Yaşı yetmişleri bulmuş beyefendi ne yaşını ne de
çevredekilerin endişeli bakışlarını umursayarak ağaca iyice yanaştırılmış
merdivene tırmandı. Yağmur gelmeden dutun toplanması lazım. Biliyor ki, yağmuru yiyen dutun hem lezzeti kaçar, hem
kurtlanır.
Sert ama dalı kırmayacak darbelerle sallanan dallardan yere indirilen dutlar, dört kişinin gererek tuttuğu savanlarda toplanıyor. Toplanan dutlardan, toplayıcılara ve seyredenlere pay ayrıldıktan sonra kalanlar, biraz misafirlere ikram, biraz da pekmez niyetiyle çer çöpünden ayıklanıyor.
Adını çok bilinen bir rivayetten biliyoruz:
Kosova Savaşında ağır
bir yenilgi alan Haçlı Birliği yedi sene sonra, intikam için yeniden yola
çıkar. Osmanlıyı Balkanlardan atıp bu beladan tamamen kurtulma niyetindeki, Avrupa’nın
tüm devletlerinden teşkil edilmiş ordunun başında Macar Kralı Sigsmund vardır. Meydana
getirilen 120 bin neferlik ordu, bugün Bulgaristan’la Romanya arasında sınır
olan Tuna Nehrinin Bulgaristan kıyısında kurulmuş Plevne şehrine yakın bir kalenin
önüne kadar gelir. Niğbolu Kalesi denen kalenin beyi Doğan Beydir ve yanında serden
geçmiş 6000 civarında yeniçeri ve akıncı vardır.
Kuşatma sürerken bir
atlı Haçlı ordusunun saflarını “yıldırım” gibi yarar. At kalenin önünde durduğunda
binicisi kaleye doğru seslenir; “Bire Doğaaan! Bire Doğaaan”. Gelen Osmanlının
“Yıldırım” lakaplı sultanı 1. Bayezid’dir.
Devasa Haçlı ordusunu 1 haftadan fazla oyalayarak, hem Osmanlıya ordu toplama
fırsatı veren hem bu devasa ordunun geçtiği yerlerde yaptığı talandan köyleri,
kasabaları kurtaran komutan, seferlerde aldığı birçok yaradan dolayı adı
“Yaralı Doğan’a” çıkmış namlı bir akıncı beyidir. 1. Murat’la Kosova Savaşında
bulunmuş ve kendini orada göstermiştir.
Doğan Bey yaşını alınca
Bursa’ya yerleşir ve orada vefat eder (H:796-M:1336). Adına yaptırılan cami ve
kabristan harap olup sit durumundan çıktıkları gerekçesi ile 1995 yılında
kamulaştırılıp gayb edilmiş olsa da bir binanın bahçesine sığınmış kabri ve
bölgeye verdiği “Doğan Bey” ismi yağmadan kurtulmuştur.
Doğanbey Mahallesine komşuluk eden mahalle I. Beyazıt döneminde birçok vakfın kuruculuğunu ve yöneticiliğini yapan Pir Mehmet Beyin oğlu Sinan Beyin ismini taşır. Sinan Bey, İstanbul Saraçhanede yaptırdığı gibi Bursa’da da bir cami yaptırmış, dünya serüvenini bitirip ebedi yurduna bu caminin avlusunda çekilmiş, mahalle de Sinan Beyin lakabına binaen Kiremitçi Sinan Bey Mahallesi diye anılır olmuştur. Geniş kubbeli olarak inşa edilmiş cami 1955’te hala hizmet veren bir cami iken sonraki yıllarda Vakıflar idaresi eli ile yıkılıp arazisi satılmıştır. Bu günlerde modern bir üslupla yapılıp aynı isimle anılan yeni camide, caminin aslına dair hiç iz kalmamıştır.
Doğan Bey ve Kiremitçi Sinan mahallelerinin yanı başlarındaki komşuları ise Sultan Çelebi Mehmet’in sütannesi Daye Hatun’un ismini taşır. Daye Hatun’un mahallede yaptırdığı bir camiye atfen Bursa şivesi ile Taya Kadın diye anılıyor bu semt.
Ulu Caminin kuzeyinde yer alan bölge, hemen yanı başlarındaki Kırcaali
Mahallesinin isminden de anlaşılabileceği gibi daha çok Balkan muhacirlerini
ağırlıyordu. Bu mahal, her nasıl olmuşsa Bursa’nın her tarafına kangren gibi
yayılan kat kat betonlaşmaya karşı kendini koruyabilmişti. Ancak bir at
arabasının geçebileceği ölçüde ayarlanmış dar sokakları, farklı renklerde kireçle
boyanmış, tek kat ya da en fazla iki katlı, omuz omuza dizilmiş -küçük de olsa-
bahçeli, kerpiç ya da ahşap kagir evleri, hemen hepsinin önünde türlü türlü ve
rengarenk çiçekler bulunan pencereleri, açık kapıların önünde oturup yarenlik
eden kadınlar ve çevrelerinde oynayan çocukları ile bu eskimeyen mahalleler
Bursa’nın kimliğini veren bir çok hatırayı, ince zevki ve onları var eden
düşünce biçimlerini bugünün nesillerine taşıyabilmişti.
Sonra Bursa Büyükşehir Belediyesi bölgeyi fark etti: 1999 depremi öncesinde, zayıf bir talimatname ile üstelik fay hattı üzerinde inşa edilmiş, yığınla çok katlı binaya sahiplik eden nice semt dururken; nüfusu az, merkeze yakın, rantı çok yüksek eskilerin yadigârı bu mahallelere kentsel dönüşüm getirmeye karar verdi.
Böylece, evvelinde betonarme müteahhitlerinin tenhalarda teker teker
yıkıp katlettikleri geçmişten kalan hatıralara, herkesin gözü önünde üstelik -kendi
tabirleri ile- “tarihi şehrin kalbinde” toplu katliam yapıldı. Öyle ki, Mevlana’nın
dostlarından olduğu rivayet edilen, Horasandan geldiği düşünülen Hacı Menteş Dedenin
2 metre karelik mezarına bile merhamet edilmedi. Türbe ile birlikte çoktan
yıkılmış camisinin son kalıntıları da dozerlerin paletleri altında kaldı.
Becerenler becerdi ve iş kotarıldı. Bölgede, hem deprem bölgesi hem sit
alanı olması nedeniyle 3 katın üzerine bina yapılması yasak olmasına rağmen
proje, mahalle sakinlerine önce 8, sonra 13 kat diye duyuruldu. Bittiğinde ise 24
adet 23 katlı dev blok Ulucami ve tarihi hanlar bölgesinin tepesine dikilmişti.
Böylece bu şehre, bu vatana, bu millete canları, kanları ve mülkleri
ile hizmet edip, kıymet katmış, tarihini, aklını inşa etmiş, zevkini vermiş insanların
hatıraları ve eserleri, binlerce yıla dayanan kültürle birlikte maddeden başa
bir şeyde kıymet göremeyen rant lobisinin cür’etkarlığı ile yok edilmiş oldu.
Dönemin başbakanı Binali Yıldırım, “"Bursa,
İstanbul, Edirne gibi illerimizde medeniyetimiz, imar rantına her geçen gün
yenik düşmekten kurtulamıyor”[1] diyerek meseleyi “rant
ekonomisinin toplumun tarihine açmış olduğu bir savaş” olarak nitelendiriyordu.
Bir taraftan binaların çirkinlikleri, bir taraftan Bursa şehir kültürüne verdiği zarar, bir taraftan Bursa’nın bereketli ve bol alüvyonlu toprağının bu beton yığınlarını büyük bir deprem sırasında taşıyıp taşımayacağı tartışmaları politikacıları rahatsız edecek boyutlara erişince yeni Belediye Başkanı Alinur Aktaş Bey, “ucube” diye tanımladığı yapılar için pek fazla kimsenin gerçekleşebileceğine ihtimal vermediği bir vaatte bulundu:
“O konutları yıkacağım.”
Ama dikilen ucubeleri yıkmaya kalkınca, karşımıza başka sorunlar
dikilmeyecek mi? Mesela, o dairelerin satıldığı 3200 hanedeki yaklaşık 10 bin
insanın düzenlerini darmadağın etmeyecek miyiz? Nereye gidecekler? Ya ödedikleri
paranın akıbeti ne olacak?
Aşı Bıçağı
Tuz Pazarından Kapalı
Çarşı’ya doğru ağır ağır ilerliyorum. Sağlı sollu pazarcıların tezgâhlarına özenle
dizdikleri elmalar, portakallar, mandalinalar, ayvalar, domatesler, yeşillikler
insanın hem göz zevkini hem ruhunu okşuyor. Pazarcıların tonu yüksek
çığırışlarına ve rahatça adım atmaya müsaade etmeyen kalabalığa rağmen, hissedilen,
hiçbir AVM’nin veremeyeceği uhrevi hava, sanırım bu sokakları yüzlerce yıldır
arşınlamış nice hikmet sahibi arifandan kalan, ancak zahiren fark edilemeyen
kokuların, çevrede hala dolanmakta olan nazarlarının delili, diye düşünüyorum.
Vakit gelene kadar oyalanmak
üzere girdiğim pazardan Tekke istikametine gitmek için Peynirciler Çarşısının
önünde biriken kalabalığı aşıp Yiğitcedit Camiine doğru Cumhuriyet Caddesine
sapıyorum. Caddeyi geçip Şehreküstü’ne doğru kıvrılmak üzereyken seyyar bir tezgâhın
üzerinde tanıdık bir dosta rastlıyorum: Aşı bıçağı.
Az sonra 260 yıllık tekkenin ahşap kapısından içeriye süzülüp bahçe kısmına
geldiğimde aşılanmış dut fidanlarını görünce bu hoş tesadüften keyf alıyorum. Henüz
cebimde kendine bir yer edinmiş olan aşı bıçağını çıkarıp yanımdaki dosta
tarife başlıyorum. Bizi görüp öteden beri tarım işlerine meraklı olan beyefendi
yanımıza sokuluyor: “Limonu nasıl aşılıyorsunuz?” diye soruyor. Kendimi ispat
etme fırsatı bulmanın keyfi ile anlatmaya başlıyorum. Dinleyicinin kıymeti, dikkati
ve ilgisi şevkimi artırıyor.
Araya bir de küçük eleştiri sıkıştırıyorum. Tutsunlar diye toprağa saplanmış çelikleri gösterip; “üst uçlarına macun sürerseniz daha iyi olur” deyip nasıl macunlanacağını anlatmaya girişiyorum.
Az sonra Tekkenin yan tarafındaki bahçeye geçince tam da benim anlattığım usulle üst uçları macunlanmış fideler karşıma çıkıyor.- Efendim, bana anlattırdınız ama siz zaten biliyormuşsunuz.
- “Biliyorum” demeden bileni dinlemek lazım. İş bilen insanlardan öğrenilecek bir şeyler mutlaka vardır. İş bilen insanları dinlemeyi becerebilirsek büyük hatalardan ve özür dilemekle telafi edemeyeceğimiz zararlardan kurtuluruz, diyor.
- İşi, dinlemesini
bilenlere vermeli, diyorsunuz.
- Tam öyle değil! İşi,
faziletli insanlara emanet etmeli. Fazileti varsa işi bileni de dinler zaten.
Eğer iş, becerip kotarana ya da cür’et
edip yapana emanet edilirse ve onun fazileti yoksa, menfaatleri olan hususta her kötülüğü yapar. Becerip kotarırken toplumu, toplum eden erdemleri, toplumu bir
arada tutan değerleri dağıtır. Hak, adalet ve güven duygusunu tahrip
ederek, halkı meyus (geleceğe dair ümitsiz) kılar.
Kısa vadede iş çözer ama
uzun vadede ekini ve nesli mahveder.
Erdemliyi bulmalı, erdemliyi. Cür’et edip kotaranı değil.
Derleyen: Ahmet Hakan Çakıcı
Şaban 1444
[1] https://www.bursabakis.com/tokiyi-kim-yapti-iste-belge-211482h.htm
İsmail Hakkı Bursevi – Şeyhi Olmayanın Şeyhi
-
“Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır”, diyorsunuz ama…
-
Haşa, iftiradır. Biz öyle bişi demiyoruz”, diye cevap verdi, yaşı ellileri aşmış olmasına rağmen saçı yeni yeni
beyazlamaya başlamış, doğu şivesi ile konuşan beyefendi.
-
“Demiyor musunuz?” diyerek, istihza ile araya girdim. Bendeki
gayrı ciddi tonu fark etmemezlikten gelerek, özendiği ciddiyetini
muhafaza etmeye çalıştı;
-
“Biz Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır” deriz, diye itirazımı karşıladı, gülümseyerek.
- Ha, Kel Hasan! Ha, Hasan kel!.. Ne farkı var da itiraz ettiniz? Diyerek alttan alta istihzaya devam ettim.
Behçet Kemal Çağlar, Anna
Masala, Çetin Altan |
Anna Masala,
İtalyan-İspanyol karışımı bir ailenin çocuğu olarak İtalya’da dünyaya gelmiş. Hanımefendi, dünyaca ünlü şarkiyatçı Ettore
Rossı’nin son öğrencisi olarak ismini duyurmuş, Roma Üniversitesinde Türkoloji
dalında öğretim görevlisi iken 1980 yılında “Ordinaryüs Profesör” unvanını
almış.
“Ben, Manevi olarak
Türküm” diyen Anna Masala’nın ismini ilk kez, Bursa’da verdiği konferansa
katılmış bir arkadaşın anlattığı hatırası ile duydum. Dinlediğimde çok hoşuma
giden bu hatıra aklımda kaldığı kadarı ile şöyle idi:[1]
Anna Masala, bir tercüman ile Nurettin Cerrahi Tekkesinin postnişini Muzaffer Özak Efendinin yanına gidiyor ve sebeb-i ziyaretini “müridanı arasına katılma isteği” olarak ifade ediyor. Muzaffer Efendi:
Bir Haber: Mevlid’in en eski nüshası ABD’de bulundu[1].
Eserin bulunduğu Michigan Üniversitesinin Kütüphanesindeki kayda göre eser II. Abdülhamit Han’ın özel kütüphanesinden çıkmış. Ancak Mevlid-i Şerif’in padişahın özel kütüphanesinden çıkıp Amerika’ya nasıl gittiği bilinmiyormuş.
“İstanbul Hasköy’de Yahudi mezarlığına gece gelen çocuklar, onlarca mezar taşını tahrip etti.”[1]
ın 5 çocuk tarafından gerçekleştirildiğinin tespit edildiğinin açıklamasını yapmış.
CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, Türkiye Musevileri Hahambaşı’sı İsak Haleva’yı telefonla arayarak geçmiş olsun dileklerini iletmiş.
Dergâha ilk kez gelen beyefendi, tarihi mekânın uhrevi havasından etkilenmiş, üzerine bir edep bir ağırlık sinmişti. Gözlerini bir taraftan görülmemiş hiçbir şey bırakmamak istermiş gibi dikkatle ağır ağır çevrede gezdirirken bir taraftan da içinde bulunduğu atmosferi içine çekip, her gittiği yere götürmek istermiş gibi burnunu yukarı kaldırmış derin derin nefes alıyordu: Aniden hayıflanmaya yakın bir ses tonu ile kemalat zamanına erişmiş Beyefendiye:
“Şehir dışında olduğumuz için bizim imkânımız yok ama sanırım halkanıza katılmak, derslerinizde bulunmak, öğüdünüzü dinlemek isteyen çok oluyordur” deyince;
Dost meclisindeki Karadenizli olan arkadaş, az önce Facebook’ta paylaştığı mesajı okudu: “TV’ler zamanın büyücüleri: Onun istediği gibi giyiniyor, onun istediğini beğeniyor, ona göre çocukları yetiştiriyor, ev döşüyor, birbirimize hitap ediyoruz. Onun konuş dediklerini konuşuyor, onun savunduklarını savunuyor ve tebliğ ediyoruz. Üstelik bunların kendi düşünce mahsulü fikirlerimiz, beğenilerimiz olduğunu sanıyoruz. Bu yolla en saçma, en sapkın kelimeler içimize girip yayılabiliyor. Ancak TV’den bize zorlanan bu terbiyeyi garipsemiyor, yadırgamıyoruz. Televizyon Hz. Musa’nın büyücülerinden çok daha maharetli bir büyücü.”
Bingöllü bir Kürt olan diğer arkadaş geniş bıyıklarını çekiştire çekiştire, “Babamın bibisi (halası) gelirdi bize, o da TV’ye arkasını döner otururdu. Ekrandan tarafa dönüp bakmazdı” diye onayladı onu.
Poyraz, kâh parlayarak kâh sakinleşerek kararsızca etrafımızda dolanıyor. Kuzey doğu istikametinden getirdiği, kalın giysilerimize rağmen içimize işleyen soğuk rüzgârlarla, sanki ceplerimizden çıkarmaya korktuğumuz ellerimizle bizden rahatsız olmuş gibi, bizi bulunduğumuz yerden söküp atmaya çalışıyor. Güneş doğalı 1 saat kadar olmuş olmasına rağmen mart ayazının soğuğu henüz kırılmış değil.
Gelin diyelim şevk ile lailahe illallahAşkla sıdk-ü zevk ile lailahe illallah
Su bidonlarını taşımak için beyefendi ile çekişiyorlar. İlle de ağır bidonları o alacak.
-
Efendim, müsaade ediverin.
-
Sizin vücudunuz alışık değildir. Lütfen siz müsaade edin.
İlerden
birileri sesleniyor:
-
Efendim, İstanbul’dan bir grup gelmek için “Müsait midir?” diye
soruyorlar. Beyefendi:
-
Nedenini söylediler mi? Yük almaya mı, yük olmaya mı geliyorlarmış?
-
Anlamadım efendim!
-
İnsanlar genelde birinin
yanına giderken, kendi sırtlarındaki yükü onun sırtına atıp, kaçmak için giderler.
O’nun sırtındaki yüke el atayım diye gitmezler!
- Delikanlı pat diye;
- "Üstadım! Bursa’nın altı evliya, üstü eşkıya dolu” diyorlar. Bursa’nın evliyaları neden
yer altına çekildiler. Niçin artık onları görmüyoruz?” diye sorduğunda
sanırım çok farklı bir cevap bekliyordu.
Beklediği türde bir
cevap alamadığı gibi, tam aksine neredeyse azarlar, adeta hesap sorar tonda;
sorusuna, soru ile cevap alıyor:
- Niçin arıyorsunuz onları?
Osmanlıların araya girmesi ile 4 yıllık esaretten sonra Bursa’ya getirilen Abdülkadir el-Cezairî Bursa’da daha sonra kendi ismi verilen sokaktaki bir evde misafir edilir. Yanında getirdiği validesi bu dönemde vefat eder ve Bursa’da sırlanır. Bu süreç içinde kendisi gibi Kadiri tarikinden olan bir dergâha da dönem dönem misafir olur. 3 yıllık misafirliğin ardından 1855 yılında Bursa’yı yerle bir eden ve “kıyametis-sugra” (küçük kıyamet) diye anılan depremin ardından önce İstanbul’a sonra Lübnan’a oradan da Şam’a gider.
Sütlüce semti, İstanbul’da Haliç Köprüsü’nü Eyüp Sultan istikametine doğru geçince hemen sağda kalan denize nazır semtin ismi. Bu semtte, görenlerin hayran kalacağı muhteşem güzellikte bir Tekke var.
1785 (Hicri:1199) tarihinde inşa edilen Tekke'nin birkaç farklı ismi vardır. Bânisi (inşa edeni) Hasîrîzade Şeyh Mustafa İzzî Efendi’ye atfen “Hasîrîzade Tekkesi”;
İş, bana teklif edildiğinde çok hevesli değildim. Kendimce, hevesli olmamamın anlaşılır sebepleri de vardı: İlk olarak ben zaten iki işi birden yapmaya çalışan, vakti pek de müsait olmayan biriydim. Bir taraftan 6-7 dönüm muz bahçesine bakıyordum, bir taraftan da hediyelik eşya dükkânında esnaflık yapmaya çalışıyordum. Üstelik Osmanlıcaya hiç aşina olmadığım gibi, Türkçeye de hâkim değildim. Ne gramerden anlıyordum, ne noktalama işaretlerinden. Bizimkisi resmen cahil cesaretiydi.
Gönül Teyzenin heyecanı büyük: Biricik oğlu üniversiteden
bir kız sevmiş. Gelin yapıyor yani.
Tebrizli ustaların elinden çıkmış 10 metreyi aşan yüksekliği ile dünyadaki en görkemli, belki de en muhteşem mihrabın önündeyiz. Başı, celî sülüs kelime-i tevhit ile taçlandırılmış devasa mihrabı çerçeveleyen köşe pahı; turkuaz, fıstık yeşili, sarı, altın simli yaprak süslemeli çiniler ile adeta yukardan aşağıya doğru sessiz bir şelale gibi akıyor. Çerçevenin içindeki helezon sarmaşık süslemenin arasına Fetih Suresi işlenmiş. Ardından gelen Mukarnas (geometrik şekilli) katmanlar, hatayi, rumi süslemeler, şakayıklar, çınar yaprakları mihrabın kavsarasının (imamın önünde durduğu boşluğun) tavanındaki süslemeler ile müthiş bir ahenk içinde.
Yüksek ve ahşap olan bahçe kapısından içeri adımını atması ile ziyaretçiyi, zarif mezar taşları ile Dergâhın haziresi karşılıyor. Adeta “buranın bekçisi ve asıl sahipleri biziz” diyerek, içeri buyur ediyorlar gelenleri. Dergâhın geçmişteki hizmetkârlarının yani meşayıhının ve aile efradının metfun olduğu hazire, selamlık ile karşı karşıya. Aradaki dar koridoru geçerek Dergâha erişiyorsunuz.
- Bendeniz, bizzat şahidim, diyor.
- Neye şahitsiniz.
- Keramete!