisine (Kendisi nedir?) gelen hatta dayatılan faktörlerdir. 

Dolayısı ile evrenin muhteşem mucizelerinin onun iç dünyasına ifade ettiği herhangi bir şey yoktur. O baktığı ya da kendisine teklif edilen ayetlerde herhangi bir şey göremez. 

AHLAK da bu iç dünyanın bir sıfatıdır, diyor sanırım. 

〰 

Dinin sonu mu?

İnsan yaratılış itibari ile en büyük tekvini (Yaratılmış, varlık) ayetken mana itibari ile de en büyük teklifi (ahlaki) ayettir. 

O tekvini ve ontolojik (yaratılmış) yönü sayesinde evren ile ahlaki (teklifi) yönü itibari ile de din ile ilişki kurmaktadır.  İnsan için bu çift yönlü ilişki olmadan -dini inkâr etse bile- hayat söz konusu olamaz. 

Çünkü insanın dini reddetmesi onun teklifi (ahlaki) bir ayet olması gerçeğini ortadan kaldırmaz. Bu nedenle sekülerizmin, dinin yeryüzünden silinmeye başladığı iddiası geçersizdir.

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:159

Tefeci, Bankacı gibi ahlakın dip yaptığı, Tanrının, merhametinin, şefkatinin, paylaşımının, cömertliğinin, doğruluğunun, dürüstlüğünün, hiçbir şey ifade etmediği; Eşcinsellik ve fahişelik gibi AHLAKİ öğretilerin tamamen unutulduğu ortamlarda dahi -özellikle baş sıkıştığında-  AHLAK talebi gelir.

Zira bu fıtri ve yaratılışla ilgili bir meseledir.

Her ne kadar bazı dönemlerde insanlar dinlere mesafe koysalar da dinlere en mesafe koydukları anda dahi METANIN KUSALLAŞTIRILMASI, devlet, kavim, takım, parti ve benzeri meta tapıncı (marka düşkünlüğü gibi) TApınma ihtiyacı olarak kendini hissettirir.

Materyalist dönemlerde insanların kalpleri kurur ve MANAYA susarlar ve ardından dine yöneliş gelir. Fıtri bir durumdur.  Diyor sanırım.  21.08.2024

〰 

Ayetlere yönelmek Ahlaki yüceliği, Ahlaki yücelik ise Tanrı katında yükselmeyi ifade eder. Bu ayetlere yönelik dinsel şuurun, EVRENE yönelik şuura dönüşmesidir....

Bunun neticesi olarak siyaseti dinden ayrıştıran fikirde olduğu gibi, din, sadece ahlaki bakımdan bireyi yönetmeye özgü olmadığı gibi; ahlakı dinden ayırma iddiasındakilerin dediği gibi din toplumun ahlaki bakımdan yönetilmesine özgü de değildir. 

Tam tersine din Ahlaki bakımdan bütün evrenin yönetilmesini kapsar 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:160 

Din her an'a müdahele ederken bireyi ne siyasette ne de hayatın herhangi bir alanında ahlaktan ayırabilecek bir boşluk bırakır. BU Tanrıyı memnun etmenin TEK yoludur. 

Hâlbuki seküler Ahlakın ne siyasette, ne dininde AHLAKI zorunluluğu mecbur kılabilecek bir faktör yoktur. 

〰 

Seküler alışkanlıklarımız, eşyaya yaratıcısına nispetle değil de, kendimize nispetle bakmamızı öğütlemektedir. Böylece BİZ, varlık dünyasının yaratılmış bir varlığı değil de, sanki yaratılmışların HÂKİMİ İmiş gibi davranmaya başlıyoruz. Yine onlar dünyayı bir çıkış (ahirete gidiş- AHÇ) noktası değil de nihai nokta, son durak olarak algılamaktadır. 

Bu da Seküler Ahlak yanlılarını dinin yatay düzeydeki bir olgunluk vasıtası olduğunu kabul etmeye, dikey boyutta bir miraç vasıtası olduğunu reddetmeye itmektedir. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:163 

Din, insana Allah'ın kullarından bir kul olduğunu söyler. Diğer varlıklarla ilişki kurarken onların Allah’ın diğer mahlûkatı, Allah'ın kendisine emaneti ilişkisi kurmasını zira Allah'ın mülkünün sahibi olduğunu ve hesap soracağını söyler. 

Bu rikkat onu Tanrı katında meleklerden daha yüksek bir seviyeye yükseltir. 

Seküler Ahlak ise tüm varlıkla o varlıkların sahibi hatta yaratıcısı imiş gibi, eline havadan BELEŞE geçmiş gibi davranır. BU da vefasızlığın ve sadakatin ve KIYMETİN olmadığı bir TÜKET AT kültürüne neden olur. 

Zira insanın diğer varlıklara veya insanlara DEĞER vermesinin kendisine katacağı HİÇ BİR şey yoktur, diyor sanırım.  22.08.2024 

〰 

Gerek gözle görünebilen gerek vahiyle teklif edilen her iki alandaki hakikatlerin arasındaki bağlantıyı korumayı esas alan ilahi emanet paradigmasının bize eşya ile kurduğumuz ilişkiyi köklü bir şekilde değiştirmeyi teklif ettiğini anlayabiliriz. 

Varlıklar dünyası ile kurmuş olduğumuz ilişkinin, günümüzde egemen olan tüketim formu ile nihayetlendirilerek, sanki bir daha asla geri dönme ihtimali yokmuş gibi din ve dünyayı, ahlak ile dini birbirinden ayırt eden MÜLKİYETÇİ, tüketici zihniyetten yakamızı (mutlak surette-AHÇ) kurtarmamız gerekir. 

Zira seküler ahlak, nefsi tatmine dayalı bir ahlak, yani DEĞERLERİ tüketim değerine indirgeyen bir mülkiyetçi bakış ile dünyayı algılar. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:166 

Müslüman MALIN sahibi değildir. Ona mal Allah'ın emanetidir. O yüzden onu ne kazanırken ne de sarf ederken DİLEDİĞİ gibi takılamaz, meseleyi nefsinin ya da arzularının eline terk edemez. 

Tüm yaratılmışlarla olduğu gibi, eşya, mal, mülk, hayvan ve İnsan ile TÜKET AT, KULLAN AT, SAHİP OL AT türü vahşi, zararlı bir ilişki kurmuş, parası olduğu an sanki tüm alemi kendisi yaratmış gibi davranan bir parazite dönüşemez. 

Eğer dönüşşse gavurdan pek farkı kalmamıştır,

Zira DİN eşya ile ilişkiyi değiştirir, diyor sanırım. 

〰 

İlahi emanet, insana fütüvvet ahlakını elde etmenin yolunu açar. 

Fütüvvet ehli NİSPETEN etrafındakilere sahip olma Hırsından kendisini soyutlamış biridir. O gücü yettiğince tüm benliği ile görevlerini ve sorumluluklarını yerine getirmeye kendini adamıştır. BU itibarla fırsatlar ya da nasip konusunda başkaları ile çekişmeye girişmemiş kimsedir. 

Yanlış, şüpheli ve incitici işlere kalkışmaz. Dünyacıların incitici ve kınayıcı sözlerine, tepeden aşağılayan bakışlarına aldırış etmez. Dahası onların kendilerinde hak gördükleri mevzular onların umurunda olmaz. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti,s:166 

Herkesin Mal için, keyf için, gösteriş için kıran kırana, göğüs göğüse, ceb cebe girdikleri amansız mücadele onların umurunda değildir. 

Onların önünden ve sohbetlerinden, Köpeklerin KEMİK kavgasına bakarmış gibi bakar, çeker, geçer giderler FÜTÜVVET Ahlaklılar diyor sanırım.  27.08.2024 

〰 

Ahlak, vahye göre başkaları ile ilişkileri düzenleyen bir sistematik değildir. 

Zira mü'min için bir kişi ya da bir toplulukla muhatap olmak arasında fark yoktur.  

Din kendi sistematiği içerisinde eylemlerde amaç/maksat arama konusuna dikkat ettiği kadar hiç bir şeye dikkat etmez. Yapılan eylemlerde Allah'ın rızasının aranması yani hedefle Allah'ın ilişkilendirilmesiyle o eylem ancak DİNDARLIĞIN bir parçası olabilir ve Ahlaki olarak nitelendirilebilir. 

Ancak eylemin amacı ile Tanrı'ya şirk koşulduğunda eylemlerin Tanrı dışındaki ortak koşulana yönelmesi ile birlikte o eylem ahlakilik vasfını kaybeder. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:177 

Ahlak, Allah'ın rızasının arandığı yerde var olabilir. Ahlakın olduğu yerde toplumsal ilişkiler kendi kendine düzenlenmiş de olur. 

İnsanlar menfaatlerine yada efendilerinin menfaatlerine TAPIP onları kutsadıklarında AHLAKIN ortak zemini kaybolur, diyor sanırım. 

〰 

Seküler dinler insana, başkaları ile ilişki kurabilecekleri bir ahlaki zeminin ötesinde fayda sağlayamazlar. 

Laik dinlerde ibadetin yeri olmadığından, çift yönlü zahiri ve batıni temel üzerine temellenmediklerinden insanın batınına seslenmeleri ve batıni bir ahlakı beslemeleri mümkün değildir. Bu da laik dinlerin verdikleri ahlak ile insana faydadan çok zarar vermelerine sebep olur. 

Çünkü insana, ahlaki gerilemeye maruz kalmasından daha fazla zarar verecek bir şey yoktur. Zira ahlaki gerileme gerçekte insanlıkta gerilemedir. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:177 

Dinler, insanı DÜNYEVİ olarak ahlaklı kılarken ruhen ve mana olarak da beslerler. Mana olarak beslenen şahıs dünyevi kayıplara uğrasa ve hatta büyük sıkıntılara duçar olsa da ruhu güçlü olduğu için YIKIMA uğramaz. Hatta çilesinin onun kemalatını, Allah katında derecesini artırdığınışünerek bundan zevk almayı bile başarabilir. 

Ancak seküler ahlak diğerleri ile ilişkiyi düzenlerken insana MANEVİ ZEVKLER ve ruha güç verecek bir mekanizmadan yoksundur. Dünyevi zenginliklerin içinde yüzerken intiharlar, bağımlılıklar, depresyonlar, nörolojik problemler, yalnızlıklar alır başını gider. 

Zira MANA olmadan dünya, nihayetinde çekilmez bir yere dönüşmek zorundadır, diyor sanırım. 19.08.2024

〰 

 Laik dinler, Tanrı'nın yerine insanı egemen bir efendi olarak teklif ederler. 

Temel olarak bu, tüm varlığı kişinin nefsine ait olarak görmesi ve nefsine nispet etmesi ile neticelenir. Öncelikle sahiplenme ile başlayan bu olgu giderek yerini Tanrılığını ilan etme olgusuna bırakır. 

Bu nedenle seküler başka bir deyişle laik ahlakta asıl olan, manaya (ruha) dayalı ahlak değil NEFSE (arzulara, hevaya-AHÇ) dayalı ahlaktır. 

Son kertede bu ahlakın mülkiyetçi bir ahlak olduğu söylenebilir. Mülkiyetçi, ahlakın değerleri ise TÜKETİME dayalı bir değerler dizgesidir. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:178 

Kendisini TANRI ilan eden seküler insan, önce yeryüzünü kendi MÜLKÜ ilan etti, ardından Yeryüzünün Tanrısı olduğuna karar verdi. Sonrasında müthiş bir iştah ile yeryüzünü YAĞMALAMAYA başladı. Bunun ismine TÜKETİM Kültürü koydu. 

Zira onun ne yediğinden ne içtiğinden, ne harcadığından, ne elde ettiğinden, ne israf ettiğinden HESAP vermek gibi bir derdi yoktu, diyor sanırım. 

〰 

Seküler ahlak yanlıları Ahlaki temellerini her ne kadar DİNLERDEN kopardıkları değerlere dayandırıyor olsalar da bu değerler asli ruhani değerlerinden koparılmış nefse dayalı bir özelliğe büründürülmüşlerdir... 

Bu nedenle seküler ahlak yanlıları gücü ellerine geçirdikleri yerlerde  vahyedilmiş dinlerden alıntıladıkları ahlaki yapıyı kuvvetlendirmek yerine onların ruhani köklerini örtmeye, terminolojilerini değiştirmeye başlarlar. 

BU çerçevede "Hz Adem'in evladları" kavramı yerine, insan hakları; "Allah'ın emaneti" kavramı yerine "Toplumsal sorumluluk"; "Merhamet" kavramı yerine "Toplumsal empati"; "Takva" kavramı yerine "vatandaşlık" gibi kavramlar üretmişlerdir. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:179 

Seküler Ahlak yanlıları AHLAK ve DEĞERLERİ dinlerden çalarlar. Ancak ellerine güç geçtiğinde toplumda bu değerlerin kuvvetlenmesi için değil, onların altlarını oyarak SANA GÖRE, BANA GÖRE ideolojisine tüm ahlaki değerleri kurban etmek için uğraşılar. 

ADAM, ADEM, AHLAK ve ERDEM sahibi olduğunu iddia eden insanlardan olmaya o yüzden düşmandırlar. 

Bilim insanı, iş insanı, devlet insanı falan olmaları temelde bu insanların Tanrı'ya karşı sorumluluklarının yani "AHLAKİ DEĞER" sahibi olma zorunluluklarının reddedilmesi anlamını taşır, diyor sanırım. 30.08.2024 

〰 

Seküler ahlak paradigması Allah'a ait otorite alanını reddeden dört temel yaklaşım geliştirmiştir. 

1- Allah'ın yerine "vicdanın otoritesini" benimseyen natüralist yaklaşım

2- İnsani irade otoritesini benimseyen Kant'ın eleştirel yaklaşımı

3- Toplum iradesini benimseyen Durkheim'ın toplumcu yaklaşımı

4- Tanrılaşmış insan yaklaşımını benimseyen Luc Ferry'nin humanist yaklaşımı 

BU dört yaklaşımın hepsinde de dinlerde zevk olarak tanımlanan insani ahlakileşme süreci meşakkate dönüşmüştür. 

Eşya, hayvan hatta tüm evren, insana teslim edilmiş şefkatle yaklaşmayı gerektiren bir emanet olmaktan çıkmış, sömürülecek, kullanılıp atılacak nesneye dönüşmüştür. 

Abdurrahman Taha, Seküler ahlakın Sefaleti, s:180 (kısaltılmış)

Seküler yaklaşımlar Tanrı'nın yerine her neyi koyarlarsa koysunlar sonunda PARA ve MENFAAT getirmeyen her şey; çöpe, atığa, lüzumsuza, kaybetmişe, tutunamamışsa, pisliğe, egemen için baş belasına dönüşür. Buna İNSANIN kendisi de dâhil diyor sanırım. 31/8/2024 

〰 

Aklın, Ahlak ile normatif bir yapıya bürünerek disipline olması, ahlakın, akıl ile normatif bir yapıya bürünerek disipline olmasından önceliklidir. 

Ahlak, AKLI bir alet ve mücerret bir vasıta olarak kullanmak suretiyle  bir sistem oluşturabilir. Onun kuracağı bu sistem beşeri olmayan (insani zaaflara göre değişmeyen-AHÇ) ve insana DIŞARDAN (tarafsız olan Tanrıdan-AHÇ) dahil olan olgular şeklinde olup tamamen teknik pratiklerden ibarettir. 

Abdurrahman TAha, Seküler Aklın Sefaleti, s :185 

Eğer Ahlak AKLA tabi olursa AKIL sürekli değiştiğinden (sabah başka akşam başka, bilince başka bilmeyince başka, tecrübeyle başka tecrübesiz başka, 10 yıl önce başka 10 yıl sonra başka, pozisyon değiştikçe başka, menfaat değiştikçe başka) AHLAK 'da sürekli değişmek zorunda kalacaktır. 

Sürekli değişen sınırları sistematiği normları olmayan bir ahlakın ise varlığından değil ancak YOKLUĞUNDAn bahsedilebilir. 

Ancak AKIL ahlaka tabi olduğunda hem AHLAK sağ kalır hem AKIL menfaatçiliğin, sınıılığın, gücün, iktidarın keyfine göre değişmeyeceğinden,  hayra yönelebilir, diyor sanırım.. 31.08.2024

〰 

Biri diğerini kuralları belirli bir sistematiğe kavuşturacaksa ahlak, akıldan önceliklidir. 

Nitekim ahlakilik insanın mahiyetini belirlemede, akıldan önceliklidir. 

Eğer Ahlaksız bir AKLIN, ahlaki akıldan daha mekanik bir akıl olduğunu kabul edersek - ki o tam anlamı ile bir prosedür aklıdır- o zaman insanın mahiyetini akıl ile belirlemenin manası kalmaz. BU durumda şu iki seçenekten biri söz konusu olur.. 

1- Ya insanın mahiyetini mekanik aklın dışındaki bir akıl ile tanımlayacağız. (Yani AKIL dediğimiz menfaat temin aracı değil de HAYRA giden zekâ olacak -AHÇ) 

2-Ya da insanın mahiyetini AKILDAN başka bir şey ile tanımlayacağız. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:186 

Ahlaklı bir topluluk rasyonel aklı çok gelişmiş olmasa da bir arada olabilir. Lakin AHLAKSIZ ama zeki insanlar menfaatleri bittiği anda bir arada olamazlar. 

ZEKİ ama ahlaksız yönetici, politikacı, hâkim, doktor, mühendisler TOPLUMA HAYIR getirmezler, TOPLUMLARIN başına beladırlar.

Bu yüzden AHLAK zekilikten önceliklidir. 

Eğer zekilik HAYRA götüren bir vasıta olmuyorsa ona İNSAN demek için elimizde yeterli delil de yoktur, diyor sanırım. 

Modern bilimin dayandığı önerme "insana dair her şeyin bilimsel bir açıklamasının olduğu ve bilimin her şeyi kuşattığı (bilebileceği-AHÇ)" önermesidir. 

Peki, insan diğer varlıklardan niçin belirli özellikleri ile farklı olmasın ki? Kaldı ki, bilim tam anlamı ile insanın özünü ve hakikatini çözebilmiş değil. İnsanın hakikatinin en azından belirli, yönleri itibari ile sonsuza kadar şaşkınlık uyandıracak bir muamma olarak kalmasının önündeki engel nedir?

Belki de bu Allah'ın kendi ruhundan üflediği, meleklerin önünde secde ettiği ve tüm isimleri öğrettiği canlıya, Kendi katındaki değerini hatırlatmak için bıraktığı yaratıcısına dair bıraktığı bir ayet, bir delildir.

 Abdurrahman Taha, Seküler Aklın Sefaleti, s:189

İnsan nasıl düşünür, nasıl akleder, nasıl hayal kurar, nasıl konuşur, nasıl unutur,  nasıl unuttuğunu hatırlar,  nasıl ümit eder, nasıl sever, nasıl merhamet duyar, uyku nedir, rüya nedir, konuşmak nedir, bağlantı kurmak nedir, çağrışım nedir, fedakarlık nedir, iman nedir, aşk nedir, sevgi nedir, nefret nedir, ruh nedir, CAN nedir, ölüm nedir? 

Gibi soruların bilim için hemen hemen hiç birinin cevabı yoktur. Hatta bazıları hakkında hiç bir TEORİ bile yoktur. Ancak modern bilim sanki bunların hepsinin cevabını vermiş, künhüne vakıf olmuş gibi davranır. 02.09.2024 

〰 

Her şeyi ortaya çıkarılmış, her şeyi keşfedilmiş bir insanın bizim bildiğimiz insan olması mümkün değildir. 

Çünkü insan kendi iç dünyasında, geleneksel tabiriyle BATININDA gaybı taşımak için yaratılmıştır. Oysaki modern dünyanın kurguladığı insanın gaybı yoktur. O bu haliyle beşerilikten çok cansız bir madde olmaya daha yakındır.

Seküler ahlak yanlıları her yönü ile keşfedilmiş bir insan tasarlamaya çalışmaktadırlar. Hâlbuki bu varlık, maddeden çok mana olan, eşya ötesi bir varlıktır. Bu anlamda seküler dinler hayat sahibi insandan çok kaskatı cansız bir varlık için tasarlanmış dinlerdir.

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:191

İnsanın maddi bir tarafı var; sonuçta etten, kandan, irinden, kemikten yapılmış bir varlık; 

İnsanın hayvani tarafı da var; korkularından kaçabiliyor, şehvetinin peşinde koşabiliyor;

Ama insanın bir de mana tarafı var; sevmek/sevilmek/takdir görmek, beğenilmek istiyor; şefkate muhtaç, tapınacak nesne arıyor, kendisine taptırmak istiyor; merhamet istiyor, göklere yükselmek istiyor, ölmemek istiyor, inanmak/inanılmak istiyor.

İnsanın İNSAN tarafı tanımlanamayan, ölçülemeyen, tartılamayan GAYBİ tarafına denk geliyor.. Onu sadece kan, deri, işkembeden ibaret sağa sola koşturan bir varlık olarak tanımladığımızda İNSANIN insan tarafı YOK Edilmek zorunda kalır, diyor sanırım.

〰 

Seküler ahlak yanlıları bütün dinların HAK olduğu ya da bütün dinlerin BATIL olduğu görüşü ile tüm dinleri aynı seviyeye indirme  görüşünün ardına sığınarak HAK din arayışını terk etmişlerdir.

Eğer bu böyleyse neden dinlere YENİ bir din ilave etmek istiyorlar? Alternatif olarak insanlara sundukları dini nasıl oluyor da HAK din olarak görüyorlar? 

Aslında bu onların, o kadar mağrur oldukları hatta gururları ile  aslında kendilerini TANRININ yerine koymuş oldukları anlamına gelmiyor mu? 

Eğer tüm dinler batılsa Uydurdukları yeni dinle batıla batıl ilave etmiş olmuyorlar mı? 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, S:191 

Toplumsal cinsiyet eşitliği projesine bakın: Eşcinsel ahlakının, cibiliyetinin en makbul Ahlak olduğunu iddia edip tüm toplumlara zorlamıyor ve kanunlarla dayatmıyorlar mı? Ailenin ölmüş bir kurum olduğunu, makbul olanın çıplaklık olduğunu, pornonun bir eğitim modeli olduğunu toplumlara ezberletmiyorlar mı? Okullarda cinsel eğitim adı altında utanma, ar ve hayâyı ortadan kaldıran çocukları erken uyarma/uyandırma dersi vermiyorlar mı? Lezbiyenliği, homoluğu, pedofiliyi, çocuk seviciliğini, ensesti, hayvan seviciliğini, fahişeliği, ırızpılığı ONURLU hayat diye pazarlayıp özendirmiyorlar mı? 

Bu durumda bu soru önemsiz bir soru mu? 

Seküler dinlerde değer tayin eden, kural koyan TANRI kim? 03.09.2024 

〰 

Seküler düşünürler insanları iyiliğe sevk etmeyeceği, kötülükten sakındırmayacağını düşündükleri dini merasimler, dualar ve zikirleri kapsayacak şekilde tüm ibadetlerden nefret ederler. 

Onların bu düşüncesinin altında Tanrı'nın dünyayı yarattıktan sonra inzivaya çekilerek insanları kendi işleri konusunda kendi başlarına bıraktığı anlayışı yatar. İbadete karşı bu nefretin sebebi yaratıcı ile yaratılan arasındaki ilişki konusundaki kara cehalettir. 

BU cehaletin sebebinin miladi 4. Yüzyılda norm haline gelmiş İsa Mesih'in Tanrılığı ile ilişkili enkarnasyon inancı olması yüksek ihtimaldir. Nitekim Seküler ahlak yanlısı enteljansiyanın hakim olduğu toplumlarda bu inancın, kültürün geneline nüfuz ettiği ve insanların zihinlerine kazındığı söylenebilir. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti s:191 

Enkarnasyon yani Tanrının insanda tecelli etmesi inancı Batı aydının bilinçaltını şekillendirir. Tanrı yeryüzünü yaratmış ve işlerini ruhlarına nüfuz ettiği bazı ÖZEL ve seçilmiş insanlara devretmiştir. 

Onlar Tanrısal seçkin özel varlıklar olarak yeryüzünde Tanrının temsilcisi hatta bizzat Tanrının kendisidirler. 

ATEİST olsalar bile bilinçaltları genelde SEÇİLMİŞ, ÖZEL olma düşüncesi ile işler. 

Dolayısı ONLAR TANRI insanlardırlar (HOMO DEUS). Tanrılar ibadet etmezler, onlara ibadet edilir. 

Onlara ibadet onlara itaat, mal, mülk, vakit, sağlık, para ve ÖMRÜNÜZÜ onlar için harcamanız şeklinde kendisini ifade eder. 

Dolayısı ile onlara para kazandırmayan İBADETLER ve lüzumsuz iş olarak telakki ve lanse edilir, diyor sanırım. 

〰 

Seküler akıllılar ibadet kavramını "ritüel" kavramı ile karşılamaktadırlar. 

İbadet için yapılabilecek en berbat niteleme sanırım budur. Bu demektir ki,  onlar ibadeti tekrara dayalı yapıla gelen törensel ibadetler ve sembolik işaretlerden ibaret saymaktadırlar. Onlara göre ibadet ile toplum birliğinin korunması ve kurgulanmış bereket olgusundan yararlanılması amaçlanmaktadır. 

Bunların akılları ENKARNASYONUN bu olumsuz etkisinden kurtulabilmiş olsaydı "Tanrı ile ilişki" ile "insanlarla ilişki" arasındaki farkı anlayabilirlerdi. 

Biz burada mücerred (salt, kuru) akılların asla idrak edemeyeceği ibadete dair özelliklerden bahsedeceğiz. Seküler ahlak yanlıları, bu özel idrak biçimini fark edemediklerinden Tanrı konusunda adil olma şansını yitirmişlerdir. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:192 

Seküler Ahlak yanlıları ibadetleri, toplumları yönetmek isteyen TANRI İNSANLARIN uydurup milleti oyalamak için ortaya koydukları ritüeller olarak değerlendirirler. 

Halbuki ibadetler KALBİ eylemlerdir ve kişi ile TANRI arasındaki ilişkiye dairdirler. Sekülerler İLAHİ zevkler konusundan habersiz olduklarından meseleyi anlamaktan çok uzaktırlar. 

Zeyl: Bir zamanlar yeni Müslüman olmuş Danimarkalı bir genç ile tanışmıştık. Gence "Neden Müslüman oldun?" deyince "Allah'u Ekber" demişti. Şaşkın şaşkın baktık. Anlamayınca açıkladı: 

Hastalanıyorsun, diyorsun ki "Allah'u Ekber, Allah Büyüktür. O biliyor, Orada.. Benden haberdar"

Başın sıkıntıya giriyor, "Allah'u Ekber, Allah büyüktür. O biliyor orada."

Baban ölüyor, "Allah'u Ekber, O biliyor, orada."

Gece yalnız bir yolda yürüyorsun. "Yalnız değilsin, Allah'u Ekber. O biliyor, orada." 

İnsanın her an sığınabileceği, ümit edebileceği birinin olması ne büyük nimet farkında değil misiniz? 04.09.2024 

İbadette asıl olan ibadetin yenilenmesidir. 

İbadet, seküler ahlak taraftarlarının vehmettikleri gibi rutin bir ritüelin tekrarlanması eylemi değildir...

İbadetlerin şekli boyutları zahirde sabit olsa da ruhani manalar; ibadetin her tekrar edilişinde tazelenir. Buna göre ibadetin akli yönü, kesintisiz bir şekilde yinelenen bir akıldır. 

Daha açık bir ifade ile ibadete ilişkin akıl, ibadet edenin geçirdiği değişime göre dönüşür. BU dönüşüm ve olgunlaşma için ahlak hiç bir şeye ihtiyaç duymadığı kadar ibadete ihtiyaç duyar. 

Çünkü ibadet, seküler ahlak yanlılarının inandığının aksine, ahlakın ibadet alanını genişletir. Aynı şekilde ibadetin yetkinliği ve kemalatı hedeflemesi nedeniyle ahlakın makuliyet alanını da genişletir. Yine ibadet, ibadete yönelik manaların sürekli yenilenmesi nedeniyle ahlaki değerlerin alanını da genişletir. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:195 

İbadetler, sürekli tekrarlanmaları ile kişinin Yaradan ile ilişkisini tazeledikleri gibi insanın kemalat ve olgunlaşma sürecini sürekli daha ileriye taşıma hedefleri ile ahlakileşme sürecini devamlı toplumun ve bireyin gündeminde tutarlar. 

İbadetlerin, boş zaman kaybı olarak görüldüğü seküler ahlaki zeminde ahlak ve erdeme dair sadakat, vefa, edep, haya, helal haram, namus, şeref, aile ve akrabalık gibi kavram ve bağların hızla çözülmeye ve insanın şehvetine engel olan BAŞ AĞRISI kavramlar olarak görülmeye başlaması bu tazelenmenin iptal edilmesi ve Yaradanla kurulan ahid ilişkisinin inkar edilmesinin doğal sonucudur, diyor sanırım.

〰 

Laik ahlak yanlılarının DİNİ RASYONEL (Menfaatini koruma seviyesindeki akıl-AHÇ) bir forma büründürmelerin bir sebebi de AKlın Tanrılaşma derecesinde kutsanması nedeniyledir. 

Aklın Tanrılaştırılmasının modernitenin alamet-i farikalarından biri olduğu tartışılmazdır. Bu nedenle modernite yanlısı bazı düşünürlerin dinden kopyalayıp AKIL kılıfını giydirdikleri ahlak sistematiğine yönelmelerinde şaşırtıcı bir yan yoktur....

Dinin kendisi ile bütünleştiği maneviyata dayalı akılda dinin hedeflerinden doğacak fayda (Üst toplumsal fayda) kati surette korunurken; seküler ahlak yanlılarının dinden aparttıkları ve ruhani içeriğini boşaltmak suretiyle yeni bir form kazandırdıkları akıl bu makasıda hiç bir faydası olmaz. 

Dolayısı ile ruhani içeriğini boşaltmak suretiyle dini, seküler şekilde rasyonelleştirme; gerçekte en yüksek aklın yerine en düşük aklın ikamesi işleminden başka bir şey değildir. 

Abdurrahman Taha, Seküler Aklın Sefaleti, s:197 

Seküler ahlak, Dinlerin ortak menfaate ve yüce değerlere dayalı  TOPLUMSAL ve insan neslinin faydasını hedefleyen değerlerinin bireysel tercih, menfaat ve şehvetlerin tatminine dayalı bir ahlak anlayışına indirgenmesidir, diyor sanırım. 

Emr-i bi'l maruf, nehy-i anil münker nekir'in (İyiliği emret kötülükten sakındır) ahlakının "SANA NE, BANA NE" ahlakına indirgenmesidir de diyebiliriz sanırım. 05.09.2024 

Bir şeyi rasyonelleştirme (menfaatini bilmek anlamındaki akılcılaştırmanın-AHÇ) ihtiyacı o şeyin içerdiği derin hikmeti ortaya çıkarmak değildir.

Tam tersine dışarıdan o şeye akli unsurlar ve vasıtalar ilave etmenin yolunu aramaktır. Bu unsurlar o şeyin söz konusu rasyonelliğin kendi içinde gerçekleştiği bağlamın dışında bir bağlama itilerek, otantik ve özgün konumundan kopartılması demektir. 

Nitekim modernite yanlısı düşünürlerin bir kısmının katıksız bir rasyonel form içerisinde dinden aldıkları ahlakı diledikleri gibi biçimlendirmeye çalıştıkları görülür. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:198 

Dinin Akla ve çağa uydurulması, o dinin hikmetini, derinliğini ve etkisini genişletme çabası demek değildir. Normalde o dinin kendi özgünlüğü içerisinde kabul edemeyeceği unsurları o dine sokma çabasıdır. 

Mesela VAROLUŞ mantığı faize düşmanlık olan dini, GÜNÜN aklına ve şartlarına uyduracağız diyerek FAİZLE barıştırmak gibi. Faiz dine girerken DİNİN varlık anlamını tartışmalı duruma düşürür, diyor sanırım. 

〰 

Seküler ahlak yanlılarını ahlakı, dinden ayırmaya iten 3 neden olduğunu düşünebiliriz 

1- Tarihsel dinin kendine has özellikleri nedeniyle takındıkları olumsuz tutum

2- Genel olarak dine karşı takındıkları olumsuz tutum

3- Rasyonelleşmeye başvurma eğilimi 

Bunların hepsi aslında VAHİY dinini devre dışı bırakmaya ve onun yerine bağımsız ve rasyonel ahlaki bir form içerisinde laik bir bir din ikameye etmeye yönelik projelerdir. 

Abdurrahman TAHA, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:199 

Seküler ahlak yanlılarının DİN ile AHLAKI birbirlerinden ayırma gayreti aslında DİNİ fakir ve güçsüzleri koruyan AHLAKI, erdemleri ve ortak menfaati bireysel menfaat ve şehvete kurban eden KEYFİYETÇİLİĞİN önünü açma projesi olarak ya da GÜÇLÜLERİN ahlakın ve erdemin sınırlarını belirlediği seçkinci bir DİNİN itikadı olarak okuyabiliriz diyor sanırım. 06.09.2024 

〰 

Kalbin ahlakileşmesi, fiziksel ahlakileşmenin (amellerin) ahlakileşmesinin esasıdır. 

Kalp ahlaki boyut kazandığında ameller de ahlaki bir yapıya bürünür zira insanın  organları kalbe tabidir.  Fakat fiziksel organların ahlaki boyut kazanması, kalbin ahlakileşeceği anlamına gelmeyebilir. Çünkü kalp organların emrinde değildir, organlar onun emrindedir. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:205

Abdurrahman Bey burada Dinlerin ibadetler vasıtası ile KALP / RUH terbiyesine önem verdiklerini, SEKÜLER hareketlerinse manaya/ruha/ KALBE inanmadıklarından dolayı ahlakı dışardan kanunlar ve eğitimle insana vermeye çalıştıklarını, ancak KALBİ terbiye olmadan organlara verilecek eğitimin işe yaramasının çok zor olduğunu söylüyor, sanırım. 

İnsanları papazların Cennette arsa satma numarasından kurtaracağız diye yola çıkar; insanlığı Porno, eşcinsellik, fahileşelik sektörünün PEZOLARINA yem edersiniz der gibi. 

〰 

Sonuç olarak biz bir hakikate ulaşmış bulunuyoruz. O da şudur: 

"İnsan yaratıcının varlığını, kutsal kitapları ve peygamberleri inkar etse bile yaratıcı (insana rağmen bile olsa-AHÇ) insanın insanlığını muhafaza eder. 

İster ıztırari (zorunlu yaptırılan) isterse ihtiyari olsun insanın ibadeti, ona ahlakileşmeyi bahşettiğine göre ıztırari ibadet, ihtiyari ibadet yapma konusunda ayak direyene insanlığın mahiyetini belirleyen ahlakileşmeyi verir. 

Bundan dolayı her insan, ıztırari taabbüdü açısından, yani mekanik olarak ibadete içkin bir varlık olması bakımından insanlık mahiyeti olarak korunmuştur. 

Iztırari ibadet yaratıcının, insana -insan yaratıcısını inkâr etse bile- bir ikram olarak bahşettiği en büyük lütuflardan biridir. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:208 

Yardımlaşma, paylaşım, fedakârlık, merhamet, şefkat, cömertlik, diğerkâmlık hatta deniz kenarındaki başkalarının çöplerini toplamak... Bunların hepsi eğer bir AHİRET varsa anlamlıdır. Ahiret yoksa hesap yoksa dünyevi anlamda HİÇ Bir anlamları yoktur. 

Ancak bu eylemlerde bir NEŞE vardır. İnsanlar diğerlerine yardım ettiklerinde, dertlerini paylaştıklarında, beraberce bir sıkıntının altından kalktıklarında KARŞILIKSIZ (adı konmasa da ALLAH için) bir eylem yaptıklarında kalpleri bir sürur ile dolar. BU mutluluk ve huzur duygusu ile inanmadıkları insanlığa yani dine ve Tanrıya farkında olmadan İBADET ve hizmet ederler. 

Allah onları inanmadıkları halde verdiği neşe sayesinde İNSANLIK dairesinde tutar, diyor sanırım. 07.09.2024

〰 

Haber kipi ile gelse de bazı ifadeler emir içeriyor olabilir. 

Ancak seküler ahlak yanlıları kendilerinin ya da kendi arzularının dışındaki kişiye itaat etmekten yüz çevirmiş olmaları nedeniyle emir kipine karşı tavır içerisindedirler. Tanrıdan ya da başkalarından gelen emirlere itaatin insanlığın başına gelen en büyük trajedi ve felaketlerin sebebi olduğuna inanmaktadırlar. 

Ancak seküler ahlak yanlılarının ahlakiliği Emir kipi olgusuna bağlamaları, meseleyi tam bir daraltma ve sığlaştırmadır... 

Abdurrahman Taha, Seküler ahlakın sefaleti, s:208 

Seküler Ahlak yanlıları zalim bir despotun emirleri ile Dinlerin Ahlak ve Erdeme dair emirlerini kör bir bakışla aynı kategoride değerlendirerek birine karşı çıkmanın diğerine de karşı çıkmak olduğunu varsaydılar. 

Çalma, yalan söyleme, öldürme, aldatma, namussuzluk etme emirlerini sadece EMİR olmaları nedeniyle öldür, çal, gasp et, dolandır emirleri ile aynı kefeye koydular, diyor sanırım.

〰 

Ahlaki eylemler, diğer eylemlerin aksine, ruhları olan suretlerdir. 

BU suretler, değerlerin ya da anlamların daha doğrusu ahlaki ruhların büründüğü kılık mesabesindedir. Bu kılık, söz konusu ruhani anlamların fiziksel olarak görülmesini engellese de gerçekte bu suretler, lafzın manaya delaletinde olduğu gibi söz konusu ruhani anlamlara delalet ederler.

... BU suretleri riyakarlığın ve ikiyüzlülüğün çokça bulaştığı RESMİ ritüel ve uygulamalar ile dini ibadetler ve geceler/bayramlar arasındaki dağlar kadar farkta hissetmek mümkündür.  

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:209

Bir insanın RESMİ olarak yaptığı eylem ile KALBEN kabul edip KULLUK diye yaptığı eylem arasında fark vardır. Devletin resmi bayramına giden biri ile sabahın seherinde kalkıp bayram namazına giden insanın eylemi aynı eylem değildir.

Bayram namazına giden, Allah için birine bir şey veren, menfaatine uymadığı halde doğruyu söyleyen, Allah için affeden insanın eylemleri; insanların GÖREMEYECEĞİ ama hissedebileceği manevi SURETLER giyinirler. Diğerlerinde ne ruh ne de mana vardır, diyor sanırım.

Zeyl: Tabi bunu pozitivizm ile beyni cendereye alınmış kitlelerin anlaması ve hissetmesi kolay iş değil. 09.09.2024

〰 

Ahlakileşme sürecine giren kişi, tıpkı diğer eşya gibi ahlakileşme vasıtalarının da kendi mülkiyetinde olmadığını, bunların gerçek malik olan Hak Teâla tarafından kendisine verilmiş birer emanet olduğunu bilir. 

İnsan ancak, en yüksek malik olan Allah'ın kendisine verilmiş emanetlere "nasıl davrandığını gördüğünün" bilincine ulaşırsa bu vasıtalara hakkı ile liyakat gösterebilir. 

Yine insan, en yüce şahit Allah'ın yaptığı işlerde onun sevdiği şeyleri yaptığını görmesini, sevmediği şeyleri yaptığını görmemesini hedefleyerek Allah'ı ahlakileşmede vasıta edinir.

Öyle ki davranışlarını daima bu şehadet terazisinde ölçer. 

İşte tam da bu bilinç; işlere, amellere, tasarruflara ihtiyacı olan AHLAKİLİK boyutunu katar. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:211 

İnsan kendini BİRİNE beğendirme ihtiyacı ile yaşar. Hamurunda bu vardır. 

Eğer beğenilme ihtiyacını Allah'a yöneltebilirse oradan AHLAK doğar.Eğer Allah'a yöneltemezse diğer İNASANLARA kendini beğendirebilmek için çırpınır dururken elindeki ahlaktan da, edepten de, hayadan da, imandan da olur, diyor sanırım. 

〰 

İnsanın yüce şahitliği gözetip ona göre davranması, en yüce şahidin gaybi alemden alemi ve insanı daima gözetmesi ile mümkündür. 

Bundan anlaşılıyor ki, ahlakileşme bir ölçüde emir ve yasaklarla ilgili olsa da modernite yanlısı düşünürlerin vehmettikleri gibi sadece onlarla sınırlı değildir. Yani ortada bir emir varsa orada ahlak da olacaktır, diye kesin bir hüküm koymak mümkün değildir. 

Ancak şehadet, görme ve gözetleme söz konusu olduğunda kesinlikle bir ahlak söz konusu olur.

Abdurrahman Taha, Seküler ahlakın Sefaleti s:212

Seküler ahlak yanlıların koyduğu yasaklar, insanların tepesinde kolluk kuvveti beklediği, sistemin yaptırım gücü olduğu sürece işler. Zira korkunun gücü ile insanların o kanunlara uymasını ve ahlaklıca davranmasını beklemek mümkündür. Ancak insanların gücü kanunları aşabilecek durumda ise ya da kolluk kuvveti ortada görünmüyorsa YASA çöker. 

Hâlbuki ALLAH her zaman gözetler, her yerde her an gözetler. Allah'ın yaptırımı için kolluk kuvvetine, jandarmaya ve polise ihtiyaç yoktur. 

O, ŞAHİTLİĞİ ile sadece YASAKLARI değil iyilikleri de şahittir. Yani sadece yasakları MEN etmez, iyilikleri de teşvik eder, diyor sanırım. 10.09.2024 

〰 

Modernite yanlısı düşünürler, daima ahlak ve ruh arasındaki bir fark olduğunu gözetme eğilimlerindedirler. 

Onların ahlak ile ruhu birbirinden ayırma yönündeki eğilimlerinin altında yatan ahlaka yönelik tasavvurlardır. Bu tasavvur ahlakı ruhtan kaynaklanan bir yapı olarak değerlendirmemekte, bunun insanın kendi süjesinden, yani insanın kendi özünden kaynaklandığını iddia etmektedirler. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:212

Kitab-ı Kerim "biz insana kendi ruhumuzdan üfledik" diye buyurulur. Burada insana üflenen RUH Aziz Kudretin sıfatlarıdır.

Biz AHLAK ve ERDEM olarak anlatılan vefa, sadakat, doğruluk, iyilik, paylaşım, cömertlik, edep, haya, namus, şeref, iffet gibi YÜCE değerlerin kaynağı O'dur.

Seküler ahlak taraftarları ise bunların insanın kendisinden, kendiliğinden, kaynağı olmaksızın türeyen sıfatlar olduğunu düşünür.

"BENİ" ve "KENDİNİ" değer kaynağı olarak kabul eden Seküler ahlakın evrildiği Post Truth (Gerçek Sonrası) dönemde seküler Ahlak taraftarları bu değerlerin DEĞER olmadığı, DİNLERİN uydurması olduğu, AHLAKIN da insanlığın ayak bağı olduğuna karar verdiler. 11.09.2024

〰 

Sözüm ona öncekilerin bulamadıklarını bulmuş (1400 senedir görülemeyeni görmüş, anlaşılamayanı anlamış-AHÇ) kimsenin aklına gelmeyen orijinal şeyler ortaya koymuşlardır. 

Ulemanın içtihatları ile kendilerinin Batıdan aparttıklarını, geçmiş alimlerin yaratıcılıkları ile kendi sabit taklitçiliklerini aynı kefeye koymaktalar. (Hatta kendilerini daha üstün olarak görmekteler- AHÇ) 

Onların moderniteden anlayabildikleri körü körüne Batılılardan okuduklarını ezberlemek ve ibarelerini kopyalamaktan ibarettir.

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:220

Batıdan okuduklarını sanki kendi düşüncesi, keşfi, içtihadıymış gibi sunmak, YENİLMİŞ ülke aydınlarının sağcısı, solcusu, dincisi, liberali, kavmiyetçisi için MİLLİ spordur adeta, diyor sanırım

〰 

Batının emirlerini kendi keşifleriymiş gibi toplumlarına taşıyan yerli aydınların bir kısmı kendi medeniyetlerinin birikimlerini, tarihini, geleneklerini ana hatları ile sadece zahiri olarak bilirler.

Onların zihin dünyasında, asli miras içindeki kökleşmiş ruh çoktan ölmüştür. Sanki bu medeniyetin içinde yetişmemiş başka bir kültürün içinde büyümüşlerdir. Onlar kendi toplumları için tealinin (gelişme) ve insani ilerlemenin tek yolunun Batıyı taklit olduğuna şeksiz şüphesiz iman etmişlerdir.

... Başkalarının tarihini referans alarak kendi tarihlerini yok saymış, kendini ve medeniyetini tarih dışına itmiş, Batının tarihini dünya tarihi olarak kabul etmişlerdir.

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:220

Kısaca yenilmiş ülkelerin "zihnen, kalben, ruhen yenilmiş, kendinden, tarihinden, örfünden, atalarından utanan aydınları "SÖMÜRGECİLERİN" emirlerini, geleneklerini, kültürlerini, dillerini, düşüncelerini, örflerini, tarihlerini, beğenilerini, zevklerini, modalarını yerli duygu diline tercüme ederek TOPLUMLARINA taşıyan BAtının GÖNÜLLÜ nüfuz ajanlarıdır, diyor sanırım.

Ne yazık ki İSLAMCISI, Milliyetçisi, Dindarı, Muhafazakarı, Komünisti DAHİ bu çok güçlü anafordan kendini kurtaramıyor. Zira Yenilmiş ülkelerde sadece SÖMÜRGECİ EFENDİLERİN kelimelerinin işitilmesine müsaade edilir. 13/09/2024

Zihnen köleleşmiş taklitçilerin FİKRİ taklitleri REKABETE dayalı bir taklit değildir.

Elbette kişi başkalarının ustalık derecesine ulaşabilmek için onu taklit edebilir lakin bu aynen kopyalamak şeklinde olmamalıdır zira nihayetinde insan taklit ettiğin aşmayı ve onu geçmeyi ister. 

Bunun için taklit ederken bile bağımsız olmak gerekir zira rekabet ancak BİRBİRİ ile EŞDEĞER iki taraf arasında olabilir. 

Ne var ki, fikri modernitenin zihnen köleleştirdiği taklitçiler, modernitenin ağababaları ile EŞDEĞERLİLİK bilincinden çok uzaktırlar. Zira onlarla asla rekabet edemeyecekleri konusunda derin bir aşağılık kompleksi içerisindedirler. Onları taklit ederken onların önüne geçmek gibi bir hedefleri olmadığı gibi onları alt edebileceklerine dair zerre kadar ümitleri yoktur. 

Hatta dinlerinin öğretilerini dahi sanki vahyin kaynağı onlarmış gibi onlara onaylatma ve beğendirme derdindedirler.

Abdurrahman Taha Seküler Ahlakın Sefaleti, s:222 

Ne kadar da tanıdık tanımlamalar. Size de öyle gelmiyor mu?

Zihnen köleleşmiş, kendine yabancılaşmış aydın sınıfına mensup olanlar taklit konusunda yekpare düşünülemez. 

Başka bir deyişle bunlar tek bir grup değillerdir bilakis hiyerarşik olarak 3 gruba ayrılabilirler. 

1- Doğrudan modernite düşünürlerini taklit edenler referans ve kaynaklarını onlardan alabilenler. Bunlar YABANCILAŞMANIN ve zihinsel dönüşümün ağababalarıdır 

2- İlk grubun etrafında toplanmışlar. Bu grup, batılı düşünürleri taklit eden ilk grubun reklamını yapmakla ve fikirlerini nakletmekle uğraşır. 

3- Bunlar taklitçileri taklit edenlerin çömezleridir. Bunların hocaları, Batılı entellektüellerin bu topraklardaki temsilcilerinin öğrencileridir.  BU tür taklitçilikte fikrin kaynağı ile arasındaki mesafe çok açılmış, fikrin kaynağına çok uzak düşülmüştür. Bunların, kaynağı görmeleri ve fark etmeleri mümkün olmadığından hocalarının kendilerine naklettiği düşünceleri kendi akıllarının ve parlak zekâlarının ürünü olduğunu zannetmeye başlarlar. 

Bu gruba ait taklitçiliğin çivisi çıkmıştır. Her ne kadar bu gruba dahil olan taklitçiliğin farklı yöntemleri olsa da , bu İslam toplumlarının şimdiye kadar karşılaştığı en vahim ve en berbat taklit formudur. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:222 

Taklitçilerin CİDDİ olanları fikirlerin kendilerine ait olmadığını BATILILARIN zihnimize kazıdıkları usullerin doğal sonuçları olduğunu bilirler. 

Taklitçilerin ahmakları ise bunları KENDİ fikri zanneder. Ona göre herşeyi PARLAK zekası ile kendi bulmuştur. 

Zeyl: Yeni ülkelerin yerli aydınlarının kendi toplumlarına Ruh, Enerji, DİRİLİŞ verebilecek herhangi bir ORJİNAL fikirleri yoktur. Batı sömürgeciliğinin 3. sınıf müsveddeleri olarak ADLARINI DUYURABİLMEK İÇİN kölelerin ipini tutan KÖLE AĞALARINA seslenerek, "sizin yerinize İPİ biz tutalım, siz yorulmayın" derler.

Kendilerine tayin edebildikleri pozisyon bundan ibarettir.

Alttaki karikatür bunu harika bir şekilde ifade ediyor sanırım. 14.09.2024

Zihnen köleleşmiş modernite taklitçilerinin Batı düşüncesine denk bir düşünceyi ortaya koyma konusunda tam bir ümitsizlik içindedirler. 

Gariptir ki, onlar böyle yüksek bir düşünceyi ortaya koymak yerine beklentileri sadece taklit ettiklerini tanımakla sınırlıdır. Öyle ki, kendilerini taklit ettikleri kişilere yönelik bu taklitlerinin, taklit ettikleri kişilerin onları tanımasına ve onların rızalarını kazanmalarına imkân tanıyacağını düşünürler. 

Onlar farkında değillerdir. Taklit ettikleri kişiler bu taklidin varlığı yüzünden onları tanımaktan çok bizzat kendilerinin onlar nezdinde tanınır olduğunu görmektedirler. 

Taha Abdurrahman, Seküler Ahlakın sefaleti s:223 

Kanadalı Profesör Wael Hallag Cabıri'nin "Arap AklınıN Eleştirisi" eseri hakkında Kant'ın ya da Weber'in "İslam'a uyarlanmış 3. sınıf türevini" okumak bana ya da İslam Âlemine ne kazandırabilir ki? Diye soruyordu. 

Sanırım burada sorun daha çok yenilmişliği sindirmiş kölelikle ilgili.

Zihnen de yenilmiş kölenin, hayattan uma bileceği en yüce başarı EFENDİSİNDEN alacağı "AFERİN" dir. Bunun için tüm ırkdaşlarını, dindaşlarını, kabilesini hatta kendi ailesini bile KIRBAÇLAYABİLİR.

〰 

Paradoksal biçimde 

Zihnen köleleşmiş taklitçiler, kendi medeniyetlerinin birikimlerine ve medeniyetlerinin öz inanç referanslarına muhalif olan dini literatürü aktarırken, bunları sağlıklı düşünen akılların kabul edebileceği evrensel bir düşünce olarak değerlendirmemişlerdir. 

Gerçekte bunlar kendilerinden nakil yapılanların kültürlerine özgü görüş ve düşüncelerden ibaret olup hiç bir şekilde onların dışındakileri bağlamaz. 

Abdurrahman Taha, Seküler ahlakın Sefaleti, s:225 

Bir abimiz İrtidat ettiğini duyurduğu halde Müslümanlara ve İslam'a sövmeye devam edenler için 

"Tamam İslam'ı terk ettin, hadi git nereye gidiyorduysan. Git o dine hizmet et, o dinin kutsallarını yücelt. Ama bir yere gitmiyor boşanmış kadının sürekli ESKİ kocasından bahsedip ona lanetler okuyup "Saçımı süpürge ettim, gençliğimi yedin" diyerek feryat ederek eski kocasını rezil edecek hikâyelere yeni hikâyeler ekleyerek içini rahatlatmaya çalışması gibi, hikâyeler yumurtlayıp duruyor. 

Gerçi şöhretini İSLAM satarak yapmış, satacak başka bir şeyi yok. Ne şaraptan anlar, ne kadından, ne sosyolojiden ne de ciddi felsefeden. Gitse, gittiği yere katkı verecek herhangi bir şeyi yok. Açığı YENİ kocasına eski KOCASINI kötüleyerek, ona küfrederek kapamaya, YENİ efendisine öyle yaranmaya çalışıyor," demişti. 

Sen inanmıyorsan inanma da niye başka insanların kutsallarını dağıtıyorsun? Onları nereye çağırıyorsun? Onlara ne vaad ediyorsun? O kutsalların boşluğunu neyle kapatacaksın? 

Kutsalları dağılan toplulukların sömürülmeye uygun, değerleri ve ahlaki yapısı dağılmış, şahsiyetsiz yapılara dönüştüklerini bilmiyor musun diye uyarıyor sanırım. 16.09.2024 

〰 

Kötü olan bir şeyin iyiye, iyi olan bir şeyin kötüye evrilebileceğini söylesek bile iyilik ile kötülük arasındaki uçurum, ilkesel olarak asla kapanmaz.

Bunun nedeni iyilik ve kötülük arasındaki asıl belirleyici kriterin insan aklını aşan ve iradesini önceleyen ilahi irade ile ilişkisi olmasındandır. Bu ilk irade insan davranışlarının nirengi noktası ve ölçüsü olarak insanlar açısından iyilik ve kötülük arasındaki farkın daimi olmasını sağlar. 

Fakat zihinsel olarak köleliğe alıştırılmış taklitçi aydınlar, İslam uygarlığının kültürel kodlarında bizatihi en yüksek irade olan Allah'ın iradesine göre şekillendirilmiş olan iyilik ve kötülüğe dair tanımlamaları reddederek referans aldıkları Batılı aydınların tanımlarına uygun şekilde iyilik ve kötülüğün göreceli olduğuna ikna olmuşlardır. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:235 

İslam toplumu SINIFSIZ toplumdur. Yani bu toplumda ruhban sınıfı, kurtulmuşlar sınıfı, ASİLLER sınıfı, ZENGİNLER sınıfı, İSTİSNALAR sınıfı yoktur.

 Dolayısı ile haram herkese haram, helal herkese helaldir. Peygamber dahi olsa.

Ancak BATI toplumu sınıflı bir toplumdur. ASİLLER yani TANRI insanlara helal olan pek çok şey serflere, köylülere HELAL değildir. Köylülere haram pek çok şey zenginlere HELALDir. 

BATI'DA zenginlerden beslenen ya da bizzat asil sınıftan olan AYDINLAR bu ayrımları fakirlere kabul ettirebilmek için kelimeler üretmek, propaganda yapmak, manipüle etmek misyonu ile de görevlidirler.

Meşhurdur ya; 

Zenginin nikâhsız ilişkilerine AŞK, fakirinkine ZİNA, 

Zenginin soygunculuğuna KOMİSYON/İHALE, fakirinkine HIRSIZLIK denmesi,

Bankanın mudiden para gaspına ücret iadesi, mudinin bankayı dolandırmasına 15 sene hapis cezası verilmesi gibi. 

Yenilmiş RUHLU yerli aydın da BATILI efendilerinin FARKLI olduğuna ikna olmuş dolayısı ile iyilik ve kötülüğü GÖRECELİ olarak tanımlamış, GÜÇLÜLERİN AHLAKIN yaptırımlarından muaf olduğuna toplumları iknaya çalışan kişidir, diyor sanırım. 

〰 

Aslına bakılırsa Yenilmiş ruhlu aydın tipolojisi  yavaş yavaş AHLAKA ve DEĞERLERE dair her türlü sabiteden kurtulmak ve bir sabitenin olmadığını ispat etmek amacıyla GÖRECELİLİK (Sana göre, bana Göre dini) inancına sarılmaktadırlar....

Halbuki sabitelerini İlahi akıldan alan ümmetin dininde AKLIN ilkesel bir tutarlılık içinde olduğunu; başkalarının dininde (SANA GÖRE, BANA GÖRE dininde-AHÇ) ise arzulardan (sosyolojik, psikolojik ve maddi menfaatlerden, çıkarlardan, duygusal yükselip alçalmalardan, günlük modalardan, basından, TV'den, Sosyal Medyadan) kaynaklı ideolojik sapmaların olduğunu göremeyen AKIL, aslında AKIL DIŞI bir unsurdur. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:237

Aklın sabah başka, öğle başka, 10 yıl önce başka, şimdi başka, 10 yıl sonra başka, okuyunca başka, öğrenince başka, daha farklı öğrenince daha da başka olduğunu;

MENFAATİN; arzuların, şehvetin, korkuların, ümidin, nefretin, kıskançlığın, intikamın, kibrin baskısı altında sürekli değişebildiğini anlayamayan, fark edemeyen bir AKLIN, GÜVENİLMEZ bir Akıl olduğunu anlayamayan biri ile tartışmanın, müzakere ve mütalaa etmeye çalışmanın bir faydası var mı? diyor sanırım.   

Zeyl: Görsel, zamanının aklında "annelerine bebeklere en faydalı sigaranın MARLBORO olduğunu söyleyen bebekler" reklamı.  17.09.2024 

〰 

Köklü iki terim olan "ibadet" ve "menasik" kelimelerinin yerine Yunancadan uyarlanmış "ritüel" kelimesinin yerleştirilmeye çalışılması düşüncenin kasıtlı fakirleştirilmesine iyi bir örnektir. 

Burada ibadet kelimesinin yerine Ritüel kelimesinin yerleştirilmesi ile sadece eylemin manevi ve ilahi boyutu zihinlerden silinmeye çalışılmıyor aynı zamanda Dinlerin içleri boş uyduruk tekrarlanan anlamsız hareketler olduğu iddiası da içeri taşınıyor.

Zihnen yenilmiş taklitçi aydınlar -fark ettirmeden- okuyucularına dinin geriye kalan bütün rükün ve esaslarının içinin boş olduğunu ima etmekte ve son tahlilde başkalarını taklit etmek suretiyle içlerindeki nefreti kusmaktadırlar....

Bu yöntemle vahiy edilmiş kitaplar ve rivayet edilmiş hadislerde şüphe uyandırmak, inanç ve ibadetleri anlamsızlaştırmak ve peygamberleri, kötü imajlarla sunmak suretiyle ağababaların (Büyük Sömürgeci müsteşriklerin-AHÇ) din konusunda oynadıkları oyunu İÇERDEN oynamaktadırlar. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:244 

Müsteşrikleri biliyoruz; onlar ecnebi idiler, gavurdular, BATI sömürgeciliğini meşrulaştıran, kitlelerin zihinsel ve ruhsal dirençlerini kıran kelimeleri ve ideolojileri bize taşıyorlardı. 

Bunların da kelimeleri, usulleri, iddiaları aynı lakin üstlerinde Müslüman libası var diyor sanırım. 

Zihnen yenilmiş taklitçi aydınlar şiarların (ülkü, ilke) ile ruhani boyutun etle tırnak gibi olduğunu, başka bir ifade ile dinlerin ibadet sistematiği ile ruhani boyut arasındaki ilişkiyi fark edememişlerdir. 

Ruha özgü eylemlerin harekete geçirilmesi, bir taraftan ibadetlere deruni manalar katmakta, diğer taraftan insanın, içine hapsolduğu salt akılcılığın dışına çıkmasına ve hayatın içinde mana ile birlikte bir akılcılığa ulaşmasına imkan vermektedir.

 Dini şiar ve ibadetler ile ruhani değerler sisteminin iç içe geçmiş birbirini tamamlayan yönünü idrak edemeyen kimseler, dinin hakikatlerinin de çoğunu idrak edememektedirler. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:244 

Dini bayramlar ile milli bayramlar ya da Kandil geceleri ile sevgililer günü, anneler günü, babalar günü arasındaki farkı göremeyenler; onların arasındaki toplumundaki işlevi fark edemeyenler, toplumdaki sağaltıcı, onarıcı, tamamlayıcı, bir araya getirici maneviyatı fark edemeyenler için kabotaj bayramı ile ramazan bayramı arasında fark yoktur.

 Topluma, dine, ahlaka, peygambere, insana da bu mesafeden bakarlar diyor sanırım. 

〰 

Mesele Hurafe OLMASI mı? 

Şiar (ülkü birliği) ve ibadetler (özellikle toplu ibadetler-AHÇ) topluluğun yaratıcı ile bağını kuvvetlendirdiği kadar kendi aralarındaki bağları da kuvvetlendirir. 

Bu nedenle toplumun dini beraberlikleri istikrarsızlaştırılmadıkça dinin sadece özel alana mahsus bir olgu olduğu düşüncesi toplumda tutunamaz. 

Sekülerizmin yolunu açabilmek için Zihni köleleşmiş taklitçi aydınlar toplumu gafil avlayarak dinin şiarlarını ve ortak ibadetlerini değersizleştirmekte, bunlarda başarılı oldukça da AÇIKÇA bunların HURAFEDEN ibaret olduğunu ilana başlamışlardır. Onlara göre mutlaka bu hurafelerden yakayı kurtarmak gerekmektedir.

 Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın İflası, s:245 

Ortak hedeflerin tekrarlandığı, insanların sevgilerinin tazelendiği, omuz omuza olmanın manevi hazzının alındığı, berber olmanın gücünün hissedildiği bayramlar, kandil geceleri, zikir meclisleri, mukabeleler, mevlidler, cenaze merasimleri vs’.ye YAPILAN saldırının ASIL sebebi bunların hurafe olması değildir. Eğer öyle olsaydı Kur'an'da Allah'a ve Resulüne savaş açtığı ilan edilen BANKACILARA, kumarcılara, lotocu, totocu, milli piyangoculara savaşılırdı. 

Ancak hiç bir bankacıya Kandil gecelerine açılan savaşılmamıştır. 

Bunun sebebi Müslümanların BİRLİKTELİĞİNİ tazeleyen bu toplanmaların seküler dayatmalara, devletin bireyselleştirme politikalarına olan direnci tazelemesi, onu yenilemesidir, diyor sanırım. 19.09.2024 

〰 

Tuhaf olan şudur: 

Modernite düşünürleri insanın ölümüne ilişkin düşünmekten ısrarla kaçarlarken buna karşılık seve seve Tanrının ölümü problemine ciddi şekilde kafa yormuşlardır. 

Hatta bu konuyu sanki ancak tanrı ölürse insan için bir hayat söz konusu olabilecektir. (Bu yüzden Tanrının ölümünü adeta sevinçle kutlamışlardır-AHÇ) 

Ve şimdi geç modernite döneminde bu düşünürlerin devamları İNSANIN Ölümünü ilan ediyor (ve bunu kutlamaya hazırlanıyorlar.-AHÇ) 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:249 

Zihnen yenilmiş yerli aydınların özellikle toplu yapılan ibadetleri değersizleştirmelerinin sebebi Dİn ve DEVLETİN birbirinden ayrılmasını dayatan LAİKLİK DİNİ için insanları mü'min yetiştiren cemaatler yerine vatandaş yetiştiren kurumlara yönlendirmektir. 

Onların sonraki adımı modernitenin, insanların tüm sorunlarını çözecek bir olgu olduğuna inandırmaktır. Eğer bu başarılabilirse insanlar için TANRI'yı inkâr etmek kolaylaşacaktır. (Zira bilim her şeyi çözecekse Tanrıya ihtiyaç kalmıyor demektir-AHÇ) Bu gerçekleşirse dindarlığa dair izler toplumdan silinecek geriye bir şey kalmayacaktır. 

Bu da gerçekleşmişse toplum yaratıcı TANRIYI bırakıp enteljensiyaya (Patronlara, Bilimadamı denen PATRONLARIN pazarlamacılarına, uzmanlarına, devlet büyüklerine, MEDYAYA, FACE'e, Şarkıcılara, Topçulara, Toplara..-AHÇ) tapınmaya başlamışlar demektir. 

Bu da yaratılmışların diğer yaratılmışlara tapındıkları bir düzene dönüş anlamına gelecektir. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:247 

Tanrının inkârı insanların HÜRR kalması için değildir. Zira insan tapınmadan var olabilecek bir varlık değildir. 

Tanrı ortadan çekilmedikçe insanların küreselcilere, Bili bili gatise, Lidere, şehvete, BANKACILARA tapınması mümkün olmuyor. Modernitenin Tanrı'ya olan düşmanlığının altında asıl sebep budur, diyor sanırım. 

〰 

... buna itiraz etmek için bir Budizm'in yaratıcı bir Tanrı inancı olmamasına rağmen kendi iktidarından ve kendi benliğinden sıyrılabilme yeteneği verdiği iddia edilerek itiraz edilebilir. 

İnsan eşyayı ya bir yaratıcıya ya da yaratılmış bir varlığa nispet etmek zorundadır. 

İnsan, varlıkları ancak bir yaratılmışa nispet etmediği an yaratıcıya nispet edebilir. Bu denklemin mefhum-u muhalifi olarak insan varlıkları yaratıcıya nispet etmediğinde de bunları yaratılmış olana nispet etmek durumundadır. 

Ancak Budist kendi benliğinden ya da ben'in iktidarından sıyrılabilse bile bu onu yaratılmışların iktidarından oluşan bir dairenin içinde bırakır. 

Abdurrahman Taha Seküler Ahlakın Sefaleti, s:251 

Bir yaratıcıya ulaşmak için kendini arındırma fikri olmadığında kişi kendini arındırmaya yönelik bir düşünceye girse de bu düşünce insani seviyede kalmak zorundadır. 

Bu nedenle olsa gerek Budizmin verdiği manevi hava en alttakilerin arasında işe yarayabilirken kişinin parası, malı, mevkii, namı, cahı arttığı an görünmez hale gelir. Hatta bugün tüm Budist tapınaklarının ibadethane olarak değil Müze, AVM ya da Galeri işlevi görmesi; Budist ibadetlerin, zengin kesimin çerezi olması sanırım bundandır. 

Bu tür seküler ahlak yanlılarına göre,aşırı TÜKETİM ile baş edebilmenin tek yolu bazı riyazetlerle mümkündür. 

Halbuki bu spirütüel anlayışlar nefsin hevaları ile birleşen mülk edinmeyi referans alırlar. Yani TÜKETİM aslında bir şeye sahip olmanın, ona hükmetmenin (nefs-i emmare- Tanrılaşma temayülünün) dışa vuran yüzüdür. 

Spirütüalizmin kendisi de tüketim kategorisinin bir parçası ise modern tüketim zincirini nasıl kıracak? Bu mümkün değil. 

Bu yüzden egemenliğe dayalı spiritüalizmin yetersizliği daha güçlü ruhani sistemler arayışını gerektirir. 

Abdurrahman TAha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:254 

Yemek, karın doyurma ya da beslenme ihtiyacını gidermek için değildir. Tıpkı kullan at kültüründe ya da gösterişte olduğu gibi bir şeyi MÜLK edinme, onun üzerinde hakimiyetini ilan etme, çevreye İKTİDARINI gösterme aracıdır. 

Bu anlamda Modern kültürde VAR OLABİLMEK o yapının içinde KENDİNİ önemli hissedebilmek için TÜKETMEK zorunda kalırsınız. Bu noktada seküler spiritüel çağrıların TÜKETİM kültürüne karşı çıkabilmesi, İSRAFI engelleyebilmesi mümkün değildir. 

çok daha kuvvetli bir motivasyon aracı gerekir, diyor sanırım. 

"Suyun kenarında bile olsanız israf ETmeyiniz" gibi...  23.09.2024 

〰 

Ruhu arındırmaya dayalı ruhani sistemler tüketmek için tüketen, tüketim arzularını kışkırtan bunun neticesi tüm dünyayı çöp dağına dönüştüren salgını önlemede çok daha etkilidir. 

Ancak seküler aydınların akıllarına bir türlü ruhani değerler sistematiğinin etkinliği üzerinde kafa yormak ve bunun peşine düşmek gelmez. Zira ruhani değerler sistematiğinin dine dayanması onların işine gelmediği gibi ibadete dayalı vazife ve sorumlulukları yerine getirme gücünü de kendilerinde görmemektedirler. 

Aslında bu akla dayalı bir ideolojiyi değil arzu kaynaklı bir ideolojiyi öncelemekten başka bir şey değildir. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın sefaleti, s:254 

Dinlerin reddi bireysel ve toplumsal olarak daha güzel insanlar yetiştirmekteki başarısızlığından değil, Şehvete, arzulara, kibre ve hırsa gem vurmayı talep etmesindendir. BU anlamda REDDİYE akli gibi görünse de şehevi bir reddiyedir, diyor sanırım. 

〰 

Zihnen yenilmiş ve köleleştirilmiş taklitçi aydınlar Batılılaşma yolunda yolculuklarını sürdürürken hayatın çeşitli alanlarında bilimsel ve teknolojik gelişmeye bağlı olarak daha öncekilerin hesaba katmadıkları farklı problematikler ve değişimlere dair Batılı düşünürlerin asli literatüründeki modernite ile yüz yüze gelirler. 

BU problemler öncelikle modernitenin amaç ve beklentilerinin, başka bir deyişle maksadının karşıt bir noktaya varacak şekilde değişmesi, modernitenin değerler paradigmasının değişmesine paraleldir. 

Nihayetinde yenilmiş taklitçi düşünürler öyle bir noktaya gelirler ki Homoseksüelliği ve lezbiyenliği bile anayasal olarak korunması gereken meşru ilişkiler olarak saymaya bile başlarlar. 

Abdurrahman Taha Seküler Ahlakın sefaleti, s:256 

Zihnen Yenilmiş ve köleleştirilmiş YERLİ AYDIN kendi değerleri ile gerçek bir ilişki kurabileceği zeminini kaybetmiştir. Bu noktadan sonra BAtı Sömürgeciliğinin doldurup doldurup KENDİ HALKINA karşı sıktığı kültürel bir silaha, SÖMÜRGECİLER karşısında direnen değerler ve erdemleri yok etme timine dönüşştür, diyor sanırım. 24.09.2024 

〰 

Zihnen yenilmiş taklitçi aydınlar tıpkı civcivlerin ağzı açık annelerinden yem gelmesini bekledikleri, geleni de hemen yuttukları gibi Batıdan gelen her şeyi yutmaya hazır beklemektedirler.

 Bu nedenle acizliklerinden ya da korkularından açıkça onaylayamadıkları veya ağızlarına almaya cesaret edemedikleri pek çok şeyin bir müddet sonra temsilcisi olurlar. 

Bunların aklına şaşarım zira onların önündeki fikri alternatifler kapısı kapatılmış, bir daha açılmamak üzere kilitlenmiş, başkalarından nakledilmiş düşünceler vazgeçilmez birer ödev haline gelmişlerdir. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:257 

Geçen internet fenomeni bir beyefendi "İnsanın Tapınma ihtiyacı var. Bunu doğruyu aramaya yönlendirmeli ve BİLİM'e güvenmeliyiz" gibi bişiler söylüyordu. 

Yukarıdaki metni okuyunca o geldi aklıma . 

Bilimi TANRı ilan edinmişti. Halbuki bilim, çok uzun süredir Kapitalistlerin Palyançosudur. Sadece KAPİTALİSTLERE hizmet eder. Atom bombasını da, gelişmiş diğer silahları da İNSANLIK için değil onlar için patlattılar. 

Ahlaki konularda Değerler konusunda HİÇ BİR fikri yoktur. Hatta  hiç bir önermesi de Yoktur. Namuslu namussuz, yalancı doğrucu, sahtekar, tefeci, helal kazanan, cömert, pinti, yardımsever, egoist, bencil, zalim davranışları ne tavsiye edebilecek ne reddedebilecek bir irfana sahip değildir. Ahlaklı ya da ahlaksız arasında en küçük bir farkı dahi olumlu-olumsuz tanımlayamaz

Vefa, sadakat, iffet, cesaret  kelimeleri sözlüğüne hiç girmez. 

En büyük toplumsal acılar karşısında önerebileceği ANESTEZİ yada uyuşturucudur. Dertlerin paylaşılarak azalacağından habersizdir. 

Zira konusu değildir. Aklı işlemez

Pencerenden atlayan birinin kaç km hızla yere düşeceğini hesap edebilir ama o eylemin ahlakiliği konusunda önermesi olamaz. 

Bilim TANRISI Modern dönemin üç YÜCE tanrısından biridir. VATAN, DEVLET ve BİLİM. üçünü de POST modern Dönem eleğe çevirmiştir. Bilimin Tapınakları Üniversitelerin post modern dönemde BİLİM üretme merkezleri olmaktan çıkıp toplumsal rantın dağıtım merkezlerine dönüşmeleri bu eleğe çevirme işi ile ilgilidir. 

20. Yüzyılın bu YÜCE ve sorgulanamaz Tanrısı -aşı pazarlamacısı Filim İnsanları- Pandemi döneminde en alt tabaka kuru kalabalıklar tarafından bile REDDEDİLDİ ve BİLİM İNEĞİ ayaklar altına alınarak emirleri reddedildi.  

Şunu Akılda tutmak lazım: Yerli Aydın, BATININ sömürgeci UŞAĞIDIR. Onun emirlerini kendi toplumlarının DUYGU diline tercüme eden mütercimlerdir. ŞÖHRETLERİNİ bunun üzerinden yaparlar 

Aynı bu beyefendi gibi Batı’da 19. yüzyılda ÇOOOKTAN ölmüş ideolojileri sanki matah bişiymiş gibi Toplumlarına taşırlar. Aklına bu ideolojileri sorgulayabilmek gelmez. 

Hinli Gayatri Spivak Hanımefendiyi saygı ile anıyorum 

〰 

Biz modernitenin durumunun bütün farklı toplumlarda birbiriyle aynı olduğunu farz etsek bile beklenen bu aynileşmenin gerçekleşmesinden önce mantıklı olan, her toplumun moderniteye dahil oluş biçiminin kendi kültürel kodlarının tayin ettiği özel metotlar çerçevesinde farklılığını incelemeyi gerektirir. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın sefaleti, s:258 

Seküler DİNLER, Tanrılı dinleri insanların AKILLARINI ve iradelerini  teslim alarak KÖLELEŞTİRMEKLE suçlar. 

Ancak Modernitenin ve sekülerizmin girmesinden önce BİN türlü farklı hali olan toplumlar (farklı konuşan, hisseden, giyinen, üreten, yiyen, içen, zevklenen, süslenen, seven, nefret eden, mimarisini ve sanatlarını var eden toplumlar sekülerizmin ve modernitenin girmesinden sonra TEK tip giyinen, tek tip düşünen, tek tip evlerde, şehirlerde, caddelerde oturan, tek tip mimiklerle konuşan, tek tip zevklenen, süslenen ve sadece İngilizce konuşan FOTOKOPİLERE  dönüşmeye başlarlar. 

Geleneksel cemaatlerden neş'et eden, üretilen, yaşayan BİN türlü sanat seküler BATILI toplumlarda ancak MÜZELERDE var olabilir. YARATICILIKLA birlikte SANAT ta çöker.  

Yenilmiş taklitçi Seküler Aydının bu konu üzerinde düşünebilmek gibi bir yeteneği yoktur, diyor olabilir. 25.09.2024 

〰  

Bizim zihinsel olarak yenilmiş taklitçilerimiz mutlak (HAK) ve ebediyete (ölümsüzlük) bağlı kavramlar ve değerler yerine görecelilik (nisbiyyet) zamansallık ya da başka bir ifade ile tarihsellik kavramını yerleştirirler. 

Onlar mutlaklığa bağlı değerleri inkâr etmekten hiç gocunmazlar. Zira onlar her şeyin göreceli, her şeyin zamansal ve tarihsel olduğuna inanmaktadırlar. Bu nedenle kendi vatandaşlarını da görecelilik, zamansallık ve tarihselciliğe çağırmaktadırlar. 

Abdurrahman Taha, seküler Ahlakın Sefaleti, s:259 

Batı insanlığın sudaki bakteri iken solucana dönüşğünü sonra sudan çıkıp ayaklar edindiğine ardından ayakları üstüne kalkıp konuşur hale geldiğine ardından beraberce yaşamak için ahlaki kurallar, ahlaki kurallar için de bir Tanrı ve Tanrılar ürettiğine, sonra uygarlıklar medeniyetler kurduğuna ve insanlığın en gelişmiş modeli olarak BATILI insanı ürettiğine inanır. 

Yani Hak, Adalet, Ahlak, erdemler her şey TaRİH içinde ihtiyaca göre icad edilmiş şeylerdir. ASlında MUTLAK bir gerçeklikleri yoktur. 

Bu yüzden geçmişte GÜNAH olan TEFECİLİK bugün Gerekilik, Avrupa'da yasak olan ÖLDÜRME Filistin'de zorunluluk, BAtı'da ahlaksızlık olan HIRSIZLIK, GASP, ALDATMA sömürgelerde ERDEM olarak tanımlanabilir. Zira her şey zamana ve ihtiyaçlara göre yeniden tanımlanmalıdır. 

Aslında bu MUTLAK HAKİKATLERE sahip, tarihin ilk anındaki erdemleri son anda da muhafaza etmeye çalışan ve bir AHİRET düşüncesine sahip olan DİNLERİN reddi ile gidilmesi zorunluluk olan BAŞLANGIÇ noktasıdır. 

Güçlünün dediği OLUR... Zira TARİHİ, ihtiyaçları ve istisnaları o belirler. 

BArbarlık çağına dönüş, diyordu buna Wael Hallaq sanırım. 

〰 

Zihnen köleleşmiş Taklitçi aydınlar kendilerini ciğeri beş para etmez taklitçiler konumuna koyma pahasına kendi medeniyetlerinin kültürel, ahlaki ve ruhani birikimini eleştirirken Batılılardan aldıkları ilk argüman "kültürel değerlerin" köhne aktarımı teorisidir. 

Onların köhne aktarım dedikleri ruhani değerler sistematiği FITRATI referans alan i'timani değerlerdir. BU hafıza ilk misakın (kalu bela) hatırasını yani "emanet" sırrını içinde taşıyan ruhi melekelerden ibarettir. Dolayısı ile bu İNSANİ TEMEL hafızada yer eden hiç bir şey kesinlikle köhneleşmez ve eskimez. Çünkü TEMEL HAFIZADA bulunan bu değerler ezel âleminden gelmiştir.

Zihnen köleleşmiş ezik taklitçiler bu hafızayı gözleri ile görmediklerini ve beş duyu ile hissetmediklerini, dolayısı ile bunun apaçık bir uydurma olduğunu söylerler. 

Bu iddia bu eziklere hiç bir şey kazandırmaz. Çünkü biz nice yaptığımız, söylediğimiz, hissettiğinmiz, peşine takılıp gittiğimiz şeyi ne görür ne de beş duyu ile ölçebiliriz. Ancak inkâr edilemez şekilde onların etkilerini hissederiz. Mesela BİLİNÇALTIMIZ böyledir. 

Abdurrahman Taha Seküler Ahlakın Sefaleti, s:263 

〰 

Zihnen yenilmiş köleleşmiş taklitçi aydınların, görecelilik ve tarihselcilik bağlamında "Dünya, değerler konusunda tutarlı bir gelişmeye şahit olmuştur. Yani değerler değişmekte ve bu değişim insanlığın sonuna kadar da devam edecek." sözü de makul bir söz değildir. 

Zira biz insanın gelişmişlik düzeyi olan en son zirve noktasına gelmiş olduğunu farz etsek bile, insan, suret ve ruhtan müteşekkil bir varlık olmaya devam edecektir. Dolayısı ile son dinin sabit ve semantik belirleyici ilkelerini ilgilendiren sıfatları üzerinde barındırmaya devam edecektir. Bu itibarla son dinin değerlerine ilişkin bir köhneleşmeden söz edilmez. Zira hiç bir gelişme bu değerleri devre dışı bırakamaz.

 Çünkü bu değerleri devre dışı bırakan, suret olarak  insanlığını koruyor olsa da insanlıktan çıkmıştır. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:264 

"Kişiye kendi emeğinden başkası yoktur" diyerek ZENGİNİN fakiri köleleştirMEMEsini İNSANİ TEMEL bir ilke olarak koyar İSLAM. 

Ve hırsızı, dolandırıcıyı, sahtekarı, TEfeciyi, bankacıyı, RANTÇIYI (kiracı ağasını) HARAMZADE ilan eder.

Taaa ilk günde de, SON günde de HARAMZADEDİR o. 

Modern zamanların GÖRECELİ tarihselciliği, BATI sömürgeciliğinin bir uzantısı olan tefeciliğe, paradan para kazanmaya, paranın tekellerin eline yığılmasına, kuzey güney gelir uçurumuna iTİRAz edemez. Tam tersine sömürüyü meşrulaştırmak için TEMEL ilkeleri reddeder. 

Fıtri KODLAr, güçlünün, güçsüze ettiği ZULMÜ YASAKLAR "bu zulümdür" der. MODERN GÜÇLÜLER "Batılı olmayanlar insan değillerdir" diyerek GAZZE'deki gibi katliamları onaylarlar. 

Zira onlara göre ERDEMLER görecelidir, ihtiyaçlara ve zamana göre değişirler. Batının şimdiki ihtiyacı Lübnan'da katliam yapmaktır. Gibi şeyler söylüyor sanırım. 

Zeyl: Beyrut'ta 2 gün önce İsrail tarafından BATININ desteği ile toptan yok edilmiş bir aile.

 〰 

"KALU Bela" ile simgeleştirdiğimiz asli ruhani değerler, gerçekte kurucu değerlerdir. 

Başka bir ifade ile bu değerler, diğer değerlerin kendisini referans alacağı ilk ve TEMEL asıllar konumundadır. .. 

Yeni ortaya çıkan ve çıkması muhtemel değerlerin, asli değerler üzerine inşa edilebileceğine dair bir yol bulduğumuzda asli değerleri kabul ettiğimiz gibi bu yeni değerleri de kabul etmek durumundayız. Eğer yeni, değerlere kadim değerlerden referans bulamıyorsak hiç hayıflanmadan bunlardan vaz geçebilmeliyiz. 

Zira mutlak olarak kurucu değerlere ilişkin hiç bir köhneleşme ve eskime söz konusu olamaz. Çünkü bunlar gerek meşruiyet, gerekse makuliyet açısından diğer değerlerin varlığı için ASIL konumundadırlar. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:265 

Hz Peygamber biatı ya Hz Musa Aleyhisselamın 10 emri veya Hz. Nuh'un 7 emri gibi TEMEL değerleri inkâr ederek bir yapı kurmaya kalkmak YENİ bir yapıyı getirmeyeceği gibi olanı da YOK etmekten başka bir işe yaramayacaktır. 

Nitekim Batı medeniyeti bunları reddettiği 400 YIL boyunca bu değerlere tek bir değer ekleyemezken şu an bunların tamamının altını oyan hatta bunlara düşman olan bir yere gelmiştir, diyor sanırım.  27.09.2024 

〰 

Fiillerini gerçekleştirirken Allah'a yani diğer varlıklara karşı sorumluluklarını kendi menfaatlerine önceleyen bir kişi ile bakış açısı diğer varlıklardan nasıl faydalanacağı üzere şekillenmiş, tüm eylemlerini menfaatleri doğrultusunda yapan kişi aynı olabilir mi? 

Değerleri, erdemleri tek bir noktada (Allah Rızası-AHÇ) bir araya getirebilen böylesi bir değerler sistematiği ile hiç bir şey boy ölçüşemez. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:266 

Filistin'de, Irak'da, Afganistan'da, Rusya'da, Çin'de hatta Türkiye'de Batı sömürgeciliğine ve kültürel saldırılarına direnen TEK unsurun Müslümanlar olması, RABBE karşı sorumluluk bilinci ile menfaatine, şehvetine, keyfine, "BANA GÖRE, SANA GÖRE"ye tapan kafa arasındaki farka işaret ediyor olabilir mi? 

İktidar hırsı içinde yanıp tutuşan muktedirleri bütün bunlara yönelten şey, nefislerine çöreklenen ve her şeyi ele geçirmeye çalışan egemenlik şehvetidir (Nefsi emmare-Tanrılaşma temayülü). 

Ancak Batılı ideolojilerle beslenen yenilmişler bu egemenlik şehvetinin bütün davranışlarını içine alacak şekilde her şeyi kontrol altına aldığının farkında değillerdir. Hatta bazen bu gerçeği inkâr bile edebilirler.

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:269 

Seküler Ahlak yanlısı yenilmiş taklitçiler insanın, insanı kontrol altına alan bazı güdülerinin, zaaflarının, sıfatlarının olduğunu, bunların kimi zaman kişiyi işgal ettiklerini anlayacak seviyede değillerdir. 

Bu nedenle dinlerin kişisel iç yani ruhi terbiyeye verdikleri önemi anlayamaz bunun AHLAKİ terbiye için önemini kavrayamazlar. 

Sonuç: Tüketmek için tüketen, kendisi ile baş edemeyen, depresyon hapları ile yaşayan, egoist, bencil, tatminsiz, huzursuz, edep ve hayâ yoksunu, KEYFi veya İKTİDARI için yüzbinleri, katletmeye hazır tipler oluyor, diyor sanırım. 

〰 

Freud insanın içindeki arızi sıfatları fark etmiş "insan patolojik bir canlıdır" ibaresini kullanmıştır... 

Nitekim iktidar sahiplerinin motivasyonunun insanlara hizmet duygusundan çok iktidarı ele geçirme arzusu olduğunu aklı başında herkes kabul edecektir. Zira zorluklarından, maslahat ve menfaatten çok insana sıkıntı getirmeleri ve gözle görülür riskleri nedeniyle aslında kaçınılması gereken pozisyonlar için onlar yarış halindedirler. 

İktidara yönelik bu arzunun patolojik bir rahatsızlık olduğu açık olduğuna göre tedavi veya terbiye edilmesi gerekmez mi? 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:270 

Dinler insanın nefs-i Emmaresini/ Tanrılaşma Temayülünü fark etmiş bu nedenle müntesiplerini sürekli bu duyguya karşı uyarmaya ve çeşitli riyazet talimleri ile onu arızi duygulara karşı güçlü kılmaya çalışmışlardır. 

Seküler düşünce ise bu duyguyu KARİZMATİK bir duygu olarak tanımlar. İnsana müthiş bir KİBİR, ego ve bencillik veren arızasının farkında değildir. Hatta teşvik eder, diyor sanırım. 30.09.2024 

Seküler düşüncenin ihmal ettiğinin tam tersine İnsanın İÇ DÜNYASINA ait yönetim sorumluluğu dış dünyasına ait yönetim sorumluluğundan daha genel ve kapsamlıdır. 

Her insanın kendi iç dünyasını SAĞLIKLI bir şekilde yönetmesi beraber yaşadığı insanların doğal ve haklı beklentisidir. BU beklenti farz-ı ayn kapsamında olup olmazsa olmaz konumundadır. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:271 

İnsan başkasının malından, parasından, karısından, kızından hoşlanabilir. Gönlü, şehveti, nefsi kendisinin olmayan bir şeyi arzu edebilir. Cimriliği, kibri, istiğnayı, hırsı, kıskançlığı, zulmü, eziyeti, umursamazlığı, "bana ne"ciliği isteyebilir. 

bu noktada insanın içinden gelen ARIZİ duygulara ket vurup, onları terbiye edip İNSAN gibi yaşaması beklenir. Vicdan ve merhamet sahibi insanlar İÇ DÜNYALARINI terbiye etmiş insanlara denir. 

Sekülerizm İÇERDEN gelen duyguların arıziliğini KABUL etmez. Hatta bunların insana ZEVK veren yaratıcı duygular olduğunu düşünür. 

BU yüzden BATI mutlaka her yerde çok güçlü bir polis teşkilatı kurmak zorundadır. Zira polisin olmadığı yer Cehenneme dönmek zorunda kalır. Zira vicdan ve merhamet Arzuların, şehvetin, kibrin, cimriliğin zirve yaptığı yerde olacak sıfatlar değildir, diyor sanırım.

 

Zihnen yenilmiş köleleşmiş Modernite yanlısı yerli aydın takipçisinin ibadet kavramına yüklediği manayı yitirmesini, ibadetlerin insana verdiği yaratıcıya karşı azamet duygusunu kendisinin yitirdiği gibi okuyucusunun da yitirmesini, onun da saygısını tüketmesini ister. 

Zihnen köleleşmiş taklitçi Batılı ağababalarını nasıl taklid edeceğine dair kafa yorduğu kadar bu işlere aklını yorsaydı, ritüel kelimesinin, kanun koyucu Allah'ın ibadet olarak kullarına emrettiği amelleri ifade etmeye yeterli olmaktan çok, insanın ortaya koyduğu ve kutsal kabul ettiği eylemlere daha uygun olduğunu anlardı. 

Çünkü insanın kendi eylemlerinin kutsallığını ortaya çıkarabilmesinin en iyi yolu, yaptığı ritüellerin gözle görülür bir şekilde abartılı hale sokulmasıdır. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:273 

Milli Ritüellerimizi düşünün, okullar süslenir, çocuklar ve memurlar tehdit edilir, törene gelmeyene tutanak tutulacak falan denir, askeri yürüyüşler yapılır, bandolar çalınır, marşlar söylenir, nutuklar atılır, meydanlar okunur, liderler yüceltilir, GÖSTERİŞ GÖSTERİŞ üzerine  gelir. 

Dini bayramlarda ve ibadetlerde insanlar sessizce camiye gider. Usulca cevreye dağılır. Her şey yani tüm coşkuya bir sükûnet, bir huzur bir asalet hâkimdir.

Milli Kutsamalar Dinlerin "İMANI olmayan" gösteriş ile farkı kapatmaya çalışan taklitleridir, diyor sanırım. (01.10.2024) 

〰 

İbadetler, ideolojilerin kendini yücelten ritüellerinin aksine

Ritüellerde bulunmayan ruhi bir enerjiye sahiptirler. Dönem dönem bu ameller ruhi enerjilerinden bir şeyler kaybedebilirler, o kadar. 

Zihnen ve kalben taklitçiliğin içinde kaybolmuş yenilmişler ritüel olgusunun gerçekte ne anlama geldiğini fark edememişlerdir. Ritüeller kalabalıkların büyük egemenlere kul ve köle olmalarının eylemidir. BU anlamda ibadetler ritüelleri reddetme eylemi olarak okunabilirler. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:274 

İdeolojik Ritüeller kitleleri egemenlere kul ve köle ettirme, boyun eğdirme, şahsiyetsizleştirme, emir altına alma işi görürler. İbadetler tam da onlara karşı durmanın, kula kul olmayı reddetmenin eylemidirler, diyor sanırım. 

〰 

İlahi emanet paradigmasına ait ruhani değerler sitemi, daraltılmış anlamda bir akılcılık değil, genişletilmiş anlamda bir akılcılıktır. Başka bir ifade ile ilahi emanet paradigmasına ait ruhani değerler siteminin aklı, laik epistemolojinin aklından daha tutarlı bir akılcılıktır. 

Zira mücerred akılcılığın en büyük sıkıntısı vahyin aklından kendini ayrıştırmasıdır. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın sefaleti, s:277 

VAHİY bize İYİYİ, Doğruyu, yanlışı ve Kötüyü tanımlama imkânı verir. Bunun üzerine AKLI inşa eder. 

VAhiyden kopan BATI aklı 400 senedir neyin iyi neyin kötü olduğuna karar verememiştir: Bırakın kendini üstün görmek gibi zor bir meseleyi halletmek ensest, pedofili, eşcinsellik, yalancılık, hırsızlık gibi gayet AŞİKÂR, gayet kolay, gayet fark edilebilir konularda bile hala kafası karışıktır, Hatta SaPKINLIK içerisindedir, diyor sanırım. 

Zeyl: Tanrı ve peygamberler olmasa insan MENFAATÇİLİĞİN ve KİBRİN baskısı ile YALANI, Pedofiliyi, ensesti bile günah sayamıyor. 02.10.2024 

〰 

Şeriatın kendisi bir tarikattır.

Burada tarikatın YOL ve METOD anlamı esas alınmıştır. 

İlahi emanete sadık kaldığını düşünen kişi metodunu yani tarikat anlayışını Yaratıcısından almakta bu anlamda başarısının ya da başarısızlığının ölçüsünü yaratıcısına nispet etmektedir. 

Dikkat edilirse modernite yanlısı Seküler Dinlerde METODOLOJİ yaklaşımı kişinin kendi zihin dünyasında inşa edilmekte, aklını ve iradesini bu yönteme teslim etmektedir. 

Bu anlamda sekülerin metodu doğrudan doğruya bireysellik ruhu ile yoğrulmuş bir ruhtur. 

Abdurrahman TAha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:279 

Dinlerin insanının ne yapması gerektiği, nerede başarılı olduğu ya da nerede çuvalladığı ortadadır. LAkin sekülerin başarıları ya da başarısızlıklarını belirleyen ÜST bir merci yoktur. iŞ, "keyfine göreye" kalmıştır. 

BU keyfilik kişiden kişiye değişeceğinden ve MENFAATLER sürekli çatışmak zorunda kalacağından kişiyi BİREYSELLİĞE gitmek zorunda bırakır. Tüm seküler dinlerin yolunun YALNIZLIĞA ve bencilliğe çıkmasının sebebi sanırım budur. Diyor.

Zeyl: Ancak burada bir itiraz geliştirilebilir. 

Zira TV ve Sosyal medyanın ortaya çıkması ile kişinin kendine ait bir METODOLOJİYİ geliştirebilme imkanı kalmamıştır, kanısındayız. Ona değerler TVLerden dayatılır, BAŞARI ölçüsü de dışarıdan alacağı "LAYK"LARLA belirlenir.

Ancak SOnuç yine de bencillik ve yalnızlıktır.

〰 

Tarikat kelimesinin bir anlamı da belirli bir kitlenin işlerini organize etmek hususunda alınan tedbir ve stratejik uygulamaların bütünüdür. 

Ne olursa olsun hiç bir toplum işlerinin disipline edilip düzenlenmesine yönelik şu ya da bu şekilde bir takım tedbirler almaktan ya da stratejik bir yöntem uygulamaktan kendini uzak tutamaz. Bu anlamda Her Toplum, aldığı tedbirler, stratejik yöntem ve politikalar itibarıyla bir tarikat müntesibidir. 

Nitekim bir parti ya da devlet de bir tarikattır. Yani onun da bir politikası vardır. 

Nihayetinde hepsi insanlığın karşılaştığı problemlere çözüm getirme iddiasındadırlar. 

Lakin seküler dinlerin ya da tarikatların ruhi problemlere teklif ettikleri çözümler dinlerin çözümleri ile karşılaştırılabilecek gibi değildir. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:280 

1- tarikat, bir topluluğun sorunları bir metod ve politikası çerçevesinde BİRLİKTELİKLE çözmesine verilen simdir. Bu anlamda DEVLET de birer tarikattır. En büyük TARİKAT olarak devletin kendi kontrolünde olmayan ve kendi toplumsal metoduna ve çözümlere iştirak etmeyen tarikatlara düşman olması işin doğasındandır. 

2- Modern TARİKATLERİN ruhi sorunlara getirebildiği çözümler yoktur. Tam tersine şehveti, cimriliği, bireyselliği, arzuları kışkırttığı için insanın diğer insanlarla beraber olabileceği zemini YOK eder ve yalnızlaştırır. BU anlamda kendisine yenilmiş yapa yalnız bireyler var eder. Bağımlılıklar, nörolojik problemler, intiharlar, alkolizm, uyuşturucu, depresyon hapları toplumu ortaya çıkar diyor sanırım. 03.10.2024 

〰 

Kendini arındırmaya dayalı ruhani değerler sistematiği insani asli değerlerin kaynağıdır.

Gerçek şu ki, değerler hayatın konumuna göre artar veya azalır, değişkenlikler gösterirler. Belli bir zamanda terk edilen değerler bir müddet sonra yeniden istenebilir sonra yeniden terk edilebilirler...


Değerlerin değişkenliğindeki görecelilik yüzünden söz konusu değer anarşinin üstesinden gelip aşamayacağı kadar tanım vardır.

Eğer konu üzerinde derin düşünmeye kalkarsak bu değişimlerin sınırını insanlık kavramının çizdiğini fark ederiz. Zira bu sınırı aşmak aynı zamanda insanlığı aşmak anlamına da gelir.

O halde biz insanın fakında olmadan ruhunun derinliklerinde saklı tuttuğu değerleri referans alabiliriz.

Nitekim antroploglar yeryüzüne gelmiş tüm toplumlarda üç değerin kesin olarak var olduğunu söylerler.

1- Hayatın korunması yani keyfi adam öldürmenin kötülüğü ilkesi

2- Namahremle ilişkinin kötülenmesi ve iffetin değeri

3- İnsan eti yemenin yasak oluşu ve ölü bedenin korunması ilkesi

BU üç ilke en ilkel toplumlarda dahi var olan insanlığın üzerinde anlaştığı asgari ölçüdür.

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın sefaleti, s:282

En ilkel toplumlarda bile olan

- Öldürmeyeceksin

- Namus ve iffetine dikkat edeceksin ilkeleri BATI tarafından aşılmaya çalışılıyor.

BArbarlık çağına dönüş denmesi anormal değil sanırım. 

〰 

Seküler Ahlakın takipçilerinde öykündükleri kişilere körü körüne itaat sıklıkla görülür. 

Ne olduğunu bilmedikleri şeriata( İSlam Hukukuna) düşmanlıkları ya da ne anlama geldiğini fark edemedikleri Tanrı'nın ölümünü ilana bu itaat nedeniyledir. 

Hâlbuki bu itaat, Allah'a siyan ederek KULLAR>INA itaat etmekten ibaret bir eylemdir. 

Buna mukabil ilahi emanet paradigmasını benimseyenlerin itaati, sadece yaratıcıya yönelik bir itaattir. Bazen bir mü'minin Allah'ın sadık kullarından birine itaate yöneldiği görülse bile gerçekte o salih kişiye itaat, yaratıcıya itaat ettiği ve onun dinine bağlı olduğu süreçle sınırlanmış bir itaattir. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:288 

Patrona, devlete, Komutana, müdüre, şefe, doktora, Bilim adamına, Uzmana, Televizyon Bilgelerine, Face haberlerine, İnstagram bilgilerine kendilerine PARA VEREN kim olursa olsun herkese KÖRÜ KÖRÜNE itaat edenler Müslümanların Allah'a itaat ettikleri müddetçe itaat ettikleri imamlara söverler, diyor sanırım

〰 

Değer FARKI 

İlahi emanet paradigmasını benimseyen kişilerin pozisyonu, eylem odaklıdır. Onların yaptıkları ilk ve öncelikli eylem, esma-i hüsnadan türetilmiş olan değerlere göre amel etmektir. İlahi isimlerden alınmış bu değerlerden daha yetkin değerler olamayacağını söylemeye gerek yoktur sanırım. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:286 

Din kamalata ulaşmış mü'minini atalete değil harekete mecbur kalır zira o mü'minden iyilik yapmasını, fakirlere, yetimlere, gariplere, mazlumlara sahip çıkmasını, yolculara yardım etmesini, hakka şahitlik etmesini, zalimin elini kesmesini vs. emreder. 

Seküler Ahlakın BAŞARIYA ulaşmış mü'Minine yaylada ya da deniz kıyısında  ev yapmasını, orada hamakta sallanmasını, bir gemiye atlayıp dünya turuna çıkmasını, milyonlarca liraları Lüks arabalara yatırmasını falan ...  yani tembelliği ve berduşluğu emreder. 

Bu ikisinin arasındaki DEĞER farkı karşılaştırılabilecek gibi değildir. 08.10.2024 

〰 

Aslında insanın, ahlaki sürecinde yatay ve dünyevi boyuttaki değerler, onun yakasını hiç bir aşamada bırakmaz.

Zira cesedi dünyevi zevklerin peşinde koşarken ruhu daima yükselmeyi ve miraca ermeyi ister. 

Bu çerçevede aslında onun her aşamadaki miraci yükselişi, kendisinden daha üstün bir ahlaki aşamaya, yatay ve dünyevi boyutta bir değere erişme arzusuna tekabül eder. 

BU yatay değerlerin özüne dikey değerlerin yerleştirilmesidir. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:291

Dinler insanın cevre ile ilişkisini TANRININ rızası üzerinden tanımlarlar. Dolayısı ile insanla, hayvanla, eşya ile YATAYDA kurulan ilişki DİKEYDE Tanrı ile kurulmuş ilişkinin yansıması olarak  görülür. 

Dolayısı ile DİKEYDE Tanrı ile ilişkisini düzeltmek isteyen mutlaka Yataydaki ilişkilerini düzeltmek zorundadır. 

Seküler Ahlakın DİKEY ilişkisi yoktur. 

Dolayısı ile kişinin ahlakını düzeltmek için KENDİ keyfinden ve DEVLETİN polisinden başka bir unsur yoktur. 08.10.2024 

〰 

Zihnen yenik köleleşmiş bir taklitçi, dikeydeki bağlantısını muğlaklaştırırken yatay düzlemdeki fiziki kavramlarını da profanlaştırır (dinsizleştirir, din dışı bir alanda tanımlar). 

Bu onun aklının ve kavram dünyasının da baştan aşağı altüst olduğu ve profanlaştığı anlamına gelir. 

Bunda Batılı ağababalarının gündemine girebilmek için onlara en ufak bir karşı koyuş emaresi gösterememesi en çok etkilidir. Bu noktada iradesi sonlanmış tam bir teslimiyet hali kendini belli etmiştir. 

Abdurrahman Taha Seküler Ahlakın Sefaleti s:297 

"Allah Rızası İÇİN", "Allah'ın izniyle" gibi kelimeler dikeydeki ilişkinin tanımları olmalarına rağmen yataydaki ilişkilere tam anlamı ile müdahildirler. 

Eğer DİKEYDEKİ bu anlamı ihmal edersek çevre ile kuracağımız tüm ilişkiler MENFAAT ve BENCİLİK üzerine olmak zorunda kalır. Bu andan itibaren İSLAMDAN bahsetmek mümkün değildir. Ahlakın zemini de kaybolmuştur

Zihnen yenilmiş Taklitçiler eğer BATILI efendilerini ELEŞTİREBİLME cüR'etini gösterebilseler bunu hemen fark edeceklerdir lakin o irade ortalıkta görünmez, diyor sanırım.  08.10.2024 

〰 

Seküler taklitçilerin, taklit edebildikleri kadar Batılıları taklit gayretleri herhangi bir yaratıcılık ya da sanatkaranelik de içermez Üretebildikleri pespayelikten ibarettir....

Üstelik kalkıp kendi öz bilinci ile yaratıcı bir çözüm arayışına girişenleri aşağılamayı tercih ederler. Onlar böylesi bir arayış içinde olanlara "Bunu yapmak ne haddinize! Biz ancak Batıyı taklit ederek var olabiliriz" diyerek bin dereden su getirirler. 

Sanki hiç bir sonuca ermediği halde 200 yıldır İslam toplumu gönüllü ya da zorla bu kültürel bombardımanın altında değilmiş gibi. 

Sanki yaratıcılığın kapısının açılması, bizim tarihimizden ve medeniyet mirasımızdan tamamen sıyrılmamız şartına bağlanmış gibi. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:296 

100-150 senelik BATI taklitçiliği Müslüman toplumlara ne ileri sanayi, ne ileri teknoloji ne özgürlük ve hürriyet ne de bağımsızlık verdi. 

Tam aksine Batıya olan mahkûmiyetleri, borçları, sömürülebilirlikleri, kültürel ve ahlaki yozlaşmaları ve bağımlılıkları arttı. Kulluk ve mahkûmiyette level atladılar.

Buna rağmen hala başka bir yol arayanları Seküler Taklitçiler aşağılamaya çalışıyorlar, diyor sanırım.  09.10.2024 

〰 

Batı medeniyetinden nakledilmiş bilgilerin çokluğu bunların doğru ya da haklı olduğuna delil olmasa da seküler taklitçiler, kendilerinin yığınlar halinde yaptıkları tercümeleri devşirdikleri bilgileri bunların doğruluğuna delil saymışlardır.

Halbuki insan kendi çevresinden ürettiği bilgilerle özgün ve yaratıcı olabilir, oradan buradan arakladığı devşirilmiş bilgilerle değil. 

Akılları bu devşirilmiş bilgilerle karmakarışık olan olan modernite yanlılarının içine sürüklendiği en çıkmaz inanç, modernitenin kendine özgü bir değerler sistemine, bir başka deyişle seküler dinlerin sabit bir ahlak sistemine sahip olduğuna dair inançlarıydı. 

Abdurrahman Taha Seküler Ahlakın sefaleti s:298 

Zihnen Yenilmiş Taklitçiler BATI'da üretilen ve kendilerini aşağılayan, Batıyı yücelten kelimeleri tercüme etmeye başladılar. Neredeyse Batıdan tüm alabildikleri bunlardan ibaretti. Alabildiklerinin sadece bunlar olmasını doğruluklarına delil saydılar. 

Hâlbuki aldıklarının bir DEĞER Sistemi, sabit bir Ahlak yapısı içermediğini bile fark edebilecek kapasiteleri yoktu. Diyor sanırım.  09.10.2024

〰 

Yenilmiş taklitçi, modernitenin düşünürlerinin hatalarını bulacakmış da onların yanlış veya tuhaf fikirlerini tashih edecekmiş de... 

Bunlar lafügüzaftır. 

Çünkü taklitçinin, ilimde BATI ile boy ölçüşemeyecek kadar geri olduğu hissi, onun bunu yapmasına engeldir. Böyle bir kişinin Batının ağababalarına, onların bilmediklerini öğretmeye kalkması beklenebilir mi? 

Abdurrahman Taha Seküler Ahlakın Sefaleti, s:303

 Ezik, hem zihnen hem ruhen yenilmiş, aşağılık kompleksleri içinde boğulan, batı budalası birinin BATI düşüncesini eleştirebilmesi, onu tenkid edebilmesi, onu aşabilmesi hatta buna cür'et edebilmesi mümkün mü? 

Olmaz öyle şey o YENİKTİR, Yeniklerde ŞAHSİYET gelişmez, diyor sanırım. 10.10.2024 

〰 

Sadece bu dünyaya ait kavramları önceleyen aklı karma karışık kişi, ötelediği kavramları önceleyerek, öncelemesi gereken kavramları öteleyerek doğru eylem biçimine dönebilir. 

Ancak yatay ve dikey düzlemde kavramsal olarak aklı karma karışık olanın yani dünyevi kavram dünyası kadar metafizik (gaybi) kavram dünyası da kaosa sürüklenmiş birinin doğru eylem biçimine dönme şansı yoktur. 

Çünkü o ötelemesi gerekeni önceler, öncelemesi gerekeni ertelerken metafizik evreni dünyanın dünyanın yerine de metafizik evreni yerleştirmektedir.

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:299 

Dünyalık işini ya da sorumluluklarını öncelemek yerine oyunu önceleyen biri bunu terse döndürerek doğruya ulaşabilir. 

Ancak TANRı yerine devletini, patronunu, bilim adamlarını, uzmanları koymuş biri; CENNET'TE ulaşılabilecek zevkleri dünyada elde etmeye kalkan kişi; manevi zevkleri/huzuru şehvette bulabileceğini zanneden kişi eylemlerini değiştirerek doğruya erişemez. 

Mesela insanları mabud edinenin tüm amelleri ve amellerin alternatifleri İLAH edindiği insanların menfaatleri tarafından işgal edileceğinden hayra ulaşması mümkün değildir. Efendisinin bulaşığını yıkamıyorsa, çamaşırını yıkar, sırtında taşımıyorsa kapısında nöbet bekler

Nefsini ya da hevalarını ilah edinen kişi arabasını bıraksa, yatını; yatını bıraksa katını, uçağını, telefonunu, giydiği yüce markaları  falan SEVMEYE başlar. Ömrünü ve servetini onlara yatırır.

Uhrevi zevklerin de dünyevi karşılığı yoktur. 

 Bu nedenle uhrevi zevkleri mesela şehvette arayan kişi eylemini değiştirdiğinde karşı cinse giderken eşcinselliğe, çocuklara ya da başka bir sapkınlığa yönelir. 

BUnlar, dikeydeki (Allah'la ilişki) yataydaki ilişkiyi (varlıklarla ilişkiyi) düzenlemedikçe düzeltilemeyecek sürekli yer değiştiren HAYRA GİTMEYEN kaypak ve boş eylemlerdir, diyor sanırım. 

〰 

Modernitenin ağa babaları habire dinin kavramlarını ve kategorilerini talan ederken dine düşman kesilmiş bu taklitçilerin, hiç değilse "Bu adamlar bu kavramları niye dinden alıp duruyorlar?" diye akıllarından geçirmeleri gerekmez miydi? 

Nihayetinde peşlerinden adım adım takip ettikleri üstatları dinin en KARATERİSTİK kavramını (vicdan) alıp yeni bir isim uydurup (ruhiyat) alıp kullanmaktan başka bir şey yapmıyor. 

Ancak zihnen yenilmiş taklitçi aydının bunun sorgulamasını yapması mümkün değildir. 

Çünkü onların Batılı efendilerinin başarılarına ve parlak icatlarına olan İMANLARI ile kendi başarısızlıklarına, aşağılıklarına ve kabiliyetsizliklerine olan İMANLA atbaşı gider. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:305 

Sekülerizmin tüm kavramları DİNLERDEN apartılmıştır. İki bin yıllık kavramlara MODERN isimler verilerek YENİşünce yeni fikriyatmış gibi toplumlara satılır.

Kilise olur ÜNiversite, papaz olur UZMAN, Tanrı olur PATRON, GAYP olur mistik, Peygamber olur filozof, Mü'min olur vatandaş, Günah olur suç, amel olur aktivite, Akide olur prosedür, Bayram olur milli gün, ... Hekim olur doktor, baytar olur veteriner, berber olur kuaför 

Tecdid OLUR YENİLİK ... 

Bunu bile fark edemeyen, fark etse de ne olduğunu anlamayan yenilmiş aydın HAYRAN OLUP kalır ağababalarına diyor sanırım. (11.10.2024) 

〰 

Zihnen yenilmiş taklitçilerin içine düştükleri sarmaldan kurtulmanın yolu Batılı düşüncenin ağababalarına özellikle ruhiyattan bahsederlerken eleştirel yaklaşmalarıdır. 

Lakin onlar bunu yapacak ha! 

Mümkün mü! Zihnen yenilmiş köleleşmiş aydınlar, üstatlarının seviyesine kimseciklerin ulaşamayacağına öylesine inanmışlardır ki, bun u akıllarından bile geçiremezler. 

Onların gücü sadece kendi medeniyetlerinin çocukları ile uğraşmaya yeter. 

Onların ruhiyyat diye bahsettikleri şey bizdeki vicdaniyattan başka bir şey değildir. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:303

 Yenilmiş ülkemin yenilmiş aydınları ister sağcı olsun ister solcu, ister komünist olsun ister muhafazakar, ister dindar olsun ister ateist: Ne Batıcılığa eleştirel bakabilir ne sekülerizme ne feminizme ne toplumsal cinsiyetçi dayatmalara ne kamalizme ne de diğer DIŞARDAN İTHAL ideolojilere... 

Sadece İSLAMA ve Müslümanlara vurabilirler. Zira bu topraklarda herkesin sövebileceği, hakaret edebileceği, aşağılayabileceği RİSKSİZ bir onlar bir de romanlar vardır. (11.10.2024) 

〰️

Ruhani kelimesinin ilk anlam öbeği, cismani (cesedi) kelimesinin zıddı olan ulvi anlamındadır. 

Bu noktada cismani (cesedi) kelimesinin süfli (Bayağı, adi, aşağılık) kelimesi ile anlamdaş olduğunu da hatırlatmak isterim 

Anlaşılacağı üzere herhangi bir şeye ruhanilik isnadı o şeyin YÜKSEK mertebede olduğuna işaret için kullanılır. Bu da demektir ki, ulvi ya da YÜKSEK olanın yasası en düşük yani süfli olanın yasasının zıddıdır. 

O halde, şöyle bir mantıki çıkarımda bulunabiliriz: Düşük seviyede bir şeyi tanımak isteyen akıl seviyesini süfli şeylerin seviyesine indirmek zorundadır.

Mademki, iniş bir şeyin kendi mertebesinin aşağısındaki şeye doğru hareket etmesinden ibarettir, o halde daha düşük seviyedeki bir şeyi tanımak için değerli olanın ihmal edilmesi ve değersiz olanın öncelenmesi gerekir. 

Abdurrahman Taha, Seküler Aklın Sefaleti, s:306 

Sekülerizm insanlığı MANEVi olanın değil cismani olanın DEĞERLİ ve ÖNCELENMESİ gereken olduğuna ikna eder. 

O yüzden onun olduğu yerde

Manevi AŞK, cismani çiftleşmeye

Manevi Aile, cinsel partnerliğe

Akrabalık, lüzumsuz yüke

Merhamet, acizliğe

Paylaşım, ahmaklığa

Edep, hayâ, utanma ezikliğe

Vicdan zaafiyete

Şeref ahmaklığa

Namus, erkek zorbalığına DÖNÜŞÜR, diyor sanırım. (12.10.2024) 

〰 

Taklitçilerin aklına egemen olan kavram karmaşası ile metafizik kavram karmaşası arasındaki geçişlilik, taklitçilerin aklındaki dikey ve metafizik yöndeki ruhani kavramların yatay ve dünyevi yöne nakledilmesi şeklinde kendini gösterir.

Taklitçiler metafizik kavramları sürekli biçimde seküler kavramlara dönüştürürler... 

Ancak bu gibi kavramlar, zihinlerde daima orijinal ruhani semantik yapılarını korumuş ve seküler ahlak yanlılarının bilinçaltında işlevselliğini sürdürerek yeni medlullerine bir takım etkilerini ve unsurlarını taşımıştır. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:309 

Mesela TANRI kavramının yerine DEVLET, PATRON, şef, müdür kavramlarını üretmiştir sekülerizm. Enteresan biçimde TANRI'nın istediği sorgusuz sualsiz İTAAT kavramı devlete, patrona, şefe müdüre de intikal etmişti. 

Nitekim DOĞRUYU HAKKI bize peygamberler getirirlerdi ve onlara "işitmek ve itaat etmek" farzdı; Peygamberlerin yerine Bilim Adamlarını, Uzmanları, doktorları; Kİlise yerine Üniversiteyi Ürettiler ve Dinlerin 'Müminlerden istediği her şeyi onlarda toplumdan istediler: Bizi işitin ve sorgusuz sualsiz İTAAT edin.

 Zeyl: Üniversitelerin mezuniyet töreni direk KİLİSE törenlerinden apartmadır. PAPAZ Cübbelerine kadar hemen her şeyin SELÜKER taklididir gerçekleştirilen.

Mezunlardan da Aynı kilisenin papazları gibi Üniversite DİNİNİN din adamları olmaları, onların öğretilerini toplumda yaymaları beklenir, 

Ancak DİNLERİN mensupları ne yaptıklarını bililer, Üniversitelerin mezunları ne İÇİN Yetiştirildiklerini ve o CÜBBEYİ neden giydiklerini bilmezler, diyor sanırım. (14.10.2024) 

〰 

Ahmakça işler 

Dünyevi kavram dünyası sıradanlaşmış ve metafizik kavram dünyası profanlaşmış (Tanrı'dan kopmuş) kişinin, benimsediği laikleşme olgusunun etki ve tezahürlerinin hiç bir normal değeri ve tutarlılığı yoktur. 

Yerli aydınların taklitçiliği, modernite düşünürlerinin kendi değerleri çerçevesindeki egemenliğe dayalı ruhani değerler sistematiğinin veya dünyevi kavram dizgesinin altüst edilip sıradan bir yapıya dönmesine ya da metafizik kavram ve değer dizgesinin ters yüz edilip profanlaşmasına ya da her ikisine birden yol açar. 

bu akıl, ümitsiz bir akıldır. Bu akıl ne büyük çaplı ne küçük çaplı krizlerle baş edebilir. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın sefaleti, s:311

Zihnen yenilmiş seküler taklitçiler BATIDAN öğrendiklerini arkasındaki derinliği fark etmeden bu topraklara taşırlar. Bu nedenle bizde bir karşılığı yoktur. Bu topraklara uymayan, içinde ne bir çözüm ne de bir şifa barındıran saçma sapan EBTER işlerdir. 

Mesela Batılı seküler aydınlar RUHBAN SINIFINA yani KİLİSE ve RAHİPLERE savaş açmışlardır. Zira neredeyse tüm roprakları onlar kontrol eder ve yönetirler. Savaşları onlar açar ve sonlandırırlar. ASİLLERE çalışmayan fakir halkın neredeyse tamamı onlara çalışır. Onlar olmazsa kimse Hristiyan olamaz, dilediklerini dinden atar, dilediklerine Cennet ten mülk verirler. Bebeklerin HRistiyan olma töreni olan VAFTİZ töreni onlarsız yapılamaz, Günah çıkarılamaz, evlenilemez, mezara bile girilemez. 

Bu anlamda BATI'da seküler aydınların KİLİSE ve RAHİPLERE karşı başlattıkları mücadele bir ÖZGÜRLÜK mücadelesi olarak okunabilir. 

Yerli aydınlar bunu Müslüman toplumlara taşıdılar: CAMİYE ve İmama karşı savaş açtılar. Lakin bu topraklarda topraklar caminin elinde değildir, imam dediğin evini zor geçindiren, çoğu cemaatinin elinde oyunca olmuş tiplerdir, toplumların yönetiminde caminin hiç bir etkisi yoktur. İsteyen istediği yerde doğurur, isteyen istediği yerde Müslüman olur, evlenir, boşanır veya ölüp mezara girer. Kimse kimseyi dinden atamaz, günahını affedemez, başkasının günahını ona yükleyemez. YAŞAMAK için bir İmama mecburiyet yoktur.

Yani BATIDAN İTHAL edilmiş CAMİ ve İMAM düşmanlığının bu topraklarda karşılığı yoktur. AHMAKLIKTAN başka bir şey değildir ve hiç bir soruna şifa olmaz. Diyor sanırım. (15.10.2024)

〰 

Dünyevi kavram dizgesi altüst edilmiş, hikmetini ve derinliğini kaybedip sıradanlaşmış, yani bizim terminolojimizle inkılaba maruz kalmış; metafizik (gaybi) kavram ve değerler dizgesi profanlaşmış (Allah'tan koparılmış) kimseden hayır bekleyemeyiz. Tam tersine onun şerrinden korunmamız gerekir. 

Böylesi bir akıl ne büyük ne de küçük ölçekte toplumsal krizlerle baş edebilir. Müslüman toplumlara mensup bireyleri uzak ya da yakın savrulmalardan koruyabilecek hiç bir değere de sahip değillerdir. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:311 

Dikkat ederseniz Batılı seküler sömürgeci hareketler karşısında DİRENEBİLEN varlığını koruyabilen AYAKTA durabilen (Afganistan gibi, Filistin gibi, LÜbnan gibi) Sadece MÜSLÜMAN kimliğini koruyabilen topluluklar oldular. 

Sekülerleşmiş, dini ve ahlaki değerlerini ihmal etmiş, GAYP İle bağını koparmış, hayatın içinden Allah'ın müdahilliğini çıkarmış topluluklar ne milli ne coğrafi ne de siyasi kimliklerini koruyabilmişlerdir. Birkaç nesil içinde tamamen yok olup gitmişlerdir. 

Bu anlamda SEKÜLERLEŞMİŞ AYdın farkında olarak ya da olmayarak Müslüman toplulukları BATILI sömürge karşısında TESLİMİYETE çağıran bir nüfuz ajanı elçidir, diyor sanırım. (16.10.2024) 

〰 

Doğrusu toplumsal krizleri ve tarihsel savrulmaları bertaraf edebilecek yegane yol, yakasını taklitten bütünüyle kurtarmış yeni bir insan modeli inşa etmekten geçiyor. 

Bu insan, tek başına kendisi ile hesaplaşan, nihayetinde ilk fıtratını ve yaratılış neşvesini yeniden kazanan ve en büyük emaneti taşımaya hazırlanan kimsedir. Tüm  ümitlerimiz, toplumsallaşmanın krizleri yerine, hayranlık uyandıran ilahi değerleri koyan bir toplum inşa etmek ve tarihsel savrulmaların yerine deruni manalarla örülü devrimleri yerleştiren bir tarih gerçekleştirmek yolunda "yeni ufuklar açan (müceddid) insan'da düğümlenmektedir. 

Abdurrahman Taha Seküler Ahlakın Sefaleti, s:312 

Batı hayranı, aşağılık kompleksleri ile malul, öz güvenini yitirmiş, BAtıdan gelen gelen her şeye vahiy gözüyle bakan, konformist, bir ZİHNEN YENİLMİŞİN kendi toplumuna verebileceği herhangi bir şey olamaz 

Onun eleştiri dediği, kendi toplumun DİRENÇ alanlarını yıkmaz

Yenilik dediği BATININ sömürgeci emirlerini kendi toplumuna taşımaktan ibarettir. 

Bizlerin ezik TAKLİİLERE değil Temel prensiplere sadık, kendine güvenen, dirayetli, müceddidlere ihtiyacımız var, diyor sanırım. (17.10.2024) 

〰 

Modernite düşünürleri dini ahlaktan ayrıştırmakla hem dine hem ahlaka haksızlık etmişlerdir. 

Ancak onları buna iten bazı etkenler bulunmaktadır. Aşmaya çalıştıkları bazı sorunları çözmek için bazı önermeleri dikkate almış ve bunları hayata geçirmişlerdir. ONlar bu doğrultuda İlahi mekanizmadan koparılmış bir Ahlak anlayışı tasavvur etmeye çalışmışlardır.

BU ahlak anlayışı dinlerin aksine din ile bütünleşmiş RUHANİ olgunlaşma amacını hiç gündemine almaz. 

Buna rağmen zihnen yenik köleleşmiş Batı taklitçisi aydınların din ve ahlaka yaptıkları haksızlık, Modernist Batılı düşünürlere kıyasla çok daha büyüktür. (Devam edecek) 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın sefaleti, s:313 

Batılıların din ve ahlakı birbirinden ayırırken hedefledikleri bir amaçları ve bundan fayda elde etmeyi ümit ettikleri beklentileri vardı. 

Lakin Ezik Yeniilmiş yerli aydınlar SIRF taklid ettikleri EFENDİLERİ bunlara düşman diye bunlara saldırdılar. Bu saldırının bir şuuru, bir hedefi, ümit ettiği bir fayda yoktu. Aslında ne yaptıklarına dair bir fikirleri olduğunu düşünmek bile bir hayalcilikti, diyor sanırım.  19.10.2024 

〰 

Zihnen yenilip köleleşmiş yerli taklitçilerin dine ve ahlaka yaptıkları belli başlı 5 haksızlık şunlardır: 

1- Bizim taklitçi yenilmişlerin taklit etmemeleri ve tabi olmamaları gereken durumlarda dahi Batılı düşünürleri takip etmiş, onlardan aldıklarını kendi toplumlarına taşımışlardır. Halbuki bu konularda kendi uygarlık havzalarından Batının birikiminden çok daha fazlası bulunabilirdi. 

2- Bu yenilmiş taklitçiler Batı düşünürlerinden yapmış oldukları nakilleri de namusluca yapmamış onları çarpıtmışlardır. Pek çok nakilde nakledilen bilgi bağlamından koparılmış hatta kendi bağlamı ile çatışacak şekilde yeniden formül edilmiştir. 

Abdurrahman Taha Seküler Ahlakın Sefaleti, s:314 

Birinci için aklıma hemen gelen örnekler; İstanbul Sözleşmesi, İnsan Hakları, Güçlü Kadın ve Eşcinsel Hakları, Aile hakkındaki düzenlemeler, liberal ekonomi güzellemeleri falan. 

İkinci meseleye örnek olarak da Marksist öğretinin KAPİTALİST ekonomi eleştirilerinin gizlenip meselenin din düşmanlığı ve komünist teoriye indirgenmesi; Bireyselliğe övgünün toplumdaki cemaat yapılarının tahrip edilmesi ile bireyin DEVLET karşısında yalnızlaştırılması; DEVLET eleştirilerinin Devlet kutsamasına dönüştürülmesi gibi örnekler geliyor.  (21.10.2024) 

〰 

Zihnen yenilip köleleşmiş yerli taklitçilerin dine ve ahlaka yaptıkları belli başlı 5 haksızlık 

3- Zihnen yenik taklitçilerin, taklit ettikleri hususların içeriğini tam olarak kavrama hususunda problem yaşadıkları görülmekte, efendilerinin alışkanlıklarının aksine, bu içeriklerle ilgili enstrümanlarını kullanma becerisini de gösterememektedirler. 

4- Zihnen yenik taklitçileri taklid ettikleri hususlara adeta bir kutsallık bir vahiy niteliği atfederek -bunlar insani ve sınırlı yargılar olmalarına rağmen- mutlak ve kesin yargılara dönüştürmekte ve bu görüşleri olmaları gerekenin çok üstünde yerlere çıkarmaktadırlar. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:314 

Zihnen yenik yerli aydınlar değerini anlamadıkları kendi uygarlıklarının değerlerini yerden yere vururken gerçekten vakıf olamadıkları Batılı fikirleri göklere çıkarıp vahiy muamelesi çekerler. 

Halbuki bunların manalarına nüfuz edememişlerdir dolayısı ile göklere çıkardıkları bu fikirleri herhangi bir alanda OLUMLU şekilde kullanamaz, onlardan faydalanma yolunu da bulamazlar, diyor sanırım. 22.10.2024 

 Zihnen yenilip köleleşmiş yerli taklitçilerin dine ve ahlaka yaptıkları belli başlı 5 haksızlık: 

5- Yenik taklitçiler, takipçilerine, gelişmenin yegâne yolunun Batı'dan naklettikleri düşüncelerin benimsenmesi olduğunu ısrarla vurgularlar. Bunu onlara başkalarının düşüncelerine muhtaç, aklen yetersiz bir kitle olduklarına dair bir kompleksi de yanında taşıyarak işlerler. 

BU kompleks, takipçilerin esaret ve köleliklerini onlara kabul ettiren kendilerine güveni yitiren ve ezik bir kişiliğe dönüşen bir patolojik hale dönüşür. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:314

 Yerel aydın YENİK, ezik, güvensiz, kendinden utanan, içinden geldiği kültür ve halkı aşağılayarak EFENDİSİNDEN aferin almaya çalışan, kişiliksiz bir PATOLOJİK (Hastalıklı) vakadır. 

Kendisindeki bu hali sürekli topluma da yayma gayretindedir, diyor sanırım. 

(Bu kitaptan son notlar) 23.10.2024 

Zihnen yenilmiş taklitçiler öykündükleri Batılı saf akılcılara hayrandırlar. 

Bu nedenle tıpkı taklit ettikleri kimseler gibi dinlerindeki bazı hususlara akli bir form kazandırmaya yönlenmişlerdir. Aslında bu eylemlerinin arkasında aklileştirme ile bu eylemlerin temelinde saklı olan ihtiyaçlar, arzular ve duygulara dayalı akli yapının çözümlenmesi şeklindeki akıl yürütme olgularını birbirine karıştırma yanlışı yatmaktadır. 

Bu düşüncenin altında yatan kendi kurgularını hakikat olarak algılamalarıdır.

Abdurrahman Taha Seküler Ahlakın Sefaleti, s:315  

Taklitçi aydın ruhani duyguları kabul etmediği için insanın nefsinden, menfaatinden, şehvetinden, zevklerinden gelen baskı ile kalbin akletmesi ile gidilen hakikati birbirinden ayırt edemez. MENfaat baskısı ile, nefsinin hoşuna gittiği için saptığı yolu da HAKKA tabi olduğu yolu da AKIL yolu olarak tanımlar. 

Ayette buyuruluyor ya "Biz insana vahyederiz" diye. Peygamberlerin aldığı vahiy ile sıradan insanların vahyi arasındaki fark: RESULLER kalplerine gelen düşüncenin hangisinin İLAHİ hangisinin nefsi olduğunu ayırt edebilirken sıradan insanlar nefsani, menfaati ya da zevki düşünce ile ilahi bilgiyi birbirinden ayırt edemezler, şeklinde tanımlanır. 

Modern aydın kalbine, aklına, fikrine, gönlüne düşen her kelimeyi İLAHİ BİLGİ sanan adamdır. O her ne kadar peygamberlik müessesini reddediyormuş gibi görünse de kendisi ilan edilmemiş bir PEYGAMBERDİR, diyor sanırım.  24.10.2024 

〰 

Kendi kurguladıkları düşünceleri HAKİKAT olarak algılayan yenilmiş taklitçiler, ahlakı, ilahi akla dayanan kökeninden koparmışlardır. 

Oysaki onların taklit ettikleri Batılı rasyonalistler, ahlakı hiç değilse ahlaki kökeninden koparmamışlardır. Zira Batılı rasyonalistler aklileştirmeyi bir süreç olarak bir bütünlük içinde algılamaya devam ederler. 

Bu durum, Batılı rasyonalistlerin, bağlantılar içerisindeki asli normatif yapıdan uzaklaşsalar bile söz konusu asli referansın varlığını bir şekilde korudukları anlamına gelir. 

Abdurrahman Taha Seküler Ahlakın Sefaleti, s:315 

BAtıda AHLAKIN geldiği yer bir tarihi sürecin ürünü idi. Şu andaki hal onlar için nedenleri, kökenleri, bağlantıları, sebepleri ve sonuçları ile izah edilebilir anlaşılır bir durumdur. Buna ciddi kafa yorarlar. 

Lakin yenik ve ezik taklitçilerin akılları, peşine düştükleri değerlerin ibadi, dini, geleneksel, tarihi, akli kökenlerini ve tarihi bağlantılarını anlayabilecek durumda değildir. 

Bu meselelere buradan bakabilecek bir derinlikleri de yoktur, diyor sanırım.  25.10.2024 

〰 

Zihnen yenik taklitçiler kendi dinlerinin tasavvuru ile asla uyuşmayacak şekilde Batının ibadet tasavvurunu kendi düşünce dünyalarına nakletmişler ve Hristiyanların ritüelleşmiş ayinleri ile İslami ibadetleri bir tutma cür'etini göstermişlerdir. 

Oysa ki İslam'da ibadetler, tören ve organizasyon bakımından ritüelin varlığını gösterecek mahiyette olmayıp doğrudan insanın yaratıldığı gaye ile ilgilidirler. Öyle ki ibadet, insanın mahiyetinin tanımına dahildir. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:316 

Gerek Hristiyanlıkta gerekse Seküler Dinlerde RİTÜELLER toplumun EGEMENE, SiSTEME, YÖNETİCİYE, papaza, Kiliseye olan sadakatini, boyun eğmişliğini tahkim etmek için yapılan döngüsel ayinlerdir. 

İslam'ın ne namazı, ne orucu, ne Haccı. ne zekatı, ne sadakası. ne komşu ziyareti SİSTEMİ tahkim etmek için değildir. Kişinin RABBİ ile ilişkisini düzenler, ONUNLA rabıta kurmasını sağlar. 

Kişi böylece İYİ kul olur, Rabbine (Sisteme, sultana, papazlara, imamlara vs değil) Rabbine kendini beğendirir. 

Bu nedenle ritüellere uymasanız da iyi vatandaş olabilirken, ibadet etmezseniz iyi "kul" olamazsınız, diyor sanırım. 26.10.2024 

〰 

Taklitçilerin unuttukları hakikat,

Bizim kültürümüzde ibadetlerini ifa edenler; o ibadetlerin fıtri suretini korumuş, tarihleri boyunca Hristiyanların yaptıklarının aksine hiç bir değişiklik ve düzenleme yoluna gitmemişlerdir.

Üstelik İslam medeniyetinde ibadet, hatemi bir neşve içerir.  

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:316 

İslam'da ibadet kişiye kimlik veren, şeref veren, duruş veren, mana veren bir NEŞE verir. 

O yüzden olsa gerek ibadetlerini düzenli yapanların yüzlerine bir sakinlik, gülümseme ve nur oturur, 

Yenik ve ezik taklitçiler ne bu huzuru ne bu neşveyi görebilirler, diyor sanırım.  28.10.2024 

〰 

Zihnen yenik taklitçiler ibadete yaklaşımlarında Batılı efendilerini de aşmış İslam toplumunun temel geri kalma sebebi olarak ibadetleri görmüşlerdir. 

Onlara göre taat (ve biat) ahlakı adını verdikleri bu şeylerden hiç bir kayıtlamaya ve kategorik ayrıma gitmeden kurtulmak gerekir.  Ne hikmetse insanın, hayatın içinde ibadete, ibadet ahlakına kayıtsız kalınıp kalınamayacağı konusu hakkında hiç kafa yormak akıllarına gelmemiştir. 

Halbuki insan, kendi iç dünyası ile kurmuş olduğu iletişim de dahil olmak üzere içinde bulunduğu tüm davranışlarda ya dışarıya hatta ondan kat kat fazlası ile nefsine ve hevalarına yani kendi arzularına İTAAT halindedir. 

Hâlbuki İslam taate/ibadete yönelik iki kesin kısıtlama getirmiştir: 

1- sadece Yaratıcıya itaat edilecektir.

2- Yaratıcıya itaat etmeyen yöneticiye ya da arzulara itaat söz konusu olamaz. 

Abdurrahman Taha, Seküler ahlakın Sefaleti, S:317 

Hâlbuki seküler dinler ve DEVLET dininde itaat sınırlandırılmamıştır: Memursan, askersen, işçiysen, PARA ALIYORSAN, kıdemsizsen verilen her işi yapar emre itaat edersin. Allah ya da din kişiyi sınırlayamaz. Sorumluluk emri verene ait olarak görülür. 

Diğer taraftan SEKÜLER dinler ve DEVLET dinleri eğer başkasına zarar vermiyorsan KENDİNE veya razı olana dilediğin zararı verebileceğini düşünürler. Zira ZEVK ve ŞEHVET ve BENCİLLİK ve EGO tapınılacak KUTSALLAR olarak ibadet edilmesini beklemektedirler. Onlar da Tanrı tarafından sınırlanmaktan hoşlanmazlar.  29.10.2024 

〰 

BİAT Kültürü 

İslam medeniyetinin taate ilişkin iki kuralı vardır:

1- Allah'tan başkasına itaat edilmez.

2- Kula ancak Allah'a itaat ettiği sürece itaat edilir. 

Demek ki, İslam kültürünün ürettiği "itaat kültürü" Zihinsel olarak yenik taklitçilerin iddia ettiklerinden tümüyle farklı, kesin şartlara ve belli normlara bağlanmış bir itaat kültürüdür. 

Buna itiraz gelebilir: "İslam'ın itaat kültürünün sınırlarına gerçekte uyulmamaktadır" denilebilir. Buna cevap olarak, toplumda değişmesi ya da düzenlenmesi gereken bir şeyler varsa bunların sebebi kesinlikle İslam’ın biat kültürüdür demek doğru değildir, denebilir. Bunlara sebep birçok şey olabilir... 

Her şeyden önce İslam'ın itaat/biat kültürü KORKU ve tehdide dayanmaz. Onun motive edici amili takvaya yönelik özen ve sevgidir.  Ne yazık ki Yenik taklitçiler bir türlü bunu anlamamakta ve taat erdemini ısrarla reddetmektedirler. BU uğurda okuyucularının zihninde taat ve biat kültürünü itibarsızlaştırmaya çalışmaktadırlar. 

Gözden çıkardıkları bu kültürü, kimlerin hangi amaçları uğruna feda ettiklerine aldırmadıkları gibi, İslam’ın biat kültüründen kopan kitlelerin KİMLERE itaat ettiklerini de sorgulayabilecek bilinçleri yoktur. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın sefaleti. s:318 

Bir lider etrafında toplanamayan, LİDERLERİNE sahip çıkamayan, sadakat ve vefa gösteremeyen kitlelerin hürriyet, şeref, izzet, namus, nesil, çocuk, mal, mülk EMİNLİKLERİ olamaz.

Liderlerine BİAT eden başka toplulukların ayakları altında namus ve şerefleri çiğnenir, mal ve mülklerine el konulur.

Mesele Birine biat etme meselesi değildir. Zira herkes bir şekilde birilerine BOYUN eğer: Tanrıya, Patrona, şefe, müdüre, odaya, devlete, polise, askere, karıya, kocaya, babaya, çocuğa, öğretmene, DOKTORA vs. 

Mesele HAK'ka kul olan, Adalet ve merhamet sahibi birine boyun eğebilmekte, diyor sanırım.  30.10.2024 

〰 

Zihnen yenik gözlerini taklitçilik hırsı bürümüş bu zevat, kabirlerine girinceye kadar nefislerine ve hevalarına İTAATE dayalı ideolojiye tapınmaya devam edeceklerdir. 

Aslında onlar lisan-ı hal ile şöyle demektedirler: 

"Kendi nefsime İTAAT ederek yapacağım bir yanlış, Bir başkasına (Allah'a, peygambere, imamlara, üstatlara, kâmil insanlara, babaya veya HAKKA çağıran herhangi birine-AHÇ) İTAAT ederek yapacağım doğrudan daha İYİDİR." 

BU taklitçileri, avucunun içine almış olan fikri sefaletin boyutunu görüyor musunuz?   

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, S:318 

1- Bilginin nesilden nesile aktarılması UYGARLIĞIN ihtiyaç duyduğu bilgi ve TECRÜBE birikimini sağlar. Ancak TECRÜBENİN nakledilebilmesi için aşağıdan gelenlerin öndeki üstatlara BİAT etmesi yani teslim olmaları gerekir. AMA ahmaklar her şeyi deneyerek öğrenmeyi tercih ederler. Bunu da maharet sanırlar. 

2- Zihnen yenik Batı taklitçilerinin ciddi sıkıntılarından biridir KİBİR.

Sırf Müslümanlarla, sırf sıradan insanlarla, sırf BATI'ya boyun eğmeyenlerle birlikte görünmemek için her türlü DOĞRU'ya yanlış diyebilirler.  04.11.2024 

〰 

Hâlbuki bizim taklitçilerin ellerinde,

Batılı aydınların sahip olmadıkları "dini metinlerin özgünlüğünün korunmuş olması, genel geçer inanç esaslarının bozulmamış olması" gibi çok büyük nimetler vardır. Ancak onların taklitçiliğe şartlanmış zihinleri, kendi değerlerine karşı köreldiğinden bu değerlerin peşine gidemezler...

Bu (ezik-AHÇ) taklitçilerin, Müslümanların dini ve ahlakı algılama şuurlarına dair yaptıkları haksızlık, seküler ahlak yanlısı modernite düşünürlerin, Hristiyanların dinin ve ahlakın mahiyeti ile ilgili algılama biçimlerine yaptıkları haksızlıktan daha dokunaklıdır. 

Abdurrahman Taha, Seküler Ahlakın Sefaleti, s:319 

Siyahi KÂHYALARIN kendi kardeşleri olan siyahi kölelere karşı zulümleri ve gaddarlıkları EFENDİDEN kat be kat fazladır. Bunun temel sebepleri: 

1- Aşağılık Kompleksi: Kendileri gibi olanlardan ya da kendilerine siyahlıklarını hatırlatanlardan EFENDİNİN siyahilerden nefret ettiğinden kat be kat fazla nefret ederler. 

2- En İYİ KÖLE olma çabası: Kendi gibi olanları aşağılayarak EFENDİLERİNİN gözüne girme gayretindedirler. Bunu da Efendilerine Efendilerinin kendisinden bile DAHA SADIK olduklarını göstererek yapmaya çalışırlar. Kendi gibi siyahi olanlara efendilerinden daha fazla zulüm etmeleri "Efendim ben seni senden daha fazla seviyorum" demeye çalışmalarındandır. 

Bu nedenle EfENDİYE dert anlatılabilir ama KAHYA'ya dert anlatılamaz. 

Yerli Ezik aydınlar Batılıların başımıza diktikleri KAHYALARIDIR. Sağcısı, solcusu, ateisti, deisti, dindarı ile diyor olabilir.     

(Bu kitap nihayete erdi)

 

 

 

 

 

 

 

 


Bu yazımı arkadaşlarınızla paylaşın

0 yorum:

Yorum Gönder